Читать книгу Ölü Canlar (Николай Васильевич Гоголь) онлайн бесплатно на Bookz (7-ая страница книги)
bannerbanner
Ölü Canlar
Ölü Canlar
Оценить:
Ölü Canlar

4

Полная версия:

Ölü Canlar

Çiçikov, giyinip elini yüzünü yıkamak için odadan çıktı. Yemek odasına girdiğinde masada çay takımı ve rom şişesi hâlâ duruyordu. Odada dünkü öğle ve akşam yemeğinin artıkları vardı; döşemeler, hiç süpürülmemişti herhâlde. Yerde ekmek kırıntıları, hatta masa örtüsünde sigara külleri bile vardı. Kısa süre sonra üzerinde, kıllarının göründüğü göğsünü açıkta bırakan sabahlıktan başka hiçbir şey olmayan ev sahibi geldi. Bir elinde piposunu diğer elinde yudumladığı çay fincanını tutarken berber tabelalarındaki saçları yapıştırılmış ve kıvırtılmış ya da taranmış beyefendilerden hoşlanmayan ressamlar için çok iyi bir model olurdu.

“Ee, ne düşünüyorsun?” dedi Nozdrev bir süre sustuktan sonra. “Ölü canlar için iskambil oynamak istemiyor musun?”

“Daha önce de söyledim ya kardeşim, oynamayacağım. Satacaksan alırım.”

“Satmak istemiyorum, arkadaşlığa sığmaz. Böyle şeylerden kâr sağlamam. İskambildeyse işler değişir. Taliya33 oynayalım bari!”

“Oynamayacağım dedim ya!”

“Takas etmek istemez misin?”

“İstemem.”

“Dinle bir; gel, dama oynayalım. Kazanırsan bütün canlar senindir. Nüfus sayımından silinmesi gereken bir sürü ölü canım var ne de olsa! Hey, Porfiri; damayı getir buraya!”

“Boş yere uğraşıyorsun, oynamayacağım.”

“İskambil oyunu değil ki bu. Damada şans da hile de yok! Her şey maharetine bağlıdır. Hatta seni önceden uyarayım, hiç oynamasını da beceremem, bana avans vermen gerekebilir.”

“Onunla dama oynasam mı ki?” diye düşündü Çiçikov. “Pek kötü de oynamam hani! Hem damada hile yapmak zordur.”

“Tamam, öyle olsun, oynayalım.”

“Canları yüzer rubleden verelim!”

“Nedenmiş o? Elli ruble yeter.”

“Olmaz, elli ruble ne işe yarar ki? Üstüne orta kalitede bir yavru köpekle, altın saat kordonu ekliyorum.”

“Tamam, kabul!” dedi Çiçikov.

“Kaç avans vereceksin bana?” dedi Nozdrev.

“Nasıl yani? Hiç vermeyeceğim tabii ki.”

“En azından fazladan iki hamle hakkım olsun.”

“Olmaz, ben de kötü oynuyorum zaten.”

Nozdrev dama taşıyla hamlesini yaparken:

“Biliriz biz o kötü oynuyorumlarınızı!” dedi.

Çiçikov da hamlesini yaparken:

“Uzun süredir damaya elimi bile sürmemiştim!” dedi.

Nozdrev hamlesini yaparken bir kez daha:

“Biliriz biz o kötü oynuyorumlarınızı!” dedi.

Çiçikov hamlesini yaparken:

“Çoktandır dama oynamıyordum!” dedi.

Nozdrev hamlesini yaparken aynı anda bir diğer dama taşını da koluyla iterek:

“Biliriz biz o kötü oynuyorumlarınızı!” dedi.

“Çoktandır dama oynamı… Hey, hey! Bu nedir kardeşim? O taşı geri çek!” dedi Çiçikov.

“Hangi taş?”

“Şu taşı işte!” dedi Çiçikov ve tam da o sırada gözünün önünde dama tahtasına sızıyormuş gibi duran bir başka taşı fark etti; bu taş nereden çıkmıştı, bir tek Tanrı bilir.

“Hayır!” dedi Çiçikov masadan kalkarak. “Seninle oyun falan oynanmaz! Bir anda üç taş birden oynanmaz!”

“Üç tane mi? Yanlışlıkla olmuş. Biri istemeden oynamış yerinden. Geri çektim onu, pardon.”

“Peki diğeri nereden çıktı?”

“Hangi diğeri?”

“Şu dama tahtasına sokulan işte!”

“Yok artık! Hatırlamıyorsun sanki!”

“Hayır kardeşim, bütün hamleleri saydım ve hatırlıyorum. O taşı şimdi ilerlettin. Onun yeri işte şurası!”

“Nasıl yani? Neresiymiş yeri?” dedi Nozdrev yüzü kızararak. “Bakıyorum da uydurmaya da başladın!”

“Hayır kardeşim, sen uyduruyorsun ama pek de başarılı olamadın.”

“Beni ne sanıyorsun sen?” dedi Nozdrev. “Hile yapıyorsun mu diyorsun sen bana?”

“Sana bir şey yapıyorsun demiyorum ama seninle bundan böyle bir daha oyun oynamam diyorum.”

“Hayır, şimdi bırakamazsın!” dedi Nozdrev alevlenerek. “Oyun çoktan başladı!”

“Bırakabilirim çünkü dürüst bir insan gibi oynamıyorsun.”

“Hayır, yalan söylüyorsun! Benimle böyle konuşamazsın!”

“Hayır kardeşim, asıl sen yalan söylüyorsun!”

“Hile yaptığım yok benim! Başladığın oyunu bitirmeden bırakamazsın!”

Çiçikov soğukkanlılıkla:

“Beni oynamaya zorlayamazsın!” dedi ve dama tahtasına yaklaşıp taşları dağıttı.

Nozdrev bir anda parladı ve Çiçikov’a o kadar yaklaştı ki misafir, iki adım gerilemek zorunda kaldı.

“Oynamak zorundasın! İstediğin kadar karıştır taşları, bütün hamleleri hatırlıyorum. Hepsini eski yerine koyacağız.”

“Hayır, kardeşim. Bu iş bitti, seninle bir daha oynamam.”

“Oynamak istemiyorsun, öyle mi?”

“Seninle oyun oynanmaz, bunu kendin de görüyorsun.”

“Hayır, açıkça söyle, oynamak istiyor musun istemiyor musun?” dedi Nozdrev daha da yaklaşarak.

“İstemiyorum!” dedi Çiçikov ve olur da işler iyice kızışır diye her ihtimale karşı iki elini kaldırıp yüzüne siper etti.

Aldığı bu önlem oldukça yerinde olmuştu çünkü Nozdrev, elini kaldırmıştı. Kahramanımızın hoş ve tombul yanağında neredeyse izi silinmez bir leke bırakacaktı ama o, bu vuruştan ucuz kurtuldu, Nozdrev’in iki elini sıkıca tuttu.

“Porfiri, Pavluşka!” diye sinirden kudurmuş gibi bağırdı Nozdrev, ellerini kurtarmaya çalışarak.

Nozdrev’in bağırdığını duyan Çiçikov, bu cazip sahneye onların şahit olmaması adına ve öylece durmak saçma geldiği için Nozdrev’in ellerini bıraktı. Bu sırada içeri Porfiri ve iri yarı bir genç olan Pavluşka girdi; onunla herhangi bir kavgaya girmek, zararına olurdu.

“Oyunu bitirmek istemiyor musun yani?” dedi Nozdrev. “Bana açıkça söyle!”

“Oyunu bitirmenin imkânı yok.” dedi Çiçikov ve pencereden dışarı baktı. Dışarıda tamamen hazır hâldeki arabasını gördü, Selifan da kapıya gelmeye hazır gibi görünüyordu ama odadan çıkmak mümkün değildi. Kapının önünde iri yarı iki köylü, aptal serf duruyordu.

Nozdrev alev alev yanan yüzüyle:

“Demek oyunu bitirmek istemiyorsun, öyle mi?” diye tekrar etti.

“Edepli, dürüst bir insan gibi oynasaydın bitirirdim. Ama artık olmaz.”

“Artık olmaz öyle mi? Alçak! Kazanamayacağını görünce cayıyorsun, olmaz!” dedi, sonra Porfiri ve Pavluşka’ya dönüp “Vurun şuna!” diye bağırdı gözü dönerek. O da eline kiraz ağacından yapılma çubuğu aldı. Çiçikov, bembeyaz kesilmişti. Bir şeyler söylemek istiyordu ama dudaklarının hiç ses çıkarmadan kıpırdadığını hissediyordu.

Nozdrev, kiraz ağacından yapılma çubuğuyla sanki zapt edilmez bir kaleyi ele geçirmek ister gibi gözü dönmüş, kan ter içinde öne atılarak:

“Vurun şuna!” diye bağırdı. Büyük bir hücum sırasında kontrol altında tutulması emredilen, delice cesaretiyle ünlenmiş, atılgan bir teğmen birliğine nasıl “Haydi çocuklar, ileri!” diye haykırıyorsa öyle bağırmıştı. Ama teğmen çoktan bir savaş coşkunluğu içindeydi, sarhoş olmuş gibiydi; gözünün önüne hep Suvorov geliyor, onun gibi yüce bir işe girişiyordu. İleri atılırken “Haydi çocuklar, ileri!” diye haykırdı. Bu sırada iyice düşünülmüş hücum planına zararı dokunduğunu; bulutlara kadar ulaşan, zapt edilmez kale duvarının mazgallarından üzerlerine dönmüş milyonlarca tüfek namlusunun güçsüz birliğini tüy gibi havaya savurduğunu ve yaygaracı gırtlağına saplanmaya hazırlanan korkunç bir merminin ıslık çalarak yaklaştığını hiç fark etmiyordu. Ama Nozdrev kaleye saldıran, kontrolü kaybetmiş atılgan teğmene benzese de saldırdığı kale hiç de zapt edilmez gibi durmuyordu. Aksine, kale öyle korkuyordu ki yüreği ağzına gelmişti. Kendini korumak için almayı aklına koyduğu sandalyeyi de o iki köylü çoktan elinden çekip aldığı için gözlerini yummuş, yarı ölü bir şekilde ev sahibinin Çerkez çubuğunun tadına bakmaya hazırlıyordu kendini; Tanrı bilir, daha başına neler gelecekti! Ama talih kahramanımızın yüzüne güldü de yanlarına, omuzlarına ve vücudunun hiçbir edepli yerine zarar gelmedi. Birden beklenmedik bir şekilde şıngırdayan zil sesleri, evin giriş kısmına uçar gibi gelen at arabasının tekerlerinin tıkırtısı, arabayı çeken üç atın ağır hırıltıları ve zorla nefes alışları duyuldu. Odadaki herkes gayriihtiyari pencereden dışarı baktılar: At arabasından üzerinde, yarı askerî redingotu olan, bıyıklı biri indi. Giriş kısmında birilerine bir şeyler sorduktan hemen sonra hâlâ korkudan kendine gelememiş ve bir ölümlü için yaşanabilecek en sefil durumda bulunan Çiçikov’un olduğu odaya girdi. Elinde bir çubuk tutan Nozdrev’e ve bu kötü hâlinden yavaş yavaş sıyrılmaya başlayan Çiçikov’a şaşkınlıkla bakan yabancı:

“Bay Nozdrev’in hanginiz olduğunu öğrenebilir miyim acaba?” dedi.

Nozdrev adama yaklaşarak:

“Öncelikle kiminle konuşma onuruna nail olduğumu öğrenebilir miyim?”

“Komiserim.”

“Ne için gelmiştiniz?”

“Bana ulaştırılan tebligatı, size iletmek için geldim. Hakkınızdaki dava sonuçlanana kadar gözaltında kalacaksınız.”

“Bu ne saçmalık! Ne davasından bahsediyorsunuz?” dedi Nozdrev.

“Toprak beyi Maksimov’u, sarhoş hâlde sopayla dövdüğünüz için açılan davadan bahsediyorum.”

“Yalan söylüyorsunuz! Ömrümde Maksimov’u hiç görmedim ben!”

“Saygıdeğer beyefendi! Bir subay olduğumu bildirmek isterim. Bu şekilde yalnızca uşağınızla konuşabilirsiniz, benimle değil!”

Tam da o anda Çiçikov, Nozdrev’in ne cevap vereceğini beklemeden hemencecik şapkasını başına taktı; komiserin arkasından dolanıp giriş kapısına gitmeyi başardı, arabasına bindi ve Selifan’a atları dörtnala koşturmasını buyurdu.

BEŞİNCİ BÖLÜM

Ancak kahramanımız adamakıllı korkmuştu. Arabasının son sürat gitmesine, Nozdrev’in köyünün uzun süre önce tarlaların, eğimlerin ve tepeciklerin ardında gözden kaybolmasına rağmen Çiçikov yine de birinin onu kovalayacağından korkarak ikide bir dönüp arkasına bakıyordu. Güçlükle nefes alıyordu ve elini göğsüne koyduğunda kalbinin kafesteki bir bıldırcın gibi çırpındığını fark etti. “Ah, mahvedeceklerdi beni! Bak sen şu işe!” dedi kendi kendine. Bu arada Nozdrev’e her türlü ağır lafı ediyordu, hatta aralarında küfür sayılabilecek sözler de vardı. Yapacak bir şey yok. O bir Rus’tu, hem de kalbi kırılmış bir Rus. Bu işin şaka götürür bir yanı da yoktu. “Kim ne derse desin, emniyet müdürü yetişmeseydi belki de bir gün daha hayatta kalamayacaktım! Sudaki kabarcık gibi geride hiçbir iz, gelecek kuşaklar için ne bir servet ne de onurlu bir isim bırakmadan ölüp gidecektim!”

Kahramanımız, gelecekteki soyuna çok önem verirdi.

“Ne iğrenç bir beydi!” diye düşündü Selifan. “Daha önce hiç böyle bir bey görmemiştim. Yani tam yüzüne tükürülecek biri! Bir insana yemek vermesen de olur ama atları beslemek lazım çünkü atlar yulafı sever. Yulaf onların yiyeceğidir. Örneğin, onlar için yulaf neyse bizim için erzak odur; o da bizim yiyeceğimizdir.”

Atlar da Nozdrev hakkında iyi şeyler düşünmüyor gibiydiler. Yalnızca doru atla Üye değil, benekli at da keyifsizdi. Beneklinin payına her zaman en kötü yulaf düşerdi ve Selifan da yalağına yemini koymadan önce her seferinde “Ah, namussuz seni!” derdi ona ama yine de yalnızca saman değil yulaftı yediği; yulafını keyifle çiğner, özellikle de Selifan ahırda değilken sık sık uzun başını, yediklerinin tadına bakmak için arkadaşlarının yalağına uzatırdı. Şu an yalnızca saman vardı… Hiç iyi değildi, hiçbiri hâlinden memnun değildi.

Ama kısa sürede bütün memnuniyetsizlikleri hiç de beklenmedik bir kargaşayla kesildi. Üzerlerine doğru altı atın çektiği bir araba gelmesi ve arabadaki hanımların yanı başlarında attıkları çığlıklar, arabacı da dâhil olmak üzere herkesi kendine getirmişti. Diğer arabacı da küfür ve tehdit savuruyordu: “Ah, pis herif! Sana sağa çevir diye bağırıyorum, aptal! Sarhoş musun nesin?”

Selifan hatalı olduğunu fark etmişti ama Rus insanı, başkalarının önünde hatalı olduğunu kabul etmeyi sevmediği için burnu havada cevap verdi: “Peki sen ne diye dörtnala sürüyorsun arabayı? Gözlerini meyhanede mi bıraktın yoksa?”

Bu lafların ardından diğer arabanın koşumlarından kurtulmak için arabayı geri aldı ama işler hiç de istediği gibi gitmedi, bütün koşumlar birbirine dolandı. Benekli, iki yanındaki yeni arkadaşlarını merakla kokluyordu. Bu sırada diğer arabada oturan hanımlar, bütün olan biteni yüzlerinde korkuyla izliyorlardı. İçlerinden biri yaşlı; diğeri on altı yaşlarında, küçük, oldukça güzelce taranmış, altın sarısı saçları olan genç bir kızdı. Taze bir yumurtaya benzeyen şirin, oval yüzünde saydam bir parıltı vardı. Kâhya kadının, taptazeyken esmer eline alıp güneşe tuttuğunda içinden parlak ışıklar süzülen bir yumurtaya benziyordu. Zarif kulakları da içinden sızan ısıtıcı güneş ışığıyla kızarmıştı. Korkudan açık kalan ağzı ve gözlerindeki yaşlar, onu öyle şirin gösteriyordu ki kahramanımız atlar ve arabacılar arasındaki keşmekeşe hiç mi hiç dikkat etmeden birkaç dakika bu kıza bakakalmıştı. Diğer arabacı “Arabanı çeksene kuş beyinli!” diye bağırdı. Selifan dizginleri geriye çekti, diğer arabacı da aynısını yaptı. Atlar geri geri gittiler, sonra koşumlar tekrar birbirlerine dolandı. Bu sırada benekli at, yeni bir arkadaş edinmekten öylesine memnundu ki hiç umulmadık talihin onu düşürdüğü bu durumdan kurtulmak istemiyordu. Başını yeni arkadaşının boynuna yaslamış, kulağına bir şey fısıldıyor gibiydi; muhtemelen saçma sapan şeylerdi söyledikleri çünkü diğer at durmadan kulaklarını sallıyordu.

Şanslarına, yakınlardaki bir köyün insanları toplandı da böylesine bir karışıklıktan kurtuldular. Bu tarz bir manzara, Almanlar için gazete ya da kulüp nasılsa köylüler için de tam anlamıyla bir lütuf olduğu için kısa sürede arabanın etrafına yığınla insan gelmişti ve köyde, yalnızca ihtiyar kadınlarla küçük çocuklar kalmıştı. Birbirine dolaşan koşumlar çözüldü, benekli atın kafasına atılan birkaç fiske geri geri gitmeye zorladı onu; kısacası atlar birbirlerinden uzaklaşıp ayrıldılar. Ama diğer atlar arkadaşlarından ayrılacakları için duydukları üzüntüden mi yoksa sadece aptallıklarından mı bilinmez; arabacı onları ne kadar kırbaçlarsa kırbaçlasın hiç kıpırdamıyor, mıhlanmış gibi öylece duruyorlardı. Köylülerin gösterdikleri ilgi olağanüstü bir seviyedeydi artık. Her biri tavsiye vermede birbiriyle yarışıyor, “Andryuşka yürüsene, şu sağ taraftaki dizgini tut hele! Mityay dayı da şu kahverengi ata binsin! Bin, Mityay dayı!” diyorlardı. Bir deri bir kemik, uzun boylu, kızıl sakallı Mityay dayı; kahverengi atın sırtına bindi, bu hâliyle köyün çan kulesine ya da kuyudan su çekmeye yarayan çengele benziyordu. Arabacı atları kamçılıyordu ama ne bu ne de Mityay dayının ata binmesi bir işe yarıyordu. “Dur, dur!” diye bağırdı köylüler. “Koşumlanan ata bin Mityay dayı, kahverengi ata da Minyay dayı binsin!”

Kömür gibi kapkara sakallı, pazar yerinde tir tir titreyenler için içinde sbiten demlenen devasa semaverler gibi göbekli, geniş omuzlu Minyay dayı; kahverengi ata hevesle oturunca at neredeyse yere çökecekti. “Şimdi oldu işte!” diye bağırdı köylüler. “İyice kızıştır şunu! Kamçıla, şu bacaklarını açıp sivrisinek gibi yere mıhlananı!”

Ancak işlerin istedikleri gibi gitmediğini görünce Mityay dayı ve Minyay dayı kahverengi ata birlikte bindiler, diğerine de Andryuşka oturdu. Nihayet sabrı taşan arabacı, kahverengi ata binmiş Mityay dayıyla Minyay dayıyı kovdu; iyi ki de kovdu çünkü atlardan uzunca bir yolu canları çıkana kadar koşmuşlar gibi buhar yükseliyordu. Atlara soluklanmaları için bir dakika verdi, onlar da sonra kendiliğinden yürümeye başladılar. Bütün bu karmaşa boyunca Çiçikov, tanımadığı genç kızı, pürdikkat izlemişti. Birkaç kez onunla konuşmaya çalıştıysa da başarılı olamamıştı. Hanımlar oradan ayrılırken incecik yüz hatlı, o güzel baş ve zarif endam; bir hayalet gibi gözden kayboldu ve bir kez daha geriye yol, araba, okuyucunun tanıdığı üç at, Selifan, Çiçikov, civardaki ayna gibi dümdüz ve engin tarlalar kalmıştı. Yaşamın olduğu her yerde ister duygusuz, hayatlarında çeşitli sorunları olan fakirler, sefil hâldeki düşük rütbeliler arasında; ister tekdüze, soğuk, keyifsiz ve sıkıcı yüksek rütbeliler arasında, hayatında bir kere olsun karşısına çıkacak, onda şimdiye kadar hissetmediği duygular uyandıracak bir olay gelmiştir insanın başına. Hayatımızın her yerine işlenen hüznün arasından; ışık saçan altın koşumlu, pırıl pırıl camlı, göz kamaştıran atların çektiği bir arabanın dörtnala giderkenki harikulade görüntüsü karşısında; daha önce çiftçilerin yük arabalarından başka bir araba görmemiş, kulakları sağır olmuş fakir köylülerin, ellerinde kasketleriyle ağızları beş karış açık, öylece dikildikleri gibi parıldayan bir neşe geçip gider hızlıca. İşte tıpkı bu şekilde sarışın kız da hikâyemize beklenmedik bir şekilde girdi ve gözden kayboldu. Çiçikov’un yerinde o sırada yirmili yaşlarında, süvari, öğrenci ya da hayata yeni atılmış bir genç olsaydı vay hâline! Aklında ne fikirler uyanır, içi nasıl kıpır kıpır eder, ona neler neler söylemezdi! Uzun bir süre olduğu yerde donup kalır; yolu, geç kaldığı için onu bekleyen azarı, kendisini, görevini, dünyayı, var olan her şeyi unutup boş yere uzakları seyreder dururdu.

Ama kahramanımız orta yaşlıydı, ihtiyatlı ve soğuk bir mizacı vardı. O da düşüncelere dalmıştı ama onun düşünceleri içgüdüsel değildi, hatta oldukça sağlam düşüncelerdi. “Çok güzel bir kızdı!” dedi tütün kutusunu açıp enfiyesini çekerken. “Ama onu bu kadar güzel yapan şey neydi ki? Belli ki yatılı bir okuldan ya da enstitüden yeni çıkmıştı. Onda henüz kadınlara özgü bir şeyler, yani tatsız özelliklerin hiçbiri yoktu. Çocuk gibiydi, onun için her şey çok kolaydı. Düşündüğünü söyler, gülmek istediği zaman gülerdi. Bu kızın içinden her şey çıkabilirdi; bir mucizeye de dönüşebilirdi, iğrenç bir kadına da! Hem de ne iğrenç! Aman anneciğiyle teyzecikleri onunla ilgilenmeye başlamasınlar! Bir yılda onu öyle şeylerle doldururlar ki öz babası gelse tanıyamaz onu. Nereden geldiği belli olmayan bir kibir ve resmiyet çöker üstüne, verilen talimatlara göre hareket etmeye başlar; kiminle, nasıl ve ne kadar konuşması gerektiğine kafa yorar; her an gerektiğinden fazla bir şey söylemekten korkar ve en sonunda da hayatı boyunca yalan söyler ve kim bilir nasıl bir yaratığa dönüşür!”

Çiçikov bir süre sustuktan sonra: “Kimin kızıydı acaba? Babası kimdir? Saygıdeğer, zengin bir toprak beyi midir; yoksa memuriyetten yüklüce bir para elde etmiş, sevilip sayılan biri mi? Bu kızın iki yüz bin rublelik drahoması34 varsa çok hem de çok güzel bir parça sayılabilirdi. Düzgün bir adamı mutlu etmeye yeterdi bu.” dedi. İki yüz bin ruble kafasında öyle çekici bir şekilde canlanmıştı ki arabanın etrafındaki uğraşlar devam ederken arabacıya, götürdükleri kızın kim olduğunu sormadığı için içten içe hayıflanıyordu. Ne var ki çok geçmeden Sobakeviç’in görünmeye başlayan köyü, onun bu düşüncelerini dağıttı ve her zamanki konusuna geri döndü.

Köy ona oldukça büyük görünmüştü; sağda ve solda birer kanat gibi açılmış, biri daha açık diğeriyse daha koyu, huş ve çam ağaçlarından oluşan iki orman vardı. Bu ormanların arasında asma katlı, kırmızı çatılı ve koyu gri ya da daha doğrusu soluk renkli duvarları olan ahşap bir ev görünüyordu. Ev, askerlerin ve Alman göçmenlerin kaldıkları yerlere benziyordu. Evin inşası sırasında mimarla ev sahibinin zevkinin devamlı çatıştığı belli oluyordu. Belli ki mimar kılı kırk yaran biriydi ve her şeyin simetrik olmasını istiyordu, ev sahibiyse rahatına düşkündü. Bunun sonucunda da evin bir tarafındaki bütün pencerelerin üstüne tahtalar çakılarak kapatılmış ve onların yerine, büyük ihtimalle çok daha fazla işine yarayacak olan karanlık kiler için küçük bir pencere kalmıştı. Mimar ne kadar çırpınırsa çırpınsın alınlık35 da evin ortasına denk gelememişti çünkü ev sahibi yan taraftaki bir kolonun çıkartılmasını buyurmuş, bu yüzden de daha önceden kararlaştırıldığı gibi geriye dört değil üç kolon kalmıştı. Avlu sağlam ve aşırı kalın ahşap çitlerle çevrilmişti. Belli ki toprak beyi dayanıklı olsun diye epey bir uğraşmıştı. Ahırlar ve mutfak için öyle ağır ve kalın tomruklar kullanılmıştı ki bir asır boyunca ayakta durabilirlerdi. Köylülerin ahşap kulübeleri de şaşkınlık verecek kadar iyi yapılmıştı. Düz duvara yontulmuş obruklar, oymalı motifler ya da başka bir işleme yoktu ama gerektiği gibi pek sağlam inşa edilmişlerdi. Hatta oradaki kuyu bile yalnızca değirmen ve gemi yapımında kullanılan sapasağlam tomruklardan yapılmıştı. Kısacası Çiçikov’un gördüğü her şey dayanıklı, sağlamdı ve sarsılmaz, hantal bir düzen içindeydi. Araba evin girişine yaklaşırken Çiçikov pencereden neredeyse aynı anda iki yüz birden gördü. Kafasına bir başlık takmış, salatalık gibi zayıf, uzun bir kadın yüzü ile Moldova kabakları gibi yuvarlak, tombul bir erkek yüzüydü. Rus topraklarında “gorlyanka” denen bu kabaktan, yirmili yaşlarındaki delikanlıların süsü ve eğlencesi olan iki telli, hafif bir balalayka yapılırdı; delikanlılar bembeyaz göğüslü, bembeyaz boyunlu genç kızlara göz kırpıp ıslık çalarak hafif hafif tıngırdatırdı balalaykalarını. Bu iki yüz de hemencecik kaybolup gitti. Giriş kapısından, üzerinde dimdik duran mavi yakalı gri kabanıyla uşak çıktı; Çiçikov’a, daha sonrasında ev sahibinin de geldiği sofaya kadar eşlik etti. Misafirini görünce kesik kesik, “Buyurun!” dedi ve onu evin içine götürdü.

Çiçikov göz ucuyla Sobakeviç’e bakınca ev sahibi bu sefer ona orta boy bir ayı gibi geldi. Bu benzerliği tamamlamak için tam bir ayı postu renginde frakı, uzun kolları, uzun pantolonu vardı; adımlarını yana açarak atar ve devamlı başkalarının ayaklarına basardı. Yüzünün rengi yanıp kavrulmuş bakır beş kapiklikler gibiydi. Dünyada, doğanın süslemek için çok az zaman harcadığı, eğe ya da burgu gibi hiçbir alet kullanmadan yalnızca baltayı omuzunun üzerinden kaldırıp vurarak yaptığı bazı insanlar vardır. Baltasını bir vurdu mu burun ortaya çıkar, bir kez daha vurur, dudaklar oluşur, büyük bir matkap ucu da kazıp gözleri çıkarır ortaya ve başka hiçbir yerini kazımadan “Yaşıyor!” diye gönderi-verilir dünyaya. İşte Sobakeviç’in de böyle sağlam ve hayret verici kaba bir görünüşü vardı. Aşağı eğik bir şekilde tuttuğu boynunu hiç oynatmazdı, bu yüzden konuşan kişiye çok nadir bakardı ama gözü her zaman ya sobanın köşesinde ya da kapıda olurdu. Çiçikov, yemek odasına gittiklerinde ona bir kez daha yan gözle baktı. Ayı! Tam bir ayıydı! Adının Mihail Semyonoviç olması da çok garip bir benzerlikti. Başkasının ayağına basma alışkanlığını bildiğinden Çiçikov, kendi adımlarını oldukça dikkatli seçti ve Sobakeviç’in önden gitmesi için ona yol verdi. Ev sahibi, kendisi de bu kusurunun farkında olacak ki: “Size rahatsızlık vermedim ya?” diye sordu. Ama Çiçikov henüz böyle bir rahatsızlık vermediğini söyleyerek teşekkür etti.

Misafir odasına girdiklerinde Sobakeviç koltuğu gösterip bir kez daha “Buyurun!” dedi. Koltuğa oturan Çiçikov duvarlara ve üzerinde asılı olan tablolara göz gezdirdi. Hepsi yiğit Yunan komutanlarının tam boy gravürleriydi: Kırmızı pantolonu ve üniforması, burnunun üstündeki gözlüğüyle Mavrokordatos, Miaoulis ve Kanaris36 resmedilmişti. Tüm bu kahramanların öyle kalın baldırları ve olağanüstü bıyıkları vardı ki insanı bir titreme alıyordu. Güçlü kuvvetli Yunanların arasında nereden ve ne diye çıktı bilinmez; çok zayıf, incecik komutan Bagration, aşağısında minik bayraklar ve toplarla, dapdar bir çerçeve içinde öylece duruyordu. Onu, tek bir bacağı günümüzdeki kurumlu salon beyefendilerinin gövdelerinden daha kalın olan, kadın bir Yunan kahraman Bobelina37 izledi. Kendisi de oldukça sağlıklı ve sağlam olan ev sahibi, odasını da tıpkı kendisi gibi insanlarla süslemek istemişti. Bobelina’nın yanında, tam da pencerenin dibinde, içinde Sobakeviç’e çok benzeyen, beyaz benekli, bir karatavuğun göründüğü bir kafes asılıydı. Misafir ve ev sahibinin suskunluğu henüz iki dakika sürmemişti ki misafir odasının kapısı açıldı; içeri oldukça uzun boyu, kafasında ev boyasıyla tekrar boyanmış kurdeleli başlığıyla ev sahibesi girdi. Kafasını palmiye gibi dimdik kaldırmış, oldukça ağırbaşlı bir şekilde girmişti odaya.

“Bu da benim Feoduliya İvanovna’m!” dedi Sobakeviç.

Çiçikov, kadının neredeyse dudaklarına yapıştırdığı elini öpmek için uzandı; üstelik kadının elinin de salatalık salamurasıyla yıkandığını fark etmişti.

“Tanıştırayım canım, Pavel İvanoviç Çiçikov! Kendisiyle vali ve posta müdürünün evinde tanışma şerefine nail olmuştum.”

Feoduliya İvanovna da başıyla kraliçeyi oynayan aktrisler gibi bir hareket yapıp “Buyurun!” diyerek Çiçikov’dan oturmasını istedi. Sonra kendisi de divana oturdu, yünlü merinos kumaşından şalını üstüne aldı ve bir daha ne gözünü ne de kaşını oynattı.

Çiçikov bir kez daha gözlerini yukarı dikti; kalın baldırlı, upuzun bıyıklı Kanaris’e, Bobelina’ya ve kafesteki karatavuğa baktı.

Neredeyse koca bir beş dakika boyunca herkes sessizliğini korudu; bu sessizliği, sadece karatavuğun ahşap kafesin dibindeki buğdayları ararken vurduğu gagasından çıkan tıkırtı bozuyordu. Çiçikov, bir kez daha odada şöyle bir göz gezdirdi; her şey olağanüstü sağlam ve hantaldı, ev sahibiyle aralarında tuhaf bir benzerlik vardı; misafir odasının bir köşesinde ceviz ağacından yapılma, dört bacaklı, şişkin ve garip görünen bir çalışma masası duruyordu; tıpkı bir ayı gibiydi! Masa, koltuk, sandalyeler… Hepsi de ağır ve huzursuz görünüyordu; yani her bir eşya, her bir sandalye “Ben de Sobakeviç’im!” ya da “Ben de Sobakeviç’e çok benziyorum!” diyor gibiydi.

bannerbanner