
Полная версия:
Ölü Canlar
“Evet, hamur işini güzel yaparım.” dedi ev sahibesi. “Ama şöyle bir sorun var. Ürün kötü, un da öyle tatsız ki…”
Çiçikov’un kasketini eline aldığını görünce “Ne bu acele beyim?” dedi. “Arabanıza henüz atlar koşulmamıştır.”
“Koşulmuştur anneciğim, koşulmuştur. Hemen gitmem lazım.”
“O hâlde lütfen bizim şu ihale işini unutmayın.”
“Unutmam, unutmam.” dedi Çiçikov dışarı çıkarken.
“Domuz yağı satın almayacak mısınız?” dedi ev sahibesi peşinden giderken.
“Almaz olur muyum? Alacağım ama daha sonra.”
“Noel zamanı elimde domuz yağım olur.”
“Alırım alırım, her şeyden alırım, domuz yağı da alırım.”
“Belki kuş tüyü de lazım olur. Filipus perhizine doğru kuş tüyü de olur elimde.”
“Güzel, güzel.” dedi Çiçikov.
Ev sahibesi ön kapıdan çıkınca:
“İşte bak, araban daha hazır değil.” dedi.
“Hazırlanır şimdi. Siz bana ana yola nasıl ulaşırım, onu söyleyin.”
“Nasıl anlatsam ki?” dedi ev sahibesi. “Anlatmak zor olur, çok fazla dönemeç var. En iyisi ben size yolu göstermesi için yanınıza bir kız vereyim. Kızın oturması için arabanızda yer vardır herhâlde?”
“Olmaz olur mu?”
“O hâlde kızı vereyim yanına; o yolu bilir, yalnız sakın ha kızı kaçırma! Tüccarın biri başka bir kızımı daha önce kaçırdı zaten.”
Çiçikov kızı kaçırmayacağını temin etti ve rahatlayan Koroboçka avluda ne olup bittiğine bakmaya başladı; elinde ahşap bir bal çanağıyla kilerden çıkan hizmetçi kızla, avlu kapısında görünen köylü adama gözünü dikti ve her şey yavaş yavaş çiftlik yaşamının önceki hâline geri döndü. Ama neden Koroboçka ile bu kadar uğraşıyoruz ki? Koroboçka’ymış, Manilova’ymış, çiftlik hayatı mıymış, değil miymiş, bırakalım bunları! Bu dünya böyle kötüdür işte. Neşe eğer üstünde uzun süre durursan bir anda hüzünlü bir şeye dönüşür ve işte o zaman insanın aklına neler neler gelir, Tanrı bilir. Belki de şöyle bile düşünebilirsin: Koroboçka gerçekten de insan varlığının sonsuz merdiveninde bu kadar altta mı bulunur? Gerçekten de dökme demirden yapılan merdivenli, parlak bakırları, maun ağacı ve halıları olan, hoş kokulu aristokrat evinin onu çevreleyen ulaşılmaz duvarları arasında, parlak zekâsını ve kabul gören düşüncelerini göstermek için, sonu getirilmemiş kitabının ardında nüktedan sosyeteyi beklerken esneyen kız kardeşi Manilova’yla bir uçurum kadar fark mı vardır? Bu kabul gören düşünceler de moda yasalarına göre bütün bir hafta boyunca şehirde dolaşan düşüncelerdir. Yani iş bilmezlik yüzünden boş verilmiş ve dağılmış evinde ve malikânesinde ne olup bittiğiyle ilgili değil de Fransa’da nasıl bir devrimin hazırlığının yapıldığı, en son modada Katolikliğin hangi yöne gittiğiyle ilgili düşüncelerdir bunlar. Neyse, boş verelim bunları! Ne diye bunları konuşalım ki? Ne diye tasasız, neşeli ve kaygısız anlarımızda konu birdenbire, kendiliğinden başka bir tarafa yönelir? Henüz gülümseyişimiz yüzümüzden silinmemişken bambaşka bir insan oluruz, yüzümüzde başka bir ışık parlamaya başlar…
Çiçikov nihayet hazırlanan arabasının geldiğini görünce:
“İşte arabam!” diye bağırdı. “Seni aptal, niye bu kadar oyalandın? Belli ki dünkü sarhoşluğun geçmedi hâlâ.”
Selifan hiç cevap vermedi.
“Elveda, anneciğim! Hani, kızınız nerede?”
Ev sahibesi, üzerinde evde boyanmış kumaştan elbisesiyle kapının önünde duran on bir yaşındaki kıza seslendi:
“Hey, Pelageya!”
Çıplak ayakları taptaze çamura öyle bir bulanmıştı ki ayağına çizme giymiş sanabilirdiniz.
“Beye yolu gösteriver.”
Selifan, tek ayağını beyinin kullandığı basamağa atıp çamur bulaştıran kızın arabaya çıkmasına yardım etti; kız da arabanın tepesine kadar çıkıp arabacının yanına oturdu. Ardından Çiçikov da aynı basamağa basıp ağırlıktan sağa yatmış arabaya bindi, nihayet yerleştikten sonra:
“Ah, şimdi oldu! Elveda anneciğim!”
Atlar yola koyuldu.
Selifan yol boyunca çok ciddiydi ve bir kabahat işlediğinde ya da sarhoşluktan sonra olduğu gibi yaptığı işe oldukça dikkat ediyordu. Atlar olağanüstü temizdi. Atlardan birinin, neredeyse her zaman kırık bir şekilde geçirildiği için derisinin altından kıtıkları16 görünen hamutu ustaca dikilmişti. Arabacı bütün yol boyunca suskundu; sadece atları kamçılıyor, onlara hiç öğüt vermiyordu. Belli ki benekli at nasihat dolu sözler işitmek istiyordu çünkü geveze arabacı kamçısını elinde tembelce tutuyor, bu kamçı atın yalnızca sırtını okşuyordu. Ancak asık dudaklarından yalnızca tekdüze birkaç tatsız haykırış işitiliyordu: “Ah, karga seni! Esne dur bakalım!” diyor, başka bir şey söylemiyordu. Doru atla Üye de bir kez bile “nazik” ve “saygıdeğer” denmemesinden hoşnut değildi. Benekli at dolgun ve geniş yerlerinde hoş olmayan darbeler hissediyordu. Kulaklarını biraz sallayarak “Görüyor musun, nasıl da vuruyor!” diye düşünüyordu kendi kendine. “Nereye vuracağını nasıl da biliyor! Doğrudan sırtımı kamçılamıyor, daha hassas yerlerimi seçiyor, ya kulaklarıma ya da karnıma sallıyor kamçısını.”
Selifan kamçısıyla açık yeşil, taptaze tarlaların arasındaki yağmurdan kararmış yolu göstererek arkasında oturan kıza:
“Sağdan mı gidiyoruz?” diye sordu.
“Hayır hayır, göstereceğim ben.” diye cevapladı kız.
“Ne taraftan?” dedi Selifan biraz daha yaklaşınca.
Kız eliyle göstererek:
“İşte şu taraftan.” diye cevapladı.
“Ah be, sen de!” dedi Selifan. “Orası sağ taraf işte. Sağını solunu bilmiyor daha!”
Çok güzel bir gün olsa da yol öyle bir çamura bulanmıştı ki arabanın tekerleğinin her bir yanı çamur olmuş, tekerin üstünü keçe gibi örtmüş, araba da oldukça ağırlaşmıştı. Bir de toprak killi olduğu için olağanüstü yapışkandı. Bu yüzden öğleden önce köy yolundan çıkamadılar. Yanlarındaki kız olmasaydı oradan çıkmak daha zor olacaktı çünkü yol, çuvalın içinden saçılan yengeçler gibi dört bir yana ayrılmıştı ve Selifan kaybolsa kimse onda suç bulamazdı. Kısa süre sonra kız, ilerideki kararan yapıyı eliyle gösterip:
“İşte ana yol!” dedi.
“Peki, bu yapı ne?” diye sordu Selifan.
“Han.” dedi kız.
“Eh, artık kendimiz gideriz.” dedi Selifan. “Sen de doğruca eve dön.”
Durup kızın arabadan inmesine yardım ederken dişlerinin arasından:
“Ah, karabacak seni!” dedi.
Çiçikov kıza bakır bir metelik verdi, o da arabada oturmaktan oldukça memnun bir şekilde evinin yolunu tuttu.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Çiçikov, hana yaklaşan arabanın iki nedenden ötürü durdurulmasını buyurdu: Bir yandan atların dinlenmesini diğer yandan bir şeyler yiyip karnını doyurmayı istiyordu. Yazar, böyle insanların iştah ve midelerine imrendiğini itiraf etmeyi gerekli görür. Yazar için, Petersburg’da ya da Moskova’da yaşayan, zamanlarını “Yarın ne yesek?”, “Yarından sonraki gün öğle yemeğine ne hazırlasak?” diye düşünerek geçiren, bu öğle yemeğinden sonra da ağzına bir hap atan ensesi kalın beyefendiler, hiçbir anlam ifade etmez. İstiridye, deniz örümceği ve tuhaf tuhaf hayvanları bir çırpıda yutar, sonra da doğruca Karlsbad’a ya da Kafkasya’ya giderler. Hayır, bu beyefendiler yazarda hiçbir kıskançlık uyandırmazlar. Ancak istasyonların birinde jambon, diğerinde domuz, diğerindeyse bir dilim mersin balığı ya da fırınlanmış soğanlı salam sipariş ederler, sonra da hiçbir şey yememiş gibi canları istediğinde masanın başına geçer, sütlü çığa balığı çorbasını hüpürdete hüpürdete içer, kulebyakayı17 mideye indirirler. İşte bu beyefendilerin iştahı, insanı kıskandıran bir Tanrı vergisidir! Ensesi kalın beyefendilerin hepsi, orta hâlli beyefendilerin midesine sahip olabilmek için hemen o anda ipotekli ya da ipoteksiz, yabancı ülkelerin ve Rusların tekniklerine göre ıslah edilmiş köylülerinin ve topraklarının yarısını hemen o an vermeye hazırdırlar. Ama ne yazık ki hiçbir para, ıslah edilmiş ya da edilmemiş hiçbir toprak, orta hâlli bir beyefendinin midesine sahip olmaya yetmez.
Kararmış ahşaplı han, Çiçikov’u eski kilise şamdanlarına benzeyen tahta sütunların üzerindeki dar, misafirperver sundurmasının altına aldı. Han, biraz daha büyük boyutlu bir Rus kulübesi gibiydi. Pencerenin etrafında ve çatının altındaki yaş ağaçları oyarak yapılmış motifli kornişler, hanın kararmış duvarlarına bir canlılık katıyordu. Panjurların üstüne çiçekli testiler resmedilmişti.
Dar, ahşap merdivenle yukarı tırmanıp geniş antreye çıkınca gıcırdayarak açılan kapının önünde “Buradan buyurun!” diyen, alacalı basma entari giymiş, şişman bir kadınla karşılaştı. Yol kenarlarındaki ahşaptan yapılma küçük hanlarda karşılaşılan bütün eski ahbaplar buluşmuştu odanın içinde. Özellikle de buz kesmiş semaver; dış yüzü kazınmış pürüzsüz, çam ağacından yapılma duvarlar; köşede fincan ve çaydanlıkların konduğu üçgen dolap; ikonaların önünde mavi ve kırmızı kurdelelerle duvara asılmış yaldızlı, porselen yumurta kapları; kısa süre önce yavrulamış bir kedi; iki yerine dört göz, yüz yerineyse bir tür bazlama gibi bir şey gösteren ayna ve son olarak, ikonanın yanında kokulu ot ve koklamak isteyeni hapşırtmaktan başka bir işe yaramayan karanfil tutamı.
Çiçikov ayakta dikilen kadına:
“Körpe domuz var mı?” diye sordu.
“Var.”
“Yaban turplu ve smetanalı18 mı?”
“Evet, ikisi de var.”
“Getir bakalım!”
İhtiyar kadın bir yerleri kurcalamaya gitti, tabak ve kuru ağaç kabuğu gibi ayağa kalkacak kadar kolalanmış peçete getirdi; sonra sararmış kemik saplı, çakı gibi incecik bir bıçak, iki dişli bir çatal ve masada doğru düzgün durmayan bir tuzluk getirdi.
Kahramanımız her zaman olduğu gibi şimdi de yaşlı kadınla konuşmaya başladı ve hanı kendisi mi işletiyor ya da başka bir sahibi mi var, handan ne kadar kâr elde ediyor, oğulları onunla mı yaşıyor, büyük oğlu evli mi bekâr mı, karısı büyük bir çeyizle gelmiş mi ve kayınbabası bundan hoşnut mu, düğüne az sayıda hediye geldiği için kızgın mı gibi birçok soru sordu. Kısacası hiçbir şeyi atlamamıştı. Çevrede hangi toprak beylerinin olduğunu öğrenmek istediğini söylememize gerek yoktur herhâlde. Birçok toprak beyi olduğunu öğrendi: Blohin, Poçitayev, Mılnoy, Albay Çeprakov, Sobakeviç. “Ah! Sobakeviç’i tanıyor musun?” diye sordu. İhtiyar kadın, yalnız Sobakeviç’i değil Manilov’u da tanıyordu. Manilov’a, Sobakeviç’e göre daha nazik davranılırdı çünkü Manilov hana gelir gelmez kızarmış tavuk ve dana eti sipariş eder, kuzu eti varsa ondan da ister, hepsinin tadına bakardı. Sobakeviç ise tek bir şey sipariş eder, hepsini silip süpürür, hatta ek olarak hiçbir para vermeden yediği yemekten biraz daha vermelerini isterdi.
Bir yandan yutacak son bir lokma kalan körpe domuz etini yiyip bir yandan ihtiyar kadınla bu şekilde konuşurken yaklaşan arabanın teker seslerini duydu. Pencereden bakınca üç güzel atın çektiği, hafif yaylı bir arabanın hanın önünde durduğunu gördü. Arabadan iki adam indi. Biri sarışın, uzun boyluydu; diğeriyse esmer ve daha kısaydı. Sarışın olan koyu lacivert bir Macar ceketi, esmer olansa yalnızca kısa bir kaftan giymişti. Uzaktan içi boş, lime lime olmuş ipten koşumları olan dört atın çektiği başka bir araba da sallana sallana geliyordu. Sarışın olan hemen merdivenlerden yukarı çıktı, bu sırada esmer olan orada durmuş, uşakla konuşurken ardından gelen arabaya el sallayarak arabanın içinde bir şeyler arıyordu. Sesi Çiçikov’a tanıdık gelmişti. Çiçikov, esmer adama bakarken sarışın olan el yordamıyla kapıyı bulup açmıştı. Uzun boylu, zayıf ya da kupkuru denebilecek yüzlü, kızıl bıyıklı bir adamdı. Yanmış yüzüne bakılırsa dumanın ne olduğunu biliyor denebilirdi, barut dumanı olmasa da tütün dumanıydı bu. Çiçikov’u saygılı bir şekilde selamladı, o da aynı şekilde karşılık verdi. Birkaç dakikada muhabbet etmeye başlayıp birbirlerini iyice tanıyabilirlerdi çünkü zaten bir başlangıç yapılmıştı ve ikisi de aynı anda yoldaki tozun dünkü yağmurla birlikte yıkanıp gitmesinden duydukları hoşnutluğu belirtmişlerdi, artık serinlikte hoş bir şekilde seyahat edebileceklerdi. Bu sırada esmer olan, başındaki kasketi çıkarıp masanın üstüne fırlattı; parmaklarını siyah, gür saçlarının arasından hırçın bir şekilde geçirdi. Bu orta boylu, kıpkırmızı yanaklı, kar gibi beyaz dişli, katran gibi simsiyah saçlı ve favorili, yakışıklı bir adamdı. Kanlı canlı, yüzünden sağlık akan biriydi.
Çiçikov’u görünce kollarını açarak:
“Vay, vay, vay!” diye bağırdı birden. “Seni buraya hangi rüzgâr attı?”
Çiçikov, Nozdrev’i tanımıştı. Savcının davetinde birlikte yemek yemeleri ve birkaç dakika konuşmaları böylesine içli dışlı olmasına yetmiş olacak ki Çiçikov’a “sen” diye hitap etmişti ancak o, buna vesile olacak hiçbir şey yapmamıştı.
Nozdrev, sorusuna cevap verilmesini beklemeden.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu, sonra da devam etti: “Ben de panayırdan geliyorum kardeşim. Tebrik et beni. Tam anlamıyla soyuldum! İnanır mısın, hayatımda hiç bu kadar ütülmemiştim. Küçük burjuvaların arabasıyla geldim! İşte, pencereden kendin bak!”
Bunu söylerken Çiçikov’un başını öyle bir eğdi ki neredeyse pencerenin çerçevesine kafasını vuracaktı. “Görüyor musun? Ne süprüntü ama! Güç bela, sürüne sürüne gidiyordu lanet araba, ben de onun arabasına bindim.” Nozdrev bunları söylerken parmağıyla arkadaşını işaret etti. “Siz hâlâ tanışmadınız mı? Eniştem Mijuyev! Bütün sabah sizden bahsettik. Bak, dedim kesin Çiçikov’la karşılaşacağız, görürsün. Ah kardeşim, bugün nasıl mahvoldum bir bilsen! İnanır mısın, yalnız tırısa alıştırılmış dört atımı değil her şeyimi kaybettim. Ne kösteğim ne saatim kaldı geriye…”
Çiçikov ona baktı, gerçekten de ne bir kösteği ne de saati vardı. Hatta favorilerinden biri diğerinden daha seyrek ve kısa görünüyordu. “Cebimde yalnız yirmi rublem daha olsaydı…” diye devam etti Nozdrev. “Yirmi ruble, daha fazlası değil! İşte o zaman kaybettiğim her şeyi geri almakla kalmaz, vallahi otuz bin rubleyi de cebime atardım.”
“O zaman da böyle söylüyordun, sana elli ruble verdiğim anda da hepsini kaybettin.” dedi sarışın olan.
“Kaybetmezdim! Tanrı şahidim kaybetmezdim! Aptallığımdan kaybettim. Lanet yedilinin üstüne daha önceden ek para koysaydım, kasadaki bütün parayı cepleyebilirdim.”
“Ancak cepleyemedin.” dedi sarışın olan.
“Cepleyemedim çünkü ek parayı vaktinde koyamadım. Senin şu binbaşı iyi mi oynuyor sence?”
“İyi oynasın ya da oynamasın, seni yendi ya sen ona bak.”
“Aman ne önemli!” dedi Nozdrev. “Ben onu hep yenerim. İki katı paraya oynasın o zaman görürüz nasıl oynadığını! Ama Çiçikov kardeşim, ilk günlerde neler neler içtik bir bilsen! Panayır gerçekten mükemmeldi. Oradaki tüccarlar bile bu kadar çok kişinin geldiğini hiç görmedik diyorlardı. Köyden getirdiğim her şeyi oldukça kazanç getirecek bir fiyata sattım. Ah, kardeşim, neler neler içtik! Şimdi bile hatırlayınca… Lanet olsun! Yani orada olmaman çok yazık… Şehirden üç verst ötede bir süvari alayı düşün. İnanır mısın, şehirde toplasan anca kırk kadar subay vardı; sonra öyle bir içmeye başladık ki kardeşim… Onuncu dereceden Üsteğmen Potseluyev… Öyle iyi bir adam ki! Kardeşim, adamın bir bıyığı var ki! Bordoya, boz bulanık diyor. ‘Boz bulanık getir buraya kardeşim!’ diye sesleniyor. Teğmen Kuvşinnikov… Ah kardeşim, ne tatlı adam ama! Tam bir hovarda diyebilirim. Hep birlikteydik onunla. Ponomarev bize öyle şaraplar verdi ki! Onun tam bir dolandırıcı olduğunu söylemem gerek, onun dükkânından hiçbir şey alınmaz. Şaraba her türlü pisliği karıştırıyor: Sandal ağacı, yanık mantar hatta mürver bile katıyor namussuz. Ama sonra uzaktaki, özel dediği odadan bir şişe şarap getirirse kendini cennette buluveriyorsun. Orada içtiğimiz şampanyaların yanında valininkiler de neymiş? Basit bir kvas19 gibi gelir. Kliko değil de Kliko Matradura gibi bir şeydi adı, iki kat daha fazla Kliko demekmiş. Bir şişe de Bonbon denen bir Fransız şarabı içtik. Kokusu mu? Gül gibi, mükemmel kokuyordu. Neler neler içmedik ki! Bizden sonra bir prens gelmiş, dükkândan şampanya alması için birilerini göndermiş, bütün şehirde tek bir şişe bile kalmamış, hepsini subaylar içip bitirmiş. İnanır mısın, ben öğle yemeği sırasında on yedi şişe şampanya içtim. Hem de tek başıma!”
“On yedi şişe içemezsin.” dedi sarışın olan.
“Vallahi içtim!” diye cevapladı Nozdrev.
“İstediğini söyle, ben de sana on şişe bile içemezsin diyorum.”
“İçip içmediğim üzerine iddiaya var mısın?”
“Nesine?”
“Şehirden aldığın tabancayı koy ortaya.”
“İstemiyorum.”
“Koy işte, ne olacak!”
“Koymak istemiyorum.”
“Gerçi tabancasız kendini şapkasız kalmış gibi hissedersin sen. Ah Çiçikov kardeş, kısacası senin de orada olmaman çok yazık oldu. Teğmen Kuvşinnikov’un yanından hiç ayrılmazdın. Onunla ne iyi anlaşırdın! Bizim şehrimizdeki vali ve her bir kuruşun hesabını tutan pintiler gibi değil o. Bu adam, kardeşim, hem galbik20 hem de bançişkayı21 iyi oynar, yani ne ararsan var! Ah be Çiçikov, ne diye gelmedin ki sanki? Seni gidi domuz, hayvan yetiştiriyor sanki! Öp beni haydi canım benim, canımdan çok seviyorum seni! Mijuyev, şu rastlantıyı görüyor musun? Birbirimizle hiçbir alakamız yok aslında. O buraya Tanrı bilir nereden gelmiştir, ben de burada yaşıyorum… Hem de ne çok araba var burada kardeşim, en gros.22 Talihim de döndü. İki kutu pomat, porselen fincan ve gitar kazandım, sonra bunları koyup tekrar oynadım, lanet olsun ki hepsini kaybettim. Ah, çapkın Kuvşinnikov’la bir tanışsaydın! Onunla neredeyse bütün balolara gittik. Balodaki kadınlardan biri öyle güzel giyinip kuşanmıştı ki elbisesinde tüller, fırfırlar ve Tanrı bilir başka neler vardı neler! İçimden sadece ‘Lanet olsun!’ demiştim. Kurnaz Kuvşinnikov, kadının yanına oturup Fransızca öyle güzel iltifatlar etti ki… İnanır mısın, hiçbir kadını kaçırmaz avucundan. Buna ‘çilek toplamak’ adını vermiş. Harika balıklar getirdik. Arasından birini yanımda getirdim. İyi ki hâlâ elimde para varken satın almayı akıl etmişim. Sen nereye gidiyorsun şimdi?”
“Birinin yanına gidiyorum.” dedi Çiçikov.
“Aman, boşver onu! Bana gel!”
“Hayır, olmaz, işim var.”
“Ne işiymiş o? Hemen de uydurdun! Ah, sen yok musun İvanoviç!”
“Gerçekten de işim var, gitmem lazım.”
“Bahse varım yalan söylüyorsun! Kime gidiyormuşsun bakalım?”
“Sobakeviç’e gidiyorum.”
Tam o anda Nozdrev; yalnızca gülerken ağzındaki şeker kadar beyaz dişlerinin her birini gösteren, yanaklarını titretip hoplatan genç ve sağlıklı insanlar gibi öyle yüksek sesle kahkaha attı ki bu kahkaha iki kapı yandaki komşuyu, dipteki odada daldığı uykudan uyandırıp gözlerini fal gibi açtırır ve ona, “Hiç oldu mu bu şimdi?” dedirtirdi.
Bu gülüşten biraz hoşnutsuz olan Çiçikov:
“Bunda gülünecek ne var?” dedi.
Ama Nozdrev bütün gücüyle gülmeye devam ederken şöyle dedi:
“Of, acı bana yoksa gülmekten çatlayacağım vallahi!”
“Bunda komik bir şey yok. Ona söz verdim.” dedi Çiçikov.
“Onun yanına gidersen kesinlikle hoşnut kalmazsın. Çok pinti bir adamdır o! Senin karakterini bilirim ben, orada güzel bir şişe Bonbon bulacağını düşünüyorsan çok fena hayal kırıklığı yaşarsın. Dinle kardeşim; Sobakeviç’i boş ver, bize gidelim! Öyle bir balık var ki bende! Ponomarev yerlere kadar eğilerek ‘Bu balık yalnızca sizin için; bütün panayırı gezin, bunun gibisini bulamazsınız!’ demişti. Ne var ki o korkunç bir dolandırıcıdır. Onun gözlerine bakarak ‘Bizim tüccarla siz, ikiniz de dolandırıcısınız!’ dedim ben de. Sakalını sıvazlaya sıvazlaya güldü namussuz. Kuvşinnikov’la her gün dükkânında kahvaltı ederiz. Ah kardeşim, sana söylemeyi unuttum. Beni bırakmayacaksın biliyorum ama on bin ruble de versen neyi unuttuğumu söylemem.” dedi ve pencereye gidip bir elinde bıçak diğerinde ekmek kabuğuyla arabadan bir şeyler çıkardığı sırada hemencecik ucundan kesebilmenin mutluluğuna erdiği balık parçasını tutan adamına, “Hey, Porfiri! Yavru köpeği getir!” diye bağırdı. Sonra Çiçikov’a dönerek “Öyle güzel bir köpek ki!” diye devam etti. “Çalıntıdır, sahibi kendi isteğiyle vermedi. Hvostırev’le değiş tokuş ettiğim doru atı hatırlarsın ya, sahibine onu verdim…”
Ancak Çiçikov, ömründe ne doru atı ne de Hvostırev’i görmüştü. Bu sırada onlara doğru yaklaşan ihtiyar kadın:
“Efendim! Bir şeyler yemek istemez misiniz?” dedi.
“İstemem. Ah kardeşim, nasıl âlem yapmıştık ama! Bir kadeh votka getir bakalım. Neli votkan var?”
“Anasonlu.”
“Getir bakalım anasonluyu.” dedi Nozdrev.
“Bana da bir kadeh getir!” dedi sarışın olan.
“Tiyatroda bir aktris vardı ki köpoğlu, kanarya gibi şakıyordu! Yanımda oturan Kuvşinnikov, ‘İşte kardeşim! Çilek toplama zamanı geldi!’ dedi. Elli kadar baraka vardı sanıyorum. Fenardi23 dört saat boyunca değirmen gibi döndü durdu.”
Bu sırada ihtiyar kadının elinden hafifçe eğilerek getirdiği votka kadehini aldı. Elinde yavru köpekle Porfiri’nin içeri girdiğini görünce “Ah, getir onu buraya!” diye bağırdı. Porfiri tıpkı efendisi gibi vatkalı, kısa bir kaftan giymişti ama onunki biraz daha yağlıydı.
“Onu yere koy!” dedi.
Porfiri yavru köpeği yere bıraktı, o da dört bacağını açıp yeri kokladı.
Nozdrev, hayvanı sırtından tutup havaya kaldırarak:
“İşte yavru bu!” dedi. Yavru, oldukça acıklı bir şekilde uludu.
Nozdrev yavru köpeğin karnına özenle baktıktan sonra Porfiri’ye dönerek:
“Yalnız sana söylediğim şeyi yapmamışsın, köpeği taramamışsın.”
“Hayır, taradım.”
“Bu pireler ne o zaman?”
“Bilemem. Arabadan geçmiştir belki de.”
“Yalan söylüyorsun, yalan! Taramamışsın işte. Bence senin pirelerin de geçmiştir hayvana, aptal. Şuna bak Çiçikov! Kulaklarına bak, bir dokunsana kulaklarına.”
“Gerek yok, iyi bir cins köpek olduğu belli oluyor.” diye cevap verdi Çiçikov.
“Olsun canım, dokun bir kulaklarına!”
Çiçikov, sırf adamı memnun etmek için kulaklarını okşadıktan sonra:
“Evet, güzel bir köpek olacak.”
“Burnu nasıl soğuk, hissediyor musun? Dokunsana.”
Çiçikov onu kırmak istemediğinden köpeğin burnuna dokundu.
“İyi koku alır.”
“Gerçek bir mordaş.”24 diye devam etti Nozdrev. “Uzun süredir bir mordaşım olsun diye yanıp tutuşuyordum. Porfiri, götür onu!”
Porfiri yavru köpeği karnından kaldırıp arabaya taşıdı.
“Dinle Çiçikov, şimdi muhakkak bana gelmelisin, topu topu beş verst yol gideceğiz, göz açıp kapatıncaya kadar varırız eğer istersen oradan da Sobakeviç’e gidebilirsin.”
Çiçikov içinden, “Sahiden de Nozdrev’e gidebilirim. Diğerlerinden aşağı kalır bir yanı yok ki! Hem bir de iskambilde her şeyini kaybetmiş. Her şeyi göze almış gibi duruyor. Karşılığında hiçbir ücret vermeden bir şeyler koparabilirim ondan.”
“Tamam, gidelim.” dedi Çiçikov. “Ama çok tutma beni, zamanım çok kısıtlı.”
“İşte bu! Çok güzel oldu, gel buraya, öpeceğim seni.” diye karşılık verdi ve Nozdrev’le Çiçikov öpüştüler. “Mükemmel, üçümüz birlikte gideriz!”
“Hayır, beni sayma lütfen.” dedi sarışın olan. “Eve gitmem gerek.”
“Mümkün değil, bırakmam kardeşim.”
“Vallahi karım çok kızar. Artık beyefendinin arabasıyla gidersiniz.”
“Hayır, hayır, hayır! Aklından bile geçirme!”
Sarışın olan, ilk bakışta inatçı bir karaktere sahip gibi görünen insanlardandı. Bu insanlar siz daha ağzınızı açamadan tartışmaya hazır gibidirler. Ona açıkça karşıt görünen hiçbir düşüncede hemfikir olmazlar, aptal birine asla akıllı demezler, asla başkasının elinde oyuncak olmazlar; en sonunda yumuşak başlı olur, daha önce reddettiği her şeyi kabul eder, aptala akıllı der ve başkasının elinde daha önce hiç görülmediği kadar güzel bir oyuncağa dönüşürler. Yani onurlu başlarlar, alçak bir şekilde bitirirler.
Nozdrev, sarışın olanın düşüncesine “Saçma!” diye cevap verdi, başına kasketini geçirdi ve sarışın da onların arkasından yollandı.
“Votkanın parasını ödemediniz beyim…” dedi ihtiyar kadın.
“Tamam anneciğim, tamam. Baksana enişte! Sen öder misin lütfen? Cebimde tek bir kuruş bile kalmadı.”
“Ne kadar tuttu?” dedi enişte.
“Toplam yirmi kapik tuttu beyim.” dedi ihtiyar kadın.
“Yalan söylüyorsun, yalan. Elli kapik25 ver, yeter ona.”
“Az oldu beyim.” dedi ihtiyar kadın ancak parayı memnuniyetle aldı, bir de aceleyle onlara kapıyı açtı. İhtiyar kadın zarar etmemişti çünkü votkaya ederinin dört katı kadar para istemişti.
Arabaya bindiler. Çiçikov’un arabası, Nozdrev’le eniştesinin arabasıyla yan yana gittiği için üçü, yol boyunca rahatça konuşmaya devam edebildiler. Nozdrev’in küçük bir kaleskaya26 koşulan cılız atları da onları ağır aksak takip ediyordu. Porfiri de yavru köpekle birlikte bu kaleskaya binmişti.
Yolcuların kendi aralarındaki muhabbet, okuyucu için pek ilgi çekici gelmeyeceğinden en iyisi hikâyemizde son kez rol oynamayacak olan Nozdrev hakkında bir şeyler söyleyelim.
Nozdrev’in yüzü, okuyucuya az da olsa tanıdık gelir sanırım. Herkes birçok kez böyle bir insanla karşılaşmıştır. Onlara hep patavatsız derler, çocukluk ve okul zamanlarında iyi bir arkadaş olarak anılırlar ama bu sırada sık sık dayak da yerler. Yüzlerinden her daim açık, dolaysız ve atılgan biri oldukları bellidir. İnsanlarla hemen tanışır, göz açıp kapayıncaya kadar karşılarındakine “sen” diye hitap etmeye başlarlar. Arkadaşlıkları sonsuza dek sürecekmiş gibi düşünür, neredeyse her seferinde aynı günün akşamındaki bir davette bir arkadaşlarıyla kavgaya tutuşurlar. Her zaman geveze, hovarda, pervasız, göz önünde olan insanlardır. Nozdrev günümüzde otuz beş yaşındadır ama on sekiz ve yirmi yaşındaki hâli gibidir. Aklı fikri gezmektedir. Evlilik onu hiç mi hiç değiştirmemiştir. Karısı, Nozdrev’in hiç ihtiyacı olmayan iki çocuğunu da geride bırakarak vefat etmiştir. Gerçi o zaman çocuklara, pek alımlı bir dadı bakıyordu. Bir günden fazla oturamazdı evinde. Hassas burnu onlarca verst ötedeki gidilecek her türlü panayırın ve balonun kokusunu alırdı; göz açıp kapayıncaya kadar oraya gider, yeşil bir masanın başında kavga edip olay çıkarırdı zira her bir iskambil tiryakisi de böyledir. Kart oyunlarında, ilk kısımda da gördüğümüz gibi pek de günahsız ve temiz oynamaz; çeşit çeşit hile ve incelikleri bilir, bu nedenle kart oyunu da sık sık başka bir oyunla sona ererdi. Ya tekmelenir ya da o güzel, gür favorilerini yoldurtur; bu nedenle bazı zamanlar eve tek bir seyrek favoriyle dönerdi. Ama sağlıklı ve dolgun yanakları öyle güzel yaratılmıştı, öyle verimliydi ki favorileri kısa sürede tekrar uzar, öncekinden bile güzel olurdu. Hepsinden daha tuhaf olanıysa dövüştükleri arkadaşlarıyla bir süre sonra karşılaştıklarında hiçbir şey yaşanmamış gibi konuşmalarıdır ki bu yalnızca Rus topraklarında mümkündür.