Читать книгу Savaş ve Barış II. Cilt (Лев Николаевич Толстой) онлайн бесплатно на Bookz (13-ая страница книги)
bannerbanner
Savaş ve Barış II. Cilt
Savaş ve Barış II. Cilt
Оценить:
Savaş ve Barış II. Cilt

3

Полная версия:

Savaş ve Barış II. Cilt

Babasının ölümüyle birlikte ortadan kalktığını sandığı zorunluluklar, yani hayatın zorunlulukları, bilinmedik bir güçle ansızın önünde boy göstermiş ve benliğini sürükleyip götürmüştü. Alpatiç’i, Mihail İvanoviç’i, Tihon’u ya da Dron’u çağırtmış; kızarmış bir yüzle, odada dört dönüyordu. Dunyaşa, dadı ve hizmetçi kızlar; Matmazel Bourienne’in söylediklerinin ne ölçüde doğru olduğu konusunda bir şey söyleyecek durumda değillerdi. Alpatiç de malikânede değildi, resmî makamlarla görüşmek üzere gitmişti. Çağrıldığı zaman uykulu gözlerle Prenses’in karşısına çıkan kalfa, Mihail İvanoviç de pek bir şey söyleyemiyordu. On beş yıldır kendi düşüncelerini belirtmeden İhtiyar Prens’in bütün söylediklerine bir cevap niteliği taşıyan gülümsemesiyle Prenses Mariya’nın sorularına ipe sapa gelmez cevaplar verdi. İhtiyar oda hizmetçisi, Tihon, çektiği acının derin izlerini taşıyan bitkin bir yüzle Prenses’in bütün sorularına “Başüstüne.” demekle yetindi ve ağlamamak için büyük bir çaba harcadı.

Sonunda Muhtar Dron girdi odaya. Prenses’i yerlere kadar eğilip selamlayarak kapı kenarında durdu.

Prenses Mariya, odada bir aşağı bir yukarı dolaştıktan sonra Muhtar Dron’un karşısında durdu.

Her yıl Vyazma Panayırı’ndan kendisine, çok sevdiği özel bademli çörekleri getiren ve gülümseyerek uzatan eski bir dostun karşısında olduğunu düşünerek “Dronuşka…” dedi. “Başımıza gelenlerden sonra, şimdi de…”

Sözüne devam edemedi.

“Hepimiz Tanrı’nın emrindeyiz…” dedi Dronuşka içini çekerek.

Bir süre konuşmadılar.

“Dronuşka; Alpatiç bir yere gitmiş, dert anlatacağım kimse yok. Buradan gidemeyeceğim söyleniyor, doğru mu?”

“Niçin gidemeyecekmişsiniz Ekselans? Gidebilirsiniz…” dedi Dron.

“Düşmanın her an tehlikeli olabileceği söylendi. Dostum, hiçbir şey yapamam ben, durum hakkında hiçbir bilgim yok, yanımda kimse de yok. Gece ya da yarın sabah erkenden gitmek istiyorum.”

Dron bir şey söylemedi. Kaşlarının altından Prenses Mariya’ya baktı.

“At yok…” dedi. “Daha önce Yakof Alpatiç’e de söylemiştim.”

“Neden yok?” diye sordu Prenses.

“Tanrı’nın bize bir cezası bu! Atların bazılarını ordu aldı, bazıları da öldü. Bu yıl çok kötüydü. Hayvanları beslemekten vazgeçtik, biz ölmeyelim… Üç gündür kursaklarına bir lokma gitmeyenler var. Bizi mahvettiler!”

Prenses Mariya, onun söylediklerini dikkatle dinliyordu.

“Demek köylüler perişan oldu, yiyecekleri yok?” dedi.

“Açlıktan ölüyorlar neredeyse. Arabayı düşünecek hâlleri yok.”

“Peki niye söylemedin bunu? Yardım edilemez mi onlara? Ben elimden gelen her şeyi yaparım…”

Yüreğine korkunç bir acı çöreklenmişken zengin ve yoksul insanların bulunabilecekleri garip geliyordu Prenses Mariya’ya. Efendilerin kendileri için zahire bulundurduklarını ve kimi zaman bunu köylülere verdiklerini hayal meyal biliyordu. Kardeşinin de babasının da zor durumdaki mujiklere yardımdan onu alıkoymayacaklarından da emindi. Mujiklere dağıtılmasını söyleyeceği buğdayın bölüşülmesinde bir yanlışlık yapmaktan korkuyordu sadece. Kendisini suçlamadan acılarını unutturacak bir uğraş bulduğu için huzur duyuyordu. Dronuşka’ya köylülerin herhangi bir ihtiyaçları ve Boguçorovo’da malikânenin buğdayının bulunup bulunmadığını sordu.

“Sanırım, kardeşimin buğdayı vardır burada?” dedi.

Dron gururlu bir şekilde “Malikânenin buğdayı duruyor…” diye cevapladı. “Prens’imiz, satılmamasını emretmişti bana.”

“Onu köylülere ver, ne ihtiyaçları varsa karşıla. Dağıt hepsini, kardeşim adına emrediyorum. Bizim olan her şeyin onların olduğunu söyle. Onlardan esirgediğimiz bir şey yok, söyle bunu.”

Dron gözlerini dikmiş, bunları söyleyen Prenses’e dikkatle bakıyordu.

“Beni bu görevden affet anacığım! Söyle, anahtarları benden alsınlar!” diye yalvarmaya başladı. “Yirmi üç yıl hizmet ettim, kusur işlemedim. Tanrı hakkı için beni görevden affet!”

Prenses Mariya, kendisinden ne istendiğini ve niçin istendiğini anlayamamıştı. Onun sadakatinden hiçbir zaman şüphe duymadığını ve hem onun hem de köylüler için her şeyi yapacağını söyleyerek cevap verdi.

XI

Bir saat sonra Dunyaşa, Dron’un geldiğini ve emri üzerine bütün mujiklerin ambar önünde toplandıklarını ve kendisiyle konuşmak istediklerini bildirmek üzere Prenses’in yanına geldi.

“Ben onları çağırmadım ki! Sadece buğday dağıtmasını söyledim Dronuşka’ya…” dedi Prenses Mariya.

“Aman efendim, emredin kovsunlar onları! Sakın gitmeyin oraya. Bir dolap çevirdikleri belli. Yakof Alpatiç gelince hemen buradan gideriz… Ama siz sakın…” dedi Dunyaşa.

“Ne dolap çevireceklermiş?” dedi Prenses.

“Sormayın, ben bilmiyorum… Dadıya sorun. Emrinize uymayıp köyden çıkmayı kabul etmedikleri söyleniyor.”

“Yanılıyorsun. Ben köyden çıkmalarını emretmedim…” dedi Prenses. “Bana Dronuşka’yı çağır!”

İçeri giren Dronuşka da Dunyaşa’nın sözlerini doğruladı: Köylüler, Prenses’in emriyle gelmişlerdi.

“Ama ben, gelmelerini hiçbir zaman söylemedim…” dedi Prenses. “Yanlış anlamış olmalısın. Onlara buğday dağıtılmasını emrettim yalnızca.”

Dronuşka içini çekerek karşılık verdi:

“Emriniz öyleyse giderler.”

“Hayır, hayır! Onları göreceğim!”

Dunyaşa’nın ve ihtiyar dadının yalvarmalarına rağmen Prenses Mariya perona çıktı. Dronuşka, Dunyaşa, dadı ve Mihail İvanoviç arkasından geliyorlardı.

Yerlerinde kalsınlar diye buğday dağıtıyorum ve onları Fransızların eline bırakıp kendim gideceğim diye düşünüyorlar herhâlde… Moskova yakınındaki malikânede aylık yiyecek ve oturulacak yer verileceğini söyleyeceğim onlara. Andrey olsa bu benim yaptıklarımdan daha fazlasını yapardı şüphesiz… Alaca karanlıkta ambarın yanında toplanmış köylülere yaklaşırken böyle düşünüyordu Prenses Mariya.

Kalabalık birden yoğunlaştı, kımıldadı ve şapkalar çıktı. Prenses Mariya, gözlerini yere indirip ayakları eteklerine dolaşarak onlara yaklaştı. Karşısında çeşitli ve çok sayıda ihtiyar ve genç gözler, değişik yüzler vardı. Bundan ötürü tek bir yüz göremiyor, tümüyle birden konuşmak gerekliliğini duyarak ne yapacağını bilmiyordu. Ama babasının ve kardeşinin temsilcisi olduğunu düşününce birden kendini toparladı ve konuşmaya başladı:

“Geldiğinize sevindim…” dedi bakışlarını yerden kaldırmadan ve kalbi şiddetle çarparak. “Dronuşka, savaş yüzünden perişan olduğunuzu söyledi. Bizim uğradığımız ortak bir felaket bu. Size yardım konusunda hiçbir şey esirgemeyeceğim. Kendim de gideceğim… Burada kalmak tehlikeli… Düşman çok yakında. Çünkü… Size her şeyi vereceğim dostlarım, merak etmeyin, her şeyi; bütün buğdayımızı alın, yeter ki yoksulluk çekmeyin. Bu buğdayı, burada kalmanız için verdiğimi söyledilerse yanlış bu. Bütün mallarınızı yanınıza alarak Moskova’daki malikânemize gitmenizi rica ediyorum. Orada yoksulluk çekmeyeceğiniz konusunda söz veriyorum size. Eviniz de buğdayınız da olacak.”

Prenses sustu. Kalabalıktan, iç çekmelerden başka ses duyulmuyordu.

“Bunu kendiliğimden yapmıyorum…” diye söze başladı yeniden. “İyi bir efendi olan babamın, kardeşimin ve oğlunun adına yapıyorum.”

Yeniden sustu. Kimse ağzını açmıyordu.

“Felaketimiz müşterektir ve bunu paylaşacağız. Neyim varsa sizindir…” dedi karşısındakilerin yüzlerine bakarak.

Hepsinin yüzünde ne olduğunu kavrayamadığı bir ifade vardı. Bu; merak, bağlılık, minnettarlık ya da korku ve işkillenme miydi belli değildi. Ama ifade, her yüzde aynıydı.

Arkalarından bir ses “İyiliğinize teşekkür ederiz ama efendilerin buğdayını almak işimize gelmez…” dedi.

“Niçin gelmez?” dedi Prenses.

Kimse cevap vermedi ve Prenses, göz göze geldiği köylülerin başlarını önlerine eğdiklerini fark etti.

Bu sessizlik, Prenses’i sıkmıştı. Birisiyle göz göze gelmeye çalıştı. Önünde duran ve değneğine dayanan bir ihtiyara sordu:

“Niçin bir şey söylemiyorsunuz? Başka şey istiyorsanız söyle. Onu da yapacağım.”

İhtiyar sanki kızmış gibi başını önüne eğerek söylendi:

“Niçin kabul edelim? Buğdaya ihtiyacımız yok!”

“Niçin her şeyi bırakıp gidelim? İstemiyoruz… Hayır, istemiyoruz. Razı değiliz buna, sana üzülüyoruz. Kendin yalnız git…” diye sesler yükseldi kalabalıktan.

Ve bütün yüzlerde yeniden tek ve aynı anlam belirdi. Ne var ki bu sefer, merak ya da minnettarlık söz konusu değildi; düşmanca bir kararlılıktı bu.

“Şüphesiz yanlış anladınız…” dedi Prenses Mariya üzüntüyle gülümseyerek. “Niçin buradan gitmek istemiyorsunuz? Size ev ve yiyecek vereceğimi söylüyorum, söz bu. Burada düşman mahveder sizi…”

Ama kalabalığın gürültüsü arasında sesi duyulmaz olmuştu.

“Razı değiliz biz! Varsın mahvetsin bizi! Buğdayını almayacağız, razı değiliz!”

Prenses Mariya, kalabalıktan biriyle yeniden göz göze gelmek istedi. Ama hiç kimse gözlerine bakmıyordu, bakışlarını kaçırıyorlardı. Prenses ne yapacağını kestiremedi.

“Ne güzel öğütler de veriyor… Esirliğe devam etmek için ardından gidecekmişiz! Evin ocağın harap olsun, üstelik boyunduruk altında yaşamaya devam et! Bak hele! Buğday verecekmiş!” diyen sesler duyuluyordu kalabalıktan.

Başını önüne eğen Prenses Mariya kalabalıktan ayrıldı ve eve girdi. Hareket etmesi için ertesi gün kendisine at gerekli olduğunu Dron’a tekrarlayarak odasına çekildi ve düşüncelere daldı.

XII

Prenses Mariya, o gece, odasının açık penceresi önünde oturdu ve mujiklerin köyden yankılanan seslerini dinledi. Ama onları düşünmüyordu. Ne yapsa onları anlayamayacağını biliyordu. Bir tek şeyi düşünüyordu sadece: Bu da günün endişelerinin yarattığı duraklamadan sonra artık geçmişe aitmiş gibi görünen ve derinden duymuş olduğu o acıydı. Artık hatırlayabilir, ağlayabilir, dua edebilirdi. Güneş batınca rüzgâr da kesilmişti. Gece, sakin ve serindi. Gece yarısında köyden gelen sesler kesildi, bir horoz öttü. Ihlamurların arasından bir dolunay çıktı. Serin, beyaz bir çiğ sisi yükseldi; sessizlik, köyü ve evi kapladı.

Yakın geçmişin hatıraları, babasının hastalığı ve son günleri gözünün önünde canlandı. Bunları kederli bir sevinçle tek tek gözünün önüne getiriyor; yalnızca bir tanesini, gecenin bu esrarlı ve sakin saatinde, zihninde canlandırmaya bile cesaret edemediği babasının ölüm sahnesini uzaklaştırmaya çalışıyordu.

Bu tablolar öyle açık bir şekilde, öyle ince ayrıntılarıyla gözlerinin önüne geliyordu ki onları kâh bir gerçek kâh bir geçmiş kâh bir gelecek sanıyordu.

Babasına inme inmesi, Lisi Gori’de koltuklarına girip bahçede sürüklemeleri, dolaşan diliyle bir şeyler söylemeye çalışması, kırlaşmış kaşlarını oynatıp durması ve korku dolu gözlerle bakışı, sanki yeniden gerçekleşen ve onun gözünde canlanan şeylerdi.

Ölürken bana söylediklerini o anda söylemek istiyordu aslında. Bu sözleri söylemeyi her zaman istemişti… dedi Prenses kendi kendine.

Daha sonra, babasının isteğine karşı gelerek bir felaket olacağını önceden sezip Lisi Gori’de kaldığı geceyi, krizden önceki geceyi hatırladı. Uyuyamamış, ayaklarının ucuna basarak aşağıya inmiş, babasının geceyi geçirdiği çiçekliğin kapısına yaklaşarak onu dinlemişti. Bitkin ve yorgun sesiyle Tihon’a bir şeyler söylüyordu babası. Konuşmak istediği besbelliydi. Beni niçin çağırmadı? diye düşündü Prenses Mariya. Artık, içindekileri hiç kimseye açıklayamayacak. Düşündüklerinin tümünü söyleyebileceği o an, benim için de onun için de artık geri dönmemecesine kayboldu. Ben Tihon değilim, onu anlardım. Peki niçin odaya girmedim? Öldüğü gün söylediklerini belki o anda söyleyecekti bana. Tihon’la konuşurken iki kere beni sormuştu. Bense kapının ardında duruyor, içeri girmiyordum. Kendisini anlamayan Tihon’la konuşması büyük bir tatsızlıktı onun için. Öldüğünü unuttuğu Lise’den sağmış gibi söz ediyordu. Tihon gerçeği hatırlatınca “Aptal!” diye haykırdı. Karyolaya yatmasını ve “Tanrı’m!” diye inlemesini şimdi olmuş gibi hatırlıyorum. Niçin girmedim içeri? Ne yapardı bana? Kaybedeceğim ne vardı? Belki yatışıp o sözleri söyleyiverirdi bana. Prenses Mariya, babasının öldüğü gün kendisine söylediği bir sözü yüksek sesle tekrarladı: “Canım!” Sonra içini rahatlatan gözyaşları döküldü gözlerinden.

Karşısında onun yüzünü görüyordu şimdi. Küçüklüğünden beri uzaktan gördüğü yüzü değildi bu; son gün, söylediklerini iyice işitmek için ağzına doğru eğilerek bütün buruşukları ve ayrıntılarıyla ilk defa çok yakından gördüğü o çekingen ve güçsüz yüzü…

“Canım!” diye tekrarladı.

Bu sözü söylediği zaman ne düşünüyordu ve acaba şimdi ne düşünüyor? diye geçirdi zihninden. Buna verilmiş bir cevap gibi tabutta beyaz mendille bağlı yüzündeki ifadeyle gördü onu. Ona dokunduğu ve dokunduğu şeyin o değil, esrarlı ve dehşet verici bir şey olduğunu hissettiği anki korku ve tedirginlik yeniden benliğini kapladı. Başka bir şey düşünmek, dua etmek istedi ama yapamadı. Onun ölü yüzünü yeniden görmeyi bekleyerek fal taşı gibi açılmış gözleriyle ay ışığına ve gölgelere bakıyordu; evin içini ve dışını kaplamış sessizlikte, zincire vurulmuş gibi hissediyordu kendisini.

“Dunyaşa!” diye fısıldadı.

Haykırdı ardından: “Dunyaşa!..”

Ve sessizliğin elinden sıyrılır gibi hizmetkârların odasına, sesini duyup dışarı fırlayan dadıya ve hizmetçilere doğru koştu.

XIII

17 Ağustos’ta Rostof ve İlin, esirlikten yeni dönen Lavruşka’yı ve bir hüsar emir erini de yanlarına alarak Boguçorovo’dan on beş verst uzaktaki Yankovo’da bulunan açık ordugâhlarından atla gezintiye çıktılar.

İlin’in yeni satın aldığı atı denemek ve köylerde ot bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyorlardı.

Son üç gün içinde Boguçorovo, çarpışan iki ordu arasında kalmıştı. Öyle ki Rus artçıları da Fransız öncüleri de kolayca girebilirlerdi buraya. Uyanık bir süvari bölüğü komutanı olan Rostof; bundan ötürü Boguçorovo’da bulunabilecek erzaktan, Fransızlardan önce yararlanmak istiyordu.

Rostof ile İlin çok neşeliydiler. Bir prensin malı olduğunu bildikleri ve içinde büyük bir konak, kalabalık bir ev halkı ve aralarında belki de güzel hizmetçi kızların bulunduğu bu malikâneye yaklaşırken Lavruşka’ya Napolyon konusunda sorular soruyor; onun anlattıklarına gülüyor ve İlin’in yeni atını sınamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Gittikleri köyün, kız kardeşinin eski nişanlısı Prens Bolkonski’nin mülkü olduğu Rostof’un aklının ucundan bile geçmiyordu.

Boguçorovo’nun yakınlarında, Rostof ve İlin son defa yarıştılar ve İlin’i geçen Rostof, köyün yoluna ondan önce dörtnala girdi.

İlin’in yanakları kızarmıştı.

“Beni geçtin…” dedi.

Köpüğe belenmiş don atını okşayan Rostof “Evet, düzlükte de burada da hep ben birinci oluyorum…” dedi.

Lavruşka, kendi lagar beygirini kastederek “Bendeniz de Ekselans, bu benim Fransız’la geçerdim doğrusu ama utandırmak istemedim…” dedi arkalarından.

Büyük bir köylü kalabalığının önünde toplandığı ambara yaklaştılar.

Köylülerin kimi şapkalarını çıkararak kimi de çıkarmadan bakıyordu. Meyhaneden çıkan yüzleri buruşuk, sakalları seyrek iki ihtiyar; ayarsız sesleriyle anlaşılmaz bir şarkı mırıldanarak, sallanarak ve gülümseyerek subaylara yaklaştılar.

“Çok tatlı adamlar bunlar!” dedi Rostof gülerek. “Ot var mı?”

“Amma da birbirlerine benziyorlar!” dedi İlin.

“Eğlen… celi… li… der… ne… ği… ği… miz…” diye bir şarkı tutturan mujiklerden biri güiümsüyordu.

Kalabalığın içinden çıkan bir köylü, Rostof’a yaklaşıp sordu:

“Hangi taraftansınız siz?”

“Fransızların tarafından…” dedi İlin gülerek. “Bu da Napolyon’un ta kendisi…” diye ekledi Lavruşka’yı göstererek.

“Herhâlde Rus’sunuz?” diye yeniden sordu köylü.

Ufak tefek bir başkası yaklaştı. “Kuvvetiniz çok mu?” diye sordu.

“Tabii, hem de pek çok…” dedi Rostof. “Siz neden toplandınız burada? Bayram filan mı var?”

“İhtiyarlar, köy işlerini görüşmek için toplanmışlardı…” dedi köylü uzaklaşırken.

Bu sırada, konaktan çıkan ve subaylara doğru gelen iki kadın ve beyaz şapkalı bir adam göründü.

İlin, kararlı bir şekilde kendisine yaklaşan Dunyaşa’yı göstererek “Pembelisi benim, sululuk istemem…” dedi.

“Evet bizim olacak o…” dedi Lavruşka göz kırparak.

“İstediğiniz nedir güzelim?” diye sordu İlin gülümseyerek.

“Prenses, hangi alaydan olduğunuzu ve adınızı sormamı istedi.”

“Bu, Bölük Komutanı Kont Rostof. Ben de sadık hizmetkârınız.”

“Eğlen… celi… li…” diye şarkı söyleyen sarhoş köylü, ağzı bir karış açık hâlde ve sırıtarak İlin’in hizmetçiyle konuşmasını seyrediyordu. Dunyaşa’nın arkasından gelen Alpatiç, şapkasını çıkararak Rostof’a yaklaştı. Büyük bir saygıyla ama karşısındaki subayın gençliğini küçümseyen bir edayla elini yakasına sokarak “Rahatsız etmeme izin veriniz Ekselans…” dedi. “Bu ayın on beşinde ölen Başkomutan General Prens Nikolay Andreyeviç Bolkonski’nin kızı olan hanımefendim, bu adamların (Eliyle köylüleri gösterdi.) cahilliği yüzünden çok güç bir durumda bulunuyor ve teşrifinizi rica ediyor… Acaba biraz uzaklaşmak lütfunda bulunur musunuz? Bunların yanında…” diyerek bir atın peşinde dolaşan at sinekleri gibi arkasından ayrılmayan iki köylüyü gösteriyordu Alpatiç.

Köylüler ağızları kulaklarına vararak “Hey Yakof Alpatiç!.. Hay Allah, Yakof Alpatiç!.. Amma iş ha… Bizi bağışla n’olur… Tanrı hakkı için ha!..” diyorlardı.

Eliyle gösterişli bir şekilde köylüleri göstererek “Belki de bunlar Ekselanslarını eğlendiriyor?” dedi Alpatiç.

Rostof onlardan uzaklaşarak “Hayır, eğlenilecek bir şey yok bunda!” dedi. “Ne var? Anlatın bana.”

“İzninizle anlatayım: Bu köyün kaba halkı, hanımefendinin malikâneden ayrılmasını önlüyorlar ve atları koşumdan çıkarırız diye tehdit ediyorlar. Bundan ötürü, her şey sabahtan beri arabalara yerleştirilmiş olduğu hâlde, Prenses hareket edemiyor.”

“Nasıl olur bu?” diye bağırdı Rostof.

“Gerçeği size iletmekle mutluluk duyuyorum efendim…” diye cevap verdi Alpatiç.

Rostof atından inip dizginleri hüsara verdi ve Alpatiç’e olay hakkında sorular sorarak onunla birlikte eve yöneldi.

Gerçekten de Prenses’in köylülere buğday vermek istemesi, Dron’la ve onlarla konuşması, işleri iyice çıkmaza sokmuştu. Bu yüzden Dron, anahtarları teslim etmiş ve kesin olarak köylülere katılmıştı. Alpatiç’in çağırmasına aldırış etmemiş ve yanına gitmemişti. Prenses sabahleyin ayrılmak üzere hayvanların arabaya koşulmasını söyleyince köylüler ambarın önüne yığılmışlardı. Köyden gitmesine izin vermeyeceklerini, göç etmeme emrinin çıktığını ve atları koşumdan çözeceklerini bildirmek üzere adam da göndermişlerdi. Onları yola getirmek isteyen Alpatiç yanlarına gitmişti. Ama ona da Prenses’i bırakamayacaklarını, bunun için emir çıktığını, burada kalması gerektiğini, her zamanki gibi ona boyun eğeceklerini, hizmet edeceklerini söylemişlerdi. (Dron kalabalığın arasında görünmüyor, en çok Karp konuşuyordu.)

Rostof ve İlin yolda dörtnala ilerledikleri sırada Prenses Mariya, Alpatiç’in, dadının ve hizmetkârların vazgeçirmek için harcadıkları çabalara rağmen atların koşulmasını söylemişti. Kesinlikle gitmek istiyordu. Ama atlıları gören arabacılar, onları Fransız sanarak kaçmışlardı. Evdeki kadınlar da ağlamaya başlamıştı.

Rostof sofayı geçerken ağlamaklı sesler duyuluyordu:

“Ah, iyi kalpli efendimiz! Kurtarıcımız! Tanrı gönderdi sizi!”

Rostof’u yanına götürdükleri zaman Prenses Mariya, çaresizlik ve şaşkınlık içinde salonda oturuyordu. Onun kim olduğunu, buraya niçin geldiğini ve kendisini nelerin beklediğini bilmiyordu. Ruslara özgü yüzünü ve içeri girişini gördüğü, söylediği ilk sözü işittiği zaman Rostof’un kendi çevresinden bir kimse olduğunu anlayıp derin ve ışıltılı bakışlarını ona çevirmiş; heyecandan titreyen bir sesle konuşmaya başlamıştı. Bu karşılaşma, romanlardaki sahneleri hatırlattı Rostof’a. Ayaklanmış kaba köylülerin eline düşmüş, üzüntü ve acı içinde yapayalnız bir kız! Beni buraya getiren alın yazısı, ne garip bir şey! diye düşünüyordu Rostof, Prenses’i dinlerken. Bakışlarını ona çevirdiğinde Yüzünün çizgilerinde ve taşıdığı anlamda ne ince bir soyluluk ve yumuşaklık var!.. diyordu içinden.

Bütün bunların babası gömüldükten bir gün sonra olduğunu söylediği sırada Prenses’in sesi titredi, başını yana çevirdi. Ama Rostof’un, kendisini etkilemek istediği için böyle davrandığını düşünebileceğini aklına getirerek ürkek ve sorgulayıcı bakışlarını yeniden genç adama çevirdi. Rostof’un gözleri yaşlanmıştı. Prenses Mariya bunu fark etti ve yüzünün çirkinliğini unutturan ışıltılı gözleriyle baktı ona.

“Bir rastlantıyla buraya gelmiş ve size hizmet etme imkânı elde etmiş olduğum için ne kadar mutluluk duyduğumu anlatamam Prenses…” dedi Rostof ayağa kalkarak. “Buyurun, hareket edin. Size muhafızlık etmeme izin verirseniz, kimsenin canınızı sıkmaya kalkışmayacağını şerefim üzerine temin ederim.”

Hükümdar ailesinden prenseslerin karşısında selam verilirken yapıldığı gibi eğilerek Prenses Mariya’yı selamladı ve kapıya yöneldi.

Rostof saygıyla, Prenses’le daha yakından tanışmayı bir mutluluk saydığını ama içinde bulunduğu zor durumdan yararlanarak böyle bir şeyi zorla gerçekleştirmeye çalışmadığını belirtiyordu.

Prenses Mariya bunu fark etmiş ve etkilenmişti.

“Size çok minnetarım, hem de çok…” dedi Fransızca. “Ama umarım ki bütün bunlar bir anlaşmazlığın sonucudur ve kimse kabahatli değildir.”

Prenses birden ağlamaya başlamıştı.

“Özür dilerim!” dedi.

Rostof kaşlarını çattı, Prenses’i saygıyla yeniden selamlayarak dışarı çıktı.

XIV

“Eee nasıl, güzel mi bari? Benim pembeli çok şeker bir şey dostum! Adı da Dunyaşa…”

Rostof’un yüzündeki ifadeyi gören İlin, hemen sustu. Kahraman ve komutanının bambaşka düşünceler içinde olduğunu fark etmişti. Rostof kızgınlıkla baktı ona ve cevap vermeden köye doğru hızla yöneldi.

“Gösteririm ben onlara! Aşağılık herifler!” diye mırıldanıyordu.

Alpatiç koşmamak için kendisini zor tutarak hızlı adımlarla onun arkasından geliyordu.

Hizasına gelince “Efendimiz, acaba ne gibi kararlar aldınız?” dedi.

Rostof yumruklarını sıktı ve tehdit edercesine Alpatiç’in üzerine yürüyerek “Karar mı? Ne kararı, ihtiyar bunak!” diye haykırdı. “Gözünü açsana sen! Köylüler ayaklanıyor, sen de onların hakkından gelmesini bilmiyorsun ha! Sen de hainin birisin! Bilirim senin gibileri, hepinizin derisini yüzeceğim!”

Enerjisinin tümünü harcamak istemiyormuş gibi Alpatiç’i bırakarak hızla ilerledi. Alpatiç, duyduğu kırgınlığı yenerek hızla onu izledi ve bu konuya ilişkin görüşlerini açıklamaya devam etti. Köylülerin büyük bir taşkınlık içinde bulunduğunu, askerî bir birlik olmadan onlara karşı koymanın doğru olmayacağını, önce bir birlik meydana getirmek gerektiğini söyledi.

Öfkesini birine yöneltmek isteğiyle yanan ve akıl dışı, hayvani bir kızgınlık duyan Rostof, anlamsız bir şekilde mırıldandı:

“Askerî birlik neymiş, gösteririm ben onlara! Gösteririm…”

Ne yaptığını bilmeden kararlı ve hızlı adımlarla kalabalığa yaklaştı. O yaklaştıkça bu önceden hesaplanmamış davranışın, en olumlu sonuçları vereceğini hissediyordu Alpatiç. Rostof’un hızlı ve kendinden emin yürüyüşünü, çatık kaşlarını görünce köylüler de aynı şeyi hissetmişlerdi.

Hüsarlar köye girdikten ve Rostof, Prenses’in yanına gittikten sonra; köylüler arasında bir şaşkınlık ve görüş ayrılığı baş göstermişti. Bazı köylüler, bu süvarilerin Rus olduklarını ve genç hanımlarının gitmesine engel oldukları için başlarına bela geleceğini söylüyorlardı. Dron da bu görüşe katılıyordu. Ama düşüncesini açıklamaya kalkıştığında Karp ve ötekiler ona şiddetle karşı çıktılar.

“Yıllardır köyün kanını emdin!” dedi Karp. “Senin için hava hoş! Paranı toprağa gömüp basar gidersin! Evlerimiz yıkılmış ya da yıkılmamış, umurunda mı?”

“Düzeni korumak, buradan ayrılmamak, hiçbir şey götürmemek emrediliyor. Bütün sorun bu!” dedi bir başkası.

“Senin oğlan gidecekken onun yerine benim Vanka’yı gönderdin!” dedi bir ihtiyar ansızın patlayarak. “Şimdi de ölelim, değil mi?”

“Evet, evet öleceğiz!”

“Ben topluluğumuza karşı gelmiyorum…” diyordu Dron.

“Karşı değilsin ama göbeğini iyice şişirdin…

Uzun boylu iki mujik de kendi düşüncelerini açıklıyorlardı. Yanında İlin, Lavruşka ve Alpatiç bulunan Rostof kalabalığa yaklaşınca Karp; parmaklarını kemerine geçirip hafifçe gülümseyerek ilerledi. Dron ise en arka sıralara geçti ve kalabalık hemen toplandı.

“Söyleyin bakalım, muhtar hanginiz?” diye haykırdı Rostof hızla yaklaşarak.

“Muhtar mı? Ne yapacaksınız?..” dedi Karp.

Ama sözünü bitirmeden başlığı havaya uçtu ve sert bir darbeyle yana eğildi.

“Çıkarın başlıklarınızı alçaklar!” diye kalın sesiyle haykırdı Rostof. “Nerede muhtar?”

“Muhtar… Muhtarı istiyor… Dron Zahariç, seni istiyorlar…” diye sesler yükseldi kalabalıktan.

Bu arada başlıklarını çıkarıyorlardı.

“Baş kaldırmaya hakkımız yok bizim, düzeni korumalıyız…” dedi Karp.

Aynı anda kalabalıktan çeşitli sesler yükseldi:

bannerbanner