
Полная версия:
Ölü Canlar
Nozdrev bir bakımdan belayı hep kendine çeken bir insandı. Başına hiçbir olayın gelmediği tek bir toplantı bile yoktu. Muhakkak başına iş açardı. Ya jandarmalar koluna girerek onu salondan dışarı çıkarır ya da arkadaşları bunu yapmak zorunda kalırlardı. Eğer bu yaşanmazsa yine de hiç kimsenin başına gelmeyecek şeyler yaşardı. Ya bir büfede zilzurna sarhoş olur, yalnızca güler ya da en sonunda kendini de utandıracak dehşet yalanlar uydururdu. Hiç ihtiyacı olmamasına rağmen uydururdu bu yalanları. Birden mavi ya da pembe tüyleri olan bir atı olduğunu söyler, bunun gibi zırvaları dinleyenler de oradan ayrılır, “Of be kardeşim, yine masal okumaya başladın sen de!” derlerdi. Çoğu zaman ortada hiçbir neden yokken yakınlarını aşağılamayı arzulayan insanlar vardır. Örneğin rütbesi bile olan asil görünüşlü, göğsü yıldızlı27 biri elinizi sıkıp sizinle ufkunuzu açan, derin konularda muhabbet etmeye başlıyor; sonra bir bakmışsınız, gözünün önünde sizi aşağılıyor. Ve bunu sanki ufkunuzu açan, derin konularda muhabbet eden, göğsü yıldızlı biri gibi değil de oldukça düşük dereceden bir sicil memuruymuş gibi yapıyor. Bu nedenle hayretler içinde kalıyor ve yapacak başka bir şey de olmadığı için omuz silkiyorsunuz. İşte bu garip arzu, Nozdrev’de de vardı. Kim ona yaklaşırsa hemen zarar veriyordu. Akla hayale gelmedik aptalca şeyler uydurur, evliliklerini bitirir, ticari anlaşmaları mahvederdi ve kendini hiç de onların zarar verdiği bu insanların düşmanı olarak görmezdi. Tam tersine, eğer onlarla bir kez daha rastlaşırlarsa arkadaşça yaklaşır hatta, “Ne namussuz adamsın! Bir kere bile uğramadın bana.” derdi. Nozdrev birçok ilişkisinde çok yönlü biriydi, yani on parmağında on marifet vardı! Bir dakikada dünyanın öbür ucu da olsa istediğiniz her yere sizinle gitmeyi, sizin istediğiniz herhangi bir işe girmeyi, siz ne isterseniz onu değiştirmeyi önerirdi. Silah, köpek, at; hepsi değiş tokuş konusuydu ama bunu herhangi bir şey kazanmak için yapmazdı. Bu; onun yerinde duramayan, atılgan ve cevval karakterinden kaynaklanıyordu. Eğer panayırda şansı yaver gider, saf bir adama denk gelir de onu oyunda yenerse daha önce dükkânlarda gözüne kestirdiği bir yığın şey alırdı. Hamutlar, tütsüler, dadı için başörtüleri, aygır, kuru üzüm, gümüşten yapılmış el yüz yıkama kabı, Hollanda tuvali, taneli un, tütün, tabancalar, ringa balığı, tablolar, bileme aleti, çömlekler, çizme, porselen tabak… Artık parası neye yeterse! Ne var ki bunları evine götürdüğü çok nadirdir. Neredeyse hemen aynı gün bütün bu eşyalar şanslı başka bir kumarbazın olurdu. Hatta bu eşyalara bazen tütün kesesiyle piposu ve ağızlığı da eklenir; başka bir sefer ise dört atını, arabasını ve arabacısını bile verir; bu nedenle efendi, üzerinde kısa redingotu ya da kaftanıyla arabasını kullanabileceği bir arkadaşını arar dururdu. İşte Nozdrev böyle bir insandı! Belki de Nozdrev’in çok basmakalıp bir karaktere sahip olduğunu, artık onun gibi insanların olmadığını söyleyenler olabilir. Heyhat! Böyle söyleyenler haksızlık ederler. Nozdrev, uzun süre bu dünyadan göçüp gitmeyecek. Her yerde aramızda olacak, belki de başka bir kaftan giyecek ama düşüncesiz, açık fikirli olmayan insanlar, başka bir kaftan giyen adamı farklı biri sanacaklar.
Bu sırada üç araba da Nozdrev’in evinin kapısının önüne yanaşmışlardı. Evde onların gelişi için hiçbir hazırlık yapılmamıştı. Yemek odasının ortasında ahşap bir merdiven duruyor; iki köylü de üstüne çıkmış, bir türlü sonu gelmeyen bir şarkı tutturmuş, duvarları badana ediyordu; zeminin her tarafına boya sıçramıştı. Nozdrev hemen köylülerin ve merdivenin dışarı çıkarılmasını buyurdu ve başka buyruklarını da iletmek için aceleyle odadan çıktı. Misafirler, Nozdrev’in aşçıya yemekte ne yapması gerektiğiyle ilgili buyruklarını işittiler; artık az biraz açlık hissetmeye başlayan Çiçikov, bunu duyunca saat beşten önce masanın başına geçmeyeceklerini anladı. Nozdrev geri dönünce misafirlerini, her şeyin olduğu köyünü gezdirmeye götürdü ve iki saat içinde neredeyse her şeyi gösterdi; artık gösterecek pek bir şey kalmamıştı. İlk önce bakla kırı28 ve kahverengi iki kısrağın, bir de doru aygırın olduğu ahıra bakmaya gittiler. Aygır pek bir gösterişsizdi ama Nozdrev’in yeminler ederek söylediğine göre, onun için tam on bin ruble harcamıştı.
“Buna on bin ruble vermemişsindir.” dedi enişte. “Tek başına o kadar etmez.”
“Vallahi de on bin verdim.” dedi Nozdrev.
“İstediğin kadar yemin et!” diye cevapladı enişte.
“İddiaya var mısın?” dedi Nozdrev.
Enişte, iddiaya girmek istemedi.
Sonra Nozdrev, daha önceden güzel atların bulunduğu boş ahır bölmelerini gösterdi. Bu ahırda; eski inanışa göre atların yanında tutulması gereken, atlarla iyi anlaşıyor gibi görünen ve onların göbeklerinin altında tıpkı kendi evindeymiş gibi rahatça gezinen bir de keçi gördüler. Ardından Nozdrev onlara, eski bir tasmayla bağlanmış kurt yavrusunu gösterdi. “İşte kurt yavrusu! Onu bilerek çiğ etle besliyorum. Tam anlamıyla vahşi olsun istiyorum!” dedi. Sonra da gölete bakmaya gittiler. Nozdrev’in dediğine göre içinde öyle büyük balıklar yüzüyormuş ki iki kişi bir tanesini zar zor çekip çıkarırmış. Ne var ki Nozdrev’in akrabası bu konuda da şüphelenmeyi eksik etmedi. “Sana mükemmel bir çift köpek göstereceğim Çiçikov. Şu tazının butlarına bak, insanı hayret ettirir! Yüzü nasıl da sivri baksana, iğne gibi!” dedi Nozdrev ve onları dört bir yanı çitlerle çevrili, çok güzel, minik bir eve götürdü. Avluya girdiklerinde her cinsten köpekle karşılaştılar. Hem uzun hem kısa tüylü, mümkün olan her renkte köpek vardı burada: kızılımsı kahverengi ve siyah, yarı alacalı, alacalı kahverengi, alacalı kızıl, kara kulaklı, boz kulaklı… Burada hepsi adını, verilen emirlerden almıştı: Vur, Söv, Uç, Yak, Kır, Dövüş, Haşla, Kavur, Ok, Balina, Ödül, Velinimet. Nozdrev, onların arasında tam bir aile babasıydı; köpek kurallarına uygun olarak hepsi kuyruklarını havaya kaldırıp doğrudan misafirlere doğru fırladılar ve onlara selam vermeye başladılar. Aralarından on tanesi, patilerini Nozdrev’in omuzlarına koydu. Söv, aynı dostluğu Çiçikov’a da gösterdi; ön ayaklarını omuzuna koydu ve onu tam da dudağından yaladı. Bu yüzden Çiçikov hemen tükürdü. İnsanı hayrete düşüren butları olan köpeklere de baktılar, gerçekten güzel köpeklerdi. Sonra kör ve Nozdrev’in dediğine göre ölmesine çok az kalmış ama bundan iki yıl öncesine kadar çok güzel olan bir Kırım köpeğine de baktılar; köpek, gerçekten de kördü. Ardından su değirmenine baktılar. Bu değirmenin, bir iğin29 üzerinde hızlıca dönen üst değirmen taşının yerleştirildiği ve Rus köylüsünün tuhaf bir şekilde “uçan” olarak ifade ettiği parçası eksikti.
“Az ileride bir demirci olacaktı!” dedi Nozdrev.
Biraz ilerlediler; gerçekten de bir demirci vardı, oraya da baktılar.
“İşte bu tarlada…” dedi Nozdrev parmağıyla göstererek. “Öyle çok tavşan olur ki toprak görünmez. Bir tanesini arka ayağından elimle yakalayıp çekmiştim.”
“Ama tavşanı elinle yakalayamazsın ki!” dedi enişte.
“Yakaladım işte, yakaladım!” diye cevap verdi Nozdrev. Sonra Çiçikov’a dönerek “Şimdi sana topraklarımın sınırını göstereceğim.” dedi.
Nozdrev, misafirlerini bir sürü tümseğin olduğu tarlasından geçirdi. Misafirler nadasa bırakılmış ve tırmıklanmış ekin tarlasından geçmek zorunda kalmışlardı. Çiçikov, kendisini yorgun hissetmeye başlamıştı. Adımlarını sıklıkla suların içinde atıyorlardı. Önceleri adımlarını dikkatle atıyorlardı ama sonra bunun hiçbir işe yaramadığını görüp nerede çamur az nerede fazla, hiç oralı olmadan doğrudan yürümeye başladılar. Uzun bir mesafeyi katettikten sonra gerçekten de tahta bir direk ve dar bir hendekten oluşan sınırı gördüler.
“İşte sınır!” dedi Nozdrev. “Bu tarafta gördüğün her şey benim; hatta şu taraftaki, maviliğe bürünen bütün orman ve onun ardındaki her şey de benim.”
“Bu orman ne zaman senin oldu?” diye sordu enişte. “Herhâlde yakın zamanda satın aldın? Çünkü orman senin değildi.”
“Evet, yakın zamanda aldım.” diye cevapladı Nozdrev.
“Ormanı bu kadar hızlı almayı ne zaman başardın?”
“Alalı üç gün kadar oldu. Lanet olasıca, çok da pahalıydı.”
“Ama sen o sıralarda panayırda değil miydin ki?”
“Ah be Sofron! Hem panayıra gidip hem de toprak satın alınamaz mı sanki? Ben panayırdayken kâhyam aldı burayı.”
“Tabii, kâhyan alabilir!” dedi enişte ama şüpheyle başını sallıyordu.
Misafirler aynı iğrenç yoldan eve geri döndüler. Nozdrev onları çalışma odasına götürdü ne var ki burada genelde çalışma odalarında bulunan kitap ya da kâğıt gibi şeyler görünmüyordu; yalnızca duvarda asılı bir kılıç ve biri üç yüz diğeri de sekiz yüz rublelik iki tüfek asılıydı. Enişte bunlara göz gezdirip başını salladı. Sonra içlerinden birinin üstüne yanlışlıkla “Saveliy Sibiryakov Usta” ismi kazınmış Türk hançerleri gösterildi misafirlere. Ardından laterna30 gösterildi. Nozdrev bu laternayı çevirip bir şeyler çalmaya başladı. Laternada çalan şarkı çok hoştu ama bu şarkının ortasında herhâlde bir şey oldu çünkü mazurka31 durdu, Marlborough Savaşa Gitti şarkısı çalmaya başladı; sonra da aniden bilindik bir vals işitildi. Nozdrev laternayı çevirmeyi çoktan bırakmıştı ama bir düdük, oldukça canlı bir şekilde, hiç mi hiç susmak istemeden uzun bir süre tek başına ötüp durdu. Sonra pipolarını gösterdi: ahşap, toprak, lüle taşı, daha önce tüttürülmüş, tüttürülmemiş, süet kaplanmış, kaplanmamış… Yakın zamanda kumarda kazandığı kehribar ağızlıklı çubuğuyla, bir posta merkezinde kendisine tepeden tırnağa âşık olan, söylediğine göre elleri superflu32 kadar -bu kelime onun için mükemmelliğin en üst noktası anlamına geliyordu herhâlde- incecik bir kontesin diktiği tütün kesesini gösterdi. Tuzlanmış balıktan biraz yedikten sonra saat beş gibi masanın başına geçtiler. Görüldüğü üzere yemek, Nozdrev’in hayatında önemli bir yer işgal etmiyor; büyük bir rol oynamıyordu. Masadaki yemeklerin bazıları yanmış bazılarıysa hiç pişmemişti. Belli ki aşçı canının istediğine göre yemek yapıyor, eline geçen ilk şeyi yemeğin içine atıyordu. Önünde biber mi vardı, hemen katıyordu yemeğe; lahana mı geçti yoksa, onu da katıyordu; süt, jambon ve bezelyeye mi denk geldi, koy gitsin! Yani eline ne geçerse koy gitsin, yemek sıcak olsun da nasıl olsa lezzeti tutturulurdu. Buna karşılık Nozdrev, şaraba düşkündü. Henüz çorbalar servis edilmemişti ki misafirlerine büyük bardaklarda Porto şarabı ve yüksek kalite Santernes ikram etti çünkü il ve ilçelerde basit Santernes şarabı yoktur. Ardından Nozdrev, feldmareşalin içtiklerinden bile daha güzel bir şişe Madeira şarabı getirilmesini buyurdu. Madeira insanın ağzını yakıyordu çünkü iyi Madeira seven toprak beylerinin damak zevkini bildiklerinden, içine rom boca ederler, bazen de Rus midesinin kaldıracağını umut ederek çar votkası eklerler. Sonra Nozdrev, dediğine göre Bourgogne ve Champagne’nin bir arada olduğu özel şişeyi de getirmelerini buyurdu. İki bardağa da hem sağdakine hem soldakine hem eniştesinin hem Çiçikov’un bardaklarına gayretle doldurdu içkiyi. Ancak Çiçikov, Nozdrev’in bardakları sırayla doldururken kendisininkine pek de doldurmadığını fark etti. Bu onu dikkatli olmaya sevk etti; Nozdrev, konuştuğu ya da eniştesinin bardağını doldurduğu sırada içkisini hemencecik tabağa boşaltmaya başladı. Kısa bir süre sonra masaya Nozdrev’in dediğine göre tadı birebir erik şarabına benzeyen üvez şarabı getirildi ama hayret verici şekilde tüyler ürpertici bir tadı vardı. Daha sonra başka bir yüksek alkollü likör içtiler. Bu likörün öyle bir adı vardı ki hatırlamak bile neredeyse imkânsızdı, hatta ev sahibi de birkaç kez onu başka bir isimle anmıştı. Yemek çoktan bitmiş, şarapların tadına bakılmıştı ama misafirler hâlâ masanın başında oturuyorlardı. Çiçikov, Nozdrev’le asıl meseleyi eniştesi henüz buradayken konuşmayı hiç istemiyordu. Ne de olsa enişte bir yabancıydı ve bu mesele, baş başa ve dostane bir konuşmayı gerektiriyordu. Ne var ki eniştenin tehlikeli olduğundan da şüpheliydi çünkü sandalyesinde oturup, her saniye burnuyla tabağını gagalayıp tıka basa yemek yiyordu. Enişte de kendisinin pek güvenilir bir hâlde olmadığını fark edince nihayet eve gitmeye yeltendi ama bunu öyle tembel ve uyuşuk bir sesle söyledi ki Rusların da dediği gibi, ayakları geri geri gidiyordu.
“Yok, yok! Bırakmam!” dedi Nozdrev.
“Hayır, üzme beni dostum, gerçekten gitmem lazım.” dedi enişte. “Beni çok üzüyorsun.” diye de ekledi.
“Saçmalık bu! Tam da iskambil oynamaya hazırlanıyorduk.”
“Siz oynayın kardeşim, ben duramam, karım dırdır eder. Ona panayırı anlatmam gerek. Gerçekten kardeşim, hoşnut etmem lazım onu. Hayır, tutma beni!”
“Hay senin karına da! Sanki birlikte yapacak çok önemli işleriniz var!”
“Hayır kardeşim! O öyle saygıdeğer ve sadıktır ki… Öyle hizmet eder ki… İnan gözüm doluyor. Hayır, tutma beni, şerefli bir adam olarak gidiyorum. Bu konuda seni içtenlikle temin ederim.”
Çiçikov, Nozdrev’e sessizce:
“Bırak gitsin, ondan hayır gelmez!” dedi.
“Doğru diyorsun! Yemin ederim böyle kılıbıklıktan hiç hoşlanmıyorum.” dedi Nozdrev. Yüksek sesle ekledi: “Hadi defol git, sümsük herif, karınla diz dize otur.”
“Hayır kardeşim, bana sümsük diyerek hakaret etme.” diye cevap verdi enişte. “Hayatımı ona borçluyum. Gerçekten de öyle iyi kalpli ve tatlıdır, öyle şefkat gösterir ki… Ağlayasım geliyor. ‘Panayırda ne gördün, her şeyi anlat!’ der bana. Gerçekten öyle tatlı ki!”
“Haydi git, saçma sapan yalanlarını anlat ona! İşte kasketin de burada.”
“Hayır kardeşim; ondan bu şekilde bahsetmemelisin, kalbimi kırıyorsun. O kadar tatlıdır ki o!”
“Öyleyse pılını pırtını topla da git hemen karının yanına!”
“Tamam kardeşim, gidiyorum. Kalamadığım için üzgünüm. Burada olmaktan çok mutlu olurdum ama yapamam.”
Enişte artık arabaya bindiğini, evin avlu kapısından uzaklaştığını ve önünde bomboş tarladan başka hiçbir şey olmadığını fark etmeden uzun bir süre daha özür dilemeye devam etti. Karısı panayırla ilgili bir şey dinleyemeyecek diyebiliriz herhâlde.
Nozdrev, pencerenin önünde durup uzaklaşan arabaya bakarak:
“Ne pis herif ama!” dedi. “Nasıl sürüne sürüne gidiyor! Şu arabaya bağlı atı hiç de fena değil, uzun süredir almak istiyorum onu. Ama bu adamla anlaşmanın imkânı yok. Sünepe, tam bir sünepe!”
Odaya gittiler. Porfiri mumları getirdi ve Çiçikov ev sahibinin elinde nereden geldiği belli olmayan bir deste kart gördü.
Nozdrev destenin kenarına parmaklarıyla bastırıp bükünce destenin kâğıt paketi çatladı ve sıçrayıp yere düştü.
“Ee, kardeş… Zaman geçirmek için üç yüz rubleyle banka benim!”
Ama Çiçikov ne dediğini duymamış numarası yaptı ve sanki aniden hatırlamış gibi:
“Ah! Unutmadan söyleyeyim. Senden bir ricam olacak.”
“Ne ricası?”
“Önce ricamı yerine getireceğine söz ver.”
“Ama ne ricasıymış bu?”
“Yahu sen bir söz ver!”
“Söz.”
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten.”
“Ricam şu: Henüz sayım kâğıdından adı silinmemiş, ölü birçok canın vardır herhâlde?”
“Evet, var. Neden sordun?”
“Onları bana ver, benim üzerime geçir.”
“Neden?”
“Bana lazımlar.”
“Ne için lazımlar?”
“Lazımlar işte… İşim var onlarla, lazımlar yani.”
“Belli ki bir iş peşindesin sen. İtiraf et, neyin peşindesin?”
“Neyin peşinde olacakmışım? Böyle bir hiç için bir şeyin peşine düşülmez ki.”
“O zaman sana neden lazımlar?”
“Of, ne meraklısın! Senden basit bir şey istiyorum, sense her şeye burnunu sokuyorsun!”
“Ama neden söylemek istemiyorsun?”
“Bilsen ne olacak? Böyle bir hayalim var benim de işte.”
“Ama hâlâ söylemiyorsun, vermem bak!”
“Hiç de dürüst bir şey değil bu yaptığın. Söz verip sonra da cayıyorsun!”
“Sen bilirsin, neden lazım olduğunu söylemezsen onları sana vermem.”
Çiçikov “Ona ne söylemek gerek?” diye düşündü ve bir dakikalık akıl yürütme sonrasında ölü canların sosyetede itibar sahibi olması için gerektiğini, artık malikânesinin olmadığını, bu yüzden hiç değilse ölü canları olsun istediğini söyledi.
Nozdrev sözünü bitirmesine fırsat vermeden:
“Yalan söylüyorsun, yalan! Yalan söylüyorsun kardeşim!” dedi.
Çiçikov’un kendisi de pek ustaca bir yalan kıvıramadığını, oldukça zayıf bir bahane öne sürdüğünü fark etmişti.
“Tamam, her şeyi doğrudan anlatacağım.” dedi yerinden doğrularak. “Yalnız rica ederim, kimseye söyleme. Evlenmeyi düşünüyorum ama gelinin annesiyle babası çok kibirli insanlar. Nereden bulaştım bu işe! Kızlarının evleneceği kişinin üç yüzden az canı olamazmış, benim de yaklaşık yüz elli can eksiğim var…”
“Yalan söylüyorsun! Yalan!” diye bağırdı bir kez daha Nozdrev.
“Şu kadarcık bile yalanım yok.” dedi Çiçikov, başparmağını serçe parmağına koyup minicik bir kısmını göstererek.
“Kellemi ortaya koyarım ki yalan söylüyorsun!”
“Alınıyorum ama! Ben de neymişim yahu! Neden muhakkak yalan söylediğimi düşünüyorsun?”
“Ne de olsa tanıyorum seni. Büyük bir dolandırıcısın sen. İzin ver, sana dostça bir şeyler söyleyeyim! Eğer senin müdürün olsaydım gördüğüm ilk ağaçta sallandırırdım seni.”
Bu laflar Çiçikov’u kırmıştı. Herhangi bir kaba söz ya da hakaret edici hitap, hiç hoşuna gitmezdi. Eğer karşıdaki oldukça yüksek bir mevkiye sahip değilse kendisiyle hiçbir şekilde laubali konuşulmasına bile izin vermezdi. Bu nedenle şimdi çok kırılmıştı.
“Tanrı şahidim ki sallandırırdım.” diye tekrarladı Nozdrev. “Derdim seni kırmak değil, sana açıkça ve dostane bir şekilde söylüyorum sadece.”
“Her şeyin bir sınırı var.” dedi Çiçikov, onuruna yediremeyerek. “Eğer böyle laflarla caka satmak istiyorsan kışlaya git. Onları hediye etmek istemiyorsan sat o zaman.” diye ekledi.
“Satmakmış! Seni tanırım ben, sen ne alçaksın; onları pahalıya alır mısın hiç!”
“Aman sen çok iyi bir şeysin sanki! Şuna bak! Pırlanta mı satacaksın yoksa?”
“Olan ortada. Seni tanırım ben.”
“Merhamet et be kardeşim! Nereden çıktı sendeki bu Yahudilik? Bana onları para bile almadan öylece vermen gerekirdi.”
“Şimdi beni dinle. Sana pinti biri olmadığımı kanıtlamak için bu canlar karşılığında hiçbir ücret almayacağım. Benden bir aygır satın al, onları üste bedava vereceğim.”
Bu öneriye şaşıran Çiçikov:
“Yapma yahu, ben aygırı ne yapayım?” dedi.
“Ne yapayım da ne demek? O aygır için on bin ruble ödedim, sana dört bine veririm.”
“Ama ne yapayım ben bu aygırı? Aygır çiftliği işletmiyorum ki!”
“Dinle, anlamıyorsun beni. Şimdi yalnızca üç bin ruble alacağım senden, geri kalan bin rubleyi de daha sonra ödeyebilirsin.”
“Aygıra ihtiyacım yok benim, sende kalsın!”
“Şu kahverengi kısrağı al bari.”
“Kısrağa da ihtiyacım yok.”
“Daha önce yanımda gördüğün kısrak ve kır atı sana yalnız iki bine veririm.”
“Ama benim ata da ihtiyacım yok ki.”
“Satarsın o hâlde. Gittiğin ilk panayırda onlar için bu fiyatın iki kat fazlasını verirler sana.”
“İki kat fazlasını vereceklerinden bu kadar eminsen en iyisi sen sat onları.”
“Vereceklerinden eminim ama sen kâra geç istiyorum.”
Çiçikov bu niyetinden dolayı ona teşekkür etti, kısa ve net bir şekilde hem kır atı hem de kahverengi kısrağı reddetti.
“Köpeği al bari! Sana öyle bir köpek vereceğim ki tüylerin ürperecek! Bıyıklı, sert, dik tüylü bir köpek. Fıçıya benzeyen yuvarlak kaburgaları inanılır gibi değil, patileriyle hafif hafif basar toprağa.”
“Ne yapacağım ben köpeği? Avcı değilim ki ben.”
“Senin de köpeklerin olsun istiyorum. Dinle eğer köpek istemiyorsan benim laternayı al, mükemmel bir laternadır. Şerefli bir insan olarak söylüyorum, bin beş yüz ödedim bu laternaya; sana dokuz yüz rubleye veririm.”
“Laternayı ne yapacağım? Alman değilim ki ben, sokak sokak gezip para mı dileneceğim?”
“Bu Almanların taşıdığı laternalardan değil. Org bu, bak hele bir! Her yeri maundan. Biraz daha göstereyim sana!”
Bu sırada Nozdrev, Çiçikov’un eline yapışıp onu başka bir odaya sürüklemeye başladı ve Çiçikov, ne kadar ayak direse de laternayı zaten gördüğünü söylese de yine de Marlborough’un seferini anlatan şarkıyı bir kez daha dinlemek zorunda kaldı. “Para vermek istemiyorsan dinle: Sana laternayı ve ne kadar ölü canım varsa hepsini vereyim, sen de bana arabanı ve üstüne de üç yüz ruble ver.”
“Ee, ben neye binip gideceğim?”
“Sana başka bir araba veririm. Ahıra gidelim de arabayı göstereyim sana! Bir boyatırsan harika olur.”
“Şeytan ele geçirmiş bu adamı.” diye düşündü Çiçikov ve ne olursa olsun herhangi bir araba, laterna ya da fıçı gibi yuvarlak, inanılmaz kaburgalı ve hafif patili hiçbir köpek satın almamaya karar verdi.
“Araba, laterna ve ölü canlar! Hepsi birlikte!”
“İstemiyorum.” dedi Çiçikov bir kez daha.
“Neden istemiyorsun?”
“İstemiyorum, işte o kadar!”
“Sen de neymişsin be! Seninle yakın arkadaş olunmaz vallahi! Senin ikiyüzlü bir adam olduğun belli oldu işte!”
“Aptal mıyım ben? Bir düşün. Bana hiç mi hiç lazım olmayan bir şeyi neden almak isteyeyim ki?”
“Lütfen sus artık. Artık seni tam olarak tanıdım. Tam bir alçaksın sen! Dinle şimdi, iskambil oynayalım ister misin? Bütün ölüleri ortaya koyarım, laternayı da.”
“İskambil oyunlarının sonu hiç belli olmaz.” dedi Çiçikov ve bu sırada Nozdrev’in elindeki kartlara göz ucuyla baktı. Kartlar çok yapay gelmişti gözüne, insanda şüphe uyandırıyorlardı.
“Neden belli olmasın ki?” dedi Nozdrev. “Belli olmayacak bir şeyi yok! Talih senin tarafındaysa yığınla para kazanabilirsin. İşte burada! Talihin burada!” dedi, Çiçikov’u alevlendirmek için elindeki kartları karıştırarak. “Ne talih ama! Ne talih! Atalım bakalım kartı! Bütün paramı kaybettiren yine aynı lanet dokuzlu! Kaybedeceğimi hissetmiştim ama yine de gözlerimi yumup kendi kendime: ‘Şeytan alsın seni, at gitsin lanet olasıca kartı!’ diye düşündüm.”
Nozdrev konuşurken Porfiri bir şişe getirdi. Ama Çiçikov, iskambil oynamayı reddettiği gibi içki içmeyi de reddetti.
“Ne diye oynamak istemiyorsun sanki?” dedi Nozdrev.
“Çünkü canım istemiyor. İtiraf edeyim, pek de meraklısı değilim şu iskambilin.”
“Neden değilsin?”
Çiçikov omuzlarını kaldırıp:
“Değilim işte.” dedi.
“Ne pis adamsın!”
“Ne yapalım yani? Beni de Tanrı böyle yaratmış.”
“Düpedüz sümsüksün sen! Önceden düzgün bir adam sanırdım seni ama daha nasıl davranılacağını bile bilmiyormuşsun. Seninle yakınınmış gibi konuşulmazmış… Hiçbir samimiyet, içtenlik yokmuş sende! Aynı Sobakeviç gibi alçağın tekisin!”
“Ne diye azarlıyorsun beni? İskambil oynamıyorum diye suçlu muyum yani? Böyle saçma sapan bir şey için eli titreyen bir adamsan sat o zaman bana ölü canlarını.”
“Zırnık koklatmam! Bedavaya verecektim ama artık hiçbir şey alamazsın benden! Dünyaları versen de satmam artık. Seni düzenbaz, hilekâr pislik! Bundan böyle seninle işim olmaz! Porfiri; ahıra git, onun atlarına yulaf vermesinler, yalnız saman yesinler.”
Çiçikov bu son sözleri beklemiyordu.
“Bir daha gözüme görünmesen iyi edersin!” dedi Nozdrev.
Böylesine bir kavgaya rağmen misafir ve ev sahibi birlikte yemek yediler ancak bu kez masada ağdalı isimleri olan hiçbir şarap yoktu. Yalnızca ekşi mi ekşi bir şişe Kıbrıs şarabı vardı. Yemekten sonra Nozdrev, Çiçikov’u yatağının serildiği yan odaya götürerek:
“İşte yatağın! İyi geceler dilemek istemiyorum sana!”
Nozdrev’in gidişiyle tek başına kalan Çiçikov, kendini berbat hissetti. İçten içe hayıflandı, Nozdrev’i ziyarete gelip zamanını boş yere harcadığı için kendini azarladı. En çok da Nozdrev’e ölü canlar konusunu bir çocuk, bir aptal gibi dikkatsizce açtığı için azarlıyordu kendini. “Hiç de Nozdrev’le konuşulacak iş değildi bu… Pis herif! Yalan söyleyebilir, söylediklerime bire bin katar, kim bilir neler uyduracak. Bir de dedikodu yayılacak… Çok kötü oldu bu, çok kötü! Tam bir aptalım!” dedi Çiçikov kendi kendine. Gece rahat bir uyku çekemedi. Küçücük, kıpır kıpır haşereler inanılmaz acı verici bir şekilde ısırıp durmuştu Çiçikov’u, o da bütün avucuyla ısırılan yerlerini “Size de lanet olsun, Nozdrev’e de!” diyerek kaşıyordu. Sabah erkenden uyandı. İlk iş sabahlığını giydi, çizmelerini ayağına geçirdi, avludan geçerek ahıra yöneldi ve Selifan’a hemen arabayı hazırlamasını buyurdu. Avludan geri dönerken sırtında tıpkı onunki gibi sabahlığı, dişlerinin arasında piposuyla Nozdrev’le karşılaştı.
Nozdrev, onu dostça selamladı ve gecesinin nasıl geçtiğini sordu.
“Pek iyi değil.” diye cevap verdi Çiçikov, oldukça soğuk bir şekilde.
“Ben de kardeşim.” dedi Nozdrev. “Bütün gece öyle iğrenç bir kâbusla cebelleştim ki anlatması bile çok zor. Dünkü yiyip içtiklerimizden sonra ağzımın tadı tuzu da kalmamış. Düşünsene, rüyamda dayak yiyordum! Hem de kimden? Hayatta tahmin edemezsin. Üsteğmen Potseluyev ve Kuvşinnikov’dan.”
“Seni gerçekte dövseler ne güzel olurdu!” diye içinden geçirdi Çiçikov.
“Vallahi de! Öyle acıyordu ki! Bir uyandım ki aslında lanet olası pireler ısırıyormuş her yerimi. Neyse, haydi git şimdi giyin, ben de birazdan yanına geleceğim. Şu alçak kâhyayı paylamam lazım önce.”