
Полная версия:
Savaş ve Barış II. Cilt
Prens Bagration, Smolensk yolu üzerindeki Mihailovka karargâhından 7 Ağustos’ta şu mektubu yazdı:
Sayın Kont Aleksey Alekseyeviç,
(Arakçeyef’e yazdığı bu mektubu İmparator’un da okuyacağını bildiği için sözcükleri, elinden geldiği kadar titizlikle seçiyordu.)
Smolensk’in düşmana bırakılması konusundaki raporunu, nazırın daha önce sunduğunu sanıyorum. En önemli bir yerin düşmana boşu boşuna terk edilmesi çok ağır, çok üzücü bir şeydir ve orduyu umutsuzluğa sürüklemiştir. Ben, bu konuda nazıra kesinlikle ısrar ettim ve yazdım da. Ama hiçbir şey yola getirmedi onu. Napolyon’un şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı zor bir duruma düşmüş olduğuna şerefim üzerine yemin ederim. Ordusunun yarısını kaybederdi de yine Smolensk’i alamazdı. Askerimiz, her zamankinden daha yiğitçe dövüştü ve dövüşüyor. Ben, bin beş yüz kişiyle düşmanı otuz beş saatten fazla duraklattım ve sonunda yendim. Ama nazır, on dört saat bile dayanmak istemedi. Bu ayıptır ve ordumuza sürülmüş bir lekedir. Ona gelince; yaşamaya layık bir kimse bile değildir bence. Kaybın büyük olduğunu söylerse yalandır bu ancak dört bin kişi kaybettik, hatta o kadar bile değil. On bin olsaydı, ne olurdu; savaş bu! Ama bu durumda düşman, çok büyük kayıplara uğrayacaktı.
İki gün daha dayansaydık ne olurdu? En azından düşman kendisi gidecekti çünkü ne askerlere ne de atlara içirecek suları vardı. Çekilmeyeceği konusunda bana söz verdi ama geceleyin çekildiğini bildirdi ansızın. Böyle savaşılamaz ve böyle olursa sonunda düşmanı Moskova’ya getiririz…
Barış yapmayı düşündüğünüz söyleniyor. Tanrı, bundan korusun bizi! Bütün fedakârlıklardan ve saçma sapan çekilmelerden sonra barış mı yapmak? Bütün Rusya’yı karşınıza alırsınız ve her birimiz sırtımızdaki üniformadan utanırız. Bu durumda bulunduğumuza göre, Rusya direndikçe ve insanlarımız ayakta durdukça savaşmak gerekir.
İki kişinin değil bir kişinin komuta etmesi zorunludur. Nazırınız, belki nazır olarak iyidir ama general olarak kötü değil; tiksindiricidir ve yurdumuzun alın yazısı ona teslim edilmiş bulunmaktadır… Neredeyse çıldıracağım, böyle yazdığım için küstahlığımı bağışlayın. Barış yapmayı ve nazırı ordunun başında bırakmayı salık veren kimsenin, hepimizin mahvolmasını istediği besbelli. Gerçeği yazıyorum size: Milis kuvvetlerini hazırlayın. Çünkü nazır, konuğunun önüne düşmüş ve ona, başkentin yolunu kibarca göstermiştir. Yaver Woltzogen, tüm orduda şüphe uyandırıyor. Bizim değil, Napolyon’un adamı olduğu söyleniyor ve her konuda nazıra akıl veriyor. Ona yalnızca kibarca davranmıyorum, rütbece yüksek olduğum hâlde bir onbaşı gibi boyun eğiyorum. Bu çok acı ama Velinimetim, İmparatorumu sevdiğim için böyle yapıyorum. Şanlı ordumuzu böyle adamlara teslim ettiği için İmparator’umuza üzülmekle yetiniyorum. Çekildiğimiz için yorgunluktan ve hastalıktan ötürü on beş bin kişi kaybettik, saldırıya geçseydik bu olmazdı. Tanrı aşkına söyleyin bana: Rusya’mız -anamız- bu kadar korktuğumuzu, böyle güzel ve yüce bir yurdu alçaklara teslim ettiğimizi, her yurttaşın yüreğinde nefret ve utanç duyguları uyandırdığımızı görünce ne der? Niçin ve kimden korkuyoruz? Nazır; kararsızın biriyse, ödlekse, kafasızsa, ağırsa benim kabahatim mi bu? Bütün ordu kan ağlıyor ve ona lanetler yağdırıyor…
VI
Hayat olayını içine sokabileceğimiz sayısız kategorileri, içeriğin ağır bastıkları ve biçimin ağır bastıkları olmak üzere iki ana bölümde toplayabiliriz. Bu sonuncular arasında Petersburg hayatı da yer alabilir ve kır, taşra, bölge hayatına ve hatta Moskova’daki hayata ters düşmesi bakımından böyledir bu. Değişmez bir hayat tarzı vardır bu kentte.
1805 yılından bu yana Bonapart’la barışmış, bozuşmuş, anayasalar yapmış, bunları bozmuş yenilerini düzenlemiştik. Ama Anna Pavlovna ile Helen’in salonları; birincisi yedi, ikincisi beş yıl önce nasılsa öyle kalmışlardı. Anna Pavlovna’nın salonunda, Bonapart’ın başarılarından yine şaşkınlık ve hayranlıkla söz ediliyor; bu başarılar ve Avrupalı hükümdarların ona büyük bir uysallıkla boyun eğmeleri, Anna Pavlovna’nın temsilcisi olduğu saray çevresine üzüntü ve tedirginlik vermekten başka amaç taşımayan kalleşçe bir komplo olarak görülüyordu. Rumyantsef’in bile ziyaret ederek şereflendirdiği ve çok zeki bir kadın olarak kabul ettiği Helen’in çevresinde ise “Büyük Millet”ten ve “Büyük Adam”dan, 1812’de de tıpkı 1808’de olduğu gibi heyecanla söz ediliyor ve hemen bir barışla sonuçlandırılması gereken Fransa ile düşmanlık hâli esefle ele alınıyordu.
Son zamanlarda, İmparator ordudan döndükten sonra, bu karşıt salonlarda heyecanlı bir hava esmiş ve bazı düşmanca belirtiler ortaya çıkmıştı ama çevrelerin eğilimleri herhangi bir değişikliğe uğramamıştı. Anna Pavlovna’nın çevresine, Fransızlardan, yalnızca en koyu kralcılar kabul ediliyor; Fransız Tiyatrosu’na gitmemek gerektiği ve tiyatronun masrafının bir kolordununkini karşılayacak kadar çok olduğu yolunda vatanseverlik dolu bir düşünce ileri sürülüyordu. Askerî olaylar heyecanla izleniyor, bizimkilerin başarılı olduğu konusunda söylentiler çıkarılıyordu. Helen’in, Rumyantsef’in, yani Fransızseverlerin çevresinde ise savaşın sertliği ve düşmanın gaddarlığı konusunda çıkarılan söylentiler yalanlanıyor; Napolyon’un anlaşma yolundaki bütün girişimleri üzerinde duruluyordu. Sarayın ve ana kraliçenin gözetimi altında bulunan kız öğretim kurumlarının Kazan’a götürülmesi konusunda zamansız tekliflerde bulunanlar eleştiriliyordu. Bütün savaş olayları Helen’in çevresinde, genellikle barışla bitecek beyhude gösteriler olarak ele alınıyor; şimdi Petersburg’da bulunan ve Helen’in evine sık sık gelen Bilibin’in -zaten, her akıllı insanın bu eve gelmesi gerekiyordu- sorunu, barutun değil onu icat edenlerin çözümleyeceği yolundaki düşüncesi benimseniyordu. İmparator’un Petersburg’a dönüşüyle birlikte duyulan Moskova’daki coşku konusunda, bu salonda, ihtiyat da elden bırakılmadan ince ince dalga geçiliyordu.
Anna Pavlovna’nın çevresinde ise bu coşkulardan hayranlıkla ve Plutarkhos’un eski Romalılardan söz ettiği gibi söz ediliyordu. Hep aynı önemli görevde bulunan Prens Vasili, iki çevre arasında birleştirici halka gibiydi: “Ma bonne amie”63 Anna Pavlovna’ya gider, “dans le salon diplomatique de ma fille”e64 uğrar ve birbiri peşi sıra çok sık yaptığı bu ziyaretlerden aklı karışıp bir salonda söylemesi gerekeni ötekinde söylerdi.
İmparator’un gelişinden pek az sonra, Anna Pavlovna’nın salonunda savaştan söz eden Prens Vasili; Barclay de Tolly’yi sert bir dille eleştirdi ve kimin başkomutanlığa getirilmesi konusunda karar veremediğini söyledi. Kendisinden genellikle, “un homme de beaucoup de mérite”65 diye söz edilen davetlilerden biri, Petersburg milis şefi seçilen ve gönüllü kabulü için hazine salonundaki toplantıya başkanlık eden Kutuzof’u o gün gördüğünü anlatarak onun aranan her niteliğe sahip bir kimse olduğunu ihtiyatla ileri sürmek cesaretini gösterdi.
Anna Pavlovna üzüntüyle gülümsedi ve Kutuzof’un, İmparator’un başına dert açmaktan başka bir şey yapmamış olduğunu söyledi.
“Asilzadeler toplantısında söyledim ve tekrarladım ama kimse dinlemedi…” diye söze karıştı Prens Vasili. “Onun milis şefi seçilmesinin, İmparator’un hoşuna gitmeyeceğini söyledim. Dinlemediler beni. Hep bu itiraz etme hastalığı…” diye sözüne devam etti. “Hem de kimin için oynuyorlar bu oyunu? Doğrusu bilmek isterdim. Moskova’nın aptalca coşkusunu taklit etme isteğinden doğuyor bunlar.”
Prens Vasili, şaşırarak Moskova’nın heyecanlarıyla Helen’in salonunda alay etmek ve Anna Pavlovna’da ise onlara hayranlık duymak gerektiğini unutmuştu. Ama kendisini hemen topladı:
“Kont Kutuzof gibi Rusya’nın en yaşlı generalinin orada toplantı yapması ne demek, et il en reslera pour sa peine!66 Ata binemeyen, toplantıda uyuklayan, kötü huyları olan bir kimse nasıl olur da başkomutan atanır? Bükreş’te âleme rezil oldu. Askerlik niteliklerinden söz etmiyorum ama bunak ve kör bir adam şu anda bu göreve getirilir mi? Korgeneral de hayret verici bir şey! Burnunun ucunu görmez o, körebe oynamaktan başka işe yaramaz! Evet, burnunun ucunu bile göremez!”
Kimse bu sözlere karşı çıkmadı.
24 Temmuz’da bunlar doğru olarak kabul ediliyordu. Ama 29 Temmuz’da Kutuzof’a “Prens” unvanı verildi. Kendisinden kurtulmak için böyle yapmış olabilirlerdi ve Prens Vasili’nin düşüncesi hâlâ geçerliydi ama bunu açıklamakta artık pek acele etmiyordu. Ne var ki 8 Ağustos’ta, savaş sorunlarını görüşmek üzere General Feldmaraşal Saltikof, Arakçeyef, Vyazmitinof, Lopuhin ve Koçubey’den oluşan bir komite toplandı ve başarısızlıklarının, tek bir komutanın bulunmamasından ileri geldiğine karar verdi. Komitedekiler, İmparator’un Kutuzof’tan hoşlanmadığını bildikleri hâlde, kısa bir görüşmeden sonra onun başkomutanlığa getirilmesini önerdiler. Aynı gün Kutuzof, ordulara ve orduların işgali altında bulunan ülkelere “tam yetkili başkomutan” olarak atandı.
Prens Vasili, 9 Ağustos’ta, Anna Pavlovna’nın salonunda “un homme de beaucoup de mérite”67 ile yeniden karşılaştı. Bu adam, bir kız öğretim kurumuna atanmak istediği için Anna Pavlovna’ya yaranmaya çalışıyordu. Prens Vasili, bütün istekleri yerine gelmiş bir kimse; zafer kazanmış bir general gibi içeri girdi.
“Eh bien, vous savez la grande nouvelle. Le prince Koutouzov est maréchal.”68 diye söze başladı. “Bütün anlaşmazlıkların sona ermesi sevindirdi beni.”
Salondakileri sert bir bakışla süzdü ve anlam dolu bir sesle ekledi:
“Enfin voilà un homme!”69
L’homme de beaucoup de mérite, yüksek bir görev kapmak istemesine rağmen daha önce aynı düşüncede olmadığını Prens Vasili’ye hatırlatmaktan kendini alamadı. (Anna Pavlovna’nın salonunda, Prens Vasili’ye karşı da bu haberi sevinçle karşılayan Anna Pavlovna’ya karşı da kabaca bir davranıştı bu ama kendini tutamamıştı.)
Prens Vasili’ye daha önce söylediklerini hatırlatarak “Mais, on dit qu’il est aveugle, mon Prince…”70 dedi.
Prens, bütün güçlükleri çözdüğü sesi ve öksürüğüyle “Allons done, il y voit assez. Allez, il voit assez…”71 diye tekrarladı.
Ardından sözüne devam etti:
“En fazla memnun olduğum nokta da İmparator’un, ona, bütün ordular ve bölgeler üzerinde tam bir yetki, yani şimdiye kadar hiçbir başkomutanın alamamış olduğu yetkiyi vermiş olmasıdır. İkinci bir otokrat sayılır artık…” diye bilmiş bilmiş gülümsedi.
“Umarım, umarım!” dedi Anna Pavlovna.
“İmparator, bu yetkiyi istemeye istemeye verdi…” diyorlar. “On dit qu’il rougit comme une demoiselle à laquelle on lirait Joconde en lui disant: Le souverain et la patrie vous décernent cet honneur.”72
“Peut-être que le coeur n’était pas de la partie.”73 dedi Anna Pavlovna.
“Ooo, hayır, hayır!” diye heyecanla bağırdı Prens Vasili.
Kutuzof’u kimseye vermiyordu artık. Onun kusursuz bir insan olduğunu düşünmekle kalmıyor, herkesin de ona hayranlık duyduğuna inanıyordu.
“Hayır, İmparator onu daha önce de takdir etmişti!” diyordu.
“Gerçek iktidarı Prens Kutuzof ele alsa da kimsenin işlerini karıştırmasına izin vermese…” dedi Anna Pavlovna.
Prens Vasili, bu kimsenin kim olduğunu anında anlamıştı. Yavaşça “Kutuzof’un, orduda veliahtın bulunmamasını kesin olarak ileri sürdüğünü çok iyi biliyorum…” dedi. “Vous savez ce qu’il a dit à l’empereur?”74
Prens Vasili, Kutuzof’un İmparator’a söylediği ileri sürülen “Kötü bir şey yaparsa onu cezalandıramam, iyi bir şey yaparsa da ödüllendiremem!” sözünü tekrarladı ve “Kutuzof kadar zeki insan bulunmaz. Je le connais de longue date…”75 diye ekledi.
Saray nezaketini pek iyi bilmeyen l’homme de beaucoup de mérite de söze karışmaktan kendini alamamıştı:
“Hatta Prens’in, Hükümdar’ın da orduya gelmemesini istediği söyleniyor.”
Bunu söyler söylemez Prens Vasili ve Anna Pavlovna yüzlerini hemen öteye çevirip onun saflığı karşısında iç çekip hüzün dolu gözlerle birbirlerine baktılar.
VII
Petersburg’da bütün bunlar olurken Fransızlar, Smolensk’i aşmışlardı ve Moskova’ya gittikçe yaklaşmaktaydılar. Napolyon’un tarihçisi Thiers, öteki tarihçileri gibi onun, isteğine aykırı bir şekilde Moskova varoşlarına kadar sürüklendiğini söyleyerek kahramanını haklı göstermeye çalışır. Bu açıklamasında, tarihî olayları tek bir insanın iradesiyle açıklamaya çalışan bütün tarihçiler kadar haklıdır. Napolyon’un Moskova’ya, Rus generallerinin maharetiyle getirildiğini söyleyen Rus tarihçileri kadar haklıdır. Burada, bütün geçmişi, sonraki olayların hazırlayıcısı olarak ele alan “geri dönüşlülük” yasasının yanı sıra, karşılıklı etki de işin içine girmekte ve konuyu bulandırmaktadır. İyi bir satranç oyuncusu, oyunu, işlediği bir hata sonucu kaybettiğini düşünür. Bu hatayı, oyunun başlangıcında arar. Oyun boyunca başka hatalar da işlediğini ve hiçbir hamlesinin kusursuz olmadığını unutur. Dikkatini çeken hatayı ancak düşman bundan faydalandığı için fark eder. Belirli sürelerde oynanması gereken ve cansız taşları tek bir iradenin yönetmediği, her şeyin, çeşitli iradelerin sayısız çarpışmasının sonucu olduğu savaş oyunu ise ne kadar karmaşık bir şeydir!
Napolyon, Smolensk’ten sonra, Vyazma’ya yakın Dorogobuj’da ve ardından Tsarevo-Zaymişçe önlerinde savaşa tutuşmak istedi ama sayısız nedenlerden ötürü Ruslar, Moskova’dan yüz on iki verst uzaktaki Borodino’ya kadar savaşı kabul etmediler. Napolyon, Vyazma’dan sonra, Moskova üzerine dosdoğru yürüme emri verdi.
Moscou, la capitale asiatinque de ce grand eriıpire, la ville sacréc des pcuples d’AIexandre, Moscou avec ses innombrables églises en forme de pagodes chinoises!76 Evet, bu Moskova, Napolyon’un hayal gücünü rahat bırakmıyordu. Vyazma’dan Tsarevo-Zaymişçe’ye giderken Napolyon; kır İngiliz atı üzerinde muhafızları, maiyeti, hizmet askerleri ve yaverleriyle ilerliyordu. Süvarilerin esir aldığı Rusları sorguya çekmek için geride kalmış olan Kurmay Başkanı Berthier, yanında Tercüman Lelorme d’Ideville olduğu hâlde Napolyon’a yetişti ve güleç bir yüzle atını durdurdu.
“Ne var?” diye sordu Napolyon.
“Un cosaque de Platov,77 Platof kolordusunun büyük orduyla birleşmek üzere olduğunu ve Kutuzof’un başkomutanlığa getirildiğini söylüyor. Tres intelligent et bavard.”78
Napolyon gülümseyerek bu kazağa bir at verilmesini ve hemen yanına getirilmesini söyledi. Kendisi konuşmak istiyordu onunla. Yaverler hemen atlarını sürdüler. Bir saat kadar sonra Denisof’un, Rostof’a bıraktığı toprak kölesi Lavruşka; sırtında emir eri gömleğiyle ve bir Fransız eyeri üzerinde, hilekâr, sarhoş ve neşeli bir yüzle Napolyon’a yaklaştı.
“Kazak mısınız?” diye sordu Napolyon.
“Evet, efendim.”
Thiers bu olayı şöyle anlatır:
“Le cosaqu ignorant la compagnie dans laquelle il se trouvait; car la simplicité de Napoléon n’avait rien qui pût révéler à une imagination orientale la présence d’un souverain, sientretint avec la plus extrême familitarité des affaires de la guerre actuelle.”79 Aslında, fitil gibi oluncaya kadar içen efendisini yemeksiz bırakan Lavruşka; tavuk bulmak için köye gönderilmişti ama orada kendini çapulculuğa kaptırmış, Fransızların eline düşmüştü. Lavruşka çok şey yaşamış, her şeyi dalavereyle ve hilekârca yapmayı ödev bilmiş; efendisine her çeşit hizmete hazır, onların aşağılık eğilimlerini hemen keşfeden, gösteriş meraklarını ve küçük yanlarını kolayca kavrayan kaba ve küstah uşakların en iyi örneklerinden biriydi.
Lavruşka, karşısındakinin Napolyon olduğunu hemen kavramış; hiç şaşırmamış ve sadece yeni efendilerine hizmet etmeye hazırlanmıştı.
Karşısındakinin Napolyon olduğunu çok iyi biliyordu ve onun karşısında Rostof’un ya da eli sopalı bölük emininin karşısında olduğundan daha fazla etkilenmiş değildi. Çünkü bölük emininin de Napolyon’un da kendisini yoksun bırakabileceği hiçbir şeyi yoktu Lavruşka’nın.
Emir erleri arasında konuşulanların hepsini anlattı. Bunların çoğu doğruydu. Ama Napolyon, Rusların Bonapart’ı yenip yenemeyecekleri konusunda ne düşündüklerini sorunca Lavruşka; kendisi gibi kurnaz insanların her zaman yaptığı gibi bunda ince bir kurnazlık olduğunu düşündü.
Düşünceli bir tavırla “Sizin anlayacağınız, hemen savaşa tutuşulursa kazanırsınız; kesin bu. Ama üç gün geçer ve çarpışma sonra olursa bu savaş uzar gider…” dedi.
Lelorme d’Ideville, gülümseyerek bu sözleri Napolyon’a şöyle çevirdi: “Si la bataille est donnée avant trois jours, les Français la gagneraient, mais si elle était donnée plus tard, Dieu sait ce qui en arriverait.”80
Çok keyifli görünmesine rağmen Napolyon gülümsemedi ve söylenenleri, tekrarlattı.
Lavruşka bunu fark etti ve karşısındakini neşelendirmek için kim olduğunu bilmiyormuş gibi konuştu:
“Biliyoruz, sizde bir Bonapart var ki bütün dünyayı tepelemiş ama bizimle iş başkadır…”
Bu yurtseverlik gösterisinin, sözlerinde niçin ve nasıl dile geldiğini kendisi de bilmiyordu. Tercüman, bu sözleri, son bölümünü çıkararak çevirdi Napolyon’a. Bonapart gülümsedi. Thiers, “Le jeune cosaque fit sourire son puissant interlocuteur.”81 diyor bu konuda. Napolyon hiçbir şey söylemeden birkaç adım attı, Berthier’ya döndü ve karşısındaki adamın, İmparator’un ta kendisi, ölümsüz ve yüce adını ehramların üzerine yazdırmış İmparator olduğunu açıklamanın sur cet enfant du Don82 üzerinde yaratacağı etkiyi görmek istediğini bildirdi.
Açıklama yapıldı.
Lavruşka -bunun kendisini sınamak için yapıldığını ve Napolyon’un kendisini afallamış bir durumda görmek istediğini sezinlemişti- yeni efendilerine yaranmak için şaşırmış, küçük dilini yutmuş gibi yaptı; gözlerini fal taşı gibi açtı, kırbaçlanmaya götürüldüğü zamanki ifadesine büründü. Thiers şöyle yazıyor: A peine l’interprète de Napoléon avaitil parlé quele cosaque, saisi d’une sorte d’ébahissement, ne proféra plus une parole et marcha les yeux constamment attachés sur ce conquérant dont le nom avait pénétré jusqu’à lui, à travers les steppes de l’Orient. Toute sa loquacité s’était subitement arrêtée, pour l’aire place à un sentiment d’admiration naïve et silencieuse. Napoléon, après l’avoir récompensé, lui fit donner la liberté, comme à un l’oiseau qu’on rendt aux champs qui l’ont vu naître.83
Napolyon, hayal gücünü büyülemiş olan Moskova üzerine düşler kurarak yoluna devam etti: l’oiseau qu’on rendit aux champs qui l’ont vu naître84 ise arkadaşlarına anlatacağı hikâyeleri uydurarak atını dörtnala sürüp ileri karakollara geri döndü. Anlatılmaya değer bulmadığı için başından gerçekten geçmiş olaylar üzerinde durmuyordu. Kazaklara yetişip Platof kolordusuna bağlı alayın yerini öğrendi, akşama doğru da Yankof’ta bulunan ve İlyin’le birlikte yakın köyleri gezmeye gitmek için atına henüz binen efendisi Nikolay Rostof’u buldu. Rostof, Lavruşka’ya başka bir at verdi ve onu da yanına aldı.
VIII
Prenses Mariya, Prens Andrey’in sandığı gibi Moskova’da ve tehlikeden uzakta değildi. Alpatiç, Smolensk’ten döndükten sonra İhtiyar Prens, sanki ansızın uykudan uyanmıştı. Köylerden milis toplanıp silahlandırılmaları konusunda emir verdi. Rusya’nın en eski generallerinden birinin esir edileceği ya da öleceği Lisi Gori’yi savunmak konusunda önlem alıp almamayı kendisine bıraktığını ama şahsen orada kalıp kendisini savunacağını bildiren bir mektubu Başkomutan’a gönderdi. Ve ev halkına da Lisi Gori’de kalacağını bildirdi.
Kendisi kalmakla birlikte Prenses’in, Desalles’le Küçük Prens’in Boguçorovo’ya ve oradan Moskova’ya gönderilmelerini emretti. Babasının, eski vurdumduymazlığının yerini geceli gündüzlü bir çalışmanın aldığını görerek tedirgin olan Prenses Mariya; onu yalnız bırakmadı ve ilk defa emrini dinlemeyerek reddetti gitmeyi. İhtiyar yeniden korkunç derecede öfkelendi ve kızını her zamanki gibi suçladı. Kendisini üzdüğünü, oğluyla arasını bozduğunu, hayatını zehir etmek istediğini söyledi; gidip gitmemesinin umurunda olmadığını da ekledi ve çalışma odasından kovdu. Orada olup olmadığını da bilmek istemediğini ama gözüne görünmezse daha iyi olacağını da eklemeyi unutmadı. Babasının kendisini zorla göndereceğinden korkan Prenses Mariya, sadece gözüne görünmemesini istediği için sevinmişti. Çünkü bu, evde kalmasına babasının için için memnun olduğunu kanıtlıyordu.
Nikoluşka’nın gittiği günün ertesi sabahı İhtiyar Prens, resmî üniformasını giyip Başkomutan’a gitmeye hazırlandı. Arabası da hazırlanmıştı. Prenses Mariya, üniformasıyla ve bütün nişanlarını takınmış olarak evden çıktığını; silahlı köylüleri ve hizmetkârları teftiş için bahçeye ilerlediğini gördü. Pencerenin önünde oturdu ve konuşmalarını dinlemeye başladı. Ağaçlı yoldan, korku dolu yüzlerle birkaç kişi ansızın fırlamıştı.
Prenses Mariya da perona, çiçek bahçesine ve ağaçlı yola koştu. Karşıdan bir milis ve hizmetçi kalabalığı geliyordu; kalabalığın ortasındaki birkaç kişi, üniformalı ve göğsü nişanlarla dolu ihtiyarı kollarının altından destekleyerek sürüklüyordu. Prenses Mariya, onlara doğru koştu. Ihlamur ağaçlarının gölgeleri arasından süzülen ışık daireciklerinin titreyişleri içinde İhtiyar Prens’in yüzünde herhangi bir kesin değişim göremedi. Yalnızca, sert ve kendinden emin yüz ifadesinin yerini bir ürkeklik ve teslimiyet almıştı.
Kızını görünce güçsüz dudaklarını kıpırdatıp bir şeyler söylemek istedi ama sadece bir hırıltı çıktı ağzından. Ne demek istediğini anlamak imkânsızdı. Kaldırıp çalışma odasına götürdüler onu ve son zamanlarda içine korkular salan divanın üzerine yatırdılar.
O gece getirilen doktor, Prens’ten kan aldı ve sağ tarafına inme indiğini söyledi.
Lisi Gori’de kalmak gittikçe tehlikeli hâle geliyordu, ertesi gün Boguçorovo’ya gittiler ve doktor da onlarla birlikte geldi.
Oraya geldikleri zaman Desalles, Küçük Prens’le Moskova’ya hareket etmişti.
İhtiyar Prens; iyileşme ya da kötüleşme belirtileri göstermeden Boguçorovo’da, Prens Andrey’in yaptırdığı yeni evde üç hafta yattı. Kendinden geçmişti ve büzülmüş bir ceset gibiydi. Kaşlarını, dudaklarını kıpırdatarak bir şeyler söylemek istiyordu. Çevresinde olup bitenleri anlayıp anlamadığını söylemek imkânsızdı. Yalnızca bir şey kesindi: Acı çekiyordu ve bir şey anlatmak istiyordu. Ama bunun ne olduğunu hiç kimse söyleyemezdi. Neredeyse delice ve hastaca huysuzluk mu söz konusuydu, olup bitenlere ya da aileye ilişkin bir şey mi söylemek istiyordu, kimse bilemezdi bunu.
Doktor, bu hareketlerin hiçbir anlam taşımadığını ve yalnızca fizik nedenleri olduğunu söylüyordu. Ama Prenses Mariya, kendisi bulunduğu zaman babasının bu hareketleri daha fazla yaptığını göz önünde bulundurarak kendisine bir şeyler söylemek istediğini sanıyordu.
Bedenen de ruhen de acı çektiği belliydi. İyileşme umudu yoktu. Bir başka yere götürülemezdi. Yolda ölürse ne yaparlardı? Son, büsbütün son daha iyi olmaz mı? diye düşünüyordu Prenses Mariya kimi zaman. Gece gündüz, hemen hiç uyumadan gözlüyordu onu ama işin korkunç yanı, iyileşme belirtileri değil; sonun geldiğini gösteren belirtiler görmek içindi bu.
Böyle bir duyguya kapıldığını kabul etmek Prenses için çok garipti ama yine de bu duygu vardı içinde.
Prenses Mariya’yı daha da dehşete düşüren gerçek ise babasının hastalığından beri (hatta belki daha da önce, bir şey bekleyerek onunla birlikte kaldığı zamandan beri) içinde uyuyan bütün unutulmuş umut ve isteklerin uyanmış olmasıydı. Yıllardır zihninde yer almamış düşünceler; babasının zorbalığından uzak, özgür bir hayat; hatta aşk ve mutlu bir evlilik rüyası, şeytanın aldatmaları gibi hayal gücünü büyülüyordu. Bu düşünceyi kovmak istiyordu ama bundan sonra hayatını nasıl düzenleyeceğini düşünmekten bir an kurtulamıyordu. Bu, şeytanın bir aldatmasıydı ve Prenses Mariya biliyordu böyle olduğunu. Tek kurtuluşun ibadette olduğunu da biliyordu ve ibadet etmeye çalıştı. Duaya yöneldi, kutsal tasvire baktı, dua okumak istedi ama beceremedi. Şimdi, içinde bir tutsak gibi yaşadığı ve tek avuntunun ibadet olduğu manevi dünyanın tam tersi olan gerçek hayat dünyasına, çalışma ve serbestçe hareket etme dünyasına sürüklendiğini hissediyordu. Dua edemiyor ve ağlayamıyordu artık, somut hayat ele geçiriyordu benliğini.
Boguçorovo’da kalmak daha da tehlikeli olmuştu. Fransızların yaklaştığı haberleri geliyordu. Oraya on beş verst uzaktaki bir köydeki ev, Fransızlar tarafından yağma edilmişti.
Doktor, Prens’in götürülmesi gerektiğini söylüyordu. Soylular temsilcisi, Prenses Mariya’ya bir görevli göndererek elden geldiğince çabuk gitmesini sağlamak istemişti. Asilzade önderi; Boguçorovo’ya gelip Fransızların kırk verst uzakta olduklarını, Fransız bildirilerinin köylerde dolaştığını, Prenses babasıyla birlikte ayın on beşinden önce gitmezse hiçbir sorumluluk kabul edemeyeceğini söyleyerek aynı konuda ısrar etti.
Prenses ayın on beşinde gitmeye karar verdi. Yol hazırlıkları verilecek talimat -şimdi herkes ona başvuruyordu- bütün gününü alıyordu. Ayın on dördünü on beşine bağlayan geceyi, Prens’in yattığı odanın yanında, her zamanki gibi soyunmadan geçirdi. Birkaç defa uyandı; babasının sayıklamalarını, karyolasının gıcırtılarını, yatakta dönmesine yardım eden Tihon ile doktorun ayak seslerini duydu. Birkaç kere kapıya kulak verdi. Babası, bu gece, her zamankinden daha rahatsız gibi geliyordu Prenses’e. Uyuyamıyordu, birkaç kere kapıya yaklaşıp girmek istedi ama yapamadı. Gerçi konuşamıyordu ancak babasının, kendisine kaygıyla bakılmasından ne kadar hoşlanmadığını görüyordu ve biliyordu Prenses Mariya. Kimi zaman gözlerini fark etmeden babasına diktiği vakit onun, hoşnutsuzlukla hemen başka bir yere baktığı gözünden kaçmamıştı. Geceleyin, uygun olmayan bir saatte yanına gelmesinin, onu tedirgin edeceğini biliyordu.