
Полная версия:
Savaş ve Barış II. Cilt
Ama babası için hiçbir zaman bu kadar üzülmemiş, onu kaybetmek Prenses Mariya’ya hiçbir zaman bu kadar acı gelmemişti. Hayatının tümünü gözden geçiriyor, her kelimede, her harekette babasının kendisine duyduğu sevginin bir delilini buluyordu. Kimi zaman, bu anıların arasına şeytanın aldatmaları giriyordu; babasının ölümünden sonra ne olacağını, yeni ve özgür hayatını nasıl düzenleyeceğini düşünüyordu. Ama bu düşünceleri tiksinti duyarak kovuyordu kafasından. Sabaha doğru biraz yatıştı ve uyuyakaldı.
Sabah geç uyandı. Uyanma anına kimi zaman eşlik eden gerçek içtenlik, babasının hastalığında en çok ilgilendiği yanının ne olduğunu açıkça gösterdi ona. Kapının öte yanında olup bitenlere kulak kabarttı ve babasının iniltisini duyunca içini çekip değişen bir şey olmadığını düşündü.
“Peki ne olacaktı? Ne istiyorum ben? Ölmesini mi bekliyorum?” diye bağırdı kendisinden tiksinerek.
Elini yüzünü yıkadı, giyindi ve duasını okuyup perona çıktı. Eşyalarının yüklendiği araba, atlar koşulmamış olarak girişte duruyordu.
Sabah sıcak ve sisliydi. Manevi zayıflığının doğurduğu dehşet duygusundan kurtulamamıştı henüz, basamaklarda biraz durdu ve babasının yanına gitmeden önce düşüncelerine bir düzen vermeye çalıştı.
Doktor, merdivenden inip yanına geldi.
“Bugün biraz daha iyi…” dedi. “Sizi arıyordum. Söylediklerinden bir şeyler anlaşılır gibi. Zihni daha açık. Gelin, sizi çağırmıştı.”
Prenses Mariya’nın yüreği hızla çarpmaya başladı, yüzü sarardı ve düşmemek için duvara yaslandı. Ruhu; bütün bu dehşetli, şeytanca düşünceler ve aldanmalarla doluyken babasını görmek ve onunla konuşmak, Prenses Mariya için hem sevindirici hem de korkunç bir şeydi.
“Haydi, gidelim…” dedi doktor.
Prenses, babasının yanına girip karyolaya yaklaştı. Hasta sırtüstü yatırılmıştı, başı yüksekteydi; kemikli, mor, şişkin ve damarlı küçücük elleri yorganın üzerindeydi, sol gözü ileri bakıyordu, sağ gözü de yana kaymıştı; kaşlarında ve dudaklarında hiçbir hareket yoktu. İyice erimiş, küçülmüş, acınacak hâle gelmişti. Yüzü sanki büzülmüş, hatları incelmişti. Prenses Mariya daha da yaklaşıp babasının elini öptü. Sol eliyle, Prenses Mariya’nın elini sıktı; kızını çoktandır beklediği belli oluyordu. Biraz sonra elini sarsmaya başladı, kaşları ve dudakları öfkeyle kıpırdanır gibi oldu.
Prenses Mariya kendisinden ne istediğini anlamaya çalışıyor, korkuyla ona bakıyordu. Kımıldayarak sol gözü karşısındakini görecek duruma gelince Prens yatıştı. Bakışlarını birkaç saniye kızından ayırmadı. Sonra dudakları ve dili kımıldamaya başladı, sesler duyuldu, söylediklerini anlamayacak diye kızına korkuyla ve yalvarırcasına bakarak konuşmaya çalıştı.
Prenses Mariya tüm dikkatiyle bakıyordu ona. Dilini oynatmak için babasının harcadığı gülünç çaba, Prenses’in gözlerini yere indirmesine yol açtı; hıçkırıklarını tutmak için bütün gücünü seferber etti. Hasta, söylediklerini tekrarlayarak bir şeyler anlatmaya çalıştı. Prenses Mariya söyleneni anlayamıyor, bir anlam vermeye çalışıyor ve babasının sözlerini sorgu olarak tekrarlıyordu.
“Ru… ac… yor…” dedi hasta birkaç kere.
Sözleri anlamak imkânsızdı. Doktor anladığını sanarak “Prenses korkuyor mu?” dedi.
Hasta başıyla “hayır” der gibi bir işaret yaptı ve söylediklerini tekrarladı. Prenses Mariya ansızın kavradı:
“Ruhum acı çekiyor…” dedi.
Babası “evet” der gibi bir inilti çıkardı, kızının elini yakalayıp sanki onun gerçek yerini arıyormuş gibi göğsünün şurasında burasında dolaştırdı.
Sözlerinin anlaşıldığını gören hasta daha açık bir şekilde konuşmaya başlamıştı:
“Bütün düşüncem… Sensin… Sen… Sen…” dedi.
Hıçkırdığını ve ağladığını görmesin diye başını onun eline dayadı Prenses Mariya. Hasta, elini kızının saçlarında gezdiriyordu.
“Bütün gece sana seslendim…” dedi.
Prenses, gözyaşları arasından “Bilseydim…” dedi. “İçeri girmeye korkuyordum…”
Kızının elini sıktı.
“Uyumadın mı?”
Prenses başıyla “hayır” işareti yaptı.
“Hayır, uyumadım.”
Babasına uyarak elinde olmadan onun gibi konuşuyordu, işaretler yapıyor, sanki dilini zorla kımıldatıyor gibiydi.
Prens, “Canım!” ya da “Yavrum!” gibi bir şeyler söyledi.
Prenses Mariya söyleneni iyice anlayamadı. Ama babasının bakışlarından, bu sözlerin hiçbir zaman söylemediği tatlı ve yumuşak sözler olduğu belliydi.
“Niçin uyumadın?..”
Ben de onun ölümünü istiyordum… diye geçirdi içinden Prenses Mariya.
İhtiyar Prens, bir süre konuşmadı. Sonra yeniden başladı:
“Teşekkür ederim… Kızım benim… Yavrum… Bağışla beni… Teşekkür ederim…” dedi gözlerinden yaşlar akarak.
“Andryuşka’yı çağır…” diye ekledi birden.
Bunu söylerken çocuksu bir ürkeklik ve güvensizlik belirdi yüzünde. İsteğinin anlamsız olduğunu kendisi de biliyordu ya da Prenses Mariya’ya öyle gelmişti.
“Ondan mektup aldım…” diye cevap verdi Prenses.
Babası korkuyla bakıyordu.
“Nerede o?”
“Orduda, Smolensk’te.”
Gözlerini kapayıp uzun süre konuşmadı. Sonra, kendi şüphelerine bir cevapmış ve şimdi her şeyi hatırlayıp anlamış gibi başını salladı ve gözlerini açtı.
Alçak ama anlaşılabilir bir sesle “Evet, Rusya mahvoldu!” dedi. “Mahvettiler onu!”
Yeniden hıçkırmaya başladı ve ağladı. Prenses Mariya da kendini artık tutamamış, ona bakarak ağlamaya başlamıştı.
Hasta yeniden gözlerini kapadı. Ağlamıyordu artık. Eliyle gözlerini işaret etti. Tihon, istediğini anlayarak gözyaşlarını sildi.
Bir süre sonra gözlerini yeniden açtı. Kimsenin anlayamadığı bir şeyler söyleyip durdu. Prenses, söylediklerini biraz önceki ruhi durumu açısından yorumlayarak anlamaya çalışıyor; babasının Rusya’dan, Prens Andrey’den, kendisinden, torunundan ya da ölümünden söz ettiğini sanıyordu. Bundan ötürü bir şey anlayamıyordu.
Hasta, “Beyaz elbiseni giy, hoşuma gider o…” dedi.
Prenses Mariya bunu anlayınca katılır gibi ağlamaya başladı. Koluna giren doktor; sakinleşmesi, hazırlıklarla uğraşması gerektiğini söyledi ve odadan taraçaya çıkmasına yardım etti. Prenses Mariya çıktıktan sonra hasta yeniden oğlundan, savaştan söz etmeye, öfkelenip kaşlarını oynatmaya, sesini yükseltmeye çalıştı. İkinci ve sonuncu kriz gelmişti.
Prenses Mariya taraçada durdu. Hava açık, güneşli ve sıcaktı. Babasına karşı duyduğu ve sanki o ana kadar farkında olmadığı tutkulu ve ateşli sevgiden başka hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey düşünemiyordu. Bahçeye çıktı ve hıçkırıklara boğularak Prens Andrey’in dikmiş olduğu ıhlamur fidanları arasından göle doğru koştu.
Bahçeyi hızla geçip hıçkırıklarla kabaran göğsünü eliyle bastırırken “Evet… Ben… Ben… Onun ölümünü istedim. Hemen ölmesini istedim… Rahat etmek istiyordum… Peki ne olacaktım ben? O olmadıktan sonra rahatlık nedir ki?” diye mırıldanıyordu.
Yeniden eve dönmek üzere bahçedeki dolaşmasını bitirdiğinde karşıdan Matmazel Bourienne (Boguçorovo’da kalmış, ayrılmak istememişti.) ile tanımadığı bir erkeğin kendisine doğru geldiklerini gördü. Tanımadığı kimse, hemen yola çıkması gerektiğini Prenses Mariya’ya bildirmeye gelen bölge soyluları temsilcisiydi. Prenses onun söylediklerini dinledi ama anlamadı. Kendisini eve götürüp kahvaltı etmesini rica etti ve bir süre yanında kaldı. Daha sonra özür dileyip İhtiyar Prens’in odasının kapısına yaklaştı. Endişeli bir yüzle dışarı çıkan doktor, içeri giremeyeceğini söyledi:
“Gidiniz Prenses, gidiniz, gidiniz!” dedi.
Yeniden bahçeye çıkan Prenses, gölün kıyısındaki sırtta, kimsenin göremeyeceği bir yerde otların üzerinde oturdu. Orada ne kadar kaldığını bilmiyordu. Koşan bir kadının ayak sesleriyle kendine geldi. Kendisini aradığı belli olan oda hizmetçisi Dunyaşa, onu görünce korkmuş gibi durakladı. Sonra titreyen bir sesle mırıldandı:
“Lütfen geliniz Prenses, geliniz…”
“Geliyorum, geliyorum…” dedi Prenses, onun sözünü kesip eve doğru koşarken.
Giriş kapısında karşısına çıkan soylular temsilcisi “Tanrı’nın istediği oldu Prenses…” dedi. “Her şeye hazır olmalısınız.”
“Bırakın beni, doğru değil bu!” diye öfkeyle bağırdı Prenses.
Kendisini durdurmak isteyen doktoru iterek kapıya koştu.
Korku dolu yüzleriyle bu insanlar beni niçin durdurmak istiyorlar? Kimseye ihtiyacım yok! Ne yapıyorlar orada?
Kapıyı açtı. Daha önce yarı karanlık olan odayı dolduran aydınlık, yüreğine derin bir korku saldı. Bazı kadınlar ve dadı vardı odada. Karyolanın yanından çekilip yol verdiler. Babası hep aynı şekilde yatıyordu. Sakin yüzündeki sert ifade, Prenses’i kapının eşiğinde durdurdu.
“Hayır, ölmedi, olamaz bu!” dedi.
Duyduğu dehşeti yenip yaklaştı, dudaklarını onun yanaklarına değdirdi. Ama birden geri çekildi. Ve onda, babası için duyduğu bütün sevgi uçup gitti; önünde yatan bu şey karşısında derin bir korku duymaya başladı.
O yok artık! Artık yaşamıyor ve bulunduğu aynı yerde yabancı, uğursuz bir şey; korkunç, dehşet verici, tiksindirici bir sır var!
Yüzünü elleriyle kapayan Prenses Mariya, kendisini tutan doktorun kollarına yığıldı.
Tihon’un ve doktorun yanında kadınlar, Prens’in cenazesini yıkadılar; bir mendille sertleşince açık kalmasın diye ağzını, başka mendille de bir araya getirip açık kalmış bacaklarını bağladılar. Sonra göğsü nişanlarla dolu üniformasını giydirdiler, kurumuş ufacık cesedi masanın üzerine yatırdılar. Bütün bunları ne zaman ve kim yapmıştı bilinmez ama her şey kendiliğinden olup bitmişti sanki. Gece yarısına doğru tabutun çevresinde mumlar yakıldı, üstüne bir örtü kondu, yere ardıç serpildi, ölünün kurumuş kafasının altına basılı bir dua kondu; yüksek sesle Mezamir okuyan diyakos, bir köşeye yerleşti.
Ölü bir atın çevresinde toplanan, ürküp soluyan, huysuzlanan atlar gibi tanıdık tanımadık herkes tabutun çevresinde toplandı; soyluların temsilcisi, muhtar, köylü kadınlar, hepsi, korku dolu ve sabit gözlerle istavroz çıkardılar ve eğilerek İhtiyar Prens’in kaskatı soğuk elini öptüler.
IX
Prens Andrey’in yerleşmesinden önce Boguçorovo, terk edilmiş bir malikâneydi. Köylüleri de Lisi Gori köylülerinden çok farklı insanlardı. Konuşma, giyim ve töre bakımından onlardan ayrılıyorlardı. “Step adamları” derlerdi onlara. Hasada yardım etmek, gölcükler ya da hendekler kazmak için Lisi Gori’ye geldiklerinde İhtiyar Prens; işten yılmamaları bakımından onları över ama yabaniliklerinden ötürü sevmediğini de belirtirdi.
Prens Andrey’in Boguçorovo’da son kalışında gerçekleştirdiği yenilikler -hastaneler, okullar, vergi indirimleri- davranışlarında bir yumuşaklık yaratmamış; tam tersine, İhtiyar Prens’in yabanilik diye nitelediği yanlarını pekiştirmişti. Garip söylentiler dolaşırdı aralarında: Kimi zaman hepsinin kazak yapılacağı, yeni bir dine girecekleri, Çar’ın bazı bildiriler yayımladığı, Pavel Petroviç’e 1797’de edilen yeminden (köylünün daha o zaman azat edildiği ama toprak beylerinin bunu geri çevirdikleri), Piyotr Feodoroviç’in yedi yıla kalmadan tahta çıkacağı, o mezarından kalkınca tam bir özgürlüğün gerçekleşeceği, düzenin değişeceği söylenir dururdu. Savaş, Bonapart ve istila haberleri; onların zihinlerinde Deccal’a, dünyanın sonunun geldiğine ve tam özgürlüğe ilişkin düşüncelere karışırdı.
Boguçorovo’nun yakınlarında, Çar’a ve toprak sahiplerine aidat ödeyen köylülerin oturduğu büyük köyler vardı. Yakınlarda oturan toprak beylerinin sayısı pek fazla değildi. Bundan ötürü okuma yazma bilen ev hizmetkârları ya da köle sayısı da azdı ve çağdaşların nedenlerini ve anlamını pek kavrayamadıkları ama Rus sosyal hayatının temelini oluşturan esrarlı etkiler ve eğilimler burada çok daha açık ve yoğun olarak ortaya çıkıyordu. Yirmi yıl önce köylüler, sıcak olduğu söylenen bazı ırmaklara göç etmek istemişlerdi. Aralarında Boguçorovoluların da bulunduğu yüzlerce köylü, hayvanlarını satıp aileleriyle birlikte güneybatıya hareket etti. Okyanusun ötesindeki bilinmeyen bir yere uçan kuşlar gibi karıları ve çocukları ile birlikte bu adamlar, daha önce hiçbirinin ayak basmadığı güneybatıya yöneldiler. Kafileler hâlinde, tek tek fidyelerini vererek ya da kaçarak arabalarla ya da yaya, sıcak ırmaklara gidiyorlardı. Bunların çoğu cezalandırıldı, Sibirya’ya sürüldü, birçoğu yollarda açlıktan ve soğuktan öldü, bir bölümü de kendi isteğiyle geri döndü ve bu hareket tıpkı başladığı gibi hiçbir görünür neden olmadan sona erdi. Ama derin etkiler ve akımlar halk arasında yayılıp gidiyordu ve yeni bir şekilde ortaya çıkmayı; garip beklenmedik ve aynı zamanda basit, doğal, kaçınılmaz bir biçimde meydana çıkmayı bekliyordu. 1812 yılında, köylülerle iç içe yaşayan bir kimse içten içe güçlü bir kaynaşma olduğunu ve yakında bu tür bir patlamanın gerçekleşeceğini gözlemleyebilirdi.
İhtiyar Prens’in ölümünden biraz önce Boguçorovo’ya gelen Alpatiç; halk arasında kaynaşma olduğunu, tüm köylüleri steplere giden -köylülerini yağmacı kazaklara bırakmışlardı- Lisi Gori bölgesinde altmış verstlik bir bölgede olup bitenlerin tersine buradakilerin, Fransızlarla ilişki kurdukları söylentisinin yayıldığını, elden ele dolaşan bazı yazılı kâğıtları onlardan aldıklarını ve yerlerinden kımıldamadıklarını gördü. Ayrıca kendine bağlı köylülerden, bölgede sözü geçen ve hükûmetin el koyduğu bir arabayı götüren Karp adlı mujiğin, köylülerce bırakılmış köylerin kazaklar tarafından talan edildiği ama Fransızların buralara dokunmadıkları haberiyle dönmüş olduğunu da öğrendi. Bir gün önce bir başka mujiğin de Fransızların bulunduğu Vislouhova köyünden, köylülere hiçbir zarar verilmeyeceğini; köylerinde kalırlarsa kendilerinden alınan her şeyin karşılığının verileceğini bildiren ve Fransız Generali’nin imzasını taşıyan bir kâğıdı getirdiğini de biliyordu. Delil olarak da bu mujik, ot için peşin olarak kendine verilen yüz rublelik banknotları -bunların sahte olduğunu bilmiyordu- Vislouhova’dan getirmişti.
Alpatiç’in edindiği en önemli bilgi ise Prenses’in eşyasını Boguçorovo’dan götürmek üzere muhtara arabaları hazırlama emri verdiği gün, sabah erkenden köyde toplantı yapılmış ve köyden çıkmayıp bekleme kararının alınmış olmasıydı. Ama gecikmekte olduklarını da düşünüyordu Alpatiç. Soyluların temsilcisi, Prens’in öldüğü gün, 15 Ağustos’ta gitmesi için Prenses Mariya’ya ısrar ediyor; tehlike dolayısıyla, on altısından sonra hiçbir sorumluluk yüklenemeyeceğini söylüyordu. Prens’in öldüğü gün akşam ayrılırken ertesi gün cenazeye geleceği konusunda söz vermişti. Ama Fransızların birden ilerledikleri haberini alınca gelmedi; kendi malikânesinden, değerli eşyalarını ve ailesini alıp götürecek zamanı buldu ancak.
İhtiyar Prens’in “Dronuşka” diye hitap ettiği Muhtar Dron, Boguçorovo’yu otuz yıldır yönetiyordu.
Dron; ergin olur olmaz sakal bırakan ve altmış ya da yetmiş yaşına kadar hiç değişmeyen, saçlarına bir tek ak düşmeyen ya da bir tek dişi eksilmeyen ve altmışında da otuzundaki kadar güçlü ve dimdik kalacak kadar hem bedenen hem de ruhen sağlam mujiklerdendi.
Sıcak ırmaklara yapılan ve kendisinin de katıldığı göçten pek az sonra Boguçorovo’ya muhtar olmuş ve yirmi üç yıldır görevini kusursuz yürütmüştü. Mujikler, efendilerinden daha çok ondan korkarlar; beyler, İhtiyar ve Genç Prens, kâhya, ona saygı gösterirler; şaka yollu “Nazır” diye hitap ederlerdi. Görevi süresince sarhoş görülmemiş ve bir kere bile hasta olmamıştı. Uykusuz geçen gecelerden ya da ağır işlerden sonra yorulduğu hiç görülmez; okuryazar olmadığı hâlde, koca yük arabalarıyla sattığı unun kilesinin hesabını ve aldığı parayı hiç unutmaz, Boguçorovo tarlalarının bir hektarından elde edilen tek buğday demetini bile şaşırmazdı.
Yağma edilmiş Lisi Gori’den gelen Alpatiç, işte bu Dron’u, Prens’in cenaze günü yanına çağırdı ve Prenses’in arabaları için on iki at ve götürülecek eşya için de on sekiz araba hazırlaması emrini verdi. Köylülerin, toprak kölesi gibi çalışmayıp rant ödemelerine rağmen Alpatiç; bu emirleri kolaylıkla yerine getirebileceklerini düşünüyordu çünkü Boguçorovo’da iki yüz otuz aile vardı ve köylüler varlıklıydı. Ama emirleri duyan Dron, başını önüne eğip bir şey söylemedi. Alpatiç, arabaları alacağı köylülerin adlarını verdi.
Dron, adı verilen köylülerin hayvanlarının çalıştırıldığını söyledi; Alpatiç başka adlar saydı; Dron’a göre bunların atları yoktu; bir bölümünü ordu almış, geri kalanlar da yemsizlikten ölmüştü. Yük arabaları bir yana, Prenses’in arabaları için yeterli at bulmak umudu bile yoktu.
Alpatiç, Dron’a dikkatle bakıp kaşlarını çattı. Dron örnek bir muhtardı ama Alpatiç de yirmi yıldır Prens’in malikânesini laf olsun diye yönetmemişti, o da örnek bir kâhyaydı. Köylülerin isteklerini ve içgüdülerini sezmekte büyük bir yeteneği vardı. Dron’a göz atınca verdiği cevapların, kendi öz düşüncelerini değil; kendisini de sürükleyen ve yaygın olan genel eğilimi dile getirdiğini anladı. Zenginleşmiş ve bundan ötürü köyün nefretini çekmiş olan Dron’un, iki kamp, yani efendilerle köylüler arasında tarafsız olması gerektiğini de biliyordu.
Gözlerindeki kararsızlığı fark etmişti, kaşlarını çatarak Dron’a yaklaştı:
“Beni dinle Dron…” dedi. “Masal istemem. Köyün boşaltılmasını ve düşman gelince kimsenin kalmamasını Ekselans Prens Andrey Nikolayeviç bana bizzat emrettiler; ayrıca, bu konuda Çar’ın da emri var. Kalan, Çar’a hıyanet etmiş olur. Duydun mu?”
Dron gözlerini kaldırmadan “Duydum efendim…” dedi.
Bu cevap Alpatiç’e yetmemişti.
“Bana bak Dron, sonra çok fena olur!” diye üsteledi.
“Emir sizin!” dedi Dron üzüntüyle.
“Bana bak Dron, bırak bu işi…” dedi Alpatiç.
Elini göğsünün üzerinden çekip gösterişli bir hareketle Dron’un ayak ucunu göstererek “Senin yalnız içindekileri değil, üç kadem altındakileri de görürüm…” dedi Dron’un bastığı yere bakarak.
Dron şaşırarak Alpatiç’e göz ucuyla baktı ve başını yine önüne eğdi.
“Bu saçmalıkları bırakıp herkese Moskova’ya gitmek üzere hazırlanmalarını ve Prens’in eşyaları için arabaları yarın sabah getirmelerini söyle. Sen de toplantıya filan gitme. Anladın mı?”
Dron birden onun ayaklarına kapandı.
“Yakof Alpatiç, bu görevden affedin beni. Anahtarları alın, bana yol verin, n’olur, Tanrı aşkına!”
“Kes, kes!” dedi Alpatiç. “İçinin üç arşın derinliğini bile görüyorum.”
Arılara bakmaktaki ustalığının, yulaf tohumu serpme gününü çok iyi bilmesinin ve İhtiyar Prens’i yirmi yıl memnun etmesinin, büyücü olarak ün kazanmasına neden olduğunu ve büyücülerin de insan içinin üç arşın derinliğini görebildiklerine inanıldığını biliyordu.
Dron ayağa kalkıp bir şeyler söylemek istedi. Alpatiç bırakmadı.
“Ne var şu kafanızda, ha? Neler düşünüyorsunuz?..”
“Köylülerle ne yapacağım ben!” dedi Dron. “Hepsi aynı durumda. Ne söyleseniz para etmez.”
“Söylüyorum ya…” dedi Alpatiç. Sonra birden sordu: “İçiyorlar mı?”
“Hepsi çıldırdı. İkinci fıçıyı getirdiler.”
“Öyleyse dinle beni. Emniyet başkanına gideceğim. Sen de bu saçmalıkları bırakıp arabaları getirmelerini söyle onlara.”
“Başüstüne!” dedi Dron.
Yakof Alpatiç, fazla ısrar etmedi. İtaat ettirmenin en iyi çaresinin, itaat edeceklerinden şüphe edildiğini göstermemek olduğunu bilecek kadar uzun zaman yönetmişti insanları. Dron’dan itaatkârane bir “Başüstüne!” koparan Alpatiç bununla yetindi. Oysa askerî birliklerin yardımı olmadan tek bir araba bile bulamayacağını düşünüyor, hatta buna kesinlikle inanıyordu.
Nitekim akşamüstü arabalar toplanmadı. Meyhanenin önünde yeni bir köylü toplantısı yapıldı ve bu toplantıda, atları ormana sürüp araba vermemek kararı alındı. Alpatiç olup bitenlerden söz etmedi Prenses’e. Lisi Gori’den gelen kendi eşyalarının boşaltılmasını ve atlarının da Prenses’in kupa arabasına koşulmak üzere hazırlanmasını emretti. Ondan sonra, polis görevlilerini görmeye gitti.

X
Prenses Mariya, babasının cenazesinden sonra odasına kapandı ve kimsenin içeri girmesine izin vermedi. Bir hizmetçi, Alpatiç’in yolculuk konusunda talimat istediğini söylemek üzere geldiğinde (Alpatiç’in Dron’la konuşmasından önce oluyordu bu.) uzanmış olduğu divandan kalktı ve kapalı duran kapının ardından, hiçbir yere gitmeyeceğini ve kendisini rahat bırakmalarını söyledi.
Prenses Mariya’nın odasının pencereleri batıya bakıyordu. Divanın üzerinde, yüzü duvara dönük olarak yatıyordu; meşin yastığın düğmelerini parmaklarıyla yokluyor, bu yastıktan başka bir şey görmüyordu. Belli belirsiz düşünceleri tek bir konuya yönelmişti: Ölümün geri çevrilmezliği. Kendi manevi bayağılığı ile dua etmek istiyordu ama cesareti yoktu buna. Bulunduğu durumda Tanrı’ya dönemezdi. Uzun süre öylece yattı Prenses Mariya.
Güneş, evin öte yanına geçmişti. Akşamın eğri ışıkları, açık pencereden, odayı ve Prenses Mariya’nın gözlerini diktiği meşin yastığı aydınlatıyordu. Düşüncelerinin akışı ansızın kesildi; kendisi de farkında olmadan doğruldu, saçlarını düzeltti, farkında olmadan ayağa kalktı, pencerenin yanına geldi, rüzgârlı ve berrak akşamın serinliğini içine çekti.
Evet, şimdi güneşin batışını keyfince seyredebilirsin. Artık o yok ve kimse seni engelleyemez… diye geçirdi içinden ve bir sandalyeye yığılıp başını pencere kenarına dayadı.
Birisi, yumuşak ve tatlı bir sesle bahçe tarafından onun adını söylüyordu. Başının öpüldüğünü hissetti Prenses Mariya, dönüp bakınca karalar giymiş olan Matmazel Bourienne’i gördü. Yavaşça Prenses’e yaklaşıp içini çekerek öptü onu ve ağlamaya başladı. Prenses Mariya ona bakıyordu. Onunla küskünlükleri, ona karşı duyduğu kıskançlıklar aklına geldi. Babası da son zamanlarda Matzamel Bourienne’e karşı değişmiş, onu görmek istememişti. Demek ki bu kadıncağızı çok sert yargılamıştı Prenses. Babamın ölümünü isteyen ben, kalkmış başkasını kınıyorum ha! diye düşündü.
Son zamanlarda ondan uzak duran, ona bağlı olmakla beraber yabancı bir evde oturan Matmazel Bourienne’in durumu, açıkça Prenses Mariya’nın gözünün önüne geldi. Ona acıdı; sorgulayıcı, tatlı bakışlarını yüzüne dikti ve elini uzattı. Matmazel Bourienne yeniden ağlamaya, Prenses’in ellerini öpmeye, kendisinin de paylaştığı acısından söz etmeye başladı. Acısının ancak bu acıyı Prenses’le paylaşmasına izin verilirse azalabileceğini söyledi. Bu büyük acı karşısında daha önceki bütün anlaşmazlıklarının ortadan kalkması gerektiğini, kendisini kimseye karşı suçlu hissetmediğini ve onun öte dünyadan, duyduğu sevgiyi ve minnettarlığı gördüğünü de sözlerine ekledi.
Sözlerini anlamadan ama kimi zaman ona bakarak ve sadece sesinin yankılarını işiterek dinliyordu Prenses.
“Sizin durumunuz iki kat korkunç, Sevgili Prensesim…” dedi Matmazel Bourienne. “İçinde bulunduğunuz durumda, kendinizi düşünmediğinizi ve düşünmeyeceğinizi biliyorum. Ama size duyduğum sevgi, benim sizi düşünmemi gerektiriyor. Alpatiç’i gördünüz mü? Gidiş için sizinle konuştu mu?”
Prenses Mariya cevap vermedi. Kimin, nereye gitmesi gerektiğini anlayamıyordu. Şimdi bir şey yapmak mümkün mü? Bir şey düşünülebilir mi ki? Bir şeyin ötekinden daha fazla önemi var mı ki? diye geçiriyordu içinden.
“Chère Marié85 tehlike içinde bulunduğumuzu, Fransızlar tarafından sarıldığımızı bilmiyor musunuz? Şu anda yola çıkmak çok tehlikeli. Yola çıkarsak onların eline geçeriz ve belki de…” Prenses Mariya söylediklerinden hiçbir şey anlamadan bakıyordu ona. “Ah! Benim için hiçbir şeyin önemi yok artık. Asla onun yanından ayrılmayacağım… Alpatiç gidiş konusunda bir şeyler söyledi bana. Kendisiyle görüşün; ben bir şey yapamam, yapmak da istemiyorum, istemiyorum…”
“Konuştum onunla…” diye devam etti. “Yarın yola çıkabileceğimizi umuyor. Ama artık burada kalmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Yolda, askerlerin ya da başkaldırmış köylülerin eline düşmenin çok korkunç bir şey olduğunu kabul ederseniz, chère Marié.”
Matmazel Bourienne, Fransız Generali Rameau’nun evlerini terk etmeyen halkın korunacağını açıklayan (Bildiri, alelade bir Rus kâğıdına yazılmamıştı.) bildirisini çantasından çıkardı, Prenses’e uzattı ve “En iyisi bu General’e başvurmaktır sanırım. Şüphesiz gereken saygıyı gösterecektir size…” dedi.
Prenses Mariya belgeyi okudu. Yüzüne ağlamaklı bir ifade belirmişti.
“Kimden aldınız bunu?” diye sordu.
Matmazel Bourienne kızarak “Adımdan Fransız olduğumu anlamış olacaklar ki…” dedi.
Prenses Mariya, elinde bildiriyle pencereden uzaklaştı. Sapsarı bir yüzle odadan çıkıp Prens Andrey’in eski çalışma odasına girdi.
“Dunyaşa! Alpatiç’i, Dronuşka’yı, birini çağır bana! Amaliya Karlovna’ya da söyle, yanıma gelmesin!” dedi Matmazel Bourienne’in sesini duyunca. Fransızların eline düşmek ihtimali karşısında dehşete kapılmıştı. Derhâl gitmek gerek, derhâl! diye geçirdi içinden.
Prens Andrey, kız kardeşinin Fransızların eline düştüğünü öğrenirse!.. Prens Nikolay Andreyiç Bolkonski’nin kızının, yani kendisinin General Rameau’ya sığındığını, korunmasını istediğini duyarsa!.. Bu düşünce derin bir korku saldı içine, iliklerine kadar titretti, yüzünü kızarttı. O ana kadar bilmediği bir öfke ve gurur duymasına da yol açtı. Durumunun güçlüğü ve özellikle küçültücü yanı gözünün önüne geldi. Fransızlar bu eve girecekler; General Rameau, Prens Andrey’in çalışma odasına yerleşecek. Onun mektuplarını, kâğıtlarını eğlence olsun diye karıştırıp duracak. Mademoiselle Bourienne lui fera les honneurs de Boguçorovo.86 Lütfedip bir oda verecekler bana. Askerler babamın madalyalarını, nişanlarını almak için taze mezarını kazacaklar, Rusları nasıl yenilgiye uğrattıklarını anlatacaklar bana, acımı paylaşıyorlar gibi yaparak ikiyüzlülük edecekler… diye düşündü Prenses Mariya. Bunları kendiliğinden değil, babasının ve kardeşinin düşüncelerini benimsemeyi bir görev bildiği için aklından geçiriyordu. Şurada ya da burada kalması, başına şunun ya da bunun gelmesi önemli değildi kendisi için. Ama ölmüş olan babasının ve Prens Andrey’in temsilcisi olarak görüyordu kendini. Onların düşünceleriyle düşünüyor, onların duygularıyla duygulanıyordu. Onların söylediklerini ve yaptıklarını olduğu gibi yerine getirmek gerektiğini hissediyordu. Böylece, Prens Andrey’in çalışma odasına gitti ve onun düşüncelerinin derinliklerine ulaşmak için kendi durumunu düşündü.