Читать книгу Savaş ve Barış II. Cilt (Лев Николаевич Толстой) онлайн бесплатно на Bookz (13-ая страница книги)
bannerbanner
Savaş ve Barış II. Cilt
Savaş ve Barış II. Cilt
Оценить:
Savaş ve Barış II. Cilt

3

Полная версия:

Savaş ve Barış II. Cilt

“Kes, kes!” dedi Alpatiç. “İçinin üç arşın derinliğini bile görüyorum.”

Arılara bakmaktaki ustalığının, yulaf tohumu serpme gününü çok iyi bilmesinin ve İhtiyar Prens’i yirmi yıl memnun etmesinin, büyücü olarak ün kazanmasına neden olduğunu ve büyücülerin de insan içinin üç arşın derinliğini görebildiklerine inanıldığını biliyordu.

Dron ayağa kalkıp bir şeyler söylemek istedi. Alpatiç bırakmadı.

“Ne var şu kafanızda, ha? Neler düşünüyorsunuz?..”

“Köylülerle ne yapacağım ben!” dedi Dron. “Hepsi aynı durumda. Ne söyleseniz para etmez.”

“Söylüyorum ya…” dedi Alpatiç. Sonra birden sordu: “İçiyorlar mı?”

“Hepsi çıldırdı. İkinci fıçıyı getirdiler.”

“Öyleyse dinle beni. Emniyet başkanına gideceğim. Sen de bu saçmalıkları bırakıp arabaları getirmelerini söyle onlara.”

“Başüstüne!” dedi Dron.

Yakof Alpatiç, fazla ısrar etmedi. İtaat ettirmenin en iyi çaresinin, itaat edeceklerinden şüphe edildiğini göstermemek olduğunu bilecek kadar uzun zaman yönetmişti insanları. Dron’dan itaatkârane bir “Başüstüne!” koparan Alpatiç bununla yetindi. Oysa askerî birliklerin yardımı olmadan tek bir araba bile bulamayacağını düşünüyor, hatta buna kesinlikle inanıyordu.

Nitekim akşamüstü arabalar toplanmadı. Meyhanenin önünde yeni bir köylü toplantısı yapıldı ve bu toplantıda, atları ormana sürüp araba vermemek kararı alındı. Alpatiç olup bitenlerden söz etmedi Prenses’e. Lisi Gori’den gelen kendi eşyalarının boşaltılmasını ve atlarının da Prenses’in kupa arabasına koşulmak üzere hazırlanmasını emretti. Ondan sonra, polis görevlilerini görmeye gitti.



X

Prenses Mariya, babasının cenazesinden sonra odasına kapandı ve kimsenin içeri girmesine izin vermedi. Bir hizmetçi, Alpatiç’in yolculuk konusunda talimat istediğini söylemek üzere geldiğinde (Alpatiç’in Dron’la konuşmasından önce oluyordu bu.) uzanmış olduğu divandan kalktı ve kapalı duran kapının ardından, hiçbir yere gitmeyeceğini ve kendisini rahat bırakmalarını söyledi.

Prenses Mariya’nın odasının pencereleri batıya bakıyordu. Divanın üzerinde, yüzü duvara dönük olarak yatıyordu; meşin yastığın düğmelerini parmaklarıyla yokluyor, bu yastıktan başka bir şey görmüyordu. Belli belirsiz düşünceleri tek bir konuya yönelmişti: Ölümün geri çevrilmezliği. Kendi manevi bayağılığı ile dua etmek istiyordu ama cesareti yoktu buna. Bulunduğu durumda Tanrı’ya dönemezdi. Uzun süre öylece yattı Prenses Mariya.

Güneş, evin öte yanına geçmişti. Akşamın eğri ışıkları, açık pencereden, odayı ve Prenses Mariya’nın gözlerini diktiği meşin yastığı aydınlatıyordu. Düşüncelerinin akışı ansızın kesildi; kendisi de farkında olmadan doğruldu, saçlarını düzeltti, farkında olmadan ayağa kalktı, pencerenin yanına geldi, rüzgârlı ve berrak akşamın serinliğini içine çekti.

Evet, şimdi güneşin batışını keyfince seyredebilirsin. Artık o yok ve kimse seni engelleyemez… diye geçirdi içinden ve bir sandalyeye yığılıp başını pencere kenarına dayadı.

Birisi, yumuşak ve tatlı bir sesle bahçe tarafından onun adını söylüyordu. Başının öpüldüğünü hissetti Prenses Mariya, dönüp bakınca karalar giymiş olan Matmazel Bourienne’i gördü. Yavaşça Prenses’e yaklaşıp içini çekerek öptü onu ve ağlamaya başladı. Prenses Mariya ona bakıyordu. Onunla küskünlükleri, ona karşı duyduğu kıskançlıklar aklına geldi. Babası da son zamanlarda Matzamel Bourienne’e karşı değişmiş, onu görmek istememişti. Demek ki bu kadıncağızı çok sert yargılamıştı Prenses. Babamın ölümünü isteyen ben, kalkmış başkasını kınıyorum ha! diye düşündü.

Son zamanlarda ondan uzak duran, ona bağlı olmakla beraber yabancı bir evde oturan Matmazel Bourienne’in durumu, açıkça Prenses Mariya’nın gözünün önüne geldi. Ona acıdı; sorgulayıcı, tatlı bakışlarını yüzüne dikti ve elini uzattı. Matmazel Bourienne yeniden ağlamaya, Prenses’in ellerini öpmeye, kendisinin de paylaştığı acısından söz etmeye başladı. Acısının ancak bu acıyı Prenses’le paylaşmasına izin verilirse azalabileceğini söyledi. Bu büyük acı karşısında daha önceki bütün anlaşmazlıklarının ortadan kalkması gerektiğini, kendisini kimseye karşı suçlu hissetmediğini ve onun öte dünyadan, duyduğu sevgiyi ve minnettarlığı gördüğünü de sözlerine ekledi.

Sözlerini anlamadan ama kimi zaman ona bakarak ve sadece sesinin yankılarını işiterek dinliyordu Prenses.

“Sizin durumunuz iki kat korkunç, Sevgili Prensesim…” dedi Matmazel Bourienne. “İçinde bulunduğunuz durumda, kendinizi düşünmediğinizi ve düşünmeyeceğinizi biliyorum. Ama size duyduğum sevgi, benim sizi düşünmemi gerektiriyor. Alpatiç’i gördünüz mü? Gidiş için sizinle konuştu mu?”

Prenses Mariya cevap vermedi. Kimin, nereye gitmesi gerektiğini anlayamıyordu. Şimdi bir şey yapmak mümkün mü? Bir şey düşünülebilir mi ki? Bir şeyin ötekinden daha fazla önemi var mı ki? diye geçiriyordu içinden.

“Chère Marié85 tehlike içinde bulunduğumuzu, Fransızlar tarafından sarıldığımızı bilmiyor musunuz? Şu anda yola çıkmak çok tehlikeli. Yola çıkarsak onların eline geçeriz ve belki de…” Prenses Mariya söylediklerinden hiçbir şey anlamadan bakıyordu ona. “Ah! Benim için hiçbir şeyin önemi yok artık. Asla onun yanından ayrılmayacağım… Alpatiç gidiş konusunda bir şeyler söyledi bana. Kendisiyle görüşün; ben bir şey yapamam, yapmak da istemiyorum, istemiyorum…”

“Konuştum onunla…” diye devam etti. “Yarın yola çıkabileceğimizi umuyor. Ama artık burada kalmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Yolda, askerlerin ya da başkaldırmış köylülerin eline düşmenin çok korkunç bir şey olduğunu kabul ederseniz, chère Marié.”

Matmazel Bourienne, Fransız Generali Rameau’nun evlerini terk etmeyen halkın korunacağını açıklayan (Bildiri, alelade bir Rus kâğıdına yazılmamıştı.) bildirisini çantasından çıkardı, Prenses’e uzattı ve “En iyisi bu General’e başvurmaktır sanırım. Şüphesiz gereken saygıyı gösterecektir size…” dedi.

Prenses Mariya belgeyi okudu. Yüzüne ağlamaklı bir ifade belirmişti.

“Kimden aldınız bunu?” diye sordu.

Matmazel Bourienne kızarak “Adımdan Fransız olduğumu anlamış olacaklar ki…” dedi.

Prenses Mariya, elinde bildiriyle pencereden uzaklaştı. Sapsarı bir yüzle odadan çıkıp Prens Andrey’in eski çalışma odasına girdi.

“Dunyaşa! Alpatiç’i, Dronuşka’yı, birini çağır bana! Amaliya Karlovna’ya da söyle, yanıma gelmesin!” dedi Matmazel Bourienne’in sesini duyunca. Fransızların eline düşmek ihtimali karşısında dehşete kapılmıştı. Derhâl gitmek gerek, derhâl! diye geçirdi içinden.

Prens Andrey, kız kardeşinin Fransızların eline düştüğünü öğrenirse!.. Prens Nikolay Andreyiç Bolkonski’nin kızının, yani kendisinin General Rameau’ya sığındığını, korunmasını istediğini duyarsa!.. Bu düşünce derin bir korku saldı içine, iliklerine kadar titretti, yüzünü kızarttı. O ana kadar bilmediği bir öfke ve gurur duymasına da yol açtı. Durumunun güçlüğü ve özellikle küçültücü yanı gözünün önüne geldi. Fransızlar bu eve girecekler; General Rameau, Prens Andrey’in çalışma odasına yerleşecek. Onun mektuplarını, kâğıtlarını eğlence olsun diye karıştırıp duracak. Mademoiselle Bourienne lui fera les honneurs de Boguçorovo.86 Lütfedip bir oda verecekler bana. Askerler babamın madalyalarını, nişanlarını almak için taze mezarını kazacaklar, Rusları nasıl yenilgiye uğrattıklarını anlatacaklar bana, acımı paylaşıyorlar gibi yaparak ikiyüzlülük edecekler… diye düşündü Prenses Mariya. Bunları kendiliğinden değil, babasının ve kardeşinin düşüncelerini benimsemeyi bir görev bildiği için aklından geçiriyordu. Şurada ya da burada kalması, başına şunun ya da bunun gelmesi önemli değildi kendisi için. Ama ölmüş olan babasının ve Prens Andrey’in temsilcisi olarak görüyordu kendini. Onların düşünceleriyle düşünüyor, onların duygularıyla duygulanıyordu. Onların söylediklerini ve yaptıklarını olduğu gibi yerine getirmek gerektiğini hissediyordu. Böylece, Prens Andrey’in çalışma odasına gitti ve onun düşüncelerinin derinliklerine ulaşmak için kendi durumunu düşündü.

Babasının ölümüyle birlikte ortadan kalktığını sandığı zorunluluklar, yani hayatın zorunlulukları, bilinmedik bir güçle ansızın önünde boy göstermiş ve benliğini sürükleyip götürmüştü. Alpatiç’i, Mihail İvanoviç’i, Tihon’u ya da Dron’u çağırtmış; kızarmış bir yüzle, odada dört dönüyordu. Dunyaşa, dadı ve hizmetçi kızlar; Matmazel Bourienne’in söylediklerinin ne ölçüde doğru olduğu konusunda bir şey söyleyecek durumda değillerdi. Alpatiç de malikânede değildi, resmî makamlarla görüşmek üzere gitmişti. Çağrıldığı zaman uykulu gözlerle Prenses’in karşısına çıkan kalfa, Mihail İvanoviç de pek bir şey söyleyemiyordu. On beş yıldır kendi düşüncelerini belirtmeden İhtiyar Prens’in bütün söylediklerine bir cevap niteliği taşıyan gülümsemesiyle Prenses Mariya’nın sorularına ipe sapa gelmez cevaplar verdi. İhtiyar oda hizmetçisi, Tihon, çektiği acının derin izlerini taşıyan bitkin bir yüzle Prenses’in bütün sorularına “Başüstüne.” demekle yetindi ve ağlamamak için büyük bir çaba harcadı.

Sonunda Muhtar Dron girdi odaya. Prenses’i yerlere kadar eğilip selamlayarak kapı kenarında durdu.

Prenses Mariya, odada bir aşağı bir yukarı dolaştıktan sonra Muhtar Dron’un karşısında durdu.

Her yıl Vyazma Panayırı’ndan kendisine, çok sevdiği özel bademli çörekleri getiren ve gülümseyerek uzatan eski bir dostun karşısında olduğunu düşünerek “Dronuşka…” dedi. “Başımıza gelenlerden sonra, şimdi de…”

Sözüne devam edemedi.

“Hepimiz Tanrı’nın emrindeyiz…” dedi Dronuşka içini çekerek.

Bir süre konuşmadılar.

“Dronuşka; Alpatiç bir yere gitmiş, dert anlatacağım kimse yok. Buradan gidemeyeceğim söyleniyor, doğru mu?”

“Niçin gidemeyecekmişsiniz Ekselans? Gidebilirsiniz…” dedi Dron.

“Düşmanın her an tehlikeli olabileceği söylendi. Dostum, hiçbir şey yapamam ben, durum hakkında hiçbir bilgim yok, yanımda kimse de yok. Gece ya da yarın sabah erkenden gitmek istiyorum.”

Dron bir şey söylemedi. Kaşlarının altından Prenses Mariya’ya baktı.

“At yok…” dedi. “Daha önce Yakof Alpatiç’e de söylemiştim.”

“Neden yok?” diye sordu Prenses.

“Tanrı’nın bize bir cezası bu! Atların bazılarını ordu aldı, bazıları da öldü. Bu yıl çok kötüydü. Hayvanları beslemekten vazgeçtik, biz ölmeyelim… Üç gündür kursaklarına bir lokma gitmeyenler var. Bizi mahvettiler!”

Prenses Mariya, onun söylediklerini dikkatle dinliyordu.

“Demek köylüler perişan oldu, yiyecekleri yok?” dedi.

“Açlıktan ölüyorlar neredeyse. Arabayı düşünecek hâlleri yok.”

“Peki niye söylemedin bunu? Yardım edilemez mi onlara? Ben elimden gelen her şeyi yaparım…”

Yüreğine korkunç bir acı çöreklenmişken zengin ve yoksul insanların bulunabilecekleri garip geliyordu Prenses Mariya’ya. Efendilerin kendileri için zahire bulundurduklarını ve kimi zaman bunu köylülere verdiklerini hayal meyal biliyordu. Kardeşinin de babasının da zor durumdaki mujiklere yardımdan onu alıkoymayacaklarından da emindi. Mujiklere dağıtılmasını söyleyeceği buğdayın bölüşülmesinde bir yanlışlık yapmaktan korkuyordu sadece. Kendisini suçlamadan acılarını unutturacak bir uğraş bulduğu için huzur duyuyordu. Dronuşka’ya köylülerin herhangi bir ihtiyaçları ve Boguçorovo’da malikânenin buğdayının bulunup bulunmadığını sordu.

“Sanırım, kardeşimin buğdayı vardır burada?” dedi.

Dron gururlu bir şekilde “Malikânenin buğdayı duruyor…” diye cevapladı. “Prens’imiz, satılmamasını emretmişti bana.”

“Onu köylülere ver, ne ihtiyaçları varsa karşıla. Dağıt hepsini, kardeşim adına emrediyorum. Bizim olan her şeyin onların olduğunu söyle. Onlardan esirgediğimiz bir şey yok, söyle bunu.”

Dron gözlerini dikmiş, bunları söyleyen Prenses’e dikkatle bakıyordu.

“Beni bu görevden affet anacığım! Söyle, anahtarları benden alsınlar!” diye yalvarmaya başladı. “Yirmi üç yıl hizmet ettim, kusur işlemedim. Tanrı hakkı için beni görevden affet!”

Prenses Mariya, kendisinden ne istendiğini ve niçin istendiğini anlayamamıştı. Onun sadakatinden hiçbir zaman şüphe duymadığını ve hem onun hem de köylüler için her şeyi yapacağını söyleyerek cevap verdi.

XI

Bir saat sonra Dunyaşa, Dron’un geldiğini ve emri üzerine bütün mujiklerin ambar önünde toplandıklarını ve kendisiyle konuşmak istediklerini bildirmek üzere Prenses’in yanına geldi.

“Ben onları çağırmadım ki! Sadece buğday dağıtmasını söyledim Dronuşka’ya…” dedi Prenses Mariya.

“Aman efendim, emredin kovsunlar onları! Sakın gitmeyin oraya. Bir dolap çevirdikleri belli. Yakof Alpatiç gelince hemen buradan gideriz… Ama siz sakın…” dedi Dunyaşa.

“Ne dolap çevireceklermiş?” dedi Prenses.

“Sormayın, ben bilmiyorum… Dadıya sorun. Emrinize uymayıp köyden çıkmayı kabul etmedikleri söyleniyor.”

“Yanılıyorsun. Ben köyden çıkmalarını emretmedim…” dedi Prenses. “Bana Dronuşka’yı çağır!”

İçeri giren Dronuşka da Dunyaşa’nın sözlerini doğruladı: Köylüler, Prenses’in emriyle gelmişlerdi.

“Ama ben, gelmelerini hiçbir zaman söylemedim…” dedi Prenses. “Yanlış anlamış olmalısın. Onlara buğday dağıtılmasını emrettim yalnızca.”

Dronuşka içini çekerek karşılık verdi:

“Emriniz öyleyse giderler.”

“Hayır, hayır! Onları göreceğim!”

Dunyaşa’nın ve ihtiyar dadının yalvarmalarına rağmen Prenses Mariya perona çıktı. Dronuşka, Dunyaşa, dadı ve Mihail İvanoviç arkasından geliyorlardı.

Yerlerinde kalsınlar diye buğday dağıtıyorum ve onları Fransızların eline bırakıp kendim gideceğim diye düşünüyorlar herhâlde… Moskova yakınındaki malikânede aylık yiyecek ve oturulacak yer verileceğini söyleyeceğim onlara. Andrey olsa bu benim yaptıklarımdan daha fazlasını yapardı şüphesiz… Alaca karanlıkta ambarın yanında toplanmış köylülere yaklaşırken böyle düşünüyordu Prenses Mariya.

Kalabalık birden yoğunlaştı, kımıldadı ve şapkalar çıktı. Prenses Mariya, gözlerini yere indirip ayakları eteklerine dolaşarak onlara yaklaştı. Karşısında çeşitli ve çok sayıda ihtiyar ve genç gözler, değişik yüzler vardı. Bundan ötürü tek bir yüz göremiyor, tümüyle birden konuşmak gerekliliğini duyarak ne yapacağını bilmiyordu. Ama babasının ve kardeşinin temsilcisi olduğunu düşününce birden kendini toparladı ve konuşmaya başladı:

“Geldiğinize sevindim…” dedi bakışlarını yerden kaldırmadan ve kalbi şiddetle çarparak. “Dronuşka, savaş yüzünden perişan olduğunuzu söyledi. Bizim uğradığımız ortak bir felaket bu. Size yardım konusunda hiçbir şey esirgemeyeceğim. Kendim de gideceğim… Burada kalmak tehlikeli… Düşman çok yakında. Çünkü… Size her şeyi vereceğim dostlarım, merak etmeyin, her şeyi; bütün buğdayımızı alın, yeter ki yoksulluk çekmeyin. Bu buğdayı, burada kalmanız için verdiğimi söyledilerse yanlış bu. Bütün mallarınızı yanınıza alarak Moskova’daki malikânemize gitmenizi rica ediyorum. Orada yoksulluk çekmeyeceğiniz konusunda söz veriyorum size. Eviniz de buğdayınız da olacak.”

Prenses sustu. Kalabalıktan, iç çekmelerden başka ses duyulmuyordu.

“Bunu kendiliğimden yapmıyorum…” diye söze başladı yeniden. “İyi bir efendi olan babamın, kardeşimin ve oğlunun adına yapıyorum.”

Yeniden sustu. Kimse ağzını açmıyordu.

“Felaketimiz müşterektir ve bunu paylaşacağız. Neyim varsa sizindir…” dedi karşısındakilerin yüzlerine bakarak.

Hepsinin yüzünde ne olduğunu kavrayamadığı bir ifade vardı. Bu; merak, bağlılık, minnettarlık ya da korku ve işkillenme miydi belli değildi. Ama ifade, her yüzde aynıydı.

Arkalarından bir ses “İyiliğinize teşekkür ederiz ama efendilerin buğdayını almak işimize gelmez…” dedi.

“Niçin gelmez?” dedi Prenses.

Kimse cevap vermedi ve Prenses, göz göze geldiği köylülerin başlarını önlerine eğdiklerini fark etti.

Bu sessizlik, Prenses’i sıkmıştı. Birisiyle göz göze gelmeye çalıştı. Önünde duran ve değneğine dayanan bir ihtiyara sordu:

“Niçin bir şey söylemiyorsunuz? Başka şey istiyorsanız söyle. Onu da yapacağım.”

İhtiyar sanki kızmış gibi başını önüne eğerek söylendi:

“Niçin kabul edelim? Buğdaya ihtiyacımız yok!”

“Niçin her şeyi bırakıp gidelim? İstemiyoruz… Hayır, istemiyoruz. Razı değiliz buna, sana üzülüyoruz. Kendin yalnız git…” diye sesler yükseldi kalabalıktan.

Ve bütün yüzlerde yeniden tek ve aynı anlam belirdi. Ne var ki bu sefer, merak ya da minnettarlık söz konusu değildi; düşmanca bir kararlılıktı bu.

“Şüphesiz yanlış anladınız…” dedi Prenses Mariya üzüntüyle gülümseyerek. “Niçin buradan gitmek istemiyorsunuz? Size ev ve yiyecek vereceğimi söylüyorum, söz bu. Burada düşman mahveder sizi…”

Ama kalabalığın gürültüsü arasında sesi duyulmaz olmuştu.

“Razı değiliz biz! Varsın mahvetsin bizi! Buğdayını almayacağız, razı değiliz!”

Prenses Mariya, kalabalıktan biriyle yeniden göz göze gelmek istedi. Ama hiç kimse gözlerine bakmıyordu, bakışlarını kaçırıyorlardı. Prenses ne yapacağını kestiremedi.

“Ne güzel öğütler de veriyor… Esirliğe devam etmek için ardından gidecekmişiz! Evin ocağın harap olsun, üstelik boyunduruk altında yaşamaya devam et! Bak hele! Buğday verecekmiş!” diyen sesler duyuluyordu kalabalıktan.

Başını önüne eğen Prenses Mariya kalabalıktan ayrıldı ve eve girdi. Hareket etmesi için ertesi gün kendisine at gerekli olduğunu Dron’a tekrarlayarak odasına çekildi ve düşüncelere daldı.

XII

Prenses Mariya, o gece, odasının açık penceresi önünde oturdu ve mujiklerin köyden yankılanan seslerini dinledi. Ama onları düşünmüyordu. Ne yapsa onları anlayamayacağını biliyordu. Bir tek şeyi düşünüyordu sadece: Bu da günün endişelerinin yarattığı duraklamadan sonra artık geçmişe aitmiş gibi görünen ve derinden duymuş olduğu o acıydı. Artık hatırlayabilir, ağlayabilir, dua edebilirdi. Güneş batınca rüzgâr da kesilmişti. Gece, sakin ve serindi. Gece yarısında köyden gelen sesler kesildi, bir horoz öttü. Ihlamurların arasından bir dolunay çıktı. Serin, beyaz bir çiğ sisi yükseldi; sessizlik, köyü ve evi kapladı.

Yakın geçmişin hatıraları, babasının hastalığı ve son günleri gözünün önünde canlandı. Bunları kederli bir sevinçle tek tek gözünün önüne getiriyor; yalnızca bir tanesini, gecenin bu esrarlı ve sakin saatinde, zihninde canlandırmaya bile cesaret edemediği babasının ölüm sahnesini uzaklaştırmaya çalışıyordu.

Bu tablolar öyle açık bir şekilde, öyle ince ayrıntılarıyla gözlerinin önüne geliyordu ki onları kâh bir gerçek kâh bir geçmiş kâh bir gelecek sanıyordu.

Babasına inme inmesi, Lisi Gori’de koltuklarına girip bahçede sürüklemeleri, dolaşan diliyle bir şeyler söylemeye çalışması, kırlaşmış kaşlarını oynatıp durması ve korku dolu gözlerle bakışı, sanki yeniden gerçekleşen ve onun gözünde canlanan şeylerdi.

Ölürken bana söylediklerini o anda söylemek istiyordu aslında. Bu sözleri söylemeyi her zaman istemişti… dedi Prenses kendi kendine.

Daha sonra, babasının isteğine karşı gelerek bir felaket olacağını önceden sezip Lisi Gori’de kaldığı geceyi, krizden önceki geceyi hatırladı. Uyuyamamış, ayaklarının ucuna basarak aşağıya inmiş, babasının geceyi geçirdiği çiçekliğin kapısına yaklaşarak onu dinlemişti. Bitkin ve yorgun sesiyle Tihon’a bir şeyler söylüyordu babası. Konuşmak istediği besbelliydi. Beni niçin çağırmadı? diye düşündü Prenses Mariya. Artık, içindekileri hiç kimseye açıklayamayacak. Düşündüklerinin tümünü söyleyebileceği o an, benim için de onun için de artık geri dönmemecesine kayboldu. Ben Tihon değilim, onu anlardım. Peki niçin odaya girmedim? Öldüğü gün söylediklerini belki o anda söyleyecekti bana. Tihon’la konuşurken iki kere beni sormuştu. Bense kapının ardında duruyor, içeri girmiyordum. Kendisini anlamayan Tihon’la konuşması büyük bir tatsızlıktı onun için. Öldüğünü unuttuğu Lise’den sağmış gibi söz ediyordu. Tihon gerçeği hatırlatınca “Aptal!” diye haykırdı. Karyolaya yatmasını ve “Tanrı’m!” diye inlemesini şimdi olmuş gibi hatırlıyorum. Niçin girmedim içeri? Ne yapardı bana? Kaybedeceğim ne vardı? Belki yatışıp o sözleri söyleyiverirdi bana. Prenses Mariya, babasının öldüğü gün kendisine söylediği bir sözü yüksek sesle tekrarladı: “Canım!” Sonra içini rahatlatan gözyaşları döküldü gözlerinden.

Karşısında onun yüzünü görüyordu şimdi. Küçüklüğünden beri uzaktan gördüğü yüzü değildi bu; son gün, söylediklerini iyice işitmek için ağzına doğru eğilerek bütün buruşukları ve ayrıntılarıyla ilk defa çok yakından gördüğü o çekingen ve güçsüz yüzü…

“Canım!” diye tekrarladı.

Bu sözü söylediği zaman ne düşünüyordu ve acaba şimdi ne düşünüyor? diye geçirdi zihninden. Buna verilmiş bir cevap gibi tabutta beyaz mendille bağlı yüzündeki ifadeyle gördü onu. Ona dokunduğu ve dokunduğu şeyin o değil, esrarlı ve dehşet verici bir şey olduğunu hissettiği anki korku ve tedirginlik yeniden benliğini kapladı. Başka bir şey düşünmek, dua etmek istedi ama yapamadı. Onun ölü yüzünü yeniden görmeyi bekleyerek fal taşı gibi açılmış gözleriyle ay ışığına ve gölgelere bakıyordu; evin içini ve dışını kaplamış sessizlikte, zincire vurulmuş gibi hissediyordu kendisini.

“Dunyaşa!” diye fısıldadı.

Haykırdı ardından: “Dunyaşa!..”

Ve sessizliğin elinden sıyrılır gibi hizmetkârların odasına, sesini duyup dışarı fırlayan dadıya ve hizmetçilere doğru koştu.

XIII

17 Ağustos’ta Rostof ve İlin, esirlikten yeni dönen Lavruşka’yı ve bir hüsar emir erini de yanlarına alarak Boguçorovo’dan on beş verst uzaktaki Yankovo’da bulunan açık ordugâhlarından atla gezintiye çıktılar.

İlin’in yeni satın aldığı atı denemek ve köylerde ot bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyorlardı.

Son üç gün içinde Boguçorovo, çarpışan iki ordu arasında kalmıştı. Öyle ki Rus artçıları da Fransız öncüleri de kolayca girebilirlerdi buraya. Uyanık bir süvari bölüğü komutanı olan Rostof; bundan ötürü Boguçorovo’da bulunabilecek erzaktan, Fransızlardan önce yararlanmak istiyordu.

Rostof ile İlin çok neşeliydiler. Bir prensin malı olduğunu bildikleri ve içinde büyük bir konak, kalabalık bir ev halkı ve aralarında belki de güzel hizmetçi kızların bulunduğu bu malikâneye yaklaşırken Lavruşka’ya Napolyon konusunda sorular soruyor; onun anlattıklarına gülüyor ve İlin’in yeni atını sınamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Gittikleri köyün, kız kardeşinin eski nişanlısı Prens Bolkonski’nin mülkü olduğu Rostof’un aklının ucundan bile geçmiyordu.

Boguçorovo’nun yakınlarında, Rostof ve İlin son defa yarıştılar ve İlin’i geçen Rostof, köyün yoluna ondan önce dörtnala girdi.

İlin’in yanakları kızarmıştı.

“Beni geçtin…” dedi.

Köpüğe belenmiş don atını okşayan Rostof “Evet, düzlükte de burada da hep ben birinci oluyorum…” dedi.

Lavruşka, kendi lagar beygirini kastederek “Bendeniz de Ekselans, bu benim Fransız’la geçerdim doğrusu ama utandırmak istemedim…” dedi arkalarından.

Büyük bir köylü kalabalığının önünde toplandığı ambara yaklaştılar.

Köylülerin kimi şapkalarını çıkararak kimi de çıkarmadan bakıyordu. Meyhaneden çıkan yüzleri buruşuk, sakalları seyrek iki ihtiyar; ayarsız sesleriyle anlaşılmaz bir şarkı mırıldanarak, sallanarak ve gülümseyerek subaylara yaklaştılar.

“Çok tatlı adamlar bunlar!” dedi Rostof gülerek. “Ot var mı?”

“Amma da birbirlerine benziyorlar!” dedi İlin.

“Eğlen… celi… li… der… ne… ği… ği… miz…” diye bir şarkı tutturan mujiklerden biri güiümsüyordu.

Kalabalığın içinden çıkan bir köylü, Rostof’a yaklaşıp sordu:

“Hangi taraftansınız siz?”

“Fransızların tarafından…” dedi İlin gülerek. “Bu da Napolyon’un ta kendisi…” diye ekledi Lavruşka’yı göstererek.

“Herhâlde Rus’sunuz?” diye yeniden sordu köylü.

Ufak tefek bir başkası yaklaştı. “Kuvvetiniz çok mu?” diye sordu.

“Tabii, hem de pek çok…” dedi Rostof. “Siz neden toplandınız burada? Bayram filan mı var?”

“İhtiyarlar, köy işlerini görüşmek için toplanmışlardı…” dedi köylü uzaklaşırken.

Bu sırada, konaktan çıkan ve subaylara doğru gelen iki kadın ve beyaz şapkalı bir adam göründü.

İlin, kararlı bir şekilde kendisine yaklaşan Dunyaşa’yı göstererek “Pembelisi benim, sululuk istemem…” dedi.

“Evet bizim olacak o…” dedi Lavruşka göz kırparak.

“İstediğiniz nedir güzelim?” diye sordu İlin gülümseyerek.

“Prenses, hangi alaydan olduğunuzu ve adınızı sormamı istedi.”

“Bu, Bölük Komutanı Kont Rostof. Ben de sadık hizmetkârınız.”

“Eğlen… celi… li…” diye şarkı söyleyen sarhoş köylü, ağzı bir karış açık hâlde ve sırıtarak İlin’in hizmetçiyle konuşmasını seyrediyordu. Dunyaşa’nın arkasından gelen Alpatiç, şapkasını çıkararak Rostof’a yaklaştı. Büyük bir saygıyla ama karşısındaki subayın gençliğini küçümseyen bir edayla elini yakasına sokarak “Rahatsız etmeme izin veriniz Ekselans…” dedi. “Bu ayın on beşinde ölen Başkomutan General Prens Nikolay Andreyeviç Bolkonski’nin kızı olan hanımefendim, bu adamların (Eliyle köylüleri gösterdi.) cahilliği yüzünden çok güç bir durumda bulunuyor ve teşrifinizi rica ediyor… Acaba biraz uzaklaşmak lütfunda bulunur musunuz? Bunların yanında…” diyerek bir atın peşinde dolaşan at sinekleri gibi arkasından ayrılmayan iki köylüyü gösteriyordu Alpatiç.

bannerbanner