
Полная версия:
Savaş ve Barış II. Cilt
Kutuzof, konuyu öğrenince ağzını şapırdattı.
“Sobaya, sobaya. Yakın!” dedi. “Kaç kere söyledim sana, dostum… Bunların tümünü ateşe atmak gerekir. Ekinleri kessinler, odunları da yaksınlar, istedikleri kadar! Ben bunu ne emrederim ne de buna izin veririm ama cezalandıramam da. Kaçınılmaz bir şey bu. Hamama giren terler!”
Kâğıda bir kere daha göz attı.
“Ah, bu Almanların titizliği ve şaşmazlığı!” dedi başını sallayarak.

XVI
“Tamam, işte hepsi bitti…” dedi Kutuzof, son belgeyi de imzalayarak.
Çenesini yukarı doğru kaldırarak güçlükle yerinden doğruldu. Neşeli bir yüzle kapıya yöneldi.
Yüzü iyice kızarmış olan papazın karısı, bütün hazırlıklarına rağmen zamanında sunamadağı tabağa sarıldı; saygıyla eğilerek Kutuzof’a uzattı.
Kutuzof, gözlerini kırpıştırıp gülümsedi ve kadının çenesini tuttu.
“Ne güzel bir yüz! Teşekkür ederim yavrum!” dedi.
Cebinden çıkardığı birkaç altını tabağa bıraktı.
“Nasılsın bakalım?” diyerek kendisine ayrılan odaya yürüdü.
Papazın karısı, pembe yüzünde gamzeler oluşturan gülümsemesiyle arkasından geliyordu. Peronda Prens Andrey’in yanına gelen yaver, onu yemeğe davet etti. Yarım saat sonra, yeniden Kutuzof’un kendisini çağırdığını bildirdiler Prens Andrey’e. Düğmeleri çözük redingotuyla bir koltuğa yerleşmiş olan Kutuzof, Fransızca bir kitap okuyordu. Prens Andrey içeri girince okuduğu sayfanın arasına kâğıt keseceğini koyup kitabı kapattı. Kapağındaki yazıyı görmüştü Prens Andrey. Mme de Genlis’in Les Chevaliers du Cygne adlı kitabıydı bu.
“Gel bakalım, gel, otur şuraya, biraz çene çalalım…” dedi Kutuzof. “Senin baban yerinde olduğumu, bir ikinci baban olduğumu unutma dostum…”
Prens Andrey, babasının son anlarına ilişkin bütün bildiğini ve Lisi Gori’ye gittiği zaman gördüklerini anlattı.
Prens Andrey’i dinledikten sonra, Rusya’nın durumunu düşündüğü belli olan Kutuzof heyecanlandı.
“Şu ülkeyi ne hâle soktular, ah ne hâle soktular!” dedi.
Sonra öfkelenerek ve hiç şüphesiz heyecanlanmasına yol açan bu konu üzerinde daha fazla durmak istemeyerek ekledi:
“Ama sabredelim biraz, sabredelim… Yanımda alıkoymak için çağırdım seni.”
“Alteslerine çok teşekkür ederim ama genelkurmayda bir işe yaramayacağımı sanıyorum…” dedi Prens Andrey.
Prens’in hafifçe gülümsediğini fark etmişti Kutuzof. Soru sorar gibi baktı onun yüzüne.
“Özellikle alayıma alıştıktan, subaylarımı sevdikten sonra, böyle düşünüyorum…” dedi Prens Andrey. “Onların da beni sevdiklerini sanıyorum. Onlardan ayrılmak zor gelir bana. Bahşettiğiniz şerefi geri çevirmemin…”
Kutuzof’un yüzünde zekâ, iyilik ve aynı zamanda ince bir alaycılık belirmişti. Bolkonski’nin sözünü kesti:
“Çok yazık. Bana lazımdın ama haklısın. Burada adama ihtiyacımız yok. Danışman her zaman bulunur ama adam yok. Danışman denilenler, birliklerde senin gibi hizmet etselerdi, askerî kuvvetlerimiz böyle olmazdı. Ben seni Austerlitz’den hatırlarım, hem de elinde sancakla hatırlarım.”
Bu hatırlama, Prens Andrey’in yüzünün kızarmasına yol açtı. Kutuzof onu kolundan çekti, yanağını uzattı. Prens Andrey, ihtiyarın gözlerinin yeniden yaşardığını gördü. Kutuzof’un yufka yürekli olduğunu, kendisine gereğinden fazla iltifat ettiğini, babasının ölümü dolayısıyla acısını paylaşmak ve ilgi göstermek istediğini bildiği hâlde Austerlitz’i hatırlayışı Prens Andrey’in hoşuna gitmiş, koltuklarını kabartmıştı.
“Kendi çizdiğin yolda yürü ve Tanrı yardımcın olsun. Bunun şeref dolu bir yol olduğunu biliyorum!” dedi Kutuzof.
Bir süre sustu.
“Bükreş’te de yokluğunu hissettim. Sana bazı görevler verecektim…” Konuyu değiştirerek Türkiye ile yapılan savaştan ve yapılan barıştan söz etti. “Evet, bana hem savaş hem de barış için çok azar çektiler…” dedi. “Oysa hepsi de zamanında oldu. Tout vient â point â qui sait attendre.90 Orada da en az buradaki kadar danışman vardı. Ah, şu danışmanlar ah! Herkesi dinleyecek olsaydık orada, Türkiye ile barış yapmazdık, savaşı da bitirmezdik. Her şeyi çabuk gerçekleştirmeli ama acele işe şeytanın karıştığını da unutmamalı. Ölmeseydi, Kamenski’nin hâli haraptı. Kaleye otuz bin kişiyle saldırdı. Kale almak kolay ama bir savaşı sona erdirmek zordur. Gerekli olan saldırı değildir, sabır ve zamandır. Kamenski, Rusçuk’a saldırmak üzere asker gönderdi ama ben yalnızca onlara, sabır ve zamana güvendim ve ondan daha fazla kale alıp Türklere at eti yedirdim.”
Başını sallıyordu Kutuzof.
“Fransızlara da at eti yedireceğim. İnan bana!” dedi heyecanlanarak ve göğsüne vurmaya başlayarak.
Gözlerinde yeniden yaşlar parıldıyordu.
“Ama çarpışmayı yine de kabul etmek…” dedi Prens Andrey.
“Herkes isterse kabul etmek gerekecek. Elden bir şey gelmez… Ama sözlerimi unutma sevgili yavrum. En güçlü savaşçılar bu ikisidir, yani zaman ve sabırdır. Onlar her şeyi alt eder. Ancak bizim danışmanlar, ne l’en-tendcnt pas de cette oreille, voilâ lc mal.91 Bazıları istiyor, bazıları istemiyor bunu. Peki ne yapmalı?”
Bir cevap bekliyor gibiydi.
“Evet sence ne yapmalı?” diye tekrarladı.
Gözlerinde derin ve zekâ dolu bir parıltı belirmişti. Prens Andrey yine cevap vermeyince “Öyleyse ben sana söyleyeyim…” dedi. “Ne yapmak gerektiğini ve ne yaptığımı söyleyeceğim. Dans le doute, mon cher…”92 Bir an durakladı ve yavaşça konuştu: “Abstienstoi.”93
Sonra “Haydi, güle güle yavrum…” diye ekledi. “Acını derinden paylaştığımı; senin Serenisim’in ya da prensin ya da başkomutanın değil, baban olduğumu unutma. Bir şeye ihtiyacın olursa doğrudan doğruya bana gel. Güle güle dostum!”
Prens Andrey daha dışarı çıkmadan Kutuzof içini çekerek güzelce yerine yerleşti ve Mme Genlis’in yarıda bıraktığı romanı Les Chevaliers du Cygne’i okumaya koyuldu.
Kutuzof’la yaptığı bu konuşmadan sonra işlerin gidişinden hoşnut olmuş, başkomutanlığın istenen adamı bulduğuna inanmıştı Prens Andrey. Bunun niçin böyle olduğunu bilmiyordu. Bu ihtiyar şefin, kendi benliğinden geriye yalnızca tutkulu alışkanlıkları kalmış ve kişisel menfaatten arınmış olduğunu ve ayrıca nedenleri kavrayıp sonuçlar çıkaran bir zekâ yerine, olayların akışını sakin bir şekilde seyretme yeteneğine sahip bulunduğunu gördükçe her şeyin yolunda gideceğine daha fazla inanıyordu. Kendinden bir şey yapmıyor, bir önlem almıyor… diye düşünüyordu Prens Andrey. Ama her şeyi dinliyor, hatırlıyor, yerli yerine koyuyor, yararlı şeyleri engellemiyor, zararlılara da izin vermiyor; kendi iradesinden daha güçlü bir şeyin, yani olayların önüne geçilmez akışının var olduğunu biliyor. Onları görüyor ve anlamlarını kavrıyor, anlayınca da kendisi işin içine karışmıyor, iradesini uygulayıp başka bir sey yapmak istemiyor. Ona inanılmasının başlıca nedeni de Mme Genlis’nin romanını okumasına ve Fransız atasözlerini ağzından düşürmemesine rağmen Rus olmasıdır; “Şu ülkeyi ne hâle soktular!” dediği zaman sesinin titremesi ve “Onlara at eti yedireceğim!” diye haykırdığı zaman ağlamaklı olmasıdır…
Gerçekten de saray dalaverelerine karşıt olarak millî duygular içinde Kutuzof’un başkomutanlığa getirilmesinin genel olarak doğru bulunmasının temelinde, herkes tarafından şu ya da bu ölçüde bilinçli olarak benimsenmiş olan bu düşünce yatıyordu.
XVII
İmparator gittikten sonra Moskova’da hayat her zamanki gibi akıyordu, o kadar az değişmişti ki eski yurtseverlik heyecanlarını ve coşkulu günleri hatırlamak kolay değildi. Rusya’nın gerçekten tehlikede olduğuna ve İngiliz Kulübü üyelerinin aynı zamanda her türlü fedakârlığı yapmaya hazır vatan evlatları olduklarına inanmak zordu. İmparator’un Moskova’da bulunduğu zamanki coşkulu yurtseverliği hatırlatan şeyler, yalnızca hemen yerine getirilmesi gereken ve zorunlu olarak görünen insan ve para yardımıydı. Düşman, Moskova’ya daha da yaklaşınca bu kenttekilerin durumlarını daha ciddiye almalarına değil; tehlikenin yaklaştığını bilen insanlarda her zaman görüldüğü gibi daha da kaygısız davranmalarına yol açmıştı. Tehlike yaklaşırken insanın içinde, aynı güçle dile gelen iki ses duyulur: Bunların birisi, tehlikenin ne olduğunu incelemek ve ondan kaçınılması için gerekli önlemleri almak gerektiğini söyler. Akla ondan da daha yakın olan ikincisi ise her şeyi engellemek ve olayların genel akışından sıyrılmak insanın gücünü aştığı için tehlikeyi düşünmenin çok ağır ve acı verici bir şey olduğunu ve bundan ötürü, bu tatsız olayı, gerçekleşene kadar görmezlikten gelip tatlı şeyleri düşünmek gerektiğini ileri sürer. Yalnızca birinci sese kapılır insan, topluluk içindeyse ikincisine kulak verir. Moskovalılar da şimdi, ikinci sese kulak veriyorlardı. Çoktandır Moskova’da, bu yılki kadar eğlenceli bir hayat sürülmemişti.
Rostopçin afişlerinin üst bölümünde bir meyhane, bir meyhaneci ve bir Moskovalı zanaatkâr olan Karpuşka Çigirin’in resmi vardı. Milis yazılmış olan Karpuşka, ayaküstü son kadehi de yuvarlıyor; Bonapart’ın Moskova’ya gelmek istediğini duyup bütün Fransızlara söverek meyhaneden çıkıyor; tabelanın altında kalabalığa nutuk çekiyordu. Bu afişler, Vasili Lvoviç Puşkin’in son yazdığı şiirler kadar çok okunuyor ve yorumlanıyordu.
Afişleri okumak için kulübün köşedeki odasında toplanmışlardı. Karpuşka’nın “Rus lahanasından şişeceklerini, bulgur çorbasından patlayacaklarını, lahana çorbasından gebereceklerini; hepsinin cüce olduğunu, bir köylü kadının yabayla üçünü birden havaya savurabileceğini” söyleyerek Fransızlarla alay etmesi bazı üyelerin hoşuna gidiyor, bazıları da bunun çok kaba ve yersiz olduğunu ileri sürüyorlardı. Rostopçin’in, Fransızları ve bütün yabancıları Moskova’dan çıkardığını; bunlar arasında casusların ve Napolyon’un adamlarının bulunduğunu söylüyorlardı. Ama yabancılar gönderilirken Rostopçin’in yaptığı nükteleri anlatmak için söylüyorlardı bunları. Yabancılar bir tekneyle Nijni’ye gönderilirken Rostopçin şöyle demişti onlara: “Rentrez en vousmêmes, entres dans la barque et n’en faites pas une barque de Charon.”94 Moskova’daki bütün resmî dairelerin taşınmış olduğunu söylüyorlar ve Şinşin’in, yalnızca bu durum için Moskovalıların Napolyon’a teşekkür etmesi gerektiğini ileri sürerek yaptığı nükte söz konusu ediliyordu. Mamonof’un alayının ona, sekiz yüz bin rubleye patlayacağı; Bezuhof’un, kendi milisleri için daha çok para harcadığı ama yurtsever olduğunu gösterebileceği en soylu delilinin, üniformasını giyip alayının başına geçmesi ve kendisini hayranlıkla seyredecek olanlardan para almaması olacağını da ileri sürülüyordu.
Jüli Drubetskaya, didik didik olmuş bir tiftik yığınını yüzük dolu ince parmaklarıyla sıkıştırıp topladı.
“Bezuhof est ridicule95 ama o kadar iyi yürekli, o kadar sevimli ki!” dedi. “Bu kadar caustique96 olmaktan ne tat alıyorsunuz bilmem!”
Jüli’nin “mon chevalier”97 dediği ve Nijni’ye birlikte geldiği milis üniformalı genç adam, “Ceza!” dedi.
Rusya’nın birçok salonunda olduğu gibi Jüli’nin salonunda da yalnızca Rusça konuşma kararı verilmişti. Yanılıp da Fransızca konuşanlara, bağış komitesi yararına ceza veriliyordu.
Orada bulunan bir Rus yazarı “Galisizm98 için de bir başka ceza kesilmeli…” dedi. “Tat almak, Rusça değildir.”
Yazarın söylediklerine aldırış etmeyen Jüli, milise dönerek “Kimseyi hoş görmüyorsunuz…” dedi. “Caustique demekle hata ettim, kabul ediyor ve cezamı ödüyorum; gerçeği söylemek pahasına daha da öderim ama galisizmlere gelince…” Yazara dönmüştü. “Sorumlu değilim bundan, Prens Galitsin gibi bir hoca tutarak Rusça öğrenmek için param da zamanım da yok. Aaa işte gelmiş… Quand on…99 Yok, yok, bir hatamı daha yakalayamazsınız.” Piyer’e dönerek kibarca gülümsedi. “Şimdi sizden söz ediyorduk.” Yüksek sosyete hanımlarına özgü bir kolaylıkla yalan söylüyordu Jüli. “Güneşten söz edilince ışıkları görülür değil mi? Alayınızın, Mamonof’un alayından iyi olacağından şüphe duyulmadığını söylüyorduk.”
Piyer, ev sahibesinin elini öperek ve yanına oturarak “Ah! Şu alaydan söz etmeyin bana…” dedi. “Bıktım doğrusu.”
“Alayın komutasını siz alacaksınız şüphesiz…” dedi Jüli, milise bakıp alaycı bir şekilde gülümseyerek.
Ama milis, Piyer’in karşısında eskisi kadar caustique değildi ve bu alaycı gülümsemenin ne anlama geldiğini kavramaya çalışıyordu. Piyer’in kişiliği dalgınlığına, iyi yürekliliğine rağmen yanında her türlü alay teşebbüsüne hemen son vermişti.
Gülerek ve koskoca gövdesini gözden geçirerek “Hayır…” dedi Piyer. “Fransızlar için çok kolay bir hedef olurum ben. Zaten atın sırtına çıkabileceğimi de pek sanmıyorum.”
Jüli, çeşitli kimselerden söz ettikten sonra Rostoflarda karar kıldı.
“İşleri çok fena gidiyor…” dedi. “Bu Kont da o kadar saçma bir kimse ki! Razumovskiler konağını ve Moskova yakınındaki malikânesini satın almak istiyorlardı ama iş sürüncemede kaldı. Kont çok yüksek fiyat istiyor.”
“Bugünlerde satılacakmış…” dedi birisi. “Oysa bugün Moskova’da bir şey satın almak deliliktir.”
“Neden?” diye sordu Jüli. “Moskova’nın gerçekten tehlike içinde olduğunu mu düşünüyorsunuz?”
“Değilse niçin ayrılıyorsunuz kentten?”
“Ben mi? Ne garip soru. Ayrılıyorum çünkü… Çünkü herkes ayrılıyor. Ve ben ne Jeanne d’Arc’ım ne de Amazon.”
“Pekâlâ, pekâlâ… Bana biraz bez verin.”
“İşini bilse bütün borçlarını ödeyebilir…” dedi milis, Kont Rostof’u kastederek.
“Çok iyi yürekli bir ihtiyar ama pauvre sire.100 Burada niçin bu kadar çok kalıyor? Ta ne zaman köye gitmek istiyordu! Natali, tamamen iyileşti sanırım?” diye kurnazca gülümseyerek Piyer’e sordu Jüli.
“Küçük oğullarını bekliyorlar…” dedi Piyer. “Obolenski kazaklarına katıldı ve Belaya Tserkov’a gitti. Bir alay oluşturuluyordu orada. Ama şimdi benim birliğe aldırdılar ve gelmesini bekliyorlar. Kont çoktan beri gitmek istiyordu ama Kontes, oğlu gelmeden gitmeyi kesinlikle reddediyor.”
“Önceki gün, Arharoflarda gördüm onları. Natali yine güzelleşmiş, pırıl pırıl olmuş. Şarkı da söyledi. Bazı insanlar her şeyi ne kolay da atlatıyorlar?”
“Neyi atlatıyorlar?” dedi Piyer hoşnutsuzlukla.
Jüli gülümsedi.
“Sizin gibi şövalyelere ancak Madema Suza’nın romanlarında rastlanır Kont.”
“Ne şövalyesi? Ne demek bu?” dedi Piyer kızararak.
“Rica ederim Kont, c’est la table de tout Moscou. Je vous admire, ma parole d’honneur.”101
“Ceza! Ceza!” diye haykırdı milis.
“Peki, olsun. Neredeyse konuşamayacağız! Ne sıkıcı şey!”
“Qu’est-ce qui est la fable de tout Moscou?”102 diye sordu Piyer, asık suratla yerinden kalkarken.
“Hadi canım, siz çok iyi bilirsiniz!”
“Hiçbir şey bilmiyorum.”
“Natali ile ahbap olduğunuzu biliyorum ve bundan ötürü… Ama ben Vera ile her zaman daha ahbabım da… Cette chère Vera!”103
“Non, madame.”104 dedi Piyer hoşnutsuzlukla. “Kontes Rostova’nın koruyucu şövalyeliğini üzerime almış değilim ve aşağı yukarı bir aydır da evlerine gitmedim. Ama anlamıyorum, bu gaddarlık…”
Jüli, gülümseyerek ve elindeki tiftiği bilmiş bilmiş sallayarak “Qui s’excuse s’accuse.”105 dedi.
Ardından son söz kendisinde kalsın diye konuyu hemen değiştirdi:
“Zavallı Mariya Bolkonskaya dün Moskova’ya geldi, biliyor musunuz? Babasını kaybettiğini de duydunuz mu?”
“Öyle mi? Nerede kendisi? Onu çok görmek isterdim…” dedi Piyer.
“Dün akşamı onunla birlikte geçirdim. Bugün ya da yarın sabah yeğeniyle birlikte Moskova yakınındaki malikâneye gidecek.”
“Peki… Nasıl kendisi?” dedi Piyer.
“Fena değil. Ama üzüntülü. Mariya’yı kimin kurtardığını biliyor musunuz? Tam roman bu! Nikolay Rostof kurtarmış. Prenses Mariya’yı sarmışlar, öldüreceklermiş, adamlarını da yaralamışlar. Rostof atılmış ve kurtarmış onu…”
“Evet, bir roman daha…” dedi milis. “Bu genel kaçış, evde kalmış kızların koca bulmasına yarayacak herhâlde. Önce Catiche, şimdi de Prenses Bolkonskaya.”
“Bana kalırsa un petit peu amoureuse du jeune homme.”106
“Ceza! Ceza! Ceza!”
“Aman canım, insan bunu Rusça nasıl söyler ki?..”
XVIII
Eve döndüğünde Rostopçin’in o gün getirilen iki afişini verdiler Piyer’e. Birincisinde, Moskova’dan ayrılmanın Kont Rostopçin tarafından yasaklandığı konusunda çıkarılan söylentilerin yalan olduğu ve tam tersine sosyete hanımlarının ve tacir eşlerinin kentten ayrılmalarının Kont’u memnun edeceği belirtiliyor ve “Böylece, daha az korku ve daha az havadis olacak. Ama yine de kara ruhlunun Moskova’ya giremeyeceğine kendi başım üzerine ant içerim!” deniyordu. Bu sözler, Fransızların Moskova’ya gireceğini Piyer’e ilk olarak açıkça gösteriyordu. İkinci afişte genel karargâhımızın Vyazma’da bulunduğu, Kont Wittgenstein’ın düşmanı yendiği, birçok Moskovalı silahlanmak istediği için isteklerini karşılamak üzere cephaneliklerde kılıçlar, tabancalar, silahlar bulundurulduğu ve bunların ucuz fiyata satın alınabileceği belirtiliyordu. Bu afişin havası, Çigirin’in sözleri kadar alaycı ve neşeli değildi. Bu afişler uzun uzun düşündürdü Piyer’i. Ruhunun bütün gücüyle çağırdığı ve içini istemediği bir tedirginlikle dolduran felaket fırtınası yaklaşıyordu şüphesiz.
Belki yüzüncü kere Askere yazılıp orduya mı gitsem yoksa beklesem mi? diye düşündü. Masanın üzerindeki iskambil destesini alıp fal açmaya koyuldu.
Kartları karıştırıp bakışlarını yukarıya çevirdikten sonra, Bu fal açılırsa demektir ki… Evet, ne demektir bu?.. (Bunun ne demek olacağına karar vermesinden önce içeri girip giremeyeceğini soran Büyük Prenses’in sesi kapının ardından duyuldu.) Orduya katılacağım demektir! dedi Piyer kendi kendine.
“Giriniz, giriniz!” diye ekledi yüksek sesle.
(Kısa bacaklı ve yüzü hissiz, yaşlı Büyük Prenses; hâlâ Piyer’in evindeydi, kendisinden küçük iki kız kardeşi evlenmişlerdi.)
Sitem eder gibi ve heyecanlı bir şekilde “Rahatsız ettiğim için özür dilerim kuzenim…” dedi. “Ama bir karara varmak gerekiyor. Ne olacak böyle? Herkes gitti buradan ve halk ayaklanmaya başladı. Niçin bekliyoruz?”
Prenses’in koruyucu rolünü oynamaktan duyduğu sıkıntıyı gizlemek için her zaman yaptığı gibi alaycı bir tonda “Tam tersine kuzinim, her şey yolunda gidiyor…” dedi Piyer.
“Her şey yolunda gidiyor… Öyle mi? Birliklerimizin başarılarını Varvara İvanovna anlattı bana. Onlar için büyük bir onur bu. Ama halk tamamen başkaldırdı, itaat nedir bilmiyor; hizmetçim bir kabalaştı! Böyle giderse boğazımı sıkarlar. Sokağa çıkmak imkânsız. Üstelik Fransızlar neredeyse gelecekler, ne bekliyoruz biz? Bir tek isteğim var sizden: Beni Petersburg’a gönderin kuzenim. Hiçbir şekilde, Bonapart’ın egemenliği altında yaşayamam.”
“Bu bilgileri nereden alıyorsunuz kuzinim? Tam tersine…”
“Sizin Napolyon’unuza boyun eğemem ben. Başkaları, istediklerini yapsınlar… Sizden dilediğimi yapmak istemezseniz…”
“Nasıl olur, hemen emir vereceğim.”
Kızacak kimse bulamayan Prenses’in canı sıkılmıştı. Bir şeyler mırıldanarak sandalyenin ucuna ilişti.
“Yanlış haberler vermişler size…” dedi Piyer. “Kentte her şey yolunda, hiçbir tehlike yok. Şimdi okudum…” Prenses’e afişleri gösterdi. “Kont, düşmanın Moskova’ya gelmeyeceğini başı üzerine yemin ederek söylüyor.”
“Ah, sizin şu Kont’unuz!” dedi Prenses. “İkiyüzlünün, sefilin biridir o; halkı kışkırtan da kendisi! Kim olursa olsun, yakasından yakalayıp karakola sürükleyin diye bu saçma afişlerde yazan da o değil mi? ‘Böyle yapanlar onurlu ve seçkin kişilerdir.’ diyordu. İşte, liberalizmin sonuçları! Varvara İvanovna, Fransızca konuştuğu için halkın elinden zor kurtulduğunu söyledi bana…”
“Peki, peki…” dedi Piyer. “Her şeyi büyütüyorsunuz siz.”
İskambilleri eline alıp yeniden falına döndü.
Falı çıktığı hâlde, Piyer orduya katılmadı; boşalan Moskova’da kaldı. Tedirginlik, kararsızlık, korku ve neşeden oluşan karmaşık bir duyguyla korkunç bir şeyin gerçekleşmesini beklemeye başladı.
Ertesi akşam Prenses yola çıktı ve Piyer’in başkâhyası, alayın donatılması için gerekli paranın ancak bir malikâne satılarak sağlanabileceğini söylemek üzere yanına geldi. Kâhya, Piyer’in alay kurma tasarısının, onu parasız bırakacağını anlatmak istiyordu. Kâhyanın sözlerini dinlerken gülümsemesini güçlükle gizliyordu Piyer.
“Ne yapalım, satın bir malikâne!” dedi. “Yapacak bir şey yok, sözümden dönemem artık!”
Genel durum kötüleştikçe ve özellikle kendi işleri çıkmaza girdikçe neşeleniyordu Piyer, beklediği felaketin çok yakın olduğunu gösteriyordu bunlar. Artık kendi tanıdıklarından hemen hiç kimse kalmamıştı kentte. Yakın dostlarından, yalnızca Rostoflar vardı. Ama Piyer, onların evine gitmiyordu.
Piyer o gün biraz vakit geçirmek istiyordu, Leppik tarafından düşmanı yok etmek için yapılan küre şeklindeki büyük balonu ve ertesi gün havaya salıverilecek olan deneme balonunu görmek üzere Vorontsovo köyüne gitti. Balon henüz hazır değildi ama balonun İmparator’un isteği üzerine yapıldığını öğrenmişti Piyer. İmparator, Kont Rostopçin’e şöyle yazmıştı:
Aussitôt que Leppich sera prêt, composez-lui un équipage pour sa usuelle d’hommes sûrs et intelligents et dépêchez un courrier au général Koutouzov pour l’en prévenir. Je l’ai instruit de la chose.
Recommandez, je vous prie, è Leppich d’être bien attentif sur l’endroit oû il descendra, la première fois, pour ne pas se tromper et ne pas tomber dans les mains de l’ennemi. Il est indispensable qu’il combine ses mouvements avec le général en chef. 107
Vorontsovo’dan dönerken Bolotmiy dörtyol ağzından geçen Piyer, Lobnoye Alanı’nda bir kalabalık gördü ve arabadan indi. Casuslukla suçlanan bir Fransız aşçıya ceza veriliyordu. Ceza henüz sona ermişti; cellat, inleyip duran sarı favorili, mavi çoraplı, yeşil mintanlı şişman bir adamı işkence sandalyesinden henüz çözüyordu. Benzi atmış zayıf bir başka suçlu da sırasını bekliyordu. Her ikisinin de Fransız olduğu yüzlerinden belliydi. Zayıf Fransız’ınkine benzeyen sapsarı bir yüzle kalabalığı yararak ilerledi Piyer.
“Nedir bu? Kim bunlar? Ne oluyor?” diye sordu. Ama kalabalığın (memurlar, esnaf, tacirler, köylüler, çocuklu ve mantolu kadınlar) dikkati Lobnoye Alanı’nda olup bitenlere öylesine çevrilmişti ki kimse cevap vermedi ona. Şişman adam kalktı, kaşlarını çatarak omuz silkti, şüphesiz metin görünmeye çalışarak çevresine hiç bakmadan giyinmeye koyuldu. Ama birden dudakları titredi, kendisine öfkelenerek kanı çok, yaşlı insanların yaptığı gibi ağlamaya başladı. Kalabalık, yüksek sesle konuşmaya koyuldu. Duydukları merhamet hissini bastırmak istiyorlarmış gibi geldi Piyer’e.
“Bir prensin aşçısıymış bu…”
Fransız’ın ağladığını gören ve Piyer’in yanında duran buruşuk yüzlü ufak tefek bir memur “Eee, mösyö, Rus salçası Fransız’a çok ekşi geldi herhâlde… İnsanın dişleri kamaşır bundan!” dedi.
Alaycı sözlerinin beğenileceğinden emin bir şekilde baktı çevresine. Bazıları ağız dolusu güldüler, bazıları da kamçılamak üzere ikinci Fransız’ı soyan cellada korkuyla bakmaya devam ettiler.
Piyer hızla soludu, yüzü karmakarışık olmuştu. Birden dönerek arabasına yöneldi. Kendi kendine bir şeyler homurdanıyordu. Yolda birkaç kere ürpererek öyle yüksek sesle bağırdı ki arabacı “Ne dediniz, efendim?” diye sordu.
“Nereye gidiyorsun?” diye bağırdı Piyer, Lubyonkaya girdikleri zaman.
“Valiye gitmemizi emretmiştiniz…” dedi arabacı.
“Budala! Hayvan!” diye sövmeye başladı Piyer pek yapmadığı hâlde. “Eve gitmeni söyledim, avanak!”
Ardından “Hemen, bugün ayrılmak gerekiyor!” dedi kendi kendine.
Lobnoye Alanı’nda cezalandırılan Fransız’ı ve çevresindeki kalabalığı gören Piyer, Moskova’da kalamayacağına ve o gün orduya katılması gerektiğine o kadar kararlıydı ki bunu arabacıya söylediğini ya da arabacının kendiliğinden düşünmesi gerektiğini sanıyordu.
Piyer eve gelince her şeyi bilen, her şeyi yapabilen ve bütün Moskova’nın tanıdığı arabacısı Evstafyeviç’e; bu gece Mojaisk’te orduya katılacağını, binek atlarının oraya gönderilmesini söyledi. Bunların hepsi bir günde yapılamazdı ve Evstafyeviç’in teklifleri üzerine Piyer yolda değiştirilecek atların hazırlanması için hareketini bir gün geciktirmek zorunda kaldı.
Ayın 24’ünde hava düzelmişti ve o gün öğle yemeğinden sonra yola çıktı. Geceleyin, Perhuşkovo’da at değiştirirken o akşam büyük bir çarpışma olduğunu öğrendi. Top seslerinden, yerin sarsıldığını söylüyorlardı. Piyer kimin kazandığını sordu ama cevap alamadı. (Bu, ayın 24’ündeki Şevardino Savaşı’ydı.) Gün ağarırken Mojaisk’e geldi Piyer.
Mojaisk’te bütün evler askerî birliklerce işgal edilmişti. Seyisi ve arabacısı tarafından karşılandığı handa boş oda yoktu, hepsi subaylarla doluydu.
Mojaisk’te ve yakınlarında, her yerde karargâh kurmuş ya da gelip geçen birlikler vardı. Her yerde kazaklar, piyadeler, atlı askerler, arabalar, sandıklar, toplar görülüyordu. Piyer ilerlemek için acele ediyordu; ilerledikçe ve bu asker okyanusunun içine daldıkça tedirginliği ve yepyeni bir duygunun heyecanı gittikçe şiddetlenerek kaplıyordu benliğini. Bu, Slobodsk Sarayı’na, İmparator’un geldiği zaman duyduğuna benzer bir duyguydu. Hemen bir şeyler yapmak, bir fedakârlıkta bulunmak gerektiği hissini uyandıran güçlü bir istekti. Yaşamında mutluluğunu oluşturan her şeyin, rahatlığın, zenginliğin ve hatta hayatın kendisinin bir hiç olduğunu; bir şeye kıyasla, bütün bunları bir yana atmanın mutluluk verdiğini memnuniyetle duyuyordu şimdi. Bu şeyin ne olduğunu söyleyemezdi ve her şeyi kimin ve ne için böyle mutluluk duyarak feda ettiğini de açık bir şekilde kavrayamıyordu. Önemli olan, bu fedakârlığı niçin istediği değildi; ona böylesine bir neşe ve hafiflik veren fedakârlığın kendisiydi.