
Полная версия:
Savaş ve Barış II. Cilt
XIX
Ayın 24’ünde Şevardino Tabyası’nda savaş oldu. 25’inde iki taraf da tek bir kurşun atmadı. 26’sında ise Borodino Savaşı yapıldı.
Şevardino ve Borodino savaşları ne için ve ne amaçla oldu? Özellikle Borodino Savaşı niçin yapıldı? Ne Fransızlar ne de Ruslar için bu savaşın hiçbir anlamı yoktu. Bunun ilk ve zorunlu sonucu, Ruslar bakımından Moskova’nın kaybedilmesini -dünyada en korktuğumuz şey buydu- Fransızlar bakımından ise bütün ordularının kaybedilmesini yakınlaştırmasıydı; onlar da dünyada en fazla bundan korkuyorlardı. Bu sonuç daha o zaman besbelliydi ama Napolyon ve Kutuzof da bu savaşı kabul ettiler.
Askerî şeflerin ve aklı başında kimselerinse Napolyon’un ülke içine iki bin verst girip ordusunun birini kaybetme ihtimaliyle karşılaşarak mahvolacağını anlamaları, Kutuzof’un da savaşı kabul ederek ve ordusunun dörtte birini kaybederek Moskova’nın mutlaka elden çıkmasına yol açacağını bilmesi gerekirdi. Dama oyununda, eksik bir taşım olduğu zaman kırışırsam oyunu kesinlikle kaybedeceğim ne kadar belliyse Kutuzof için de bu, o kadar açık bir matematik bir gerçekti. Karşımdakinde on altı, bende on dört taş varsa ondan sekizde bir zayıfım demektir ama on üç taş kırışırsam benden üç kat daha güçlü olacaktır.
Borodino Savaşı’ndan önce kuvvetlerimizin Fransız kuvvetlerine oranı, beşin altıya oranıydı; savaştan sonra ise birin ikiye oranı hâline geldi. Yani savaştan önce yüz bine karşı yüz yirmi ve savaştan sonra elli bine karşı yüz bin oranı söz konusuydu. Buna rağmen zeki ve tecrübeli Kutuzof, savaşı kabul etti. Askerî bir deha denen Napolyon da ordusunun dörtte birini kaybetmesine ve cephe hattının daha da uzamasına yol açan bir savaş verdi. Moskova’yı ele geçirip Viyana’yı aldığı zaman olduğu gibi savaşı sona erdirmeyi düşündüğü söylenecek olursa bunun karşısına birçok delil çıkarılabilir. Napolyon’un tarihçileri bile, onun daha Smolensk’te durmak istediğini, cephe hattını uzatmanın tehlikeli olduğunu ve Moskova’yı ele geçirmekle savaşın sona ermeyeceğini kavradığını çünkü Smolensk’ten başlayarak kentlerin kendisine nasıl bırakıldığını gördüğünü, görüşmelere başlamak için yaptığı birçok girişime tek bir cevap bile alamadığını yazarlar.
Kutuzof ve Napolyon, biri Borodino Savaşı’nı verirken ve öteki kabul ederken özgür davranmıyorlardı ve akıllıca hareket etmiyorlardı. Tarihçiler, her şey olup bittikten sonra, komutanların ileri görüşlülüğünün ve dehasının karmaşık ve ince delillerini ortadaki duruma uydurmuşlardır. Oysa bu komutanlar, dünya tarihinin araçları arasında en bağımlı ve en az özgür olan araçlardır.
Eskiler bize kahramanlık destanları bırakmışlardır ve bunlarda, tarihin anlamı birkaç kahramana yüklenmiştir. İnsanlığın içinde bulunduğumuz gelişme aşamasında, bu tür tarih anlayışının anlamsız olduğunu düşünmeye hâlâ alışmadık.
Borodino ve ondan önceki Şevardino savaşlarının nasıl verildiği sorusuna gelince; bu konuda da çok yaygın ölçüde kabul edilen ama aynı ölçüde yanlış bir görüş vardır. Bütün tarihçiler, durumu şöyle anlatıyorlar:
Rus ordusu, Smolensk’ten çekilirken genel bir savaş için en iyi yeri aramış ve bunu da Borodino’da bulmuş.
Ruslar, bu yeri önceden, Moskova-Smolensk yolunun solunda ve yola hemen hemen dikey olarak Borodino’dan Utitsa’ya doğru savaşın olduğu yerde tahkim etmişler.
Bu yerin ilerisinde, Şevardino Tepesi’ne, düşmanı gözetlemek için tahkimli bir ileri karakol da yerleştirilmiş. Ayın 24’ünde Napolyon ileri karakola saldırıp burasını almış, 26’sında da Borodino’da mevzilenmiş olan bütün Rus ordusuna saldırıya geçmiş.
İşin derinine inmek isteyen herkesin kolayca göreceği gibi bütün tarihlerde yapılan bu açıklamalar tamamen yanlıştır.
Ruslar en iyi yeri aramamışlardı; tam tersine, çekilirken Borodino’dan çok daha iyi yerleri geçmişlerdi. Kutuzof; kendisinin seçmediği bir yerde mevzilenmek istemediği, topyekûn millî bir savaş verme zorunluluğu duyulmadığı, Milarodoviç milisleriyle henüz yaklaşmadığı ve daha birçok nedenden ötürü, Ruslar bu mevzilerden hiçbirinde durmamışlardı. Gerçek şudur: Önceki mevziler daha sağlamdı. Savaşın olduğu Borodino mevzisi, Rus İmparatorluğu haritasında rastgele işaret edilecek herhangi bir yerden farklı değildi.
Ruslar, Borodino Ovası’nın solunda yola dikey olan mevzilerini (savaşın olduğu yer) tahkim etmedikleri gibi 1812 yılının 25 Ağustos’una kadar burada savaş olabileceğini akıllarına bile getirmemişlerdi. Bunun ilk delili, 25’inden önce burada tahkimat bulunmaması ve 25’inde başlayan tahkimat çalışmalarının da 26’sında tamamlanmasıdır; ikinci olarak Şevardino Tabyası, savaşın kabul edildiği mevzinin önünde bulunduğu için gerçek bir değer taşımıyordu. Öyleyse bu tabya niçin ötekilerden çok daha fazla tahkim edilmişti? Ve bu tabyayı 24’ü gecesinin geç saatlerine kadar savunmak için hangi amaçla bütün çabalar harcanmış ve altı bin kişi feda edilmişti? Düşmanı gözetlemek için bir kazak devriyesi yeterdi. Üçüncü olarak Barclay de Tolly’nin ve Bagration’un ayın 25’ine kadar, Şevardino Tabyası’nın “mevzinin sol kanadı” olduğuna kesinlikle inanmaları ve Kutuzof’un savaşın hemen ardından yazdığı raporda, Şevardino Tabyası’nı mevzinin sol kanadı olarak adlandırması, savaşın verildiği yerin önceden belirlenmediğini ve bu tabyanın, mevzinin ileri noktası olmadığını gösterir. Daha sonraları, Şevardino Savaşı’na ilişkin raporlar yazılırken -herhâlde yanılmaz olması gereken Başkomutan’ın hatasını örtmek için- Şevardino Tabyası’nın ileri karakol görevini yerine getirdiği -oysa mevzinin sadece sol kanadıydı- ileri sürüldü ve Borodino Savaşı’nı ansızın ve tahkim edilmemiş bir yerde kabul ettiğimiz hâlde, burası, önceden seçilmiş ve tahkim edilmiş bir yer gibi gösterildi.
Gerçekte sorun şuydu: Mevzi, büyük yolu dikey olarak değil yatay olarak kesen Koloça Irmağı boyunca belirlenmişti; sol kanat Şevardino’da, sağ kanat Novoye köyünün yakınında; merkez de Koloça ve Voyna ırmaklarının birleştiği yerde, Borodino’daydı. Savaşın nasıl gerçekleştiğini unutup Borodino Ovası’na göz atan bir kimse, Koloça Irmağı’nın koruması altında bulunan bu mevzinin, Smolensk yolu boyunca Moskova’ya ilerleyen düşmanı durdurmak amacını güden bir ordu için besbelli bir mevzi olduğunu hemen görür.
Napolyon ayın 24’ünde Valuyevno’ya hareket ederek -tarihler yazdığı gibi- Utitsa’dan, Borodino’ya doğru olan Rus mevzisini görmedi -bunu göremezdi çünkü böyle bir şey yoktu- Rus ordusunun ileri karakolunu da görmedi ve Rus artçılarını izlerken mevzinin sol kanadıyla, yani Şevardino Tabyası’yla karşılaştı. Rusların beklemediği bir anda da orduyu Koloça’dan geçirdi. Bunun üzerine Ruslar, meydan savaşına girişmeye zaman bulamadan tutmaya karar verdikleri mevziden sol kanatlarını çektiler; önceden belirlenmemiş ve tahkim edilmemiş bir mevziyi tuttular. Napolyon, ırmağın ve yolun soluna geçince yapılacak savaşı Rusların sağ yanından sol yanına geçirdi; Utitsa Semyonovsko ve Borodino arasındaki alana -mevzi olarak Rusya’nın herhangi bir yerinden daha elverişli hiçbir yanı olmayan bir yere- aktarmış oldu. Ayın 26’sında da bütün savaş bu alanda gerçekleşti. Tasarlanan ve gerçekleşen savaşın planı kabaca şöyleydi:
Napolyon, 24 Ağustos akşamı Koloça’ya varmasaydı ve derhâl saldırma emri vermeyip tabyaya ertesi sabah saldırsaydı, şüphesiz, Şevardino Tabyası mevzimizin sol kanadı olacaktı. Savaş beklediğimiz gibi gerçekleşir ve bu durumda sol kanadımızı, Şevardino Tabyası’nı daha iyi savunurduk herhâlde. Merkezden ya da sağdan Napolyon’a saldırabilirdik. Ve ayın 24’ünde, önceden belirlenmiş ve tahkim edilmiş bir mevzide meydan savaşı olurdu. Ama sol kanadımıza, artçılarımızın çekilişinden yani Giridniyevo çarpışmalarından hemen sonra saldırıldığına ve Rus komutanları 24 akşamı meydan savaşını kabul etmek istemediklerine ya da buna vakit bulamadıklarına göre, Borodino Savaşı’nın ilk ve en önemli evresi, daha ayın 24’ünde kaybedilmiş ve ayın 26’sında verilen savaşın kaybedilmesine yol açmıştı.
Şevardino Tabyası elden çıkınca ayın 25’inde sabaha karşı sol kanatta mevzisiz kaldık ve bu kanadı düzenlemek, rastgele bir yerde hemen tahkim etmek zorunda kaldık.
26 Ağustos’ta, Rus birliklerinin zayıf ve bitmemiş bir tahkimatla savunulmaları yetmiyormuş gibi Rus komutanlarının gerçekleşmiş olan durumu -sol kanatta mevzinin kaybedilmesi ve yapılacak savaşın mevzinin sağdan sola aktarılması- göz önüne almayarak Novoye’den Utitsa’ya kadar uzanan bir alanda mevzilenmeleri ve bundan ötürü savaş sırasında birlikleri sağdan sola kaydırmaları, durumun elverişsizliğini daha da artırıyordu. Bundan ötürü, savaş boyunca sol kanadımıza saldıran tüm Fransız ordusunu, onun yarısı kadar bir kuvvetle karşılamak zorunda kalmıştık. (Ponyatovski’nin Utitsa’ya, Uvarof’un Fransızların sağ kanadına karşı giriştikleri hareketler, savaşın genel gidişinden bağımsızdı.)
Böylece Borodino Savaşı, komutanlarımızın hatalarını örtmek isteyen ve dolayısıyla Rus ordusunu da halkını da küçük düşüren tarihçilerin anlattığı gibi gerçekleşmedi. Bu savaş, çok iyi belirlenmiş ve tahkim edilmiş bir yerde ve Fransızlardan biraz daha zayıf Rus kuvvetleriyle verilmedi. Şevardino Tabyası’nın elden çıkmasından sonra Ruslar, Fransızların yarısı kadar bir kuvvetle, açık ve hemen hiç tahkim edilmemiş bir mevzide savaş verdiler. Öyle ki bu durumda, on saat çarpışmak ve savaşı sonuçsuz bırakmak şöyle dursun, orduyu tam bir bozgundan ve kaçıştan üç saat alıkoymak bile imkânsızdı.
XX
25 Ağustos sabahı Piyer, Mojaisk’ten ayrıldı. Kentin dışına çıkan dik ve dolambaçlı bayır aşağı yoldan indikten, sağdaki tepede yer alan ve bir ayinin yapıldığı katedralin yanından geçtikten sonra arabadan çıkıp yürümeye başladı. Kilisenin çanları çalıyordu. Arkasından, şarkıcılarıyla bir süvari alayı inmekteydi. Karşısından da bir gün önceki savaşta yaralananlarla dolu bir araba yokuş yukarı tırmanıyordu. Köylü arabacılar atlara sesleniyor, kamçılarıyla vurarak bir yandan öteki yana koşuşuyorlardı. Yaralıların yattığı ya da oturduğu arabalar, kaldırım taşı diye şuraya buraya atılmış taşların üzerinde zıplayarak ilerliyordu. Yaraları bezlerle sarılmış, benizleri sapsarı, dudakları kısılmış, kaşları çatılmış yaralılar; arabanın kenarına tutunarak onunla beraber zıplıyorlar, birbirlerine çarpıyorlar; saf ve çocuksu bir merakla Piyer’in beyaz şapkasına ve yeşil frakına bakıyorlardı.
Piyer’in arabacısı, yaralıların arabalarına yoldan çekilmeleri için öfkeyle bağırdı. Süvari alayı, şarkılar söyleyerek bayırdan inip Piyer’in arabasına yaklaştı ve yolu kapladı. Piyer, yamacın oyulmasıyla oluşturulmuş yolun kıyısına iyice çekilerek durdu. Dağ yamacının dikliği yüzünden güneş, yolun derinliklerini aydınlatamıyordu; buraları serin ve rutubetliydi. Piyer’in üstünde parlak bir ağustos sabahı vardı ve çan sesleri havada neşeyle yankılanıyordu. Yaralılarla dolu bir araba, Piyer’in yanında, yolun kıyısında durdu. Çarıklı bir arabacı soluyarak koştu, çembersiz arka tekerleklerin altına bir taş koydu ve atının adımını düzeltmeye başladı.
Arabanın arkasından giden kolu sargılı yaşlı bir yaralı asker sağlam eliyle arabaya tutunup Piyer’e döndü ve sordu:
“Hemşehrim, burada mı yatıracaklar bizi, yoksa Moskova’ya mı götürecekler, ne dersin?”
Piyer, soruyu duymayacak kadar dalmıştı. Kimi zaman yaralı kafilesiyle karşılaşan süvari alayına kimi zaman da içinde ikisi oturan biri de yatan üç yaralının bulunduğu talikaya bakıyordu. Oturan askerlerden biri yüzünden yara almış olmalıydı; başının her yanı bezlerle sarılmış, yüzünün bir yanı bir çocuk başı kadar şişmişti. Ağzı ve burnu yüzünün bir yanına kaçmıştı. Katedrale bakarak haç çıkarıyordu. İncecik yüzünde bir damla kan kalmamışa benzeyen genç bir kura eri, suratında donup kalmış bir gülümsemeyle bakıyordu Piyer’e; yüzükoyun yatmış olan üçüncünün yüzü görünmüyordu. Süvari alayının şarkıcıları talikanın yanından Kirpi kafalı yuttu hapı… Yurdundan uzaktasın… diye bir oyun havası söyleyerek geçiyorlardı.
Yükseklerden, onlara eşlik etmek ister gibi ama bambaşka neşeli bir tonda madenî çan sesleri duyuluyordu. Güneşin ışınları da aydınlıkta pırıl pırıl parlayan karşıki bayırı bir başka neşeye boğuyordu. Ama Piyer’in bulunduğu yer, yani yamacın eteği, yaralıların arabasının yanı ve soluyan atların olduğu yer; rutubetli, loş ve kasvetliydi.
Yüzü yaralı asker, kızgınlıkla baktı şarkı söyleyen süvarilere.
“Züppeler!” dedi.
“Bugün yalnız askerler değil, mujikler de var. Onları da cepheye sürüyorlar, ayırt etmiyorlar şimdi… Bütün halkla yüklenmek isteniyor… Moskova söz konusu. Yapılacak bir tek şey var şimdi.”
Arabanın arkasında duran ve hüzünle gülümseyen asker, Piyer’e dönerek söylemişti bunları. Sözlerinin açık bir anlam taşımamasına rağmen onun söylemek istediğini anlamıştı Piyer. Başıyla “Evet.” der gibi bir işaret yaptı.
Yol yeniden açıldı, Piyer bayır aşağı yürüdü ve daha sonra arabayla yoluna devam etti.
İki tarafına bakıp tanıdık bir yüz arayarak ilerliyor; beyaz şapkasına ve yeşil frakına şaşkın şaşkın bakan, çeşitli sınıflardan tanımadığı askerlerle karşılaşıyordu.
Aşağı yukarı dört verst yürüdükten sonra ilk tanıdığa rastladı ve neşeyle seslendi ona. Bir ordu başhekimiydi bu; yanında genç bir meslektaşıyla, üstü açık bir binek arabasında Piyer’e doğru yaklaşıyordu. Onu tanıyınca arabacı, yerinde oturan kazağa seslenerek durmasını söyledi.
“Kont, Ekselans! Ne yapıyorsunuz burada?” diye sordu doktor.
“Şöyle bir görmek istemiştim de…”
“Evet, görülecek çok şey olacak…”
Piyer arabadan inip doktorla konuştu. Savaşa katılmak istediğini söyledi ona.
Doktor ona doğrudan doğruya Serenisim’e başvurmasını salık verdi.
“Savaş sırasında kimsenin sizi tanımadığı, bilinmeyen bir yerde niçin bulunacakmışsınız?” dedi genç arkadaşıyla bakışarak. “Serenisim sizi tanır ve memnuniyetle kabul eder. Böyle yapmalısınız, sevgili dostum.”
Doktor bezgindi ve acele eder gibi görünüyordu.
“Sizce… Mevzinin nerede olduğunu da sormak istiyordum size…” dedi Piyer.
“Mevzi mi? Bu benim işim değil. Tatarinovo’yu geçtiğiniz zaman orada bir şeyler kazıp durduklarını göreceksiniz. Tepeden görürsünüz.”
“Öyle mi… Eğer siz…”
Doktor, Piyer’in sözünü kesti ve arabasına doğru yürüdü.
“Size yolu göstereyim ama artık burama geldi!” Boynunu gösteriyordu. “Acele kolordu komutanına gidiyorum. Bizde işler nasıldır bilirsiniz Kont… Yarın savaş vereceğiz, yüz bin askerden yirmi bininin yaralanacağını söyleyebiliriz. Oysa bizde, altı bin kişi için bile ne sedye ne yatak ne sıhhiye görevlisi ne hekim var. On bin araba var ama başka şeyler de gerekli. Kendi yağımızla kavrulmak zorundayız.”
Beyaz şapkasına neşeli bir merakla bakan sağlıklı ve canlı, genç ve yaşlı bu binlerce insanın içinden yirmi bininin yaralanmaya ve ölmeye kaçınılmaz bir şekilde mahkûm olduğu -bunlar, kendi gördüğü kimseler olabilirdi- düşüncesi, Piyer’i çok etkilemişti.
Yarın ölebilirler… Peki, nasıl oluyor da ölümden başka bir şey düşünebiliyorlar? diye düşünüyordu. Ansızın gizli bir çağrışımla Mojaisk Tepesi, yaralılarla dolu arabalar, çan sesleri, güneşin eğik ışınları, süvarilerin şarkıları canlandı hayal gücünde. Tatarinovo’ya doğru ilerlerken: Süvariler savaşa gidiyor ve yolda yaralılarla karşılaşıyorlar, kendilerini bekleyen şeyi bir an bile düşünmüyorlar, yaralıların yanından onlara göz kırparak geçiyorlar, oysa aralarından yirmi bini ölüme mahkûm ve şapkama bakıp matrak geçiyorlar! Ne garip! diye düşündü.
Bir büyük toprak sahibinin yolun solundaki evinin önünde, binek ve yük arabaları, emir erleri, devriyeler duruyordu. Serenisim burada kalıyordu. Ama Piyer geldiğinde evde değildi, kurmay subaylarından da kimse yoktu, hepsi ayindeydi. Piyer, Gorkiy’e doğru yoluna devam etti.
Tepeye gelip köyün yoluna varınca kalpakları haçlı ve beyaz gömlekli köylü milisleri ilk defa gördü. Piyer; yolun sağında, üzerini otlar kaplamış bir tepede, yüksek sesle konuşarak, gülerek ter içinde, canla başla çalışıyorlardı. Tepede duran iki subay emir veriyordu.
Asker olmaktan hoşlandıkları belli olan bu köylüleri görünce Mojaisk’teki yaralı askerleri hatırladı ve “Bütün halkla yüklenmek isteniyor.” diyen askerin bu sözünün gerçek anlamını kavramaya başladı. Savaş alanında çalışan, garip ve kaba çizmeli, boyunları terlemiş, düğmeleri çözülmüş gömleklerinden güneşte yanmış köprücük kemikleri görünen bu sakallı mujikler; Piyer’e göre durumun ciddiyetine ve yüceliğine, o ana kadar görüp işittiği her şeyden daha fazla şahitlik ediyordu.
XXI
Piyer arabadan indi; çalışan milislerin yanından geçip doktorun, savaş alanını görebileceğini söylediği tepeye tırmandı.
Saat on birdi; güneş biraz solda, Piyer’in arkasındaydı ve pırıl pırıl, saydam havada, önünde bir anfiteatr şeklinde açılan bayırın her yerini parlak ışıklarıyla aydınlatıyordu.
Tepenin beş yüz adım kadar ilerisinde ve aşağısında, beyaz kiliseli köyden (Borodino’ydu burası.) geçen büyük Smolensk yolu, bu anfiteatrı keserek yukarısında ve solda kıvrılarak uzanıyordu. Köyün sonunda bir köprüden geçen yol, inişler ve yokuşlar oluşturup kıvrılarak altı verst uzakta görülen Valuyeva köyüne doğru yükseliyordu. (Napolyon şu anda oradaydı.) Valuyeva’nın ötesinde de ufukta, sararmış bir ormanın içinde gözden kayboluyordu. Sağda, bu ormanın içinde, ta uzakta, Kolost Manastırı’nın haçı ve çan kulesi güneşte parlıyordu. Bu uzak mavilikte, ormanın ve yolun sağında ve solunda yakılmış ateşlerin dumanları; bizim ve düşmanın, belli belirsiz asker yığınları görülüyordu. Sağda, Koloça ve Moskova ırmakları boyunca arazi engebeli ve dağlıktı. Tepeler arasındaki boğazlardan, Bezzuhovo ve Zaharino köyleri göze çarpıyordu. Solda arazi düzdü; yakılmış bir köy, Semyonoskaya köyü görünüyordu uzaktan.
Piyer’in gördükleri o kadar belirsizdi ki arazinin hiçbir bölümü hayalinde canlandırdığı görüntüye uymuyordu. Hayal ettiği savaş alanını hiçbir yerde bulamıyor; yalnızca tarlalar, boş alanlar, ormanlar, dumanlar, köyler, tepeler, dereler görüyordu. Bütün dikkatine rağmen bu görünümde mevzi diyebileceği bir şey bulamıyordu. Bizim kıtaları bile düşman kıtalarından ayırt etmesi imkânsızdı.
“Bir bilene sormalı!” diyerek iri gövdesine, sivil kıyafetine merakla bakan bir subaya döndü.
“Şu karşıdaki köyün hangisi olduğunu söyler misiniz lütfen!” dedi.
“Borodino. Öyle değil mi?” dedi subay, arkadaşına dönerek.
“Evet, Borodino…” dedi arkadaşı.
Subayın, bir sohbet imkânı doğmasından hoşnut olduğu besbelliydi.
“Şu karşıdakiler, bizimkiler mi?” dedi Piyer.
“Evet, biraz ötedekiler de Fransızlar. Bakın, görünüyorlar.”
“Nerede? Nerede görünüyorlar?” dedi Piyer.
“Çıplak gözle görülebiliyorlar. İşte!”
Subay, ırmağın ötesinde yükselen dumanı işaret ediyordu. Piyer, rastladığı birçok insanda gördüğü sert ve ciddi anlamın subayın da yüzünde belirdiğini fark etti.
“Ha evet… Fransızlar bunlar. Peki şuradakiler?..” diyerek solda, bir tepenin yakınında görünen birlikleri işaret etti Piyer.
“Onlar, bizimkiler.”
“Ha… Demek bizimkiler. Peki şuradakiler?..”
Daha uzaktaki bir tepeyi işaret etti. Boğazdan görünen köyün yakınındaki bu tepenin üzerinde bir ağaç vardı, köyün yanından da dumanlar yükseliyordu ve kapkara bir şey seçiliyordu.
“Ah, yine o!” dedi subay. (Orası Şevardino Tabyası’ydı.) “Dün bizimdi, bugün onun.”
“Peki bizim mevzimiz nerede?”
“Mevzimiz mi?” dedi subay hoşnutluk duyduğu apaçık belli olarak. “Bunu çok iyi açıklayabilirim size çünkü bütün siperlerimizi ben yaptım. Bakınız, bizim merkezimiz şurada, Borodino’dadır.” Tam karşılarındaki beyaz kiliseli köyü gösteriyordu. “Şurada da Koloça Irmağı’nın geçidi var. Şurada, sıra sıra kesilmiş otların durduğu yerde de köprü var. Orası merkezimizdir. Sağ kanadımız şurada.” Boğazın derinliklerinde tam sağda bir nokta gösterdi. “Moskova Irmağı oradan geçer, çok güçlü üç tabya kurduk orada. Sol kanat…” Burada biraz sustu. “Doğrusu, bunu anlatmak güç… Dün sol kanadımız orada, Şevardino’daydı; işte, şu meşe ağacının olduğu yerde, şimdi sol kanadı arkaya aldık, şimdi bakın, şu dumanları ve köyü; Semyonovsko’yu görüyor musunuz, sol kanadımız işte orada ve şurada.” Bunu derken Rayevski Tepesi’ni gösterdi. “Ama orada savaş olacağını sanmam. Onun buraya asker yığması aldatmacadır. Şüphesiz Moskova’nın sağından bir çevirme hareketi yapacaktır. Ama ne olursa olsun, yarın teftişte pek çok asker eksik olacak!”
Subay konuşurken yanına yaklaşmış olan yaşlı bir astsubay, onun sözünü bitirmesini bekliyordu. Ama son söylediklerine canı sıkılarak subayın sözünü kesti:
“Gabiyon almaya gitmek gerekiyor…” dedi sert bir şekilde.
Subay, ertesi gün birçok askerin eksik olacağının düşünülebileceğini ama bundan söz etmenin doğru olmadığını anlamış gibi bozuldu.
“Tamam! Yine üçüncü bölüğü gönderin…” dedi hemen.
“Peki, siz kimsiniz? Doktor musunuz?”
“Hayır, bir şey değilim…” dedi Piyer.
Ardından milislerin yanından geçerek yeniden aşağıya inmeye başladı.
Arkasından gelen subay, çalışanların yanından burnunu tıkayarak hızla geçerken “Ah, hayvan herifler!” dedi.
“İşte onlar…”, “Getiriyorlar onu, geliyorlar…”, “İşte!..” diye sesler duyuldu çevreden. Subaylar, erler, milisler yolda koşmaya başladılar.
Borodino’dan gelen kilise alayı, tepeye tırmanıyordu. Tozlu yolda, en önde; başlıklarını çıkarmış, tüfeklerini yere doğru çevirmiş olarak piyadeler düzenli bir şekilde ilerliyordu. Piyadenin arkasından ilahi sesleri geliyordu.
Başlıklarını çıkarmış olan askerler ve milisler, Piyer’i hızla geçerek gelenlere doğru koştular.
“Meryem Ana’mızı getiriyorlar. Koruyucu Ana’mızı getiriyorlar… Kutsal İveresk Ana’yı!..”
“Smolensk Ana’yı!..” diye düzeltti birisi.
Köyde bulunan ve bataryada çalışan milislerin hepsi küreklerini bir yana atıp alayı karşılamak üzere koştular. Tozlu yolda ilerleyen taburun arkasından sırma göğüslüklü papazlar, kilise kurulu, koro üyeleri ve başında külahıyla ufak tefek bir ihtiyar geliyordu. Onların arkasında da askerler, kara yüzlü ve gümüş çerçeveli çok büyük bir kutsal resim taşıyan askerler ve subaylar yürüyordu. Bu Smolensk’ten alınan ve o zamandan beri ordunun peşinde taşınan kutsal resimdi. Önünde, arkasında, çevresinde, başları açık yığınlarla asker koşuşuyor; yerlere kapanıp secde ediyordu.
Alay, tepeye çıkınca durdu; kumaşlar üzerinde kutsal resmi taşıyanlar nöbet değiştirdiler, diyakoslar buhurdanları yeniden yaktılar ve ayin başladı. Güneşin kızgın ışınları dimdik düşüyordu yere; çok hafif ve serin bir rüzgâr, açık başlarda saçları ve kutsal resmi süsleyen kurdeleleri dalgalandırıyordu. İlahiler, açık havada güçsüz yankılar yapıyordu. Başlıklarını çıkarmış olan büyük bir subay, asker ve milis kalabalığı, kutsal resmin çevresini sarmıştı. Papazların ve diyakosların arkasında, bir açıklıkta, yüksek görevli kimseler duruyordu. Boynundaki Georgiy nişanıyla dazlak bir general, tam papazın arkasında yer almıştı. Şüphesiz, bir Alman’dı bu çünkü istavroz çıkarmadan duruyordu. Herhâlde, Rus halkının yurtseverlik duygularını kabartmak için katılmayı gerekli gördüğü ayinin sonunu sabırla bekliyordu. Başka bir general, savaşçı bir tavırla duruyor ve çevresine bakarak mekanik bir hareketle ve hızla istavroz çıkarıyordu. Köylülerin arasına karışmış olan Piyer, bu görevliler ve subaylar arasında birçok tanıdık yüz gördü. Ama onlara bakmıyordu; dikkati, kutsal resme âdeta büyük bir susuzlukla bakan asker ve milis kalabalığının ciddi yüzlerine yönelmişti. Yirmi dua okuyarak yorulmuş olan koro üyeleri, “Kullarını belalardan, koru ya Meryem Ana!” diye gevşek gevşek alelade bir eda ile okumaya başlayınca ve “Sarsılmaz kalemiz ve koruyucumuz olarak hepimiz sana koşuyoruz!” diye papaz ve diyakos da onlara katılınca bütün yüzlerde, yaklaşmakta olan anın yüceliğini kavramaktan gelen bir ifade; Piyer’in Mojaisk’te dağın eteğinde o sabah rastgele karşılaştığı birçok yüzde gördüğü ifade belirdi. Başlar sık sık yerlere eğiliyor, saçlar dalgalanıyor, yüksek sesle iç geçirmeler ve istavroz çıkarırken dövülen göğüslerden çıkan sesler duyuluyordu.
Kutsal resmin çevresindeki kalabalık birden açıldı ve Piyer’i itip kakmaya başladılar. Geçtiği yerde herkesin hızla sıraya girmesine bakılırsa şüphesiz çok önemli bir kişi, kutsal resme yaklaşıyordu.
Bu kişi, mevziyi dolaşmış olan Kutuzof’tu. Tatarinovo’ya dönerken ayine katılmıştı. Hemen göze çarpan kendine özgü görünümünden, onu kolayca tanımıştı Piyer.
Sırtında uzun bir redingot bulunan Kutuzof; iri ve kambur gövdesiyle, bembeyaz saçlarıyla, pörsümüş yüzünde dikkati çeken akmış gözüyle, sallanarak yürüyüp görevlilerin oluşturduğu halkaya girdi ve papazın arkasında durdu. Kendinden emin bir hareketle istavroz çıkardı, eliyle yere dokundu ve derin bir iç çekişle beyaz başını önüne eğdi. Kutuzof’un arkasından Bennigsen ve maiyeti geliyordu. Bütün yüksek görevlilerin dikkatini çeken Başkomutan’ın orada bulunmasına rağmen milisler ve askerler ona hiç bakmadan duaya devam ettiler.