Читать книгу Ölü Canlar (Николай Васильевич Гоголь) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Ölü Canlar
Ölü Canlar
Оценить:
Ölü Canlar

4

Полная версия:

Ölü Canlar

Çiçikov, bu beklenmedik ziyaretleriyle onu rahatsız ettikleri için özür diledi.

“Önemli değil, önemli değil.” dedi evin sahibesi. “Tanrı tam da bu saatte sizi bize getirdi! Öyle bir yağmur yağıyor ki yolu karıştırır insan… Yoldan geliyorsunuz, karnınızı doyurmak gerek ama gecenin bu vaktinde yemek yapmak da olmaz.” diye ekledi. Evin sahibesinin lafı, garip bir tıslamayla kesildi. Bu ses konuğu korkutmuştu. Sanki bütün oda yılanlarla doluymuş gibi bir ses geliyordu ancak yukarı bakınca rahatladı zira sesin nereden geldiğini anlamıştı: Duvar saatinin çalası gelmişti. Bu tıslamayı hemen ardından bir hırıltı takip etti ve en sonunda saat bütün gücüyle, sanki birisi sopayla çömleğe vuruyormuşçasına bir ses çıkararak ikiyi vurdu; ardından sarkaç tekrar sakince bir sağa bir sola sallanmaya devam etti.

Çiçikov ev sahibesine hiçbir şeye ihtiyaçları olmadığını, hiçbir şey için endişelenmemesi gerektiğini, bir yatak dışında hiçbir şey istemediğini söyleyerek teşekkür etti. Yalnızca nereye geldiklerini ve toprak beyi Sobakeviç’e daha ne kadar yolları kaldığını merak ederek sordu ihtiyar kadına. Ancak kadından, böyle bir ismi hiç duymadığı ve böyle bir toprak beyinin olmadığı cevabını aldı.

“En azından Manilov ismini hiç duymadınız mı?” dedi Çiçikov.

“Manilov da kim?”

“Toprak beyi, anneciğim.”

“Hayır, hiç duymadım. Böyle bir toprak beyi yok.”

“Toprak beyleri kimlerdir?”

“Bobrov, Svinin, Kanapatyev, Harpakin, Trepakin, Pleşakov.”

“Varlıklı insanlar mıdır?”

“Hayır, hiç varlıklı değiller. Kiminin yirmi kiminin otuz canı var. Yüz canı olanı bulamazsın.”

Çiçikov buranın çok ücra bir yer olduğunu anladı.

“Burası şehre yakın mı bari?”

“Altmış verst yol vardır. Yazık, karnınızı doyurmak için size verecek hiçbir şeyim yok! Çay içmez miydiniz beyim?”

“Teşekkürler anneciğim. Yatak dışında hiçbir şey gerekmez.”

“Doğru, böyle bir yolculuktan sonra güzelce dinlenmek gerekir. İşte buraya, şu divana yat. Hey, Fetinya! Kuş tüyü şilte, yastık ve çarşaf getir. Tanrı nasıl bir zamanda yolladı sizi? Öyle bir gök gürültüsü var ki tüm gece ikonanın önünde mum yaktım. Ah be yavrum, sen de domuz gibi olmuşsun, her tarafın çamur içinde! Nerede kirlendin böyle?”

“Tanrı’ya şükür sadece çamura bulandım, böğrümü kırmadığıma müteşekkir olmam gerek.”

“Ah azizler aşkına! Ne korkunç! Sırtını ovmamı ister misin?”

“Teşekkürler, teşekkürler. Hiç zahmet etmeyin, yalnızca hizmetli kızlara kıyafetlerimi yıkayıp kurutmasını buyurun yeter.”

Ev sahibesi kapıdan içeri elinde mumla giren, az önce kuş tüyü şilteyi getirip, iki yanına eliyle vurup, odanın her tarafına kuş tüyü saçan kadına dönerek:

“Duydun mu Fetinya? Kaftanını al, merhum efendinin kıyafetlerine yaptığımız gibi ateşin önünde kurut, sonra da çitileyip sopayla güzelce döv.”

Fetinya kuş tüyü şiltenin üzerine çarşafı serip yastıkları yerleştirirken:

“Emredersiniz hanımım!” dedi.

“İşte, yatağınız hazır!” dedi ev sahibesi. “Hoşça kal beyim, iyi geceler. Başka bir şey lazım mı? Belki sen de geceleri topuklarını kaşıtmaya alışkınsındır. Benim merhum kaşıtmadan hiç uyuyamazdı.”

Ama konuk, topuklarının kaşınmasını reddetti. Ev sahibesi dışarı çıkar çıkmaz hızlıca kıyafetlerini çıkardı, hem iç çamaşırlarını hem de üstündekileri Fetinya’ya verdi, o da Çiçikov’a iyi geceler dileyip bütün bu ıslak zırhı götürdü. Yalnız kalınca neredeyse tavana değen yatağına keyifle baktı. Görünen o ki Fetinya yatak sermede usta sayılırdı. Bir sandalyeye çıkıp yatağına tırmanınca yatak neredeyse yere kadar çöktü; ağırlığıyla yanlara itilen tüyler, bütün köşelerden uçuştu. Mumu söndürüp basma yorganına sarındı, yan tarafa döndüğü gibi de uykuya daldı. Ertesi gün oldukça geç bir saatte uyandı. Pencereden giren güneş ışıkları tam gözüne geliyordu; dün duvarlarda ve tavanda sakince uyuklayan sinekler, başına üşüşmüştü şimdi. Birisi dudaklarına, diğeri kulağına kondu; üçüncüyse tam da gözüne konmaya çalışıyordu. İhtiyatsız davranıp burun deliğine yakın bir yere konan bir diğer sineği Çiçikov, içine çekmiş; bu onun sertçe aksırıp tıksırmasına, sonra da uyanmasına neden olmuştu. Odaya şöyle bir göz gezdirince yalnızca kuş tablolarının asılı olmadığını fark etti. Aralarında Kutuzov’un ve Pavel Petroviç zamanındaki gibi dikilmiş kırmızı kol kapaklı üniforma giymiş ihtiyar bir adamın portresi vardı. Saat yine tısladı ve onu vurdu. Kapıda bir kadın yüzü belirdi, sonra hemen saklandı zira Çiçikov daha iyi uyuyabilmek için tamamen soyunmuştu. Gördüğü yüz, ona biraz tanıdık gelmişti sanki. Onun kim olabileceğini hatırlamaya çalıştı ve nihayet onun ev sahibesi olduğunu hatırladı. Gömleğini giydi, artık kuruyup temizlenen kıyafetleri yanında duruyordu. Üstünü giyinip aynaya yaklaştı ve tekrar öyle bir gürültüyle aksırıp tıksırdı ki o sırada pencerenin yanındaki hindi -pencere yere çok yakındı- o garip diliyle hızlıca bir şeyler söyledi ona, herhâlde “Çok yaşa!” demişti. Buna karşılık olarak Çiçikov ise ona “Aptal!” diye cevap verdi. Pencereye doğru gidip önündeki manzaraya baktı. Pencere doğrudan kümese bakıyordu sanki, en azından önündeki dar avlu, kuşlar ve türlü türlü kümes hayvanıyla doluydu. Sayısız hindi ve tavuk vardı; aralarında bir horoz, ibiğini hafifçe sallayarak ve sanki birisini dinliyormuş gibi başını yana eğerek mevzun adımlarla bir aşağı bir yukarı geziniyordu. Bir domuz ailesi de vardı orada, bir çöp yığınını eşelerken yolunun üstündeki bir civcivi de mideye indirdi ve hiç farkına varmadan karpuz kabuklarını her zamanki gibi silip süpürmeye devam etti. Bu küçük avlu ya da kümes tahta bir çitle kapatılmıştı; çitin ardında da içinde lahana, soğan, patates, pancar ve daha bunun gibi birçok çiftlik sebzelerinin ekili olduğu bir bostan uzanıyordu. Yer yer içinde elma ağaçlarının da olduğu meyve ağaçları dikilmişti, saksağanlardan ve bir yerden diğerine uçan bulutumsu serçe sürülerinden korumak için bir ağ ile örtülmüştü. Yine bu amaçla uzun sırıklar hâlinde, kollarını biçimsiz bir şekilde iki yana açmış korkuluklar dikilmişti; bunlardan birisi bizzat ev sahibesinin takkesini takmıştı. Bostanın ardından köylülerin her tarafa saçılmış, doğru düzgün bir sokak oluşturmayan kulübeleri geliyordu ama Çiçikov’a göre buranın sakinleri refah içindelerdi zira her bir evin harap olmuş tahta çatıları yenisiyle değiştirilmişti; yamuk hiçbir kapı yoktu, köylülerin üstü örtülü ambarlarına baktığındaysa bazı yerlerde bir bazı yerlerde iki tane, neredeyse yeni yük arabasının durduğunu fark etti. “Bu köy hiç de küçük değilmiş.” dedi ve en kısa zamanda ev hanımıyla tanışıp muhabbet etmek istedi. Ev sahibesinin başını uzattığı kapının aralığına bir göz attı ve onun çay masasının başında oturduğunu görünce neşeli ve sevecen bir şekilde yanına gitti.

Yerinden biraz doğrulan ev sahibesi:

“Merhaba beyim. İyi uyudunuz mu?” dedi. Düne nazaran çok daha güzel giyinmişti. Üzerinde siyah bir elbise vardı, başında artık gecelik takkesi yoktu ama boynunda yine aynı atkı sarılıydı.

Çiçikov koltuğa yerleşirken:

“İyi uyudum, iyi.” dedi. “Siz nasılsınız anneciğim?”

“Kötüyüm babacığım.”

“Neden?”

“Uykusuzluktan. Belimin her tarafı ağrıyor, bacağımın da şu yukarısı öyle sızlıyor ki.”

“Geçer anneciğim, geçer. Görünürde bir şey yok.”

“Tanrı verse de geçse. Domuz yağı sürdüm, terementi de sürdüm. Çayınızı neyle içersiniz? Sürahide meyve suyu var.”

“Ekmek ve meyve suyu iyi olur anneciğim.”

Sanıyorum ki artık okuyucu, Çiçikov’un sevecen görünmesine rağmen Manilovlarla olduğundan çok daha rahat ve içli dışlı bir şekilde konuştuğunu fark etmiştir.

Bizim Rus topraklarındaki insanlar, yabancılara başka bir konuda yetişemeseler de davranış becerisinde Rusların onların çok daha ilerisinde olduğunu söylemem gerekir. Diğer insanlara davranış şeklimizin bütün ayrıntılarını ve inceliklerini saymak mümkün değildir. Fransızlar ya da Almanlar tüm bu özelliklerimizi ya da aralarındaki ayrımı asırlardır anlayamamışlardır. Hem milyonerlerle hem de küçük bir tütün tüccarıyla, ilkine içten içe yalakalık yapsalar da aynı dil ve ses tonuyla konuşurlar. Bizde böyle değildir: Bizimkiler öyle akıllıdır ki üç yüz canı olan toprak beyine nazaran, iki yüz canı olanla tamamen farklı konuşurlar, yine aynı şekilde beş yüz canı olan toprak beyiyle konuşması sekiz yüz canı olanından da farklıdır; kısacası bu sayı milyona ulaşana kadar ses tonu gitgide değişir. Örneğin bir kalem odası düşünelim ama burada değil, Kafdağı’nın ardındaki bir devlette; bu kalem odasında da bir müdür olduğunu düşünelim. Emrindeki çalışanlarının arasında otururkenki hâline bakalım isterim: Korkudan tek bir kelime bile edemezler! Yüzünden ne okunmaz ki: Hem gurur hem soyluluk! Kap eline fırçayı çiz, al sana Prometheus! Kartal bakışlıdır, sarsılmaz, mevzun bir şekilde yürür. Bu aynı kartal odadan çıkar çıkmaz koltuk altına sıkıştırdığı belgelerle keklik gibi aceleyle kendi müdürünün odasına gider. İnsanların arasında, örneğin bir davette eğer kendisinden daha yüksek rütbeli kimse yoksa Prometheus yine aynı Prometheus’tur ama ondan yüksek rütbeli birisi varsa Prometheus öyle bir başkalaşım geçirir ki böylesi Ovidius’un bile aklına gelmez. Bir sineğe, hatta sinekten bile daha küçük bir şeye, bir kum taneciğine dönüşür! Onu görseniz “Hayır, bu İvan Petroviç değil.” dersiniz. “İvan Petroviç daha uzun boyluydu; bu adamsa kısa boylu, incecik bir şey. Derin, güçlü bir sesle konuşur, hiç gülümsemezdi ama bu da nedir böyle? Kuş gibi ötüşüp durmadan gülüyor!” İyice yaklaşınca görürsünüz ki bu gerçekten de İvan Petroviç’tir. “Yok artık!” diye düşünürsünüz kendi kendinize. Neyse, biz kendi kahramanımıza geri dönelim. Çiçikov, daha önce gördüğümüz gibi ev sahibesiyle içli dışlı konuşmaya karar vermişti; bu nedenle eline çay fincanını alıp içine meyve suyu ekledi ve şöyle konuşmaya başladı:

“Anneciğim, ne güzel bir köyünüz var. Kaç can vardır bu köyde?”

“Seksenden azdır, yavrum.” dedi ev sahibesi. “Şanssızlık ki çok kötü bir dönemdeyiz, hele geçen sene öyle bir kıtlık vardı ki Tanrı korusun.”

“Ama köylüleriniz güçlü kuvvetli görünüyor, kulübeleri de sağlam. Soyadınızı bahşeder misiniz? Dün öyle yorulmuşum ki… Gece vakti de gelince…”

“Koroboçka, onuncu dereceden sekreterim.”

“Çok memnun oldum. Peki adınız ve baba adınız?”

“Nastasya Petrovna.”

“Nastasya Petrovna mı? Ne güzel bir isim. Öz teyzemin, annemin kız kardeşinin adı da Nastasya Petrovna.”

“Peki sizin adınız nedir?” diye sordu ev sahibesi. “Tahsildarsınız herhâlde.”

Çiçikov hafifçe gülümseyerek:

“Hayır anneciğim, ufak tefek işler için geziyoruz işte.” diye cevapladı.

“Ah, demek tüccarsınız! Çok yazık; balım vardı, bir tüccara öyle ucuza sattım ki! Siz olsaydınız size satardım.”

“Ben bal satın almazdım zaten.”

“Ne satın alırsınız? Kenevir mi yoksa? Çok az kenevirim kaldı, toplam yarım pud15 var.”

“Hayır anneciğim, başka bir çeşit mal alırım ben. Söyler misiniz, hiç köylünüz öldü mü?”

“Ah beyim, tam on sekiz köylü öldü!” dedi ihtiyar kadın içini çekerek. “Ölenlerin hepsi de çok iyi insanlardı, hepsi işçiydi. Onlar öldükten sonra yenileri geldi tabii ama hepsi de öyle ufak ki! Tahsildar da gelmiş canlar için vergi ödememi söylüyor. İnsanlar ölmüş, sanki hâlâ yaşıyorlarmış gibi öde diyor. Geçen hafta da demircim yandı, öyle becerikli bir demirciydi ki tesviye zanaatını da bilirdi.”

“Yangın mı çıktı yoksa anneciğim?”

“Tanrı öyle beladan korusun bizi, yangın çıksa daha kötü olurdu; demircinin kendisi yandı be yavrum. Nasıl olduysa içten yanmış, haddinden fazla içki içmiş, içinden mavi bir alev yükselmiş, yanıp kül olmuş, kömür gibi kararmış. Ne usta bir demirciydi! Şimdi hiçbir şeye binip gidemiyorum, atları nallayacak kimse yok.”

“Tanrı ne isterse o olur anneciğim!” dedi Çiçikov içini çekerek. “Tanrı’nın bilgeliğine karşı hiçbir şey denmez… Onları bana verir misiniz Nastasya Petrovna?”

“Kimi beyim?”

“İşte, bu ölen köylüleri diyorum.”

“Vermek mi? Ama nasıl vereyim?”

“Öyle işte. Ya da satın bana. Onlar için size ödeme yaparım.”

“Ama nasıl olur? Gerçekten de hiçbir şey anlamadım. Toprağın altından kazıp çıkarmak mı istiyorsun onları?”

Çiçikov, ihtiyar kadının olan biteni pek de kavrayamadığını ve işin aslını ona anlatmak gerektiğini fark etti. Birkaç kelimeyle bu canların naklinin ya da satın alımının yalnızca kâğıt üzerinde kalacağını, onların canlı gibi kayda geçirileceğini açıkladı.

İhtiyar kadın gözlerini fal taşı gibi açıp Çiçikov’a bakarak:

“Ne diye lazım onlar sana?” dedi.

“Orası beni ilgilendirir.”

“Ama onlar ölüler.”

“Canlı olduklarını kim söyledi? Ölü oldukları için size zararları da var, onlar için vergi ödüyorsunuz, şimdiyse sizi bu uğraştan ve para kaybından kurtaracağım. Anlıyor musunuz? Sizi sadece bunlardan kurtarmakla kalmayıp bir de on beşer lira ödeyeceğim. Ee, şimdi anladınız mı?”

Ev sahibesi biraz duraksayıp:

“Doğrusu, bilemedim.” dedi. “Ne de olsa hayatımda hiç ölü canları satmadım ki!”

“Ee, tabii ki satmadınız! Daha önce onları birilerine satsaydınız garip olmaz mıydı? Ya da onlardan başka bir hayır mı bekliyorsunuz?”

“Hayır, öyle bir düşüncem yok. Onlardan ne hayır gelecek bana? Onların ölü olması benim için işleri zorlaştırıyor.”

“Bu kocakarı da kalın kafalı herhâlde!” diye düşündü Çiçikov kendi kendine.

“Dinleyin, anneciğim. İyice düşünüp taşının. Onlar için sanki canlılarmış gibi vergi ödemeye devam ederseniz iflas edeceksiniz…”

“Ah, hiç açma o konuyu!” diye atıldı ev sahibesi. “Üç hafta önce yüz elli rubleden fazla para ödedim. Tahsildara da rüşvet verdim.”

“Görüyorsunuz ya anneciğim. Bir düşünün, bir daha tahsildarlara rüşvet vermeniz gerekmeyecek çünkü artık ben ödeyeceğim, siz değil. Bütün yükümlülüğü üstüme alıyorum. Hatta bütün masraflarını kendim ödeyeceğim, anlıyor musunuz?”

İhtiyar kadın kara kara düşünmeye başladı. Kârlı bir işmiş gibi geliyordu ona ancak oldukça yeni ve eşi benzeri görülmemiş bir şeydi; bu yüzden tüccarın kendisini kazıklamasından korkmuştu. Gecenin bir vakti, Tanrı bilir nereden gelmişti.

“Ee anneciğim, anlaştık mı?” dedi Çiçikov.

“Doğrusu hayatımda hiç merhum satmadım daha önce. Canlıları satmışlığım var, papaza yüzer rubleden iki kız satalı üç yıl oluyor, pek bir memnundu kızlardan. Öyle iyi işçilerdi ki peçete bile dokuyorlardı.”

“Canlılarla ilgilenmiyorum, Tanrı baksın onlara. Ben ölüleri soruyorum sana.”

“İlk başta zarara uğrarım diye korkuyorum. Beni kandırıyor olabilirsiniz, onlar… Onlar daha fazla para ediyor olabilir.”

“Dinleyin anneciğim… Siz de neymişsiniz! Nasıl daha fazla para edebilirler ki? Ne de olsa baksanıza, hepsi toprağın altında gömülü. Anlıyor musunuz? Kül olup gitmişler. Herhangi işe yaramayan bir şeyi alın, örneğin basit bir çaput, onun bile bir değeri vardır. En azından kâğıt fabrikaları satın alır onları, ölülerse size hiçbir şekilde lazım değil. Şimdi kendiniz söyleyin, size lazım mı onlar?”

“Orası doğru tabii. Hiçbir şey için lazım değiller ama beni düşündüren tek şey de onların ölü olması.”

Sabrı taşmaya başlayan Çiçikov:

“Off, amma odun kafalı bir kadınmış!” dedi içinden. “Gel de baş edebilirsen et bu kadınla! Lanet ihtiyar, ter içinde bıraktı beni!” O sırada cebinden mendilini çıkarıp gerçekten de alnındaki terleri silmeye başladı. Ne var ki Çiçikov boş yere sinirlenmişti. Ev sahibesinin yerinde başka biri, saygıdeğer biri, hatta bir devlet adamı da olsa konu iş oldu mu o da Koroboçka gibi olurdu. Kafasına bir fikir girdi mi ondan asla vazgeçmezdi; ne türden gün gibi apaçık kanıtlar sunarsan sun, hepsi duvardan seken bir lastik top gibi ondan geri dönerdi. Çiçikov terini silip ihtiyar kadını yolundan döndürmenin mümkün olup olmadığını görmek için başka bir şey denemeye karar verdi.

“Anneciğim, siz ya söylediklerimi anlamak istemiyorsunuz ya da öylesine, sırf bir şeyler söylemek için konuşuyorsunuz… Size para veriyorum. Kişi başı on beşer ruble banknotu! Anlamıyor musunuz? Ne de olsa para bu! Para ağaçta yetişmiyor! İtiraf edin, balı ne kadara satmıştınız?”

“Bir pudunu on iki rubleye sattım.”

“Bu kadar da günaha girilmez ama anneciğim. On ikiye satmamışsınızdır.”

“Yemin olsun sattım.”

“Gördünüz mü? Bal işte bu! Belki de yaklaşık bir yıl boyunca özenle, gayretle, uğraşla topladınız bu balı; arıları gezdirdiniz, bütün kış onları mahzende beslediniz; ölü canlarsa bu dünyadan değiller. Asla çaba göstermeniz gerekmedi, Tanrı’nın iradesiyle bu dünyadan göçüp gittiler, sizi de maddi zarara uğrattılar. Burada on iki ruble için emek verdiniz, gayret ettiniz ama ölü canlar için hiçbir şey yapmanıza gerek yok, bedavadan hem de on iki değil on beş ruble alacaksınız, gümüş değil hepsini mavi banknotlardan alacaksınız.” dedi Çiçikov; böylesine güçlü, ikna edici savlardan sonra, ihtiyar kadının nihayet ikna olacağından artık neredeyse emindi.

“Doğru.” diye cevapladı ev sahibesi. “Benim gibi bir dul için hiç alışılmadık işler bunlar! İyisi mi ben biraz daha bekleyeyim belki başka tüccarlar da gelir, başka bir fiyat verirler.”

“Ayıp, ayıp anneciğim! Çok ayıp! Ne dediğinizi bir düşünsenize! Onları kim alır ki? Onları ne için kullanacak?”

“Belki denk gelir de ev işlerinde gerekirler…” diye itiraz etti ihtiyar kadın ama cümlesini tamamlamadı, ağzını kapatıp buna ne cevap vereceğini bilmek isteyerek Çiçikov’a korkuyla baktı.

“Ölüler ve ev işleri mi? Ah ama siz de nereye götürdünüz işi! Yoksa geceleri bostanınızda durup serçeleri mi korkutacaklar?”

“Tanrı korusun! Ne korkunç şeyler söylüyorsun öyle!” dedi ihtiyar kadın, istavroz çıkararak.

“Başka nereye koyacaksınız ki? Hem kemikleri ve mezarı, hepsi size kalacak, bu alışveriş yalnızca kâğıt üstünde olacak. Ee, ne diyorsunuz? Bir cevap verin artık.”

İhtiyar kadın yine kara kara düşünmeye başladı.

“Ne düşünüyorsunuz, Nastasya Petrovna?”

“Doğrusu aklımı toparlayamıyorum, en iyisi size kenevir satayım.”

“Ne keneviri? Bağışlayın ama ben sizden tamamen başka bir şey istiyorum, siz kenevir kakalamaya çalışıyorsunuz! Kenevir de kenevir! Bir sonraki geldiğimde de kenevir alırım. Şimdi oldu mu Nastasya Petrovna?”

“Ah Tanrı’m, istediğiniz ürün öylesine garip ki görülmemiş şey!”

O anda Çiçikov’un sabrı artık tamamen sınırı geçmişti, öfkeye kapılarak sandalyesini devirdi ve ihtiyar kadına lanet okuyup şeytanın adını kullandı.

Şeytan lafı ev sahibesini olağanüstü korkuttu.

“Ay, hatırlatma şunu, Tanrı korusun!” diye bir çığlık koparttı. Bembeyaz kesilmişti. “Üç gündür bütün gece kâbuslarıma giriyor. Geceleyin dua ettikten sonra birdenbire canım kart falı açmak istedi, belli ki Tanrı bana ceza olsun diye onu gönderdi. Öyle iğrenç görünüyordu ki boynuzları öküzünkinden daha uzundu.”

“Kâbusunuzda bir değil, on tane şeytan görmediğinize şaşırırım. İyilik seven Hristiyan birisi olarak zavallı dula bir yardımım dokunsun, ihtiyaçları karşılansın istedim… Köyünüzle birlikte siz de mahvolun, geberin!”

İhtiyar kadın Çiçikov’a korkuyla bakarak:

“Ah, ne ağır sözler bunlar!” dedi.

“Size diyecek başka bir laf bulamıyorum! Kötü bir şey söylemek gibi olmasın ama kuru otun üstüne yatıp ne kendi yiyen ne de başkasına yediren sokak köpeği gibisiniz. Sizden farklı bir çiftlik ürünü satın almak istemiştim çünkü devlet ihaleleri de yönetiyorum…” diyerek Çiçikov burada yalan söylemişti, devamını düşünmeden öylesine söylese de beklenmedik bir şekilde işe yaramıştı. Devlet ihaleleri Nastasya Petrovna’yı oldukça etkilemişti, neredeyse yalvaran bir sesle:

“Ne diye celallendiniz? Bu kadar sinirli olduğunuzu daha önceden bilseydim, size hiç mi hiç itiraz etmezdim.”

“Sinirlenirim tabii ki! Fındık kabuğunu doldurmayacak bir şey için sinirleniyorum hem de!”

“Tamam, onları size on beş rubleden vermeye hazırım! Yalnız, bakın şu ihale konusunda eğer olur da çavdar ya da karabuğday unu, karabuğday kırığı, dana eti alacak olursanız lütfen beni kırmayın.”

Çiçikov üç farklı şerit hâlinde yüzüne akan terini silerken:

“Hayır anneciğim, kırmam.” dedi. Şehirde köylülerin satışı için yetkili kılabileceği bir yakını ya da vekili olup olmadığını sordu.

“Olmaz mı? Papaz var. Kiril’in babası, oğlu mecliste çalışır.” dedi Koroboçka.

Çiçikov onu vekil tayin eden bir mektup yazmasını istedi, sonra da Koroboçka’ya güçlük çıkmaması için bu mektubu kendisi yazmaya karar verdi.

Bu sırada Koroboçka kendi kendine şöyle düşündü:

“Devlet için un ve hayvanı benden satın alsa ne güzel olurdu. Bu adamın gözüne girmek gerek. Dün akşamdan biraz hamur artmıştı, gidip Fetinya’ya söyleyeyim de o hamurdan krep yapsın. Mayasız bir hamur yoğurup yumurtalı börek pişirsek de iyi olur, çok lezzetli olur, yapması çok zaman da almaz.”

Ev sahibesi, böreklerin pişirilmesi ve bir ihtimalle buna eklemek istediği başka ev işi yemekler ve hamur işlerini yaptırmak için odadan çıktı; Çiçikov ise sandığından gerekli belgeleri çıkarmak için geceyi geçirdiği misafir odasına gitti. Misafir odasında her taraf çoktan toparlanmış, kuş tüyü şilte kaldırılmıştı; divanın önünde üstü örtülü bir masa vardı. Sandığını çıkarıp masanın üstüne koydu, biraz dinlendi çünkü nehrin içine düşmüş gibi kan ter içinde kalmıştı. Çorabından gömleğine kadar üzerindeki her bir kıyafet sırılsıklamdı. Çiçikov biraz iç çekip sandığı açarken “Of, lanet ihtiyar beni mahvetti!” dedi. Yazar, bu sandığın içini ve tasarımını bile öğrenmek isteyecek meraklı okuyucular olduğundan emindir. Onları neden sevindirmeyelim ki? İşte bu sandığın içi şöyle: En ortada sabunluk, arkasında usturalar için altı-yedi tane dar bölme vardı. Sonra kumluk ve mürekkep hokkası için köşeli bir bölme, bunların arasında tüy kalemler ve mühür mumları ya da daha uzun şeyler için oyuklar; daha sonra hatıra kalsın diye ziyaret ettikleri yerlerin, tiyatro ve bunun gibi yerlerden aldığı biletlerin, ölüm ilanlarını koyduğu kapaklı ve kapaksız, daha kısa, birçok bölme vardı. Bu sandığın üst kısmı bütün bölmeleriyle tamamen çıkarılabilir ve altında bir yığın kâğıdın konduğu bir boşluk vardır, sonra para koymak için hiç çaktırmadan yana doğru açılıp kapanan başka bir bölme gelir. Sandığın sahibinin bu bölmeyi açıp kapaması bir saniyeden kısa sürdüğü için herhâlde orada ne kadar para bulunduğunu söylemenin imkânı yoktur. Çiçikov, tüy kalemin ucunu açıp mektubu yazmaya başladı. Tam o sırada ev sahibesi içeri girdi. Çiçikov’un yanına oturup:

“Ne güzelmiş sandığın.” dedi. “Herhâlde Moskova’dan aldın.”

Çiçikov yazmaya devam ederken:

“Evet, Moskova’dan.” diye cevap verdi.

“Biliyordum işte! Orada hep iyi mallar olur. Üç sene önce kız kardeşim oradan çocukları için kışlık çizmeler getirtmişti; öyle sağlam ki hâlâ giyiyorlar.” dedi ve sandığın içine şöyle bir göz atıp: “Ah, burada ne kadar çok mühürlü kâğıdın varmış senin!” diye devam etti. Gerçekten de sandığın içinde çok sayıda mühürlü kâğıt vardı. “Bir sayfasını da bana hediye etsen ya! Hiç kâğıt kalmadı elimde, mahkemeye bir dilekçe yazmak gerekiyor ama yok işte.”

Çiçikov, ihtiyar kadına bu kâğıtların dilekçe için kullanılacak türden olmadıklarını; yalnızca köylü alıp satma işlemleri için kullanıldığını açıkladı. Ne var ki kadını yatıştırmak için bir rublelik kâğıttan verdi. Mektubu yazdıktan sonra imzalaması için ona uzattı ve ölen köylülerin küçük bir listesini istedi. Ev sahibesi hiçbir liste tutmamış, neredeyse bütün köylüleri ezbere bilir gibi görünüyordu. Çiçikov bütün isimleri saymasını istedi. Bazı köylülerin soyadları, hatta lakapları onu biraz şaşırtmıştı; bu yüzden bu isimleri duyunca önce duraksıyor, sonra yazmaya başlıyordu. Özellikle Pyotr Savelyev Neuvajay Korıto isimli biri onu çok şaşırtmıştı. “Ne uzunmuş!” demeden edememişti. Diğerinin ismine Korovi Kirpiç sözleri iliştirilmişti, bir başkasının ismiyse oldukça kolaydı: Koleso İvan. Yazmayı bitirince burnundan derin bir soluk aldı ve baştan çıkaran bir kızartma kokusu duydu.

“Buyurun, yemek yiyelim.” dedi ev sahibesi.

Çiçikov masaya şöyle bir göz attı ve üstünde mantarlar, börekler, krepler, çörekler, gözlemeler ve içinde çeşit çeşit dolguları olan pideler: soğanlı, haşhaşlı, peynirli, kaymaklı ve daha aklına ne gelirse…

“Yumurtalı, mayasız börek!” dedi ev sahibesi.

Çiçikov yumurtalı mayasız böreğe uzandı ve yarısından fazlasını o anda yutup böreği övdü. Aslında börek zaten lezzetliydi ama ihtiyar kadınla aralarında geçen bütün yaygara ve numaralardan sonra daha da lezzetli gelmişti.

“Krep de ister misin?” dedi ev sahibesi.

Çiçikov buna karşılık olarak üç krep birden aldı, eritilmiş yağa batırıp ağzına götürdü, dudakları ve ellerini mendile sildi. Bu hareketi üç kez tekrarladıktan sonra ev sahibesinden arabasını hazırlamalarını buyurmasını istedi. Nastasya Petrovna hemen Fetinya’yı gönderdi, dönüşte de biraz daha sıcak krep getirmesini buyurdu.

Çiçikov sıcak kreplere uzanırken:

“Krepleriniz çok lezzetliymiş anneciğim.” dedi.

bannerbanner