
Полная версия:
Savaş ve Barış II. Cilt
Köylüler ağızları kulaklarına vararak “Hey Yakof Alpatiç!.. Hay Allah, Yakof Alpatiç!.. Amma iş ha… Bizi bağışla n’olur… Tanrı hakkı için ha!..” diyorlardı.
Eliyle gösterişli bir şekilde köylüleri göstererek “Belki de bunlar Ekselanslarını eğlendiriyor?” dedi Alpatiç.
Rostof onlardan uzaklaşarak “Hayır, eğlenilecek bir şey yok bunda!” dedi. “Ne var? Anlatın bana.”
“İzninizle anlatayım: Bu köyün kaba halkı, hanımefendinin malikâneden ayrılmasını önlüyorlar ve atları koşumdan çıkarırız diye tehdit ediyorlar. Bundan ötürü, her şey sabahtan beri arabalara yerleştirilmiş olduğu hâlde, Prenses hareket edemiyor.”
“Nasıl olur bu?” diye bağırdı Rostof.
“Gerçeği size iletmekle mutluluk duyuyorum efendim…” diye cevap verdi Alpatiç.
Rostof atından inip dizginleri hüsara verdi ve Alpatiç’e olay hakkında sorular sorarak onunla birlikte eve yöneldi.
Gerçekten de Prenses’in köylülere buğday vermek istemesi, Dron’la ve onlarla konuşması, işleri iyice çıkmaza sokmuştu. Bu yüzden Dron, anahtarları teslim etmiş ve kesin olarak köylülere katılmıştı. Alpatiç’in çağırmasına aldırış etmemiş ve yanına gitmemişti. Prenses sabahleyin ayrılmak üzere hayvanların arabaya koşulmasını söyleyince köylüler ambarın önüne yığılmışlardı. Köyden gitmesine izin vermeyeceklerini, göç etmeme emrinin çıktığını ve atları koşumdan çözeceklerini bildirmek üzere adam da göndermişlerdi. Onları yola getirmek isteyen Alpatiç yanlarına gitmişti. Ama ona da Prenses’i bırakamayacaklarını, bunun için emir çıktığını, burada kalması gerektiğini, her zamanki gibi ona boyun eğeceklerini, hizmet edeceklerini söylemişlerdi. (Dron kalabalığın arasında görünmüyor, en çok Karp konuşuyordu.)
Rostof ve İlin yolda dörtnala ilerledikleri sırada Prenses Mariya, Alpatiç’in, dadının ve hizmetkârların vazgeçirmek için harcadıkları çabalara rağmen atların koşulmasını söylemişti. Kesinlikle gitmek istiyordu. Ama atlıları gören arabacılar, onları Fransız sanarak kaçmışlardı. Evdeki kadınlar da ağlamaya başlamıştı.
Rostof sofayı geçerken ağlamaklı sesler duyuluyordu:
“Ah, iyi kalpli efendimiz! Kurtarıcımız! Tanrı gönderdi sizi!”
Rostof’u yanına götürdükleri zaman Prenses Mariya, çaresizlik ve şaşkınlık içinde salonda oturuyordu. Onun kim olduğunu, buraya niçin geldiğini ve kendisini nelerin beklediğini bilmiyordu. Ruslara özgü yüzünü ve içeri girişini gördüğü, söylediği ilk sözü işittiği zaman Rostof’un kendi çevresinden bir kimse olduğunu anlayıp derin ve ışıltılı bakışlarını ona çevirmiş; heyecandan titreyen bir sesle konuşmaya başlamıştı. Bu karşılaşma, romanlardaki sahneleri hatırlattı Rostof’a. Ayaklanmış kaba köylülerin eline düşmüş, üzüntü ve acı içinde yapayalnız bir kız! Beni buraya getiren alın yazısı, ne garip bir şey! diye düşünüyordu Rostof, Prenses’i dinlerken. Bakışlarını ona çevirdiğinde Yüzünün çizgilerinde ve taşıdığı anlamda ne ince bir soyluluk ve yumuşaklık var!.. diyordu içinden.
Bütün bunların babası gömüldükten bir gün sonra olduğunu söylediği sırada Prenses’in sesi titredi, başını yana çevirdi. Ama Rostof’un, kendisini etkilemek istediği için böyle davrandığını düşünebileceğini aklına getirerek ürkek ve sorgulayıcı bakışlarını yeniden genç adama çevirdi. Rostof’un gözleri yaşlanmıştı. Prenses Mariya bunu fark etti ve yüzünün çirkinliğini unutturan ışıltılı gözleriyle baktı ona.
“Bir rastlantıyla buraya gelmiş ve size hizmet etme imkânı elde etmiş olduğum için ne kadar mutluluk duyduğumu anlatamam Prenses…” dedi Rostof ayağa kalkarak. “Buyurun, hareket edin. Size muhafızlık etmeme izin verirseniz, kimsenin canınızı sıkmaya kalkışmayacağını şerefim üzerine temin ederim.”
Hükümdar ailesinden prenseslerin karşısında selam verilirken yapıldığı gibi eğilerek Prenses Mariya’yı selamladı ve kapıya yöneldi.
Rostof saygıyla, Prenses’le daha yakından tanışmayı bir mutluluk saydığını ama içinde bulunduğu zor durumdan yararlanarak böyle bir şeyi zorla gerçekleştirmeye çalışmadığını belirtiyordu.
Prenses Mariya bunu fark etmiş ve etkilenmişti.
“Size çok minnetarım, hem de çok…” dedi Fransızca. “Ama umarım ki bütün bunlar bir anlaşmazlığın sonucudur ve kimse kabahatli değildir.”
Prenses birden ağlamaya başlamıştı.
“Özür dilerim!” dedi.
Rostof kaşlarını çattı, Prenses’i saygıyla yeniden selamlayarak dışarı çıktı.
XIV
“Eee nasıl, güzel mi bari? Benim pembeli çok şeker bir şey dostum! Adı da Dunyaşa…”
Rostof’un yüzündeki ifadeyi gören İlin, hemen sustu. Kahraman ve komutanının bambaşka düşünceler içinde olduğunu fark etmişti. Rostof kızgınlıkla baktı ona ve cevap vermeden köye doğru hızla yöneldi.
“Gösteririm ben onlara! Aşağılık herifler!” diye mırıldanıyordu.
Alpatiç koşmamak için kendisini zor tutarak hızlı adımlarla onun arkasından geliyordu.
Hizasına gelince “Efendimiz, acaba ne gibi kararlar aldınız?” dedi.
Rostof yumruklarını sıktı ve tehdit edercesine Alpatiç’in üzerine yürüyerek “Karar mı? Ne kararı, ihtiyar bunak!” diye haykırdı. “Gözünü açsana sen! Köylüler ayaklanıyor, sen de onların hakkından gelmesini bilmiyorsun ha! Sen de hainin birisin! Bilirim senin gibileri, hepinizin derisini yüzeceğim!”
Enerjisinin tümünü harcamak istemiyormuş gibi Alpatiç’i bırakarak hızla ilerledi. Alpatiç, duyduğu kırgınlığı yenerek hızla onu izledi ve bu konuya ilişkin görüşlerini açıklamaya devam etti. Köylülerin büyük bir taşkınlık içinde bulunduğunu, askerî bir birlik olmadan onlara karşı koymanın doğru olmayacağını, önce bir birlik meydana getirmek gerektiğini söyledi.
Öfkesini birine yöneltmek isteğiyle yanan ve akıl dışı, hayvani bir kızgınlık duyan Rostof, anlamsız bir şekilde mırıldandı:
“Askerî birlik neymiş, gösteririm ben onlara! Gösteririm…”
Ne yaptığını bilmeden kararlı ve hızlı adımlarla kalabalığa yaklaştı. O yaklaştıkça bu önceden hesaplanmamış davranışın, en olumlu sonuçları vereceğini hissediyordu Alpatiç. Rostof’un hızlı ve kendinden emin yürüyüşünü, çatık kaşlarını görünce köylüler de aynı şeyi hissetmişlerdi.
Hüsarlar köye girdikten ve Rostof, Prenses’in yanına gittikten sonra; köylüler arasında bir şaşkınlık ve görüş ayrılığı baş göstermişti. Bazı köylüler, bu süvarilerin Rus olduklarını ve genç hanımlarının gitmesine engel oldukları için başlarına bela geleceğini söylüyorlardı. Dron da bu görüşe katılıyordu. Ama düşüncesini açıklamaya kalkıştığında Karp ve ötekiler ona şiddetle karşı çıktılar.
“Yıllardır köyün kanını emdin!” dedi Karp. “Senin için hava hoş! Paranı toprağa gömüp basar gidersin! Evlerimiz yıkılmış ya da yıkılmamış, umurunda mı?”
“Düzeni korumak, buradan ayrılmamak, hiçbir şey götürmemek emrediliyor. Bütün sorun bu!” dedi bir başkası.
“Senin oğlan gidecekken onun yerine benim Vanka’yı gönderdin!” dedi bir ihtiyar ansızın patlayarak. “Şimdi de ölelim, değil mi?”
“Evet, evet öleceğiz!”
“Ben topluluğumuza karşı gelmiyorum…” diyordu Dron.
“Karşı değilsin ama göbeğini iyice şişirdin…
Uzun boylu iki mujik de kendi düşüncelerini açıklıyorlardı. Yanında İlin, Lavruşka ve Alpatiç bulunan Rostof kalabalığa yaklaşınca Karp; parmaklarını kemerine geçirip hafifçe gülümseyerek ilerledi. Dron ise en arka sıralara geçti ve kalabalık hemen toplandı.
“Söyleyin bakalım, muhtar hanginiz?” diye haykırdı Rostof hızla yaklaşarak.
“Muhtar mı? Ne yapacaksınız?..” dedi Karp.
Ama sözünü bitirmeden başlığı havaya uçtu ve sert bir darbeyle yana eğildi.
“Çıkarın başlıklarınızı alçaklar!” diye kalın sesiyle haykırdı Rostof. “Nerede muhtar?”
“Muhtar… Muhtarı istiyor… Dron Zahariç, seni istiyorlar…” diye sesler yükseldi kalabalıktan.
Bu arada başlıklarını çıkarıyorlardı.
“Baş kaldırmaya hakkımız yok bizim, düzeni korumalıyız…” dedi Karp.
Aynı anda kalabalıktan çeşitli sesler yükseldi:
“İhtiyarların verdiği kararları yerine getiriyoruz biz. Sizin gibi emir veren çok kimse var…”
“Ne, tartışıyor musunuz?.. Baş kaldırmak demektir bu! Haydutlar! Hainler!” diye bağırıyordu Rostof tanınmaz bir sesle.
Bir yandan da Karp’ın yakasına sarılmıştı.
“Bağlayın şunu, bağlayın diyorum!” diye haykırdı.
Oysa ortada Lavruşka ve Alpatiç’ten başka Karp’ı bağlayacak kimse yoktu.
Ama Lavruşka gecikmedi, hemen koşarak iki elini arkasından yakaladı:
“Bizimkileri çağıralım mı efendimiz?” dedi.
Alpatiç de Karp’ı bağlamaları için iki köylüyü adlarıyla çağırdı. Köylüler uysal bir şekilde kalabalıktan ayrılıp kemerlerini çıkardılar.
“Muhtar nerede?” diye haykırdı Rostof.
Dron, sapsarı ve kaşları çatılmış hâlde kalabalığın arasından çıktı.
“Demek muhtar sensin!” diye bağırdı Rostof. “Lavruşka, bağla şunu da!”
Emri, karşı konulması imkânsız gibi söylemişti. Gerçekten de iki köylü hemen, Dron’u bağlamakla görevlendirdiler kendilerini. Dron da kemerini çıkararak onlara yardımcı oldu.
“Şimdi, hepiniz beni dinleyin!” dedi Rostof köylülere. “Haydi, hemen toz olun! Sesinizi filan duymayayım!”
“Biz bir kötülük yapmadık… Yalnız aptallık ettik, akılsızlık ettik… Bu doğru değil demiştim ben!” diye sesler yükseldi kalabalıktan.
Fırsattan yararlanan Alpatiç, “Size söyledim.” dedi. “Yanlış yapıyorsunuz dedim, arkadaşlar!”
“Aptallık ettik, Yakof Alpatiç!” diyen sesler yükseldi ve köylüler dağılıp evlerine yollandılar.
Bağlanmış olan iki kişi eve getirildi. Sarhoşlar da onların peşine takılmıştı.
“Ah, seni böyle görünce…” dedi sarhoşlardan biri Karp’a bakarak.
“Efendilerle böyle konuşulur mu? Ne sanıyordun? Aptalın birisisin sen…” dedi öteki. “Hem de tam aptal!”
İstenen arabalar, iki saat sonra avluda hazır duruyordu. Köylüler, efendilerinin eşyasını neşe içinde taşıyor ve yerleştiriyorlar; kapatıldığı odunluktan, Prenses’in isteğiyle çıkarılmış olan Dron da onlara emirler veriyordu.
Uzun boylu, ablak ve güleç yüzlü bir köylü, oda hizmetçisinin elindeki kutuyu alarak “Öyle konmaz…” dedi. “Para verildi buna! Fırlatma, sicimle bağla bakayım. Düşsün mü istiyorsun! Sevmem böyle şeyleri. Her şey namusluca ve gerektiği gibi yapılmalı… Evet öyle, hasırla ya da otla örtüver, işte oldu.”
Prens Andrey’in kitaplarını taşıyan bir başkası “Amma da çok kitap var ha! Ne de ağırmış! Doğrusu dehşet kitaplar…” dedi.
“Ne sandın! Bunu yazanlar, orada burada sürtmemişler!” diye cevap verdi ablak yüzlü mujik.
Üst üste konmuş sözlükleri işaret ediyordu göz kırparak.
Rostof, Prenses Mariya ile ahbaplığını ilerletmek istemediği için onun yanına gitmedi ve köyde kalarak yola çıkmasını bekledi. Prenses hareket edince atına bindi, Boguçorovo’ya on iki verst uzaklıkta olan ve birliklerimizin işgalinde bulunan yola kadar geçirdi onu. Yankovo’da kendisine saygıyla veda ederek elini ilk defa öptü.
Kendisini “kurtardığını” söyleyen Prenses Mariya’ya “Beni mahcup ediyorsunuz. Herhangi bir polis görevlisi de yapardı bunu…” dedi. “Yalnızca köylülerle savaşmak zorunda kalsaydık düşmanın bu kadar ilerlemesine izin vermezdik…” diye ekledi sıkılarak ve konuyu değiştirmeye çalışarak. “Sizinle tanışma fırsatını bulduğum için çok mutluyum. Hoşça kalın Prenses, mutluluklar, teselliler dilerim size. Sizinle daha mutlu şartlar altında karşılaşmak isterdim. Beni mahcup etmek istemezseniz, rica ederim, teşekkür etmeyiniz.”
Ama Prenses sözle değil, minnettarlık ve şefkatle parıldayan yüzüyle teşekkür ediyordu. Rostof’un ortada teşekkür edecek bir şey olmadığı konusundaki sözlerine de inanmıyor; tam tersine, Rostof olmasaydı hem Fransızların hem de ayaklanmış köylülerin kurbanı olacağını, kendisini apaçık ve korkunç tehlikelere attığını, onun çektiği acıyı anlayan yüksek ruhlu ve soylu bir insan olduğunu düşünüyordu. Babasının ölümünden ağlayarak söz ettiğinde Rostof’un yaş dolan iyi ve temiz gözlerini bir türlü unutamıyordu.
Rostof’la vedalaşıp yalnız kaldığı zaman gözlerinin ansızın yaşlarla dolduğunu hissetti Prenses ve ilk defa elinde olmayarak Onu seviyor muyum? diye sordu kendi kendine. Moskova’ya yol alırken arabada kendisiyle beraber olan Dunyaşa, durumunun pek de iç açıcı olmamasına rağmen hanımının, pencereden bakarken hüzünlü ve mutlu bir şekilde gülümsediğini fark etti.
Onu seversem, ne olur ki? diye kendi kendine sordu yine Prenses Mariya.
Kendisiyle belki de hiçbir zaman ilgilenmeyecek bir adamı sevebildiği için utanç duyduğu hâlde bunu hiç kimsenin bilemeyeceğini, hayatında ilk ve son olarak ölene kadar birini gizlice sevmenin bir kabahat olmadığını düşünerek avuttu kendisini.
Kimi zaman bakışlarını, yakınlığını, sözlerini hatırlıyor ve mutluluk pek o kadar uzak görünmüyordu Prenses’e. İşte o sırada Dunyaşa, Prenses’in pencereden gülümseyerek baktığını görüyordu.
Tam bu sırada Boguçorovo’ya geliyor! diye düşünüyordu Prenses. Kız kardeşi de Prens Andrey’e verdiği sözden dönüyor!87 Bütün bunları Tanrı’nın isteği gibi görüyordu Prenses Mariya.
Rostof da Prenses’i hatırladıkça bir hoş oluyordu. Onu düşündüğü zaman neşeleniyor ve Boguçorovo’daki macerasını öğrenen arkadaşları, ot ararken Rusya’nın en zengin kızlarından birine tosladığını söyleyerek şakalaştıkları zaman kızıyordu. Kızmasının nedeni, sınırsız bir zenginliğe sahip uysal ve tatlı Prenses Mariya ile evlenmeyi birkaç kere düşünmüş olmasıydı. Ondan daha iyi bir kadın düşünemezdi kendisi için; böyle bir evlilik annesi Kontes’i mutlu kılar, babasının da işlerini yoluna sokardı ve hatta -bunu kuvvetle hissediyordu Rostof- Prenses Mariya’ya da mutluluk getirirdi.
Peki ya Sonya? Verdiği söz?
Prenses Mariya konusunda şakalaştıkları zaman, bundan ötürü kızıyordu Rostof.
XV
Kutuzof, orduların komutasını ele alınca Prens Andrey’i hatırladı ve genel karargâha çağırttı.
Prens Andrey, Tsarevo-Zaymişçe’ye; Kutuzof’un, birlikleri ilk olarak teftiş ettiği gün ve saatte geldi. Köyde, Başkomutan’ın arabasının bulunduğu yerde, papazın evinin önünde durdu ve şimdi herkesin “Serenisim”88 dediği Kutuzof’u beklemek için avlu kapısının yanındaki sıraya oturdu. Köyün arkasındaki alandan kimi zaman alay bandosunun sesi, kimi zaman da yeni Başkomutan için “Hurra!” diye bağıran sayısız insanın uğultusu geliyordu. Prens Andrey’den on adım kadar ötede iki süvari emir eri, bir kurye, bir metrdotel duruyor; Kutuzof’un yokluğundan ve havanın güzelliğinden yararlanıyorlardı. Bıyıkları ve favorileri birbirine karışmış, yağız ve ufak tefek bir hüsar yarbayı, atla kapıya yaklaştı ve Prens Andrey’e göz ucuyla bakarak Serenisim’in orada kalıp kalmadığını ve çabuk dönüp dönmeyeceğini sordu.
Prens, Serenisim’in kurmayında görevli olmadığını ve biraz önce geldiğini söyledi. Yarbay, giyimiyle göz alan emir erlerinden birine döndü. Emir eri, Başkomutan emir erlerinin subaylarla konuşurken takındıkları küçümseyici tavırla cevap verdi:
“Serenisim mi? Neredeyse gelir. Ne istiyordunuz?”
Subay bu tavır karşısında bıyık altından güldü, üzerinden indiği atını bir emir erine verdi ve hafifçe selamlayarak Bolkonski’ye yaklaştı. Bolkonski, sırada yer açtı ve yeni gelen onun yanına oturdu.
“Siz de mi Başkomutan’ı bekliyorsunuz?” diye sordu. “Galiba birçok kişiyi kabul ediyor. Tanrı’ya şükürler olsun. Sosisçilerle89 başımız derde girmişti! Yermolof, Almanlığa terfi ettirilmesini boşuna istemedi doğrusu. Artık Ruslar da seslerini çıkarabilirler! Ne kötü durumdu o! Durmadan geri çekil!.. Siz de çarpışmalara katıldınız mı?”
Prens Andrey “Bu zevki tatmakla kalmadım, geri çekilişte benim için değer taşıyan ne varsa hepsini, mülkümü, evimi ve… Üzüntüsünden ölen babamı da kaybettim…” dedi. “Ben Smolenskliyim…”
“Yaa… Siz Prens Bolkonski misiniz? Tanıştığımıza sevindim. Ben, Yarbay Denisof; daha çok Vaska adıyla tanınırım…” dedi Denisof.
Ve üzüntülü bir bakışla Prens’i süzerek “Evet evet, bunu duymuştum…” diyerek elini sıktı. “İskit Savaşı yapılıyor evet ama bunu çekenler bilir. Demek, Prens Bolkonski’siniz siz… Tanıştığımıza çok memnun oldum Prens, çok memnun oldum…” dedikten sonra da başını salladı ve Prens’in yeniden elini sıktı.
Prens Andrey, Denisof’u, Nataşa’nın kendisine ilk talip olan kimseyle ilgili hikâyelerinden bilirdi. Bu anı, hem tatlı hem de acıydı onun için ve son zamanlarda unuttuğu hasta duygularını yeniden depreştirmişti. Son zamanlarda Smolensk’in elden çıkması, Lisi Gori’ye gitmesi, babasının ölüm haberi gibi olaylar öylesine ciddi izlenimler edinmesine yol açmıştı ki bu anılar aklına gelse bile eskisi gibi güçlü bir etki yapmıyorlardı. Bolkonski adının Denisof’ta çağrıştırdığı anılarsa bir akşam yemeğinde Nataşa’nın söylediği şarkıdan sonra, on beş yaşındaki bu kıza evlenme teklifinde bulunduğu günün; o uzak ve şiir dolu geçmişin hatıralarıydı. O zamanları ve Nataşa’ya duyduğu çılgınca aşkı hatırladı ama hemen ardından, bütün benliğiyle ilgi duyduğu konuya geçti. Çekiliş sırasında ileri karakoldayken tasarladığı savaş planıydı bu. Planı Barclay de Tolly’ye sunmuştu, şimdi de Kutuzof’a sunmak istiyordu. Planın temeli şuydu: Fransızların harekât hattı çok uzamıştı, cepheden bir saldırı yerine ya da bu taktikle birlikte Fransızların ulaşım yollarına saldırmak gerekiyordu. Planını Prens Andrey’e açıklamaya girişti.
“Bu hat üzerinde tutunamazlar, imkânsız bu. Onları yarmayı üzerime alırım; beş yüz kişi verin, onları kesinlikle bozguna uğratırım. Bir tek sistem var: O da çete savaşı.”
Denisof ayağa kalkmış, el kol hareketleriyle planını Prens Andrey’e anlatıyordu. Bu arada teftiş yerinden haykırışlar, müzik ve şarkılar her taraftan ve daha karışık bir şekilde duyuluyordu. Ayak sesleri ve çığlıklar geliyordu köyden.
Kapıda duran kazak “İşte, geliyor!” diye bağırdı.
Andrey ve Denisof, bir bölük askerin (Şeref kıtasıydı bu.) önünde durduğu kapıya yaklaştılar ve küçük doru bir at üzerinde yaklaşan Kutuzof’u gördüler. Arkasından kalabalık bir maiyet ve generaller geliyordu. Barclay, hemen hemen yanı sıra geliyordu; arkalarından ve yanlarından kalabalık bir subay alayı at koşturuyor; “Hurra!” diye haykırıyordu.
Yaverler, Kutuzof’tan önce avluya girmek üzere atlarını ileri sürdüler. Kutuzof, ağırlığı altında ezilmiş gibi tembel tembel yürüyen atını sürekli olarak dürtüyor ve durmadan başını sallıyor; elini, giydiği (kırmızı kenarlı ve güneşliksiz) süvari muhafızı kasketine götürüyordu. Kendisini selamlayan ve büyük bir kısmı madalyalı olan babayiğit humbaracılar mangasına yaklaşınca komuta etmeye alışmış bir insanın keskin bakışıyla bir şey söylemeden ve dikkatle süzdü onları. Sonra yanındaki generallere döndü. Yüzünde kurnazca bir ifade belirdi ve hayret ediyormuş gibi omuzlarını kaldırarak “Bu yiğitlerle geri geri çekiliyoruz ha!” dedi. “Hem de durmadan geri çekiliyoruz! Eh, hoşça kalın General!”
Ve atını kapıya, Prens Andrey ile Denisof’un önüne sürdü. Arkasından, “Hurra! Hurra! Hurra!” diye bağırıyorlardı.
Prens Andrey görmeyeli beri, Kutuzof adamakıllı şişmanlamış, yağ bağlamış ve âdeta şişmişti. Ama çok iyi bildiği ak gözü, yüzündeki yara, yorgun hâli hep aynıydı. Bir üniforma redingotu giymişti, ince kayışlı kırbacı omuzundan sarkıyordu ve kendini iyice koyvermiş hâlde, güçlü atının üzerinde ağır ağır sallanıyordu.
“Füv… Füv… Füv…” diye hafiften ıslık çalarak avluya girdi. Angaryayı yapıp bitirdikten sonra dinlenmeye niyet eden bir adamın sakin sevinci vardı yüzünde. Sol ayağını üzengiden çıkardı, bütün ağırlığını vererek ve yüzünü buruşturarak bacağını güçlükle eyerin üstünden geçirdi, diziyle dayandı, inledi ve hazır bekleyen kazakların ve yaverlerin kollarına bıraktı kendisini.
Birden kendini toplayıp gözlerini kırpıştırdı ve çevresini süzdü. Andrey’e baktı, tanımamış olmalı ki sallana sallana merdivenlere doğru yürüdü.
“Füv… Füv… Füv…” diye ıslık çalıp Andrey’e yeniden baktı. Yaşlı kimselerde çoğunlukla görüldüğü gibi Prens’in yüzüne bakınca kim olduğunu hemen anlayamadı. Yorgun bir hâlde “Ooo Prens, nasılsın yavrum, nasılsın, gel gidelim…” dedi.
Ve ağırlığı altında gıcırdayan merdivenlerden ağır ağır çıktı. Redingotunun düğmelerini çözüp perondaki sıraya oturdu.
“Eee, baban nasıl bakalım?”
“Dün ölüm haberini aldım…” dedi Prens Andrey kısaca.
Kutuzof, korku dolu ve açılmış gözlerle baktı ona; kasketini çıkarıp haç çıkardı.
“Yeri cennet olsun! Tanrı’nın isteği hepimizin üzerine olsun!” dedi. Derin bir iç geçirdikten sonra sustu. “Onu sever ve sayardım, acına gönülden katılırım.” dedi ve Andrey’i koluyla sararak tombul göğsüne bastırdı ve uzun süre bırakmadı.
Kolunu gevşettiği zaman, Kutuzof’un sarkık dudaklarının titrediğini ve gözlerinde yaşlar biriktiğini gördü Prens Andrey. Kutuzof içini çekti ve kalkmak için iki elini sıraya dayadı.
“Gel, biraz konuşalım.” dedi.
Ama üstleri karşısında da düşman karşısında olduğu kadar atak olan Denisof, tam bu sırada, yaverlerin kendisini öfkeyle fısıldayarak durdurmak istemelerine aldırış etmeden mahmuzlarını şakırdatarak merdivenlerden çıktı. Kutuzof, sıraya dayadığı ellerini kaldırmadan ve hoşnutsuzluğunu belirten bir ifadeyle Denisof’a baktı. Kendini tanıtan Denisof, yurdun yararı için altese çok önemli bir konu açacağını söyledi.
“Yurdun yararına mı?” dedi Kutuzof. “Neymiş bu, görelim bakalım.”
Denisof genç bir kız gibi kızardı -bu yıpranmış, bıyıklı, sarhoş yüzün kızardığını görmek gerçekten garipti- ve Smolensk ile Vyazma arasında düşmanın harekât hattını yarma planını hiçbir çekingenlik duymadan anlatmaya başladı. Denisof, bu bölgelerde yaşadığı için çok iyi bilirdi buraları. Kendinden emin sözleri, planının iyi bir şey olduğunu gösterir gibiydi. Kutuzof ayaklarına bakıyor, hoşa gitmeyecek bir şeyin çıkmasını bekler gibi kimi zaman komşu evin kapısına göz atıyordu. Gerçekten de Denisof konuşurken bu kapıdan, koltuğunun altında çantayla bir general çıktı.
Denisof’un sözünü keserek “Nasıl? Hazır mı?” diye sordu Kutuzof.
“Evet, altes!” dedi general.
“Tek bir adam bütün bunların üstesinden nasıl gelir?” der gibi başını salladı Kutuzof ve Denisof’u dinlemeye devam etti.
“Napolyon’un ulaşım hatlarını keseceğim konusunda size Rus subayının şeref sözünü veririm…” diyordu Denisof.
“Başlevazımcı Kiril Andreyeviç Denisof neyin olur senin?” diye onun sözünü kesti Kutuzof.
“Öz amcam olur altes.”
“Onunla dosttuk…” dedi Kutuzof neşeyle. “Peki dostum, peki; burada karargâhta kalın, yarın görüşürüz.”
Denisof’a başıyla bir işaret yaptıktan sonra, Konovnitsin’in getirdiği kâğıtları almak üzere döndü.
Nöbetçi general hoşnutsuzluğunu hafifçe belirten bir sesle “Odaya geçmek lütfunda bulunmaz mısınız altes? Planları gözden geçirmek ve bazı belgeleri imzalamak gerekiyor…” dedi.
Evden çıkan bir yaver, içeride her şeyin hazır olduğunu bildirdi. Ama Kutuzof’un işleri bitirmeden içeriye girmek niyetinde olmadığı belliydi. Alnını buruşturarak “Hayır dostum, buraya bir masa getirin. Hepsini burada göreceğim.” dedi. “Sen gitme!” diye ekledi Prens Andrey’e dönerek.
Prens, peronda kaldı ve nöbetçi generalin söylediklerini dinlemeye koyuldu.
General raporunu verirken giriş kapısının ötesinden gelen kadın fısıltıları, ipek elbise hışırtıları duyuyordu Andrey. Birkaç kere dönüp o yana baktı. Kapının ötesinde, elinde bir tabak, sırtında pembe bir elbise ve başında leylak rengi başörtüyle etine dolgun, pembe beyaz, güzel bir kadının beklediğini gördü. Şüphesiz Başkomutan’ın yanına gelmek istiyordu. Yaver, alçak sesle, hoş geldiniz anlamına gelen tuzu ve ekmeği sunmak için bekleyen papazın karısı, yani ev sahibesi olduğunu açıkladı. Kocası, altesi, kilisede haçla karşılamıştı; o da evde karşılıyordu…
“Çok güzel bir şey…” diye ekledi.
Bu sözler üzerine Kutuzof başını çevirdi. Generalin, Tsarevo-Zaymişçe’deki mevziyi eleştiren raporunu, tıpkı Denisof’u ve yedi yıl önce Austerlitz Savaş Kurultayındaki tartışmaları dinlediği gibi dinliyordu. Bir tanesi pamukla tıkalı olmasına rağmen yine de Tanrı kulak vermiş olduğu için dinliyordu şüphesiz. Ama nöbetçi generalin söylediklerinden hiçbiri şaşırtmaz ve ilgilendirmezdi onu. Söyleyeceği şeyleri zaten biliyordu ve papazın duasının dinlenmesi gerektiği gibi dinliyordu bunları. Denisof’un bütün söyledikleri makul ve uygulanabilir şeylerdi. Nöbetçi generalin söyledikleri daha da öyleydi. Ama Kutuzof’un bilgi ve zekâyı küçümsediği, sorunu çözecek olan ve bilgi ile zekâya bağlı bulunmayan bir başka şeyi bildiği belliydi. Prens Andrey, Başkomutan’ın yüzündeki ifadeleri dikkatle izliyordu. Fark edebildiği biricik ifade; can sıkıntısı, kapının ardındaki kadın fısıltısının ne olduğunu öğrenme arzusu ve nezaketi elden bırakmama isteğiydi. Kutuzof’un zekâyı, bilgiyi ve hatta Denisof’un gösterdiği yurtseverliği küçümsediği besbelliydi. Ama zekâsıyla, duygularıyla, bilgisiyle değil -bunları göstermeye tenezzül bile etmiyordu- başka bir şeyle; yaşlılığıyla, edindiği hayat tecrübesiyle küçümsüyordu bunları. Rapordan sonra kendisinin aldığı tek önlem, Rus birliklerinin çapulculuğuna ilişkindi. Nöbetçi general en sonunda, yeşil yulafların biçilmesinden ötürü bir toprak sahibinin şikâyeti üzerine bazı subayların cezalandırılması konusundaki dilekçeyi imzalanmak üzere altese sundu.