
Полная версия:
Savaş ve Barış II. Cilt
26 Ağustos’ta, Rus birliklerinin zayıf ve bitmemiş bir tahkimatla savunulmaları yetmiyormuş gibi Rus komutanlarının gerçekleşmiş olan durumu -sol kanatta mevzinin kaybedilmesi ve yapılacak savaşın mevzinin sağdan sola aktarılması- göz önüne almayarak Novoye’den Utitsa’ya kadar uzanan bir alanda mevzilenmeleri ve bundan ötürü savaş sırasında birlikleri sağdan sola kaydırmaları, durumun elverişsizliğini daha da artırıyordu. Bundan ötürü, savaş boyunca sol kanadımıza saldıran tüm Fransız ordusunu, onun yarısı kadar bir kuvvetle karşılamak zorunda kalmıştık. (Ponyatovski’nin Utitsa’ya, Uvarof’un Fransızların sağ kanadına karşı giriştikleri hareketler, savaşın genel gidişinden bağımsızdı.)
Böylece Borodino Savaşı, komutanlarımızın hatalarını örtmek isteyen ve dolayısıyla Rus ordusunu da halkını da küçük düşüren tarihçilerin anlattığı gibi gerçekleşmedi. Bu savaş, çok iyi belirlenmiş ve tahkim edilmiş bir yerde ve Fransızlardan biraz daha zayıf Rus kuvvetleriyle verilmedi. Şevardino Tabyası’nın elden çıkmasından sonra Ruslar, Fransızların yarısı kadar bir kuvvetle, açık ve hemen hiç tahkim edilmemiş bir mevzide savaş verdiler. Öyle ki bu durumda, on saat çarpışmak ve savaşı sonuçsuz bırakmak şöyle dursun, orduyu tam bir bozgundan ve kaçıştan üç saat alıkoymak bile imkânsızdı.
XX
25 Ağustos sabahı Piyer, Mojaisk’ten ayrıldı. Kentin dışına çıkan dik ve dolambaçlı bayır aşağı yoldan indikten, sağdaki tepede yer alan ve bir ayinin yapıldığı katedralin yanından geçtikten sonra arabadan çıkıp yürümeye başladı. Kilisenin çanları çalıyordu. Arkasından, şarkıcılarıyla bir süvari alayı inmekteydi. Karşısından da bir gün önceki savaşta yaralananlarla dolu bir araba yokuş yukarı tırmanıyordu. Köylü arabacılar atlara sesleniyor, kamçılarıyla vurarak bir yandan öteki yana koşuşuyorlardı. Yaralıların yattığı ya da oturduğu arabalar, kaldırım taşı diye şuraya buraya atılmış taşların üzerinde zıplayarak ilerliyordu. Yaraları bezlerle sarılmış, benizleri sapsarı, dudakları kısılmış, kaşları çatılmış yaralılar; arabanın kenarına tutunarak onunla beraber zıplıyorlar, birbirlerine çarpıyorlar; saf ve çocuksu bir merakla Piyer’in beyaz şapkasına ve yeşil frakına bakıyorlardı.
Piyer’in arabacısı, yaralıların arabalarına yoldan çekilmeleri için öfkeyle bağırdı. Süvari alayı, şarkılar söyleyerek bayırdan inip Piyer’in arabasına yaklaştı ve yolu kapladı. Piyer, yamacın oyulmasıyla oluşturulmuş yolun kıyısına iyice çekilerek durdu. Dağ yamacının dikliği yüzünden güneş, yolun derinliklerini aydınlatamıyordu; buraları serin ve rutubetliydi. Piyer’in üstünde parlak bir ağustos sabahı vardı ve çan sesleri havada neşeyle yankılanıyordu. Yaralılarla dolu bir araba, Piyer’in yanında, yolun kıyısında durdu. Çarıklı bir arabacı soluyarak koştu, çembersiz arka tekerleklerin altına bir taş koydu ve atının adımını düzeltmeye başladı.
Arabanın arkasından giden kolu sargılı yaşlı bir yaralı asker sağlam eliyle arabaya tutunup Piyer’e döndü ve sordu:
“Hemşehrim, burada mı yatıracaklar bizi, yoksa Moskova’ya mı götürecekler, ne dersin?”
Piyer, soruyu duymayacak kadar dalmıştı. Kimi zaman yaralı kafilesiyle karşılaşan süvari alayına kimi zaman da içinde ikisi oturan biri de yatan üç yaralının bulunduğu talikaya bakıyordu. Oturan askerlerden biri yüzünden yara almış olmalıydı; başının her yanı bezlerle sarılmış, yüzünün bir yanı bir çocuk başı kadar şişmişti. Ağzı ve burnu yüzünün bir yanına kaçmıştı. Katedrale bakarak haç çıkarıyordu. İncecik yüzünde bir damla kan kalmamışa benzeyen genç bir kura eri, suratında donup kalmış bir gülümsemeyle bakıyordu Piyer’e; yüzükoyun yatmış olan üçüncünün yüzü görünmüyordu. Süvari alayının şarkıcıları talikanın yanından Kirpi kafalı yuttu hapı… Yurdundan uzaktasın… diye bir oyun havası söyleyerek geçiyorlardı.
Yükseklerden, onlara eşlik etmek ister gibi ama bambaşka neşeli bir tonda madenî çan sesleri duyuluyordu. Güneşin ışınları da aydınlıkta pırıl pırıl parlayan karşıki bayırı bir başka neşeye boğuyordu. Ama Piyer’in bulunduğu yer, yani yamacın eteği, yaralıların arabasının yanı ve soluyan atların olduğu yer; rutubetli, loş ve kasvetliydi.
Yüzü yaralı asker, kızgınlıkla baktı şarkı söyleyen süvarilere.
“Züppeler!” dedi.
“Bugün yalnız askerler değil, mujikler de var. Onları da cepheye sürüyorlar, ayırt etmiyorlar şimdi… Bütün halkla yüklenmek isteniyor… Moskova söz konusu. Yapılacak bir tek şey var şimdi.”
Arabanın arkasında duran ve hüzünle gülümseyen asker, Piyer’e dönerek söylemişti bunları. Sözlerinin açık bir anlam taşımamasına rağmen onun söylemek istediğini anlamıştı Piyer. Başıyla “Evet.” der gibi bir işaret yaptı.
Yol yeniden açıldı, Piyer bayır aşağı yürüdü ve daha sonra arabayla yoluna devam etti.
İki tarafına bakıp tanıdık bir yüz arayarak ilerliyor; beyaz şapkasına ve yeşil frakına şaşkın şaşkın bakan, çeşitli sınıflardan tanımadığı askerlerle karşılaşıyordu.
Aşağı yukarı dört verst yürüdükten sonra ilk tanıdığa rastladı ve neşeyle seslendi ona. Bir ordu başhekimiydi bu; yanında genç bir meslektaşıyla, üstü açık bir binek arabasında Piyer’e doğru yaklaşıyordu. Onu tanıyınca arabacı, yerinde oturan kazağa seslenerek durmasını söyledi.
“Kont, Ekselans! Ne yapıyorsunuz burada?” diye sordu doktor.
“Şöyle bir görmek istemiştim de…”
“Evet, görülecek çok şey olacak…”
Piyer arabadan inip doktorla konuştu. Savaşa katılmak istediğini söyledi ona.
Doktor ona doğrudan doğruya Serenisim’e başvurmasını salık verdi.
“Savaş sırasında kimsenin sizi tanımadığı, bilinmeyen bir yerde niçin bulunacakmışsınız?” dedi genç arkadaşıyla bakışarak. “Serenisim sizi tanır ve memnuniyetle kabul eder. Böyle yapmalısınız, sevgili dostum.”
Doktor bezgindi ve acele eder gibi görünüyordu.
“Sizce… Mevzinin nerede olduğunu da sormak istiyordum size…” dedi Piyer.
“Mevzi mi? Bu benim işim değil. Tatarinovo’yu geçtiğiniz zaman orada bir şeyler kazıp durduklarını göreceksiniz. Tepeden görürsünüz.”
“Öyle mi… Eğer siz…”
Doktor, Piyer’in sözünü kesti ve arabasına doğru yürüdü.
“Size yolu göstereyim ama artık burama geldi!” Boynunu gösteriyordu. “Acele kolordu komutanına gidiyorum. Bizde işler nasıldır bilirsiniz Kont… Yarın savaş vereceğiz, yüz bin askerden yirmi bininin yaralanacağını söyleyebiliriz. Oysa bizde, altı bin kişi için bile ne sedye ne yatak ne sıhhiye görevlisi ne hekim var. On bin araba var ama başka şeyler de gerekli. Kendi yağımızla kavrulmak zorundayız.”
Beyaz şapkasına neşeli bir merakla bakan sağlıklı ve canlı, genç ve yaşlı bu binlerce insanın içinden yirmi bininin yaralanmaya ve ölmeye kaçınılmaz bir şekilde mahkûm olduğu -bunlar, kendi gördüğü kimseler olabilirdi- düşüncesi, Piyer’i çok etkilemişti.
Yarın ölebilirler… Peki, nasıl oluyor da ölümden başka bir şey düşünebiliyorlar? diye düşünüyordu. Ansızın gizli bir çağrışımla Mojaisk Tepesi, yaralılarla dolu arabalar, çan sesleri, güneşin eğik ışınları, süvarilerin şarkıları canlandı hayal gücünde. Tatarinovo’ya doğru ilerlerken: Süvariler savaşa gidiyor ve yolda yaralılarla karşılaşıyorlar, kendilerini bekleyen şeyi bir an bile düşünmüyorlar, yaralıların yanından onlara göz kırparak geçiyorlar, oysa aralarından yirmi bini ölüme mahkûm ve şapkama bakıp matrak geçiyorlar! Ne garip! diye düşündü.
Bir büyük toprak sahibinin yolun solundaki evinin önünde, binek ve yük arabaları, emir erleri, devriyeler duruyordu. Serenisim burada kalıyordu. Ama Piyer geldiğinde evde değildi, kurmay subaylarından da kimse yoktu, hepsi ayindeydi. Piyer, Gorkiy’e doğru yoluna devam etti.
Tepeye gelip köyün yoluna varınca kalpakları haçlı ve beyaz gömlekli köylü milisleri ilk defa gördü. Piyer; yolun sağında, üzerini otlar kaplamış bir tepede, yüksek sesle konuşarak, gülerek ter içinde, canla başla çalışıyorlardı. Tepede duran iki subay emir veriyordu.
Asker olmaktan hoşlandıkları belli olan bu köylüleri görünce Mojaisk’teki yaralı askerleri hatırladı ve “Bütün halkla yüklenmek isteniyor.” diyen askerin bu sözünün gerçek anlamını kavramaya başladı. Savaş alanında çalışan, garip ve kaba çizmeli, boyunları terlemiş, düğmeleri çözülmüş gömleklerinden güneşte yanmış köprücük kemikleri görünen bu sakallı mujikler; Piyer’e göre durumun ciddiyetine ve yüceliğine, o ana kadar görüp işittiği her şeyden daha fazla şahitlik ediyordu.
XXI
Piyer arabadan indi; çalışan milislerin yanından geçip doktorun, savaş alanını görebileceğini söylediği tepeye tırmandı.
Saat on birdi; güneş biraz solda, Piyer’in arkasındaydı ve pırıl pırıl, saydam havada, önünde bir anfiteatr şeklinde açılan bayırın her yerini parlak ışıklarıyla aydınlatıyordu.
Tepenin beş yüz adım kadar ilerisinde ve aşağısında, beyaz kiliseli köyden (Borodino’ydu burası.) geçen büyük Smolensk yolu, bu anfiteatrı keserek yukarısında ve solda kıvrılarak uzanıyordu. Köyün sonunda bir köprüden geçen yol, inişler ve yokuşlar oluşturup kıvrılarak altı verst uzakta görülen Valuyeva köyüne doğru yükseliyordu. (Napolyon şu anda oradaydı.) Valuyeva’nın ötesinde de ufukta, sararmış bir ormanın içinde gözden kayboluyordu. Sağda, bu ormanın içinde, ta uzakta, Kolost Manastırı’nın haçı ve çan kulesi güneşte parlıyordu. Bu uzak mavilikte, ormanın ve yolun sağında ve solunda yakılmış ateşlerin dumanları; bizim ve düşmanın, belli belirsiz asker yığınları görülüyordu. Sağda, Koloça ve Moskova ırmakları boyunca arazi engebeli ve dağlıktı. Tepeler arasındaki boğazlardan, Bezzuhovo ve Zaharino köyleri göze çarpıyordu. Solda arazi düzdü; yakılmış bir köy, Semyonoskaya köyü görünüyordu uzaktan.
Piyer’in gördükleri o kadar belirsizdi ki arazinin hiçbir bölümü hayalinde canlandırdığı görüntüye uymuyordu. Hayal ettiği savaş alanını hiçbir yerde bulamıyor; yalnızca tarlalar, boş alanlar, ormanlar, dumanlar, köyler, tepeler, dereler görüyordu. Bütün dikkatine rağmen bu görünümde mevzi diyebileceği bir şey bulamıyordu. Bizim kıtaları bile düşman kıtalarından ayırt etmesi imkânsızdı.
“Bir bilene sormalı!” diyerek iri gövdesine, sivil kıyafetine merakla bakan bir subaya döndü.
“Şu karşıdaki köyün hangisi olduğunu söyler misiniz lütfen!” dedi.
“Borodino. Öyle değil mi?” dedi subay, arkadaşına dönerek.
“Evet, Borodino…” dedi arkadaşı.
Subayın, bir sohbet imkânı doğmasından hoşnut olduğu besbelliydi.
“Şu karşıdakiler, bizimkiler mi?” dedi Piyer.
“Evet, biraz ötedekiler de Fransızlar. Bakın, görünüyorlar.”
“Nerede? Nerede görünüyorlar?” dedi Piyer.
“Çıplak gözle görülebiliyorlar. İşte!”
Subay, ırmağın ötesinde yükselen dumanı işaret ediyordu. Piyer, rastladığı birçok insanda gördüğü sert ve ciddi anlamın subayın da yüzünde belirdiğini fark etti.
“Ha evet… Fransızlar bunlar. Peki şuradakiler?..” diyerek solda, bir tepenin yakınında görünen birlikleri işaret etti Piyer.
“Onlar, bizimkiler.”
“Ha… Demek bizimkiler. Peki şuradakiler?..”
Daha uzaktaki bir tepeyi işaret etti. Boğazdan görünen köyün yakınındaki bu tepenin üzerinde bir ağaç vardı, köyün yanından da dumanlar yükseliyordu ve kapkara bir şey seçiliyordu.
“Ah, yine o!” dedi subay. (Orası Şevardino Tabyası’ydı.) “Dün bizimdi, bugün onun.”
“Peki bizim mevzimiz nerede?”
“Mevzimiz mi?” dedi subay hoşnutluk duyduğu apaçık belli olarak. “Bunu çok iyi açıklayabilirim size çünkü bütün siperlerimizi ben yaptım. Bakınız, bizim merkezimiz şurada, Borodino’dadır.” Tam karşılarındaki beyaz kiliseli köyü gösteriyordu. “Şurada da Koloça Irmağı’nın geçidi var. Şurada, sıra sıra kesilmiş otların durduğu yerde de köprü var. Orası merkezimizdir. Sağ kanadımız şurada.” Boğazın derinliklerinde tam sağda bir nokta gösterdi. “Moskova Irmağı oradan geçer, çok güçlü üç tabya kurduk orada. Sol kanat…” Burada biraz sustu. “Doğrusu, bunu anlatmak güç… Dün sol kanadımız orada, Şevardino’daydı; işte, şu meşe ağacının olduğu yerde, şimdi sol kanadı arkaya aldık, şimdi bakın, şu dumanları ve köyü; Semyonovsko’yu görüyor musunuz, sol kanadımız işte orada ve şurada.” Bunu derken Rayevski Tepesi’ni gösterdi. “Ama orada savaş olacağını sanmam. Onun buraya asker yığması aldatmacadır. Şüphesiz Moskova’nın sağından bir çevirme hareketi yapacaktır. Ama ne olursa olsun, yarın teftişte pek çok asker eksik olacak!”
Subay konuşurken yanına yaklaşmış olan yaşlı bir astsubay, onun sözünü bitirmesini bekliyordu. Ama son söylediklerine canı sıkılarak subayın sözünü kesti:
“Gabiyon almaya gitmek gerekiyor…” dedi sert bir şekilde.
Subay, ertesi gün birçok askerin eksik olacağının düşünülebileceğini ama bundan söz etmenin doğru olmadığını anlamış gibi bozuldu.
“Tamam! Yine üçüncü bölüğü gönderin…” dedi hemen.
“Peki, siz kimsiniz? Doktor musunuz?”
“Hayır, bir şey değilim…” dedi Piyer.
Ardından milislerin yanından geçerek yeniden aşağıya inmeye başladı.
Arkasından gelen subay, çalışanların yanından burnunu tıkayarak hızla geçerken “Ah, hayvan herifler!” dedi.
“İşte onlar…”, “Getiriyorlar onu, geliyorlar…”, “İşte!..” diye sesler duyuldu çevreden. Subaylar, erler, milisler yolda koşmaya başladılar.
Borodino’dan gelen kilise alayı, tepeye tırmanıyordu. Tozlu yolda, en önde; başlıklarını çıkarmış, tüfeklerini yere doğru çevirmiş olarak piyadeler düzenli bir şekilde ilerliyordu. Piyadenin arkasından ilahi sesleri geliyordu.
Başlıklarını çıkarmış olan askerler ve milisler, Piyer’i hızla geçerek gelenlere doğru koştular.
“Meryem Ana’mızı getiriyorlar. Koruyucu Ana’mızı getiriyorlar… Kutsal İveresk Ana’yı!..”
“Smolensk Ana’yı!..” diye düzeltti birisi.
Köyde bulunan ve bataryada çalışan milislerin hepsi küreklerini bir yana atıp alayı karşılamak üzere koştular. Tozlu yolda ilerleyen taburun arkasından sırma göğüslüklü papazlar, kilise kurulu, koro üyeleri ve başında külahıyla ufak tefek bir ihtiyar geliyordu. Onların arkasında da askerler, kara yüzlü ve gümüş çerçeveli çok büyük bir kutsal resim taşıyan askerler ve subaylar yürüyordu. Bu Smolensk’ten alınan ve o zamandan beri ordunun peşinde taşınan kutsal resimdi. Önünde, arkasında, çevresinde, başları açık yığınlarla asker koşuşuyor; yerlere kapanıp secde ediyordu.
Alay, tepeye çıkınca durdu; kumaşlar üzerinde kutsal resmi taşıyanlar nöbet değiştirdiler, diyakoslar buhurdanları yeniden yaktılar ve ayin başladı. Güneşin kızgın ışınları dimdik düşüyordu yere; çok hafif ve serin bir rüzgâr, açık başlarda saçları ve kutsal resmi süsleyen kurdeleleri dalgalandırıyordu. İlahiler, açık havada güçsüz yankılar yapıyordu. Başlıklarını çıkarmış olan büyük bir subay, asker ve milis kalabalığı, kutsal resmin çevresini sarmıştı. Papazların ve diyakosların arkasında, bir açıklıkta, yüksek görevli kimseler duruyordu. Boynundaki Georgiy nişanıyla dazlak bir general, tam papazın arkasında yer almıştı. Şüphesiz, bir Alman’dı bu çünkü istavroz çıkarmadan duruyordu. Herhâlde, Rus halkının yurtseverlik duygularını kabartmak için katılmayı gerekli gördüğü ayinin sonunu sabırla bekliyordu. Başka bir general, savaşçı bir tavırla duruyor ve çevresine bakarak mekanik bir hareketle ve hızla istavroz çıkarıyordu. Köylülerin arasına karışmış olan Piyer, bu görevliler ve subaylar arasında birçok tanıdık yüz gördü. Ama onlara bakmıyordu; dikkati, kutsal resme âdeta büyük bir susuzlukla bakan asker ve milis kalabalığının ciddi yüzlerine yönelmişti. Yirmi dua okuyarak yorulmuş olan koro üyeleri, “Kullarını belalardan, koru ya Meryem Ana!” diye gevşek gevşek alelade bir eda ile okumaya başlayınca ve “Sarsılmaz kalemiz ve koruyucumuz olarak hepimiz sana koşuyoruz!” diye papaz ve diyakos da onlara katılınca bütün yüzlerde, yaklaşmakta olan anın yüceliğini kavramaktan gelen bir ifade; Piyer’in Mojaisk’te dağın eteğinde o sabah rastgele karşılaştığı birçok yüzde gördüğü ifade belirdi. Başlar sık sık yerlere eğiliyor, saçlar dalgalanıyor, yüksek sesle iç geçirmeler ve istavroz çıkarırken dövülen göğüslerden çıkan sesler duyuluyordu.
Kutsal resmin çevresindeki kalabalık birden açıldı ve Piyer’i itip kakmaya başladılar. Geçtiği yerde herkesin hızla sıraya girmesine bakılırsa şüphesiz çok önemli bir kişi, kutsal resme yaklaşıyordu.
Bu kişi, mevziyi dolaşmış olan Kutuzof’tu. Tatarinovo’ya dönerken ayine katılmıştı. Hemen göze çarpan kendine özgü görünümünden, onu kolayca tanımıştı Piyer.
Sırtında uzun bir redingot bulunan Kutuzof; iri ve kambur gövdesiyle, bembeyaz saçlarıyla, pörsümüş yüzünde dikkati çeken akmış gözüyle, sallanarak yürüyüp görevlilerin oluşturduğu halkaya girdi ve papazın arkasında durdu. Kendinden emin bir hareketle istavroz çıkardı, eliyle yere dokundu ve derin bir iç çekişle beyaz başını önüne eğdi. Kutuzof’un arkasından Bennigsen ve maiyeti geliyordu. Bütün yüksek görevlilerin dikkatini çeken Başkomutan’ın orada bulunmasına rağmen milisler ve askerler ona hiç bakmadan duaya devam ettiler.
Ayin bitince Kutuzof kutsal resme yaklaştı, bütün ağırlığıyla dizlerinin üzerine çöktü, yere kapandı; uzun zaman kalkmaya çalıştı ama güçsüzlüğü ve gövdesinin ağırlığından ötürü beceremedi bu işi. Harcadığı çabadan ötürü beyaz başı titriyordu. Sonunda kalkmayı başardı, çocuksu ve saf bir edayla dudaklarını uzatarak kutsal resmi öptü, tekrar eğilerek eliyle yere dokundu. Generaller de onun gibi yaptılar; onları, subaylar izledi; onların arkasından da birbirlerini dirsekleyerek, soluyarak, itişip kakışarak askerler ve milisler heyecanları yüzlerinden okunarak kutsal resme yaklaştılar.
XXII
Piyer, çevresindekiler onu itip kaktıkları için olduğu yerde sallana sallana etrafa bakınıyordu.
Birinin “Kont Piyotr Kiriliç! Siz buralarda ne arıyorsunuz?” diye bağırdığını işitti.
Dönüp baktı. Boris Drubetskoy, kirlenmiş dizlerini elleriyle temizlemeye çalışıp -herhâlde o da tasvirin önünde secde etmişti- gülümseyerek Piyer’e yaklaşıyordu. Zarif giyinmişti, sefere katıldığını belli eden savaşçı bir havası vardı. Uzun bir redingot giymişti. Omuzunda da tıpkı Kutuzof’ta olduğu gibi bir kırbaç vardı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
“Sayın Kardeşim; dukalığı, Oldenburg Dukası’na geri vermeyi kabul ediyorum.”
2
İyi ilkeler.
3
Halkının kanını akıtmak ya da akıtmamak.
4
“Yaşasın İmparator!”
5
“Yol göründü bu sefer. Hey! Kendisi işin içine girince ortalık nasıl da kızışıyor. Tanrı’m!.. İşte kendisi… Yaşasın İmparator!.. Asya steplerindeyiz! Berbat memleket. Hoşça kal Beauche, Moskova’nın en güzel sarayını sana ayıracağım. Hoşça kal! Talihin açık olsun… İmparator’u gördün mü? Yaşasın İmparator… Beni Hindistan’a vali yaparlarsa seni Keşmir elçisi yaparım. Yaşasın İmparator! Yaşasın! Yaşasın! Yaşasın! Ta kendisi! Görüyor musun? Seni böyle gördüğüm gibi iki kere gördüm onu. Küçümen onbaşı! Eskilerden birine haç nişanı verirken gördüm onu… Yaşasın İmparator!..”
6
“Mahvetmek istediğini akıldan yoksun kılar.”
7
Bekâr olarak.
8
Aziz Kardeşim. Majestelerine karşı taahhütlerimi dürüstlükle tutmama rağmen birliklerinizin, dün Rusya sınırını aştıklarını öğrendim. Petersburg’dan şimdi aldığım bir notta, Kont Lauriston, bu saldırıya neden olarak Majestelerinin, Prens Kuragin, pasaportlarını istediği için benimle savaş durumuna girdiğini düşündüğünü bildirdi. Dük Bassano’nun ona pasaportları vermek istemeyişinin dayandığı nedenlerin, böyle bir girişimin saldırı için bir bahane oluşturacağı aklıma hiç gelmezdi. Gerçekten de bu elçi, söylediği yetkileri taşımıyordu ve bu konuda bilgi edinir edinmez kendisini onaylamadığımı bildirdim ve görevinde kalması talimatını verdim. Majesteleri, böyle bir anlaşmazlık dolayısıyla halkımızın kanını dökmek niyetinde değillerse ve birliklerini Rus topraklarından çekmeyi kabul ederlerse bütün bunlara olmamış gözüyle bakacağım ve aramızda bir uzlaşma imkânı doğacak. Ama böyle olmazsa hiçbir şekilde sorumlu olmadığım bir saldırıyı püskürtmek zorunda kalacağım. İnsanlığı, yeni bir savaşın felaketlerinden korumak, yine de Majestelerinize kalıyor.
Ben, vs. (İmza) Aleksandr.9
“Napoli Kralı.”
10
“Yaşasın Kral!”
11
“Yarın kendilerini terk edeceğimi bilmiyor zavallılar!”
12
“Kendinize göre değil bana göre saltanat sürün diye kral yaptım sizi.”
13
“Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum General.”
14
“Evet General, duruma bakılırsa her şey savaşın patlayacağını gösteriyor.”
15
“Sör, imparatorumuz efendimiz, Majestelerinin de gördüğü gibi savaş istemiyor.
16
Krallığın şanındandır.
17
“Evet Aziz General, imparatorların bir anlaşmaya varmalarını ve buna rağmen başlamış olan savaşın en kısa zamanda sona ermesini bütün gönlümle diliyorum.”
18
“Sizi fazla alıkoymayayım, General; görevinizde başarılar dilerim.”
19
Verin bana, İmparator’a göndereceğim.
20
“Sol baldırımın titremesi, bende büyük bir alamete işarettir.”
21
“Bütün bunları benim dostluğuma borçlu olacaktı. Ah! Ne şahane bir saltanat, ne şahane bir saltanat!”
22
“İmparator Aleksandr’ın saltanatı ne şahane bir saltanat olabilirdi!”
23
“Bir hükümdar ancak generalse orduda bulunmalıdır.”
24
“Şerefim üzerine söylüyorum ki Vistül’ün bu yakasında beş yüz otuz bin askerim var.”
25
“Oysa efendinizin ne şahane bir saltanatı olabilirdi!”
26
“Sizi alıkoymayayım General, İmparator’a götüreceğiniz mektubumu alacaksınız.”
27
“Bütün yollar Roma’ya çıktığı gibi bütün yollar Moskova’ya da çıkar…”
28
Kulağı hükümdar tarafından çekilmek.
29
“Eee, İmparator Aleksandr hayranı ve yakını, bir şey söylemiyorsunuz?”
30
“Güle güle Andrey! Mutsuzlukların Tanrı’dan geldiğini ve insanların hiçbir zaman suçlu olmadığını unutmayın.”
31
Şaheser.
32
Ana kuvveti.
33
“Budala.”
34
“Cehennemin dibine.”
35
“Başının çaresine baksın.”
36
“Çok güzel bir taktik savaş olmuştur bu herhâlde.”
37
“Bütün bu işin rezaletle sonuçlanacağını söylemiştim.”
38
“Bu karargâhın Drissa karargâhının yapılmasını tavsiye edene gelince…”
39
“Sür yapılmasını tavsiye edene gelince.”
40
“Tavsiye edene gelince; tımarhaneden ya da darağacından başka seçenek görmüyorum.”
41
“Çocuk oyuncağı.”
42
“Öyle değil mi Ekselans?”
43
“Tabii, açıklanacak ne var bunda?”
44
Üstü örtülü bir çeşit binek arabası.
45
Alman atlı askeri.
46
“Teslim oluyorum!”
47
“İmparator Napolyon.”
48
Kırk iki.
49
“İmparator Aleksandr, Rus ulusu.”
50
“Nereye soktuğumu bilmiyorum doğrusu…”
51
Fransızca “espion” kelimesinden gelen Rusça “spiyen” kelimesi, casus anlamına gelir. Halk bunu “şampiyon” şeklinde söyler ve bu da Fransızca “mantar” anlamına gelir.
52
“Sokakta Fransızca konuşmak tehlikeli hâle geliyor.”
53
XVI. yüzyılda yapılmış olan bu topun ağırlığı 196.500 kilodur.
54
Bir çeşit şıra.
55
Jean-Jacques Rousseau’nun eseri: Toplum Sözleşmesi.
56
Eski çağlarda kent başkanı, vali.
57
“Çok sayın muhatabım.”
58
“Ki tanışmak şerefinden yoksun bulunuyorum.”
59
“Kurbanlık.”
60