
Полная версия:
Ölü Canlar
Artık masadan kalkmışlardı. Manilov pek bir hoşnuttu, misafirinin sırtına elini koymuş, böylelikle onu misafir odasına götürmeye hazırlanıyordu ki Çiçikov birden oldukça ciddi bir tavırla, onunla çok önemli bir konuyu konuşmak istediğini söyledi.
“Öyleyse izninizle çalışma odama geçelim.” dedi Manilov ve onu, mavileşmiş ormana açılan pencerelerle donatılmış küçük odasına götürdü. “İşte benim köşem.”
Çiçikov etrafa göz gezdirerek:
“Hoş bir oda.” dedi.
Oda gerçekten de çok hoştu. Duvarlar grimsi mavi bir boyayla boyanmıştı; dört sandalye, bir koltuk ve üzerinde daha önce de bahsettiğimiz üzere sayfasına işaret konmuş kitapların, karalanmış birkaç kâğıdın ve en çok da tütünün olduğu masa vardı. Tütün her tarafa yayılmıştı. Kâğıt paketlerin, tütün kutusunun içinde olduğu gibi masanın üstüne de dökülen bir yığın tütün vardı. Her iki pencerenin önü de oldukça düzgün bir şekilde ve özenle dökülmüş pipo külüyle doluydu. Ev sahibinin zamanını böyle geçirdiği belliydi.
“Buyurun, şu koltuklara oturun.” dedi Manilov. “Daha rahat edersiniz.”
“İzin verirseniz sandalyeye oturayım.”
Manilov tebessümle:
“İzninizle ısrar edeceğim. Bu koltuğumu, misafirlere tahsis ettim. İsteseniz de istemeseniz de oraya oturmanız gerek.”
Çiçikov oturdu.
“Size pipo ikram edeyim.”
Çiçikov güler yüzle, hüzünlüymüş gibi görünerek:
“Hayır, içmiyorum.” diye cevapladı.
Manilov aynı güler yüzlülük ve hüzünle:
“Neden?” dedi.
“Alışkın değilim, korkuyorum. Hasta ediyor derler.”
“İzin verirseniz bunun bir ön yargıdan ibaret olduğunu söylemeliyim. Hatta pipo içmenin enfiye çekmekten daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Bizim askerdeki alayda çok iyi, oldukça tahsilli bir teğmen vardı. Masa başında hatta müsaadenizle söylüyorum özel yerlerde bile piposunu ağzından hiç düşürmezdi. İşte o, kırk yaşını geçmesine rağmen Tanrı’ya şükür şimdiye kadar daha sağlıklı olamazdı.”
Çiçikov, doğada engin akıllar için bile açıklanamaz, bunun gibi birçok şeyin gerçekten de var olduğunu söyledi.
Çiçikov garip ya da neredeyse garip bir ses tonuyla:
“Ama önce şunu sormama izin verin…” dedi ve ardından nedendir bilinmez arkasına bakıp durdu. Manilov da aynı şekilde bakıyordu. “Sayım kâğıdını9 ne kadar zaman önce gönderdiniz?”
“Uzun süre geçti. Doğrusunu söylemek gerekirse hatırlamıyorum.”
“O zamandan bu yana kaç köylünüz öldü?”
“Bilmemin imkânı yok. Bunu sanıyorum kâhyaya sormak gerek. Hey, buraya bak! Kâhyayı çağır, bugün burada olması lazım.”
Kâhya geldi. Henüz kırk yaşına varmamış, yüzü tıraşlı, üzerinde redingotu olan, yüzündeki tombulluğa bakılırsa çok huzurlu bir yaşam sürüyor gibi görünen bir adamdı. Derisinin sarımsı rengi ve küçük gözleri kuş tüyünden yatağın ne demek olduğunu çok iyi bildiğini gösteriyordu. Onu görür görmez efendisinin diğer bütün kâhyaları gibi yaşadığı anlaşılıyordu. Önceleri yalnızca evdeki okuma yazma öğrenme çağında olan bir çocuktu, sonra efendinin gözdesi olan oda hizmetçisi Agaşka’yla evlenmiş, kendisi önce hizmetçi sonra da kâhya olmuştu. Kâhya olduktan sonra ise diğer tüm kâhyalar gibi davranmıştı. Köydeki varlıklı insanlarla zamanını geçirmiş, yoksulların sırtına daha fazla yük bindirmiş, sabah saat dokuzda uyanıp semaveri bekleyip çay içmişti.
“Şimdi beni dinle dostum! Sayım yapıldığından bu yana kaç köylümüz öldü?”
Kâhya bir yandan hıçkırıp bir yandan da eliyle ağzını bir kalkan gibi kapatarak:
“Kaç kişi mi? O zamandan bu yana çok köylü öldü.” dedi.
“Evet, itiraf edeyim ben de öyle düşünmüştüm.” diye atıldı Manilov. “Evet, çok fazla köylü öldü!” Çiçikov’a dönüp “Gerçekten çok fazla.” diye ekledi.
“Peki, bir sayı vermeniz gerekirse ne derdiniz?” diye sordu Çiçikov.
“Evet, kaç kişi?” diye atıldı Manilov.
“Kaç kişi diyebiliriz? Kaç kişinin öldüğü belli değil, hiç kimse saymadı ki!”
Manilov, Çiçikov’a dönerek:
“Evet, öyle. Ben de çok kişinin öldüğünü düşünmüştüm ama kaç kişinin öldüğü hiç belli değil.”
“Siz sayın lütfen, sonra da hepsinin tam bir listesini çıkarın.” dedi Çiçikov.
“Evet, tam bir liste olsun.” dedi Manilov.
Kâhya, “Başüstüne!” dedi ve oradan uzaklaştı.
Kâhya uzaklaşırken Manilov:
“Bu liste size neden lazım?” diye sordu.
Bu soru Çiçikov’u biraz zorlamış gibi görünüyordu, yüzünde gergin bir ifade belirmişti, hatta kızarmıştı bile. Söylemek istediklerini kelimelerle rahatça ifade edemeyecek olmasından kaynaklanan bir gerginlikti bu. Aslında Manilov daha önce hiç işitmediği böyle garip ve alışılmadık şeyleri sonunda duymuştu.
“Neden diye sormuştunuz sanırım. Şöyle ki köylüleri satın almak istiyorum…” dedi Çiçikov, duraksadı ve cümlesinin devamını getiremedi.
“Yalnız izin verin size şunu sorayım: Toprak köylüsü mü yoksa topraksız köylü mü satın almak istiyorsunuz?”
“Hayır, benim istediğim öyle köylüler değil. Ölüleri satın almak istiyorum…” dedi Çiçikov.
“Nasıl? Affedersiniz… Kulağım biraz ağır işitir, çok garip bir şeyler duydum sandım…”
“Ölmesine rağmen nüfus sayımında canlı kabul edilen köylüleri satın almak istiyorum.” dedi Çiçikov.
Manilov durduğu yerde ağzındaki pipo çubuğunu yere düşürdü ve ağzı birkaç dakika boyunca açık kaldı. Arkadaşlığın iyiliklerinden bahseden bu iki dost, aynanın her iki tarafında karşılıklı asılmış iki portre gibi birbirlerinin gözlerine bakarak bir süre hareket etmediler. Nihayet Manilov pipo çubuğunu yerden aldı ve Çiçikov’un dudaklarında alaycı bir gülümseme olup olmadığına ya da şaka yapıp yapmadığına bakmak için aşağıdan yüzüne bir bakış attı ama Çiçikov hiç de öyle görünmüyordu, aksine yüzü her zamankinden daha ciddiydi. Sonra misafiri, birdenbire aklını mı kaçırdı diye düşündü ve korkuyla ona baktı ama Çiçikov’un bakışları oldukça netti, aklını kaçıran insanların gözlerinde dolaşan o vahşi, rahatsız edici parıltıdan eser yoktu. Her şey düzgün ve yerli yerindeydi. Manilov ona nasıl davranıp ne diyeceğini bilemiyor, ağzında kalan dumanı çok ince bir şerit şeklinde dışarı üflemekten başka bir şey aklına gelmiyordu.
“Sonuç olarak, gerçekte yaşamayıp yasaya uygun olarak hayatta sayılan köylüleri bana vermeyi, devretmeyi düşünür müsünüz bilmek isterim. Ya da siz bunun adına ne demek isterseniz.”
Manilov öyle utanmış ve aklı karışmıştı ki Çiçikov’a bakakalmıştı.
“Tereddüt ediyorsunuz sanırım, öyle değil mi?” dedi Çiçikov.
“Ben mi? Hayır, öyle değil ama anlayamıyorum. Affedersiniz… Sizinki gibi her bir hareketinizde belli olan yüksek bir eğitim almadım, kendimi ustaca ifade de edemem. Belki de burada… Söylediğinizin altında başka bir şey gizliyorsunuz… Belki de üslubunuzu güzelleştirmek için yapıyorsunuzdur bunu, öyle değil mi?”
“Hayır, gerçekten de ölen köylülerden bahsediyorum.” dedi Çiçikov.
Manilov şaşırıp kalmıştı. Bir şeyler yapması gerektiğini, soru sorması, ne olursa olsun herhangi bir soru sorması gerektiğini hissediyordu. En sonunda dumanı bu sefer ağzından değil burun deliklerinden bir kez daha dışarı çıkardı.
“Eğer bir mahzuru yoksa Tanrı’nın izniyle satın alma işlemine başlayabiliriz.” dedi Çiçikov.
“Nasıl yani? Ölü canları satın almak için mi?”
“Ah, hayır! Sayım listesinde de gösterildiği gibi canlı olduklarını yazacağız. Hiçbir şekilde kanun dışına çıkmamaya alışkınım. Bunun yüzünden başım çok ağrıdı gerçi ama af buyurun görev benim için kutsaldır. Kanunun önünde eğilirim.”
Bu son sözler Manilov’un hoşuna gitmişti ama bu işin asıl anlamını hiç mi hiç kavrayamamıştı. Herhangi bir cevap vermek yerine piposunu öyle sert bir şekilde içine çekti ki tıpkı bir fagot10 gibi hırıldamaya başladı. Bu eşi benzeri görülmemiş görevden bir anlam çıkarmaya çalışıyor gibi görünüyordu ama piposunun hırıltısından başka hiçbir şey duyulmuyordu.
“Şüpheye düşmüş olabilir misiniz acaba?”
“Ah! Bağışlayın ancak hiç mi hiç şüphe duymuyorum. Sizi eleştiren hiçbir şey düşünmüyorum ama şunu eklememe izin verin: Bu girişim ya da daha fazlasını ifade etmek gerekirse bu ticaret Rusya’nın kurallarına ve halkın geleneklerine ters düşmez mi?”
Tam da bu sırada Manilov başını hafifçe hareket ettirip Çiçikov’a yüzünün bütün hatlarını göstererek oldukça imalı bir şekilde baktı. Birbirine bastırılmış dudakları yüzüne öyle derin bir ifade katıyordu ki karman çorman bir işle uğraşan çok zeki bir bakan dışında hiç kimsede eşine rastlanılmazdı.
Ama Çiçikov yalnızca, bu girişimin ya da ticaretin halkın geleneklerine ve Rusya’nın kurallarına aykırı olmadığını söyledi. Birkaç dakika sonraysa hazinenin bundan kazanç bile sağladığını ekledi zira yasaya uygun olarak vergi elde edeceklerdi.
“Ne düşünüyorsunuz?”
“İyi olacağını düşünüyorum.”
“Öyle diyorsanız işler değişir. İsteğinizi kabul ediyorum.” dedi Manilov. Oldukça rahatlamıştı.
“Şimdi geriye bir tek fiyatta anlaşmak kaldı.”
“Fiyat mı?” dedi Manilov bir kez daha ve duraksadı. “Çeşitli nedenlerden yaşamını kaybetmiş insanlar için para almaya kalkacağımı düşünüyorsunuz herhâlde. Eğer böylesine fantastik bir istekle bana geldiyseniz o zaman ben de onları size hiçbir karşılık almadan veriyor, satın alma ücretlerini de üstleniyorum.”
Bütün bu olayların anlatıcısı, Manilov’un sarf ettiği bu sözlerin ardından misafirin çok memnun olduğunu söylemeden geçerse büyük bir sitemle karşılaşacağını düşünmektedir. Ne kadar ağırbaşlı ve makul bir insan olsa da neredeyse tıpkı bir keçi gibi yerinden sıçrayacaktı ve bilindiği gibi bu yalnızca en güçlü sevinç anlarında yaşanan bir şeydir. Oturduğu koltukta öyle sert döndü ki yastığın yün kumaşını yırttı. Manilov ise onu şaşkınlıkla izliyordu. Zorlama bir minnettarlıkla öylesine teşekkür ediyordu ki Manilov kızarıp bozuluyor, başını iki yana sallıyordu. Nihayet bu yaptığının hiç önemli olmadığını, gönlünden geçenleri, ruhunun istediğini göstermenin iyi olduğunu, hayatını kaybetmiş köylülerinse hiçbir değeri olmadığını söyledi.
Çiçikov onun elini sıkarken:
“Çok da değersiz değiller.” dedi. Tam o sırada derince bir nefes vermişti. İçi rahatlamış gibi görünüyordu. Sonra büyük bir heyecan içinde:
“Değersiz dediğiniz şeyle bana, akrabaları ve sülalesi olmayan birine ne büyük bir iyilik yaptınız bir bilseniz! Ben ne zorluklara göğüs germedim ki? Tıpkı azgın dalgaların arasındaki bir barka11 gibi… Ne baskılara göğüs germedim ne acılar tatmadım ki? Peki, ne için? Doğrudan şaşmamak, vicdanımı temiz tutmak, çaresiz dullara ve talihsiz yetimlere el uzatmak için!” Bu sırada gözlerinden akan yaşları mendiliyle siliyordu.
Manilov çok duygulanmıştı. Bu iki ahbap, uzun süre birbirlerinin ellerini sıkıp hiçbir şey söylemeden birbirlerinin gözlerine baktılar. İkisinin de gözlerinde yaşlar belirmişti. Manilov kahramanımızın elini bırakmayı hiç mi hiç istemiyordu ve öyle sert sıkıyordu ki Çiçikov elini nasıl kurtaracağını bilemiyordu. Nihayet yavaşça elini çekip satın alma belgelerini en kısa sürede hazırlamasının, bizzat kendisinin şehre gelmesinin iyi olacağını söyledi. Sonra şapkasını aldı ve vedalaşmaya hazırlandı.
Manilov birden kendine gelip neredeyse korkan bir hâlde:
“Ne o? Hemen gitmek mi istiyorsunuz?” dedi.
Tam bu sırada odaya Manilova girdi. Manilov hüzünlü bir şekilde:
“Lizanka, Pavel İvanoviç bizi bırakıyor!” dedi.
“Çünkü Pavel İvanoviç’i usandırdık.” diye cevapladı Manilova.
“Hanımefendi! Tam da burada (tam o sırada elini kalbine koymuştu) evet, tam da burada sizinle geçirdiğimiz zamanın güzellikleri, yaşamaya devam edecek! Ve inanın ki benim için sizinle değil aynı evde, komşunuz olarak bile yaşamaktan daha büyük bir mutluluk kaynağı olamaz.”
Bu fikirden çok hoşlanan Manilov:
“Biliyor musunuz Pavel İvanoviç; sizinle böyle aynı çatı altında yaşasak ya da herhangi bir karaağacın gölgesinde bir şeyler hakkında filozofluk etsek, gülüşsek ne güzel olurdu!”
Çiçikov iç çekerek:
“Ah! Cennette yaşıyormuşum gibi gelirdi bana!” dedi. “Elveda, hanımefendi!” diye devam etti Manilova’nın eline yaklaşarak. “Elveda, saygıdeğer dostum! Ricamı unutmayın!”
“Ah! Hiç merak etmeyin!” diye cevapladı Manilov. “Birkaç gün sonra tekrar görüşeceğiz.”
Hepsi yemek odasına gittiler.
Çiçikov, tahtadan yapılma kollarıyla burnu olmayan oyuncak süvariyle oynayan Alkid ve Femistoklius’a bakarak:
“Elveda, sevgili çocuklar!” dedi. “Elveda, minik çocuklarım. Size hediye getirmediğim için beni bağışlayın çünkü dünyaya geldiğinizi bile bilmiyordum ama bir dahaki sefere kesinlikle getireceğim. Sana kılıç getireceğim, ister misin?”
“İsterim.” diye cevapladı Femistoklius.
Çiçikov, Alkid’e doğru eğilerek:
“Sana da bir trampet getireceğim, öyle değil mi?” diye devam etti.
Alkid başını eğip fısıldayarak:
“Tırımpit.” diye cevapladı.
“Güzel, sana da trampet getireceğim. Öyle güzel bir trampet getireceğim ki hep şöyle ses çıkaracak: Turrr… ru… tra-ta-ta, tata-ta… Elveda canlarım! Elveda!” Sonra onları başlarından öptü ve yüzünde çocukların arzularını, masumiyetini bildiğini gösteren bir tebessümle Manilov ile karısına döndü.
Herkes artık giriş kısmına geldiğinde:
“Burada kalın, Pavel İvanoviç! Hava nasıl da kapandı baksanıza.” dedi Manilov.
“Küçük bulutlar var sadece.” diye cevapladı Çiçikov.
“Sobakeviç’e giden yolu biliyor musunuz?”
“Bunu size sormak istemiştim.”
“İzin verin arabacınıza tarif edeyim.” Bu sırada Manilov arabacıya gayet nazik bir şekilde yolu tarif etti, hatta bir kere “siz” diye bile hitap etti.
Arabacı iki dönemeci geçip üçüncüden dönmeleri gerektiğini duyunca:
“Buyurun yola koyulalım efendim.” dedi ve Çiçikov da parmak ucunda yükselen ev sahiplerinin mendil sallamaları ve veda edişleri eşliğinde oradan ayrıldı.
Manilov uzaklaşan arabayı bakışlarıyla takip ederek uzun bir süre giriş kapısının önünde durdu ve araba artık gözden kaybolmaya başladığında o hâlâ ayakta dikiliyor, piposunu tüttürüyordu. Nihayet içeri girdi, sandalyeye oturdu, misafirini az da olsa mutlu edebildiği için sevinç duyarak düşüncelere daldı. Sonra düşünceleri belli belirsiz başka konulara kaydı. Dostluğun insana verdiği mutluluğu, arkadaşıyla herhangi bir nehrin kıyısında yaşasaydı ne güzel olacağını düşünüyordu. Sonra bu nehrin üzerine bir köprü; üstünde bütün Moskova’yı görebileceğin, tepe köşkü kadar yüksek, akşamları açık havada çay içip hoş konulardan sohbet edebileceğin devasa bir ev inşa edeceklerdi. Sonra Çiçikov ile birlikte güzel kupa arabaları içinde, hoşça karşılandıkları bir cemiyete gireceklerdi ve sözde onların dostluklarını öğrenen çar, onlara generallik verecekti. Manilov en sonunda kendisinin bile ne düşündüğünü bilemez hâle gelmişti. Çiçikov’un tuhaf ricası, birdenbire onun bütün hayallerini kesip attı. Onun ricası bir türlü aklına oturmamıştı. Kafasında evirdi çevirdi ama yine de bir açıklama bulamadı ve akşam yemeğine kadar orada, öylece oturup piposunu tüttürdü.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Çiçikov, oldukça memnun bir şekilde, uzun süredir ana yolda giden arabasında oturuyordu. Çiçikov’un merakının ve yöneliminin nelerden oluştuğu bir önceki bölümde oldukça açıktı, bu nedenle bütün bedeni ve ruhuyla düşüncelere dalıp gitmesinde şaşılacak bir şey yok. Aklındaki varsayımlar, tahminler ve düşüncelerin çok hoş oldukları yüzünden belli oluyordu zira ikide bir memnun bir gülümseyişin izleri beliriyordu. Bu düşüncelerle meşgulken arabacısının, Manilov’un çalışanlarının karşılamasından ne kadar memnun olduğuna hiç mi hiç dikkat etmemişti. Arabacı da sağ tarafa koşulmuş, semirmiş ata oldukça önemli uyarılarda bulunuyordu. Bu semirmiş at, kurnaz mı kurnazdı. Yalnızca arabayı çekiyormuş gibi yapıyor; doru bir atla jüri üyesinden alındığı için adını Üye koydukları İzabel ve dondaki12 diğer at ise arabayı çekmek için bütün güçlerini sarf ediyorlardı. Bizim semirmiş atın, bundan ne kadar zevk aldığı da gözlerinden belli oluyordu. Selifan, kamçısını kaldırıp tembel atın üzerinde şaklatarak: “Sen kurnazlık etmeye devam et! Ben senden daha da kurnazım!” dedi. “İşini de nasıl iyi bilirsin sen, pantolonlu Alman seni!13 Doru olan nasıl da uysal, görevini nasıl da eksiksiz yapıyor. Ona memnuniyetle fazladan bir ölçek yemek vereceğim çünkü çok uysal bir at. Üye de öyle… Ne o? Ne diye öyle sallıyorsun kulaklarını? Konuştuğumda beni dinle aptal hayvan! Sana kötü şeyler öğretecek değilim ya cahil! Şu sürünüşe bak hele!” dedi. Bu sırada “Ah barbar, ah! Lanet Bonapart seni!” diyerek bir kez daha şaklattı kırbacını. Daha sonra hepsine “Haydi bakalım, koçlarım benim!” diye bağırdı ve cezalandırmak için değil de onlardan memnun olduğunu göstermek için üçünü de kırbaçladı. Onları hoşnut ettikten sonra bir kez daha semirmiş ata döndü: “Yaptıklarını gizlediğini sanıyorsun herhâlde? Hayır, sana saygı gösterilsin istiyorsan doğru düzgün davran. Bak, yanlarına gittiğimiz toprak beyinin adamları nasıl da iyilerdi. İyi insanlarla memnuniyetle konuşurum. İyi insanlar her zaman dostum, ahbabım gibidir. Eğer iyi bir insansa onunla memnuniyetle çay da içerim yemek de yerim. İyi insana herkes saygı duyar. Bak, bizim beyimize nasıl da saygı duyuyorlar çünkü devlette görev almış, müsteşar olmuş…”
Böyle konuşmaya devam eden Selifan en sonunda soyut kavramlara dalıp gitmişti. Eğer Çiçikov, onun konuşmalarına kulak kabartsaydı kendisiyle ilgili birçok ayrıntıyı öğrenebilirdi ama onun aklı kendi konularıyla meşguldü. Çok güçlü bir gök gürültüsü onu kendine getirip etrafına bakınmak zorunda bıraktı. Bütün gökyüzünü yağmur bulutları kaplamıştı, tozlu posta yoluna yağmur damlaları saçılmaya başlamıştı. Ardından bu sefer çok daha şiddetli ve yakından bir gök gürültüsü duyuldu; bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Yağmur önce yan taraftan, ardından bir sağdan bir soldan, sonra da yönünü değiştirip yukarıdan yağmaya başlamış; arabanın üzerinde trampet çalıyordu.
Artık Çiçikov’un yüzüne yağmur damlaları geliyordu. Bu yüzden yol manzarasını izlediği iki küçük yuvarlak pencerenin deriden yapılma perdelerini kapatmak ve Selifan’a daha hızlı gitmesini söylemek zorunda kalmıştı. Konuşması tam ortadan kesilen Selifan da acele etmesi gerektiğini anlamış; oturduğu yerin altından gri çuhadan, süprüntü bir kumaş çıkarıp beceriksizce üstüne örtmüş, elindeki dizginleri sıkmış ve verdiği öğütlerle tatlı bir şekilde gevşeyen atlarına bağırmıştı. Ama Selifan, iki mi yoksa üç mü dönemeç geçtiklerini hatırlamıyordu. Yolları kafasında canlandırıp hatırlayınca çok fazla dönemeci geride bıraktığını anladı. Rus insanı, belirleyici anlarda ne yapması gerektiğini uzunca ölçüp biçmeden bulduğu için ilk kavşaktan sağa dönerken: “Haydi bakalım saygıdeğer dostlar!” diye bağırdı ve döndüğü yolun nereye gideceğini düşünmeden atları dörtnala sürdü. Ne var ki yağmur çabuk dineceğe benzemiyordu. Yolu kaplayan toz, hızlıca çamura dönüştü; atlar her geçen dakika arabayı daha da zor çekiyordu. Sobakeviç’in köyünü uzun bir süre görmediği için Çiçikov, endişelenmeye başlamıştı. Hesaplamasına göre şimdiye kadar çoktan köye varmış olmalıydı. Etrafına bakıyordu ancak hava zifirî karanlıktı. En sonunda başını arabanın arka kısmından uzatarak:
“Selifan!” diye seslendi.
“Buyurun efendim?” diye cevapladı Selifan.
“Bak bakalım, köy gözüküyor mu?”
“Hayır efendim, hiçbir yerde yok!”
Selifan bunu söyledikten sonra kırbacını sallayıp bir şarkı tutturdu ancak bu bir şarkıdan çok uzunca, sonu gelmek bilmeyen bir şeydi. İçinde yok yoktu: Rusya’nın her yerinde atları yönlendirip canlandıran bütün bağırışlar, dilinin ucuna ilk gelen her türlü sıfat… Bu sıfatlar öyle bir seviyeye ulaştı ki en sonunda onlara “sekreterler” demeye başladı.
Bu sırada Çiçikov arabanın her yerinin sallanıp onu sarstığını fark etti, bu yüzden yoldan çıkıp belki de tarlada gittiklerini düşündü. Selifan da aynı şeyi düşünmüş olacak ki ağzından tek bir kelime çıkmıyordu.
“Dolandırıcı adam! Hangi yoldan gidiyorsun sen?” dedi Çiçikov.
“Bu havada yapacak bir şeyim yok beyim! Bu karanlıkta kamçımı bile göremiyorum!” diye cevapladı Selifan. Bunu söyledikten sonra araba öyle bir yana yattı ki Çiçikov, iki eliyle tutunmak zorunda kaldı. Tam da o anda Selifan’ın sarhoş olduğunu anladı.
“Dikkat et! Dikkat et! Devireceksin!” diye bağırdı.
“Hayır efendim, devirir miyim ben hiç!” dedi Selifan. “Devirmenin iyi bir şey olmadığını ben kendim de biliyorum, bu yüzden hiç devirmem.” diye ekledi. Sonra arabayı yavaşça çevirdi, çevirdi ve bir kez daha çevirdi… En sonunda araba tamamen yan yattı. Çiçikov, elleri ve bacakları üzerine çamura düştü. Selifan atları durdurdu, zaten yorgunluktan kendileri duracaklardı. Böylesine umulmadık bir kaza, Selifan’ı çok şaşırtmıştı. Efendisi çamurda debelenip ayağa kalkmaya çalıştığında Selifan aşağı inmiş, iki elini beline dayamış, arabanın önünde duruyordu. Biraz düşündükten sonra “Gördün mü, nasıl da devrildi!” dedi.
“Kunduracı gibi sarhoşsun!” dedi Çiçikov.
“Hayır efendim, sarhoş olur muyum hiç! Sarhoş olmanın kötü bir şey olduğunu biliyorum. Arkadaşla muhabbet ettik çünkü iyi insanla muhabbet edilebilir, birlikte bir şeyler atıştırdık, bunda kötü bir şey yok. Meze atıştırmaktan zarar gelmez, iyi insanla bir şeyler atıştırılabilir.”
“En son sarhoş olduğunda ne demiştim ben sana? Ha? Unuttun mu?” dedi Çiçikov.
“Hayır asil beyefendi, unutmam mümkün mü? Ben işimi iyi bilirim. Sarhoş olmanın kötü bir şey olduğunu biliyorum. İyi bir insanla muhabbet ettim çünkü…”
“Seni öyle döverim ki iyi bir insanla muhabbet etmek nasılmış görürsün!”
“Siz nasıl lütfederseniz öyle yapın efendim.” diye cevapladı her şeye razı gelen Selifan. “Kırbaçlayacaksanız kırbaçlayın. Hiç itiraz etmem. Yaptığım şey yüzünden ne diye dövmeyeceksiniz ki? Efendimin iradesindedir. Köylü şımarıklık yaptığında kırbaçlamak gerek, düzeni sağlamak gerek. Beceriksizlik yaptıysam kırbaçlayacaksınız tabii ki. Ne diye kırbaçlamayacakmışsınız?”
Çiçikov bu fikirlere ne cevap vereceğini bilemedi. Ama bu sırada talih, onlara merhamet etmeye karar vermiş gibi görünüyordu. Uzaklardan bir köpeğin havlaması işitildi. Sevinen Çiçikov, atları koşturmayı emretti. Rus arabacıların görüşleri yerine sezgileri vardır; bu nedenle gözlerini kapatıp arabayı bazen dörtnala sürseler de her daim bir yerlere varırlar. Selifan karanlıkta hiçbir şey görmeden atları doğruca köye öyle bir sürdü ki anca arabanın oku duvara çarpıp da gidecek yeri kalmadığında durdu. Çiçikov, sağanak yağmurun arasından yalnızca çatıya benzer bir şey gördü. Selifan’ı avlu kapısını aramaya gönderdi. Eğer Rus topraklarında, kapıcılar yerine parmaklarıyla kulaklarını kapatmasını gerektirecek kadar yüksek sesle havlayan atılgan köpekler olmasaydı hiç şüphesiz daha uzun bir süre aramaya devam ederlerdi. Tek bir pencerede ışık, bir an için görünüp kayboldu ve duvara kadar yolculara avlu kapısını gösteren sisli bir şerit hâlinde uzayıp gitti. Selifan kapıyı çaldı, kısa sürede küçük kapı açılınca içeriden kuşaklı kaftanıyla bir adam göründü ve efendiyle hizmetçi, hırıltılı bir kadın sesi duydular.
“Kim çaldı kapıyı? Ne istiyorsunuz?”
“Yolcuyuz, anneciğim. İzin ver, burada geceleyelim.” dedi Çiçikov.
“Şu kıvraklara bak hele!” dedi ihtiyar kadın. “Hem de gece vakti gelmişler! Burası han değil ki! Malikânenin sahibesi yaşar burada.”
“Ne yapalım anneciğim, yolumuzu kaybettik. Bu vakitte bozkırda gecelemek olmaz ki!”
“Evet, hava karardı, tekin değil.” diye ekledi Selifan.
“Kapat çeneni, aptal!” dedi Çiçikov.
“Tamam ama siz kimsiniz?” dedi ihtiyar kadın.
“Soyluyum, anneciğim.”
“Soylu” kelimesi, ihtiyar kadını biraz düşündürmüş gibiydi.
“Bekleyin hanımıma sorayım.” dedi ve birkaç dakika sonra elinde fenerle geri döndü.
Avlu kapısı açıldı. Diğer pencereden bir ışık görünüp kayboldu. Avlu kapısına yanaşan araba, karanlıkta seçilmesi güç olan küçük bir kulübenin önünde durdu. Pencereden sızan ışık, kulübenin yalnızca bir yarısını aydınlatıyordu; önünde doğrudan yine aynı ışığın düştüğü küçük bir su birikintisi de görünüyordu. Yağmur ahşap çatıya gürültüyle yağıyor, altına konmuş fıçının içine sanki bir dere geçiyormuş gibi şırıltıyla akıyordu. Bu sırada köpekler, her türden sesler çıkarıyorlardı. Birisi başını kaldırmış, sanki Tanrı bilir bunun için maaş alıyormuş gibi tutkuyla, ağır ağır uluyordu; diğeriyse zangoç gibi aceleyle havlıyordu, bu ikisinin arasında postacı zili ya da kıpır kıpır bir soprano gibi çınlayan minik bir yavru köpek vardı ve nihayet iri yarı bir köpeğin bas sesi de duyuldu. İhtiyar bir köpek olmalıydı çünkü konser bütün hızıyla devam ederken şarkı söyleyen bir kontrbas gibi hırıltılı sesler çıkarıyordu. Herkes başını yukarıya kaldırmış, tenorlar yüksek notalara çıkmak için büyük bir istekle parmak uçlarına yükselmiş; o ise tek başına tıraşsız çenesini kravatına gömmüş, neredeyse yere kadar çömelmiş, oradan camları titretip zangırdatan notaları çıkarıyordu. Böyle müzisyenlerden oluşan köpeklerin havlayışlarına göre buranın hatırı sayılır bir köy olduğu söylenebilirdi ama sırılsıklam olup üşüyen kahramanımız yataktan başka bir şey düşünmüyordu. Henüz araba tam olarak durmamıştı ki aşağı atladı, sendeleyip neredeyse düşecekti. Kapıdan bir kez daha, öncekinden daha genç olmasına rağmen yine de ona benzeyen bir kadın çıktı. Onu odasına götürdü. Çiçikov etrafa şöyle bir bakış attı. Odanın, her tarafında eskimiş, çizgili duvar kâğıtları olan duvarında kuş tabloları asılıydı; pencerelerin arasında kararmış çerçeveleri kıvrılmış yaprak görünümlü, eski, küçük aynalar vardı. Her bir aynanın arkasına ya bir mektup ya eski bir iskambil destesi ya da çorap konmuştu. Duvarda, kadranında çiçek resimleri olan bir saat vardı. Odadaki diğer şeylere bakmaya dayanacak gücü kalmamıştı. Gözlerinin sanki bal sürülmüş gibi yapıştığını hissetti. Bir dakika sonra evin hanımı içeri girdi. Alelacele giyinmiş gibi duran, kafasında gecelik takkesi, boynunda pazen kumaştan atkısıyla ihtiyar bir kadındı. Kıt gelen ürünlerden ve zarara uğramaktan yakınan, başını bir yana eğen ama bu sırada komodinin çekmecesinde renk renk minik cüzdanların içinde bozuk para biriktiren küçük bir malikâne sahibesi olan kadınlardan biriydi. Çamaşırlar, gecelikler, yün iplikler ve daha sonra elbisesi; bayram bazlaması ya da pryanik14 pişirirken yanacak ya da kendi kendine yırtılacak olursa bir yenisine çevrilecek sökük pelerin kumaşları dışında hiçbir şey yokmuş gibi görünen komodindeki cüzdanların birine tam, diğerine yarım, üçüncüsüne ise çeyreklik rubleleri ayırmıştı. Ama elbiseler ne yanar ne de kendi kendine yırtılırdı, ihtiyar kadın çok tutumluydu. Bu nedenle sökük pelerin kumaşı öylece durur; sonra da çeşit çeşit, eski püskü eşyayla birlikte yeğenlerinin torunlarına vasiyet edilirdi.