Читать книгу Savaş ve Barış II. Cilt (Лев Николаевич Толстой) онлайн бесплатно на Bookz (12-ая страница книги)
bannerbanner
Savaş ve Barış II. Cilt
Savaş ve Barış II. Cilt
Оценить:
Savaş ve Barış II. Cilt

3

Полная версия:

Savaş ve Barış II. Cilt

VIII

Prenses Mariya, Prens Andrey’in sandığı gibi Moskova’da ve tehlikeden uzakta değildi. Alpatiç, Smolensk’ten döndükten sonra İhtiyar Prens, sanki ansızın uykudan uyanmıştı. Köylerden milis toplanıp silahlandırılmaları konusunda emir verdi. Rusya’nın en eski generallerinden birinin esir edileceği ya da öleceği Lisi Gori’yi savunmak konusunda önlem alıp almamayı kendisine bıraktığını ama şahsen orada kalıp kendisini savunacağını bildiren bir mektubu Başkomutan’a gönderdi. Ve ev halkına da Lisi Gori’de kalacağını bildirdi.

Kendisi kalmakla birlikte Prenses’in, Desalles’le Küçük Prens’in Boguçorovo’ya ve oradan Moskova’ya gönderilmelerini emretti. Babasının, eski vurdumduymazlığının yerini geceli gündüzlü bir çalışmanın aldığını görerek tedirgin olan Prenses Mariya; onu yalnız bırakmadı ve ilk defa emrini dinlemeyerek reddetti gitmeyi. İhtiyar yeniden korkunç derecede öfkelendi ve kızını her zamanki gibi suçladı. Kendisini üzdüğünü, oğluyla arasını bozduğunu, hayatını zehir etmek istediğini söyledi; gidip gitmemesinin umurunda olmadığını da ekledi ve çalışma odasından kovdu. Orada olup olmadığını da bilmek istemediğini ama gözüne görünmezse daha iyi olacağını da eklemeyi unutmadı. Babasının kendisini zorla göndereceğinden korkan Prenses Mariya, sadece gözüne görünmemesini istediği için sevinmişti. Çünkü bu, evde kalmasına babasının için için memnun olduğunu kanıtlıyordu.

Nikoluşka’nın gittiği günün ertesi sabahı İhtiyar Prens, resmî üniformasını giyip Başkomutan’a gitmeye hazırlandı. Arabası da hazırlanmıştı. Prenses Mariya, üniformasıyla ve bütün nişanlarını takınmış olarak evden çıktığını; silahlı köylüleri ve hizmetkârları teftiş için bahçeye ilerlediğini gördü. Pencerenin önünde oturdu ve konuşmalarını dinlemeye başladı. Ağaçlı yoldan, korku dolu yüzlerle birkaç kişi ansızın fırlamıştı.

Prenses Mariya da perona, çiçek bahçesine ve ağaçlı yola koştu. Karşıdan bir milis ve hizmetçi kalabalığı geliyordu; kalabalığın ortasındaki birkaç kişi, üniformalı ve göğsü nişanlarla dolu ihtiyarı kollarının altından destekleyerek sürüklüyordu. Prenses Mariya, onlara doğru koştu. Ihlamur ağaçlarının gölgeleri arasından süzülen ışık daireciklerinin titreyişleri içinde İhtiyar Prens’in yüzünde herhangi bir kesin değişim göremedi. Yalnızca, sert ve kendinden emin yüz ifadesinin yerini bir ürkeklik ve teslimiyet almıştı.

Kızını görünce güçsüz dudaklarını kıpırdatıp bir şeyler söylemek istedi ama sadece bir hırıltı çıktı ağzından. Ne demek istediğini anlamak imkânsızdı. Kaldırıp çalışma odasına götürdüler onu ve son zamanlarda içine korkular salan divanın üzerine yatırdılar.

O gece getirilen doktor, Prens’ten kan aldı ve sağ tarafına inme indiğini söyledi.

Lisi Gori’de kalmak gittikçe tehlikeli hâle geliyordu, ertesi gün Boguçorovo’ya gittiler ve doktor da onlarla birlikte geldi.

Oraya geldikleri zaman Desalles, Küçük Prens’le Moskova’ya hareket etmişti.

İhtiyar Prens; iyileşme ya da kötüleşme belirtileri göstermeden Boguçorovo’da, Prens Andrey’in yaptırdığı yeni evde üç hafta yattı. Kendinden geçmişti ve büzülmüş bir ceset gibiydi. Kaşlarını, dudaklarını kıpırdatarak bir şeyler söylemek istiyordu. Çevresinde olup bitenleri anlayıp anlamadığını söylemek imkânsızdı. Yalnızca bir şey kesindi: Acı çekiyordu ve bir şey anlatmak istiyordu. Ama bunun ne olduğunu hiç kimse söyleyemezdi. Neredeyse delice ve hastaca huysuzluk mu söz konusuydu, olup bitenlere ya da aileye ilişkin bir şey mi söylemek istiyordu, kimse bilemezdi bunu.

Doktor, bu hareketlerin hiçbir anlam taşımadığını ve yalnızca fizik nedenleri olduğunu söylüyordu. Ama Prenses Mariya, kendisi bulunduğu zaman babasının bu hareketleri daha fazla yaptığını göz önünde bulundurarak kendisine bir şeyler söylemek istediğini sanıyordu.

Bedenen de ruhen de acı çektiği belliydi. İyileşme umudu yoktu. Bir başka yere götürülemezdi. Yolda ölürse ne yaparlardı? Son, büsbütün son daha iyi olmaz mı? diye düşünüyordu Prenses Mariya kimi zaman. Gece gündüz, hemen hiç uyumadan gözlüyordu onu ama işin korkunç yanı, iyileşme belirtileri değil; sonun geldiğini gösteren belirtiler görmek içindi bu.

Böyle bir duyguya kapıldığını kabul etmek Prenses için çok garipti ama yine de bu duygu vardı içinde.

Prenses Mariya’yı daha da dehşete düşüren gerçek ise babasının hastalığından beri (hatta belki daha da önce, bir şey bekleyerek onunla birlikte kaldığı zamandan beri) içinde uyuyan bütün unutulmuş umut ve isteklerin uyanmış olmasıydı. Yıllardır zihninde yer almamış düşünceler; babasının zorbalığından uzak, özgür bir hayat; hatta aşk ve mutlu bir evlilik rüyası, şeytanın aldatmaları gibi hayal gücünü büyülüyordu. Bu düşünceyi kovmak istiyordu ama bundan sonra hayatını nasıl düzenleyeceğini düşünmekten bir an kurtulamıyordu. Bu, şeytanın bir aldatmasıydı ve Prenses Mariya biliyordu böyle olduğunu. Tek kurtuluşun ibadette olduğunu da biliyordu ve ibadet etmeye çalıştı. Duaya yöneldi, kutsal tasvire baktı, dua okumak istedi ama beceremedi. Şimdi, içinde bir tutsak gibi yaşadığı ve tek avuntunun ibadet olduğu manevi dünyanın tam tersi olan gerçek hayat dünyasına, çalışma ve serbestçe hareket etme dünyasına sürüklendiğini hissediyordu. Dua edemiyor ve ağlayamıyordu artık, somut hayat ele geçiriyordu benliğini.

Boguçorovo’da kalmak daha da tehlikeli olmuştu. Fransızların yaklaştığı haberleri geliyordu. Oraya on beş verst uzaktaki bir köydeki ev, Fransızlar tarafından yağma edilmişti.

Doktor, Prens’in götürülmesi gerektiğini söylüyordu. Soylular temsilcisi, Prenses Mariya’ya bir görevli göndererek elden geldiğince çabuk gitmesini sağlamak istemişti. Asilzade önderi; Boguçorovo’ya gelip Fransızların kırk verst uzakta olduklarını, Fransız bildirilerinin köylerde dolaştığını, Prenses babasıyla birlikte ayın on beşinden önce gitmezse hiçbir sorumluluk kabul edemeyeceğini söyleyerek aynı konuda ısrar etti.

Prenses ayın on beşinde gitmeye karar verdi. Yol hazırlıkları verilecek talimat -şimdi herkes ona başvuruyordu- bütün gününü alıyordu. Ayın on dördünü on beşine bağlayan geceyi, Prens’in yattığı odanın yanında, her zamanki gibi soyunmadan geçirdi. Birkaç defa uyandı; babasının sayıklamalarını, karyolasının gıcırtılarını, yatakta dönmesine yardım eden Tihon ile doktorun ayak seslerini duydu. Birkaç kere kapıya kulak verdi. Babası, bu gece, her zamankinden daha rahatsız gibi geliyordu Prenses’e. Uyuyamıyordu, birkaç kere kapıya yaklaşıp girmek istedi ama yapamadı. Gerçi konuşamıyordu ancak babasının, kendisine kaygıyla bakılmasından ne kadar hoşlanmadığını görüyordu ve biliyordu Prenses Mariya. Kimi zaman gözlerini fark etmeden babasına diktiği vakit onun, hoşnutsuzlukla hemen başka bir yere baktığı gözünden kaçmamıştı. Geceleyin, uygun olmayan bir saatte yanına gelmesinin, onu tedirgin edeceğini biliyordu.

Ama babası için hiçbir zaman bu kadar üzülmemiş, onu kaybetmek Prenses Mariya’ya hiçbir zaman bu kadar acı gelmemişti. Hayatının tümünü gözden geçiriyor, her kelimede, her harekette babasının kendisine duyduğu sevginin bir delilini buluyordu. Kimi zaman, bu anıların arasına şeytanın aldatmaları giriyordu; babasının ölümünden sonra ne olacağını, yeni ve özgür hayatını nasıl düzenleyeceğini düşünüyordu. Ama bu düşünceleri tiksinti duyarak kovuyordu kafasından. Sabaha doğru biraz yatıştı ve uyuyakaldı.

Sabah geç uyandı. Uyanma anına kimi zaman eşlik eden gerçek içtenlik, babasının hastalığında en çok ilgilendiği yanının ne olduğunu açıkça gösterdi ona. Kapının öte yanında olup bitenlere kulak kabarttı ve babasının iniltisini duyunca içini çekip değişen bir şey olmadığını düşündü.

“Peki ne olacaktı? Ne istiyorum ben? Ölmesini mi bekliyorum?” diye bağırdı kendisinden tiksinerek.

Elini yüzünü yıkadı, giyindi ve duasını okuyup perona çıktı. Eşyalarının yüklendiği araba, atlar koşulmamış olarak girişte duruyordu.

Sabah sıcak ve sisliydi. Manevi zayıflığının doğurduğu dehşet duygusundan kurtulamamıştı henüz, basamaklarda biraz durdu ve babasının yanına gitmeden önce düşüncelerine bir düzen vermeye çalıştı.

Doktor, merdivenden inip yanına geldi.

“Bugün biraz daha iyi…” dedi. “Sizi arıyordum. Söylediklerinden bir şeyler anlaşılır gibi. Zihni daha açık. Gelin, sizi çağırmıştı.”

Prenses Mariya’nın yüreği hızla çarpmaya başladı, yüzü sarardı ve düşmemek için duvara yaslandı. Ruhu; bütün bu dehşetli, şeytanca düşünceler ve aldanmalarla doluyken babasını görmek ve onunla konuşmak, Prenses Mariya için hem sevindirici hem de korkunç bir şeydi.

“Haydi, gidelim…” dedi doktor.

Prenses, babasının yanına girip karyolaya yaklaştı. Hasta sırtüstü yatırılmıştı, başı yüksekteydi; kemikli, mor, şişkin ve damarlı küçücük elleri yorganın üzerindeydi, sol gözü ileri bakıyordu, sağ gözü de yana kaymıştı; kaşlarında ve dudaklarında hiçbir hareket yoktu. İyice erimiş, küçülmüş, acınacak hâle gelmişti. Yüzü sanki büzülmüş, hatları incelmişti. Prenses Mariya daha da yaklaşıp babasının elini öptü. Sol eliyle, Prenses Mariya’nın elini sıktı; kızını çoktandır beklediği belli oluyordu. Biraz sonra elini sarsmaya başladı, kaşları ve dudakları öfkeyle kıpırdanır gibi oldu.

Prenses Mariya kendisinden ne istediğini anlamaya çalışıyor, korkuyla ona bakıyordu. Kımıldayarak sol gözü karşısındakini görecek duruma gelince Prens yatıştı. Bakışlarını birkaç saniye kızından ayırmadı. Sonra dudakları ve dili kımıldamaya başladı, sesler duyuldu, söylediklerini anlamayacak diye kızına korkuyla ve yalvarırcasına bakarak konuşmaya çalıştı.

Prenses Mariya tüm dikkatiyle bakıyordu ona. Dilini oynatmak için babasının harcadığı gülünç çaba, Prenses’in gözlerini yere indirmesine yol açtı; hıçkırıklarını tutmak için bütün gücünü seferber etti. Hasta, söylediklerini tekrarlayarak bir şeyler anlatmaya çalıştı. Prenses Mariya söyleneni anlayamıyor, bir anlam vermeye çalışıyor ve babasının sözlerini sorgu olarak tekrarlıyordu.

“Ru… ac… yor…” dedi hasta birkaç kere.

Sözleri anlamak imkânsızdı. Doktor anladığını sanarak “Prenses korkuyor mu?” dedi.

Hasta başıyla “hayır” der gibi bir işaret yaptı ve söylediklerini tekrarladı. Prenses Mariya ansızın kavradı:

“Ruhum acı çekiyor…” dedi.

Babası “evet” der gibi bir inilti çıkardı, kızının elini yakalayıp sanki onun gerçek yerini arıyormuş gibi göğsünün şurasında burasında dolaştırdı.

Sözlerinin anlaşıldığını gören hasta daha açık bir şekilde konuşmaya başlamıştı:

“Bütün düşüncem… Sensin… Sen… Sen…” dedi.

Hıçkırdığını ve ağladığını görmesin diye başını onun eline dayadı Prenses Mariya. Hasta, elini kızının saçlarında gezdiriyordu.

“Bütün gece sana seslendim…” dedi.

Prenses, gözyaşları arasından “Bilseydim…” dedi. “İçeri girmeye korkuyordum…”

Kızının elini sıktı.

“Uyumadın mı?”

Prenses başıyla “hayır” işareti yaptı.

“Hayır, uyumadım.”

Babasına uyarak elinde olmadan onun gibi konuşuyordu, işaretler yapıyor, sanki dilini zorla kımıldatıyor gibiydi.

Prens, “Canım!” ya da “Yavrum!” gibi bir şeyler söyledi.

Prenses Mariya söyleneni iyice anlayamadı. Ama babasının bakışlarından, bu sözlerin hiçbir zaman söylemediği tatlı ve yumuşak sözler olduğu belliydi.

“Niçin uyumadın?..”

Ben de onun ölümünü istiyordum… diye geçirdi içinden Prenses Mariya.

İhtiyar Prens, bir süre konuşmadı. Sonra yeniden başladı:

“Teşekkür ederim… Kızım benim… Yavrum… Bağışla beni… Teşekkür ederim…” dedi gözlerinden yaşlar akarak.

“Andryuşka’yı çağır…” diye ekledi birden.

Bunu söylerken çocuksu bir ürkeklik ve güvensizlik belirdi yüzünde. İsteğinin anlamsız olduğunu kendisi de biliyordu ya da Prenses Mariya’ya öyle gelmişti.

“Ondan mektup aldım…” diye cevap verdi Prenses.

Babası korkuyla bakıyordu.

“Nerede o?”

“Orduda, Smolensk’te.”

Gözlerini kapayıp uzun süre konuşmadı. Sonra, kendi şüphelerine bir cevapmış ve şimdi her şeyi hatırlayıp anlamış gibi başını salladı ve gözlerini açtı.

Alçak ama anlaşılabilir bir sesle “Evet, Rusya mahvoldu!” dedi. “Mahvettiler onu!”

Yeniden hıçkırmaya başladı ve ağladı. Prenses Mariya da kendini artık tutamamış, ona bakarak ağlamaya başlamıştı.

Hasta yeniden gözlerini kapadı. Ağlamıyordu artık. Eliyle gözlerini işaret etti. Tihon, istediğini anlayarak gözyaşlarını sildi.

Bir süre sonra gözlerini yeniden açtı. Kimsenin anlayamadığı bir şeyler söyleyip durdu. Prenses, söylediklerini biraz önceki ruhi durumu açısından yorumlayarak anlamaya çalışıyor; babasının Rusya’dan, Prens Andrey’den, kendisinden, torunundan ya da ölümünden söz ettiğini sanıyordu. Bundan ötürü bir şey anlayamıyordu.

Hasta, “Beyaz elbiseni giy, hoşuma gider o…” dedi.

Prenses Mariya bunu anlayınca katılır gibi ağlamaya başladı. Koluna giren doktor; sakinleşmesi, hazırlıklarla uğraşması gerektiğini söyledi ve odadan taraçaya çıkmasına yardım etti. Prenses Mariya çıktıktan sonra hasta yeniden oğlundan, savaştan söz etmeye, öfkelenip kaşlarını oynatmaya, sesini yükseltmeye çalıştı. İkinci ve sonuncu kriz gelmişti.

Prenses Mariya taraçada durdu. Hava açık, güneşli ve sıcaktı. Babasına karşı duyduğu ve sanki o ana kadar farkında olmadığı tutkulu ve ateşli sevgiden başka hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey düşünemiyordu. Bahçeye çıktı ve hıçkırıklara boğularak Prens Andrey’in dikmiş olduğu ıhlamur fidanları arasından göle doğru koştu.

Bahçeyi hızla geçip hıçkırıklarla kabaran göğsünü eliyle bastırırken “Evet… Ben… Ben… Onun ölümünü istedim. Hemen ölmesini istedim… Rahat etmek istiyordum… Peki ne olacaktım ben? O olmadıktan sonra rahatlık nedir ki?” diye mırıldanıyordu.

Yeniden eve dönmek üzere bahçedeki dolaşmasını bitirdiğinde karşıdan Matmazel Bourienne (Boguçorovo’da kalmış, ayrılmak istememişti.) ile tanımadığı bir erkeğin kendisine doğru geldiklerini gördü. Tanımadığı kimse, hemen yola çıkması gerektiğini Prenses Mariya’ya bildirmeye gelen bölge soyluları temsilcisiydi. Prenses onun söylediklerini dinledi ama anlamadı. Kendisini eve götürüp kahvaltı etmesini rica etti ve bir süre yanında kaldı. Daha sonra özür dileyip İhtiyar Prens’in odasının kapısına yaklaştı. Endişeli bir yüzle dışarı çıkan doktor, içeri giremeyeceğini söyledi:

“Gidiniz Prenses, gidiniz, gidiniz!” dedi.

Yeniden bahçeye çıkan Prenses, gölün kıyısındaki sırtta, kimsenin göremeyeceği bir yerde otların üzerinde oturdu. Orada ne kadar kaldığını bilmiyordu. Koşan bir kadının ayak sesleriyle kendine geldi. Kendisini aradığı belli olan oda hizmetçisi Dunyaşa, onu görünce korkmuş gibi durakladı. Sonra titreyen bir sesle mırıldandı:

“Lütfen geliniz Prenses, geliniz…”

“Geliyorum, geliyorum…” dedi Prenses, onun sözünü kesip eve doğru koşarken.

Giriş kapısında karşısına çıkan soylular temsilcisi “Tanrı’nın istediği oldu Prenses…” dedi. “Her şeye hazır olmalısınız.”

“Bırakın beni, doğru değil bu!” diye öfkeyle bağırdı Prenses.

Kendisini durdurmak isteyen doktoru iterek kapıya koştu.

Korku dolu yüzleriyle bu insanlar beni niçin durdurmak istiyorlar? Kimseye ihtiyacım yok! Ne yapıyorlar orada?

Kapıyı açtı. Daha önce yarı karanlık olan odayı dolduran aydınlık, yüreğine derin bir korku saldı. Bazı kadınlar ve dadı vardı odada. Karyolanın yanından çekilip yol verdiler. Babası hep aynı şekilde yatıyordu. Sakin yüzündeki sert ifade, Prenses’i kapının eşiğinde durdurdu.

“Hayır, ölmedi, olamaz bu!” dedi.

Duyduğu dehşeti yenip yaklaştı, dudaklarını onun yanaklarına değdirdi. Ama birden geri çekildi. Ve onda, babası için duyduğu bütün sevgi uçup gitti; önünde yatan bu şey karşısında derin bir korku duymaya başladı.

O yok artık! Artık yaşamıyor ve bulunduğu aynı yerde yabancı, uğursuz bir şey; korkunç, dehşet verici, tiksindirici bir sır var!

Yüzünü elleriyle kapayan Prenses Mariya, kendisini tutan doktorun kollarına yığıldı.

Tihon’un ve doktorun yanında kadınlar, Prens’in cenazesini yıkadılar; bir mendille sertleşince açık kalmasın diye ağzını, başka mendille de bir araya getirip açık kalmış bacaklarını bağladılar. Sonra göğsü nişanlarla dolu üniformasını giydirdiler, kurumuş ufacık cesedi masanın üzerine yatırdılar. Bütün bunları ne zaman ve kim yapmıştı bilinmez ama her şey kendiliğinden olup bitmişti sanki. Gece yarısına doğru tabutun çevresinde mumlar yakıldı, üstüne bir örtü kondu, yere ardıç serpildi, ölünün kurumuş kafasının altına basılı bir dua kondu; yüksek sesle Mezamir okuyan diyakos, bir köşeye yerleşti.

Ölü bir atın çevresinde toplanan, ürküp soluyan, huysuzlanan atlar gibi tanıdık tanımadık herkes tabutun çevresinde toplandı; soyluların temsilcisi, muhtar, köylü kadınlar, hepsi, korku dolu ve sabit gözlerle istavroz çıkardılar ve eğilerek İhtiyar Prens’in kaskatı soğuk elini öptüler.

IX

Prens Andrey’in yerleşmesinden önce Boguçorovo, terk edilmiş bir malikâneydi. Köylüleri de Lisi Gori köylülerinden çok farklı insanlardı. Konuşma, giyim ve töre bakımından onlardan ayrılıyorlardı. “Step adamları” derlerdi onlara. Hasada yardım etmek, gölcükler ya da hendekler kazmak için Lisi Gori’ye geldiklerinde İhtiyar Prens; işten yılmamaları bakımından onları över ama yabaniliklerinden ötürü sevmediğini de belirtirdi.

Prens Andrey’in Boguçorovo’da son kalışında gerçekleştirdiği yenilikler -hastaneler, okullar, vergi indirimleri- davranışlarında bir yumuşaklık yaratmamış; tam tersine, İhtiyar Prens’in yabanilik diye nitelediği yanlarını pekiştirmişti. Garip söylentiler dolaşırdı aralarında: Kimi zaman hepsinin kazak yapılacağı, yeni bir dine girecekleri, Çar’ın bazı bildiriler yayımladığı, Pavel Petroviç’e 1797’de edilen yeminden (köylünün daha o zaman azat edildiği ama toprak beylerinin bunu geri çevirdikleri), Piyotr Feodoroviç’in yedi yıla kalmadan tahta çıkacağı, o mezarından kalkınca tam bir özgürlüğün gerçekleşeceği, düzenin değişeceği söylenir dururdu. Savaş, Bonapart ve istila haberleri; onların zihinlerinde Deccal’a, dünyanın sonunun geldiğine ve tam özgürlüğe ilişkin düşüncelere karışırdı.

Boguçorovo’nun yakınlarında, Çar’a ve toprak sahiplerine aidat ödeyen köylülerin oturduğu büyük köyler vardı. Yakınlarda oturan toprak beylerinin sayısı pek fazla değildi. Bundan ötürü okuma yazma bilen ev hizmetkârları ya da köle sayısı da azdı ve çağdaşların nedenlerini ve anlamını pek kavrayamadıkları ama Rus sosyal hayatının temelini oluşturan esrarlı etkiler ve eğilimler burada çok daha açık ve yoğun olarak ortaya çıkıyordu. Yirmi yıl önce köylüler, sıcak olduğu söylenen bazı ırmaklara göç etmek istemişlerdi. Aralarında Boguçorovoluların da bulunduğu yüzlerce köylü, hayvanlarını satıp aileleriyle birlikte güneybatıya hareket etti. Okyanusun ötesindeki bilinmeyen bir yere uçan kuşlar gibi karıları ve çocukları ile birlikte bu adamlar, daha önce hiçbirinin ayak basmadığı güneybatıya yöneldiler. Kafileler hâlinde, tek tek fidyelerini vererek ya da kaçarak arabalarla ya da yaya, sıcak ırmaklara gidiyorlardı. Bunların çoğu cezalandırıldı, Sibirya’ya sürüldü, birçoğu yollarda açlıktan ve soğuktan öldü, bir bölümü de kendi isteğiyle geri döndü ve bu hareket tıpkı başladığı gibi hiçbir görünür neden olmadan sona erdi. Ama derin etkiler ve akımlar halk arasında yayılıp gidiyordu ve yeni bir şekilde ortaya çıkmayı; garip beklenmedik ve aynı zamanda basit, doğal, kaçınılmaz bir biçimde meydana çıkmayı bekliyordu. 1812 yılında, köylülerle iç içe yaşayan bir kimse içten içe güçlü bir kaynaşma olduğunu ve yakında bu tür bir patlamanın gerçekleşeceğini gözlemleyebilirdi.

İhtiyar Prens’in ölümünden biraz önce Boguçorovo’ya gelen Alpatiç; halk arasında kaynaşma olduğunu, tüm köylüleri steplere giden -köylülerini yağmacı kazaklara bırakmışlardı- Lisi Gori bölgesinde altmış verstlik bir bölgede olup bitenlerin tersine buradakilerin, Fransızlarla ilişki kurdukları söylentisinin yayıldığını, elden ele dolaşan bazı yazılı kâğıtları onlardan aldıklarını ve yerlerinden kımıldamadıklarını gördü. Ayrıca kendine bağlı köylülerden, bölgede sözü geçen ve hükûmetin el koyduğu bir arabayı götüren Karp adlı mujiğin, köylülerce bırakılmış köylerin kazaklar tarafından talan edildiği ama Fransızların buralara dokunmadıkları haberiyle dönmüş olduğunu da öğrendi. Bir gün önce bir başka mujiğin de Fransızların bulunduğu Vislouhova köyünden, köylülere hiçbir zarar verilmeyeceğini; köylerinde kalırlarsa kendilerinden alınan her şeyin karşılığının verileceğini bildiren ve Fransız Generali’nin imzasını taşıyan bir kâğıdı getirdiğini de biliyordu. Delil olarak da bu mujik, ot için peşin olarak kendine verilen yüz rublelik banknotları -bunların sahte olduğunu bilmiyordu- Vislouhova’dan getirmişti.

Alpatiç’in edindiği en önemli bilgi ise Prenses’in eşyasını Boguçorovo’dan götürmek üzere muhtara arabaları hazırlama emri verdiği gün, sabah erkenden köyde toplantı yapılmış ve köyden çıkmayıp bekleme kararının alınmış olmasıydı. Ama gecikmekte olduklarını da düşünüyordu Alpatiç. Soyluların temsilcisi, Prens’in öldüğü gün, 15 Ağustos’ta gitmesi için Prenses Mariya’ya ısrar ediyor; tehlike dolayısıyla, on altısından sonra hiçbir sorumluluk yüklenemeyeceğini söylüyordu. Prens’in öldüğü gün akşam ayrılırken ertesi gün cenazeye geleceği konusunda söz vermişti. Ama Fransızların birden ilerledikleri haberini alınca gelmedi; kendi malikânesinden, değerli eşyalarını ve ailesini alıp götürecek zamanı buldu ancak.

İhtiyar Prens’in “Dronuşka” diye hitap ettiği Muhtar Dron, Boguçorovo’yu otuz yıldır yönetiyordu.

Dron; ergin olur olmaz sakal bırakan ve altmış ya da yetmiş yaşına kadar hiç değişmeyen, saçlarına bir tek ak düşmeyen ya da bir tek dişi eksilmeyen ve altmışında da otuzundaki kadar güçlü ve dimdik kalacak kadar hem bedenen hem de ruhen sağlam mujiklerdendi.

Sıcak ırmaklara yapılan ve kendisinin de katıldığı göçten pek az sonra Boguçorovo’ya muhtar olmuş ve yirmi üç yıldır görevini kusursuz yürütmüştü. Mujikler, efendilerinden daha çok ondan korkarlar; beyler, İhtiyar ve Genç Prens, kâhya, ona saygı gösterirler; şaka yollu “Nazır” diye hitap ederlerdi. Görevi süresince sarhoş görülmemiş ve bir kere bile hasta olmamıştı. Uykusuz geçen gecelerden ya da ağır işlerden sonra yorulduğu hiç görülmez; okuryazar olmadığı hâlde, koca yük arabalarıyla sattığı unun kilesinin hesabını ve aldığı parayı hiç unutmaz, Boguçorovo tarlalarının bir hektarından elde edilen tek buğday demetini bile şaşırmazdı.

Yağma edilmiş Lisi Gori’den gelen Alpatiç, işte bu Dron’u, Prens’in cenaze günü yanına çağırdı ve Prenses’in arabaları için on iki at ve götürülecek eşya için de on sekiz araba hazırlaması emrini verdi. Köylülerin, toprak kölesi gibi çalışmayıp rant ödemelerine rağmen Alpatiç; bu emirleri kolaylıkla yerine getirebileceklerini düşünüyordu çünkü Boguçorovo’da iki yüz otuz aile vardı ve köylüler varlıklıydı. Ama emirleri duyan Dron, başını önüne eğip bir şey söylemedi. Alpatiç, arabaları alacağı köylülerin adlarını verdi.

Dron, adı verilen köylülerin hayvanlarının çalıştırıldığını söyledi; Alpatiç başka adlar saydı; Dron’a göre bunların atları yoktu; bir bölümünü ordu almış, geri kalanlar da yemsizlikten ölmüştü. Yük arabaları bir yana, Prenses’in arabaları için yeterli at bulmak umudu bile yoktu.

Alpatiç, Dron’a dikkatle bakıp kaşlarını çattı. Dron örnek bir muhtardı ama Alpatiç de yirmi yıldır Prens’in malikânesini laf olsun diye yönetmemişti, o da örnek bir kâhyaydı. Köylülerin isteklerini ve içgüdülerini sezmekte büyük bir yeteneği vardı. Dron’a göz atınca verdiği cevapların, kendi öz düşüncelerini değil; kendisini de sürükleyen ve yaygın olan genel eğilimi dile getirdiğini anladı. Zenginleşmiş ve bundan ötürü köyün nefretini çekmiş olan Dron’un, iki kamp, yani efendilerle köylüler arasında tarafsız olması gerektiğini de biliyordu.

Gözlerindeki kararsızlığı fark etmişti, kaşlarını çatarak Dron’a yaklaştı:

“Beni dinle Dron…” dedi. “Masal istemem. Köyün boşaltılmasını ve düşman gelince kimsenin kalmamasını Ekselans Prens Andrey Nikolayeviç bana bizzat emrettiler; ayrıca, bu konuda Çar’ın da emri var. Kalan, Çar’a hıyanet etmiş olur. Duydun mu?”

Dron gözlerini kaldırmadan “Duydum efendim…” dedi.

Bu cevap Alpatiç’e yetmemişti.

“Bana bak Dron, sonra çok fena olur!” diye üsteledi.

“Emir sizin!” dedi Dron üzüntüyle.

“Bana bak Dron, bırak bu işi…” dedi Alpatiç.

Elini göğsünün üzerinden çekip gösterişli bir hareketle Dron’un ayak ucunu göstererek “Senin yalnız içindekileri değil, üç kadem altındakileri de görürüm…” dedi Dron’un bastığı yere bakarak.

Dron şaşırarak Alpatiç’e göz ucuyla baktı ve başını yine önüne eğdi.

“Bu saçmalıkları bırakıp herkese Moskova’ya gitmek üzere hazırlanmalarını ve Prens’in eşyaları için arabaları yarın sabah getirmelerini söyle. Sen de toplantıya filan gitme. Anladın mı?”

Dron birden onun ayaklarına kapandı.

“Yakof Alpatiç, bu görevden affedin beni. Anahtarları alın, bana yol verin, n’olur, Tanrı aşkına!”

bannerbanner