
Полная версия:
Savaş ve Barış II. Cilt
“Prens Bolkonski’den, Sayın Baron Aş’a…” dedi kurumlu bir şekilde.
Öyle kurumlu bir şekilde söylemişti ki bunu, kâtip hemen dönüp mektupları aldı. Birkaç dakika sonra Vali’nin huzurundaydı. Vali aceleyle şöyle diyordu:
“Prens’e ve Prenses’e hiçbir şey bilmediğimi söyle. Ben, aldığım yüksek emirlere göre davranıyorum. Al, işte!” Alpatiç’e bir kâğıt uzattı. “Ama Prens rahatsız olduğuna göre, Moskova’ya gitmelerini salık veririm onlara… Ben de gidiyorum şimdi, bilgilerine sun bunları…”
Vali sözünü bitirmeden toza toprağa bulanmış, ter içinde bir subay koşarak geldi. Fransızca bir şeyler söylemeye başladı, Vali’nin yüzü allak bullak olmuştu.
Alpatiç’e başıyla işaret etti ve “Git!” dedi.
Sonra subaya bir şeyler sormaya başladı. Vali’nin odasından çıkan Alpatiç’in üzerine, korku ve çaresizlik dolu bakışlar çevrilmişti. Gittikçe şiddetlenen ve yaklaşan silah seslerine elinde olmadan kulak kabartan Alpatiç, hızlı adımlarla hana yöneldi.
Vali’nin Alpatiç’e verdiği kâğıtta şunlar yazılıydı:
Smolensk kentinin hiçbir tehlike karşısında olmadığını ve tehlike ihtimalinin de bulunmadığını belirtmek isterim. Bir taraftan ben, öte yandan Prens Bagration, ayın yirmi ikisinde Smolensk önünde gerçekleşecek birleşme için hareket hâlindeyiz. İki ordunun birleşik kuvvetleri, yurdu düşmanlardan temizleyinceye ya da son neferini kahramanca feda edene kadar, size emanet edilen kenti savunacaklardır. Smolensk halkını yatıştırmak için elinizde haklı nedenler var. Böyle iki kahraman ordunun koruduğu kimseler bundan emin olabilirler.
(Barclay de Tolly’nin, Smolensk Sivil Valisi Aş’a günlük emri, yıl 1812.)
Halk, sokaklarda kaygı içinde dolaşıyordu.
Sandalyelerle, kap kacakla, küçük dolaplarla ağzına kadar yüklü arabalar evlerin avlu kapılarından çıkıp yola koyuluyorlardı. Ferapontof’nun komşularının evi önünde arabalar duruyor, kadınlar ağlaşarak birbirlerinden ayrılıyordu. Koşulu hayvanların önünde dört dönen bir ev köpeği havlayıp duruyordu.
Alpatiç, her zamankinden çok daha hızlı yürüyerek avluya girdi; dosdoğru atlarının, arabasının bulunduğu odunluğa yöneldi. Uyuyan arabacıyı uyandırdı, atları arabaya koşmasını emrederek eve girdi. Ev sahibinin odasından çocuk ağlamaları, iç parçalayıcı kadın hıçkırıkları, Ferapontof’un boğuk ve öfkeli sesi geliyordu. Alpatiç içeri girdiğinde aşçı kadın, ürken bir tavuk gibi çırpınıyordu:
“Bayılttı bizim hanımı, bayılttı! Öyle dövdü, yerlerde öyle sürükledi ki!”
“Ne diye dövdü?”
“Hanım gitmek istedi. ‘Götür beni, çoluk çocuğu perişan etme!’ dedi. ‘Bütün halk çekip gitti, biz niye duruyoruz.’ dedi. Öyle dövdü, yerlerde öyle sürükledi ki!”
Alpatiç, bu sözleri doğru buluyormuş gibi başını salladı. Başka bir şey sormadan satın aldığı şeylerin bulunduğu yere, ev sahibinin odasının kapısında bulunan odaya yöneldi.
Bu sırada başında parçalanmış bir başörtüsü, kollarında bir çocukla, sarı benizli, kupkuru bir kadın kapıdan fırladı ve avluya kaçarken bağırdı:
“Alçak, rezil!”
Arkasından Ferapontof çıktı, Alpatiç’i görür görmez yeleğine ve saçlarına çekidüzen verdi, esnedi ve onun ardından odaya girdi.
“Gidiyor musun yoksa?” dedi.
Alpatiç, cevap vermeden ve ev sahibine bakmadan eşyalarını toplamaya koyuldu ve borcunun ne kadar olduğunu sordu.
“Hesap ederiz canım. Eee, Vali’nin yanında neler oldu?” diye sordu Ferapontof. “Neye karar verildi?”
Vali’nin kesin bir şey açıklamadığını söyledi Alpatiç.
“Olacak iş mi bu?” dedi Ferapontof. “Dorogobuj’a kadar her yük arabası için yedi ruble vermek gerekiyor. Dedim ya, insanlarda insaf kalmamış.”
Bir an durakladıktan sonra, “Perşembe günü işi yolundaydı Silvanof’un, çuvalı dokuz rubleden un sattı orduya…” diye ekledi. “Çay içecek misiniz?”
Atlar koşulurken ikisi birlikte çayı içtiler. Zahire fiyatları, hasat için elverişli ve bereketli havalar konusunda konuştular.
Üç bardak çayı içmiş olan Ferapontof, “Sesler kesildi. Bizimkiler ağır basmış olmalı…” dedi. “Kente giremezler, denmişti; yeterince kuvvetimiz var demek… Geçenlerde anlattılar: Matvey İvaniç Platof, hepsini Marin Irmağı’na dökmüş; bir günde on sekiz bin kadarını boğmuş.”
Alpatiç, satın aldığı şeyleri topladıktan sonra arabacıya verdi ve ev sahibiyle hesabını gördü. Yola koyulan kibitkaların tekerleklerinin gürültüleri, çıngırak ve nal sesleri duyuluyordu avlu kapısından.
Vakit öğleyi hayli geçmişti, sokağın bir yarısı gölgeydi, öteki yarısı da parlak güneş ışığı içindeydi. Pencereden baktıktan sonra kapıya doğru yürüdü Alpatiç. Ansızın bir ıslık ve çarpan bir cismin sesi duyuldu uzaktan. Ardından pencereleri zangırdatan top sesleri geldi.
Alpatiç sokağa çıkınca iki adamın köprüye doğru koştuğunu gördü. Islıklar, kente düşen güllelerin uğultusu, humbaraların patlaması duyuluyordu dört bir yandan. Ama bunlar pek açıkça duyulmuyor ve kenttekiler, ötelerden gelen top seslerinin yanında bu gürültüleri pek fark etmiyorlardı. Napolyon’un yüz otuz topla saat beşte başlamasını emrettiği bombardımandı bu. Halk, bombardımanın anlamını başlangıçta kavrayamamıştı.
Düşen güllelerin ve patlayan humbaraların sesleri, merak uyandırmıştı önceleri. Odunluğun önünde yüksek sesle ağlayıp duran Ferapontof’un karısı, kollarında çocuğu olduğu hâlde avlu kapısına çıktı; bir şey söylemeden halka baktı ve sesleri dinledi.
Aşçı kadın ve bir dükkâncı da kapıya çıktılar. Hep birlikte, neşeli bir merak içinde başlarının üstünden geçen gülleleri görmeye çalışıyorlardı. Sokağın köşesinde, heyecanla konuşan birkaç kişi belirmişti.
“Amma da kuvvetliymiş ha!” dedi biri. “Damı da tavanı da tuzla buz etti.”
“Toprağı da domuz gibi eşeledi…” dedi bir başkası. “İnsanı yüreklendirir bu doğrusu…” diye de ekledi gülerek.
“İyi ki yana fırladın, yoksa dümdüz edecekti seni!”
Ötekiler de bu adamların yanına gittiler. Adamlar bir güllenin, hemen yanı başlarındaki eve nasıl düştüğünü anlatıyorlardı. Bu sırada; başka mermiler, hızlı ve hazin ıslıklarla gülleler, tatlı bir vızıltıyla humbaralar, halkın tepesinde uçuşup durmaktaydı. Ama mermilerin hiçbiri yakına düşmüyor, geçip gidiyordu. Alpatiç, kibitkasına bindi. Ev sahibi kapıdaydı. Anlatılanları merak ettiği için çıplak dirseklerini oynata oynata kırmızı etekliğiyle köşebaşına yönelen aşçı kadına bağırdı:
“Ağzı açık ayran budalası gibi ne yapıyorsun orada?”
“Ay, ne tuhaf şey!” diye mırıldandı aşçı kadın.
Ama ev sahibinin sesini duyunca kıvırdığı etekliğini düzelterek geri döndü.
Bir ıslık daha duyuldu. Ama bu seferki çok yakındı. Bir gülle yukarıdan aşağı kuş gibi süzüldü, sokağın ortasında parladı, bir patlama sesi duyuldu ve etrafı duman kapladı.
Ev sahibi, aşçı kadına doğru koşup haykırdı:
“Rezil! Ne yapıyorsun orada?”
O anda çığlıklar kapladı ortalığı, bir çocuk korkuyla ağlamaya başladı; kalabalık, sapsarı yüzleriyle aşçı kadının çevresinde toplanmıştı.
Aşçı kadının iniltileri ve haykırışları bütün gürültüleri bastırıyordu:
“Ah kardeşlerim, canım kardeşlerim, ölüme bırakmayın beni! N’olur, canım kardeşlerim!”
Biraz sonra, sokakta kimse kalmamıştı. Şarapnel parçasıyla kalça kemiği kırılan aşçı kadını mutfağa taşıdılar. Alpatiç, arabacısı, Ferapontof’un karısı, çocukları ve kapıcı; bodrumda oturmuş, çevreyi dinliyorlardı. Topların uğultuları, mermilerin ıslık sesleri ve aşçı kadının hepsini bastıran iniltileri bitmek bilmiyordu. Hancının karısı, bir yandan çocuğunu sallayarak avutuyor; öte yandan bodruma giren herkese, sokakta kalan kocasının nerede olduğunu acıma hissi uyandıran bir şekilde fısıldayarak soruyordu. Bodruma gelen dükkâncı, kocasının kalabalıkla birlikte mucizeli Smolenski ikonasının kaldırıldığı katedrale gittiğini söyledi ona.
Ortalığın kararmasıyla birlikte top sesleri de kesildi. Alpatiç kapıya çıktı ve eşikte durdu. Saydam gökyüzü dumanlarla kararmıştı. Yükseklerdeki yeni ay hilali, dumanların arasında garip bir şekilde parlıyordu. Top uğultularından sonra her yandan işitilen ayak sesleri, iniltiler, uzaklardan duyulan çığlıklar ve yangın çatırtılarının bozduğu bir sessizlik yayılmıştı kentin üzerine. Aşçı kadın inlemiyordu artık. Şurada burada, duman sütunları göğe yükseliyor ve dağılıyordu. Sırtlarında çeşitli üniformalar bulunan askerler, düzenli bir şekilde değil; bozulan bir yuvadan çıkan karıncalar gibi sağa sola gidiyor, koşuşup duruyorlardı. Bunlardan birkaçının Ferapontof’un avlusuna kaçtığını gördü Alpatiç ve dışarı çıktı. Bir alay itişerek geri geri gidiyor, yolu tıkıyordu.
Alpatiç’i fark eden bir subay “Kent teslim ediliyor, kaçın buradan, kaçın!” dedi.
Ve askerlere dönerek haykırdı:
“Evlere kaçmak neymiş, gösteririm ben size!”
Eve dönen Alpatiç, yola çıkması için arabacıya seslendi. Alpatiç’in ve arabacının ardından, evdekilerin hepsi sokağa döküldü. Dumanları ve alaca karanlıkla birlikte iyice fark edilmeye başlanan yangın alevlerini gören kadınlar, birden haykırıp bağırmaya başladılar. Sokağın öteki ucundan, onların yankısı gibi başka haykırışlar duyuldu. Alpatiç, çatı saçağı altında birbirine karışmış dizginleri ve koşumları düzeltmek için titreyen ellerle arabacıya yardım ediyordu.
Kapıdan dışarı çıkarken Ferapontof’un açık dükkânında, on kadar askerin, yüksek sesle konuşarak torbalarını ve çantalarını buğday unu ve ayçiçeğiyle tıka basa doldurduklarını gördü. Sokaktan dönen Ferapontof da o sırada dükkâna girdi. Askerlere bağırmak istedi önce ama birden olduğu yerde kaldı ve parmaklarını saçlarına geçirerek hıçkırıklarla ve yüksek sesle gülmeye başladı.
“Alın çocuklar, hepsini götürün. Şu iblislere hiçbir şey bırakmayın!” diye haykırdı ve çuvalları yakalayıp sokağa fırlatmaya başladı.
Askerlerin bazıları korkup kaçtılar ama bazıları torbalarını ve çantalarını doldurmaya devam ettiler. Ferapontof, Alpatiç’i görmüştü.
“Rusya bitti artık!” diye bağırdı. “Alpatiç, bitti artık! Hepsini kendi elimle yakacağım, bitti artık!”
Ardından koşarak eve girdi.
Yığınlarca asker, sokağa üşüşmüştü. Geçemeyen Alpatiç beklemek zorunda kaldı. Ferapontof’un karısı da yanında çocukları, bir araba içinde hemen oradan uzaklaşmak için fırsat kolluyordu.
Vakit hayli ilerlemişti. Gök yıldızlıydı ve hilal, dumanlar arasında bir görünüp bir kayboluyordu. Askerler ve öteki arabaların yanı sıra ilerlemeye çalışan Alpatiç’in ve Ferapontof’un karısının arabaları Dinyeper’in inişinde durmak zorunda kaldılar. Durdukları dört yol ağzının biraz ilerisinde yanan bir ev ve bazı dükkânlar görünüyordu. Yangın neredeyse sönecekti. Ama alevler kimi zaman azalıyor, kara dumanlar arasında görünmez oluyor kimi zaman da birden parlayarak dört yol ağzında birikmiş olan insanların yüzlerini şaşılacak ölçüde aydınlatıyordu. Yangının önünden kapkara insan silüetleri geçiyor, ateş çıtırtıları arasında koşuşmalar ve çığlıklar işitiliyordu. Alpatiç yere indi ve arabasının kolayca ilerlemeyeceğini görünce yangını seyretmek üzere sokağa girdi. Askerler, yangının çevresinde gidip geliyorlardı. İki askerle yün kumaştan kaput giymiş bir adamın yanan mertekleri yandaki bir avluya sürüklediklerini, başkalarının da kucak kucak kuru ot taşıdıklarını gördü.
Çevresini alev sarmış bir ambarın karşısında duran kalabalığa yaklaştı. Alev duvarları sarmış, arka duvar yıkılmıştı; ince tahtalardan yapılmış çatı, neredeyse çökecekti. Kalabalığın, çatının çökeceği anı beklediği belliydi. Alpatiç de aynı şeyi bekliyordu. Tanıdık bir ses duydu birden:
“Alpatiç!”
Genç Prens’in sesini tanımıştı Alpatiç.
“Aman Tanrı’m! Ekselans, siz!..”
Sırtında peleriniyle, yağız bir at üzerinde kalabalığın arasında duruyordu Prens Andrey ve Alpatiç’e bakıyordu.
“Ne işin var burada?” diye sordu.
“Ekselans, Ekselans!” diyen Alpatiç hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.
Kekeleyerek devam etti:
“Eksel… Eksel… Yoksa işimiz bitti mi?”
“Ne işin var burada?” diye tekrarladı Prens Andrey.
Parlayan alevde, genç efendisinin bitkin ve sararmış yüzünü görüvermişti Alpatiç. Niçin gönderildiğini ve yolda nasıl güçlük çektiğini efendisine açıkladı.
“Ekselans, işimiz bitti mi yoksa?” diye yeniden sordu Alpatiç.
Cevap vermeyen Prens Andrey not defterini çıkardı, dizine dayayarak kurşun kalemle kâğıda bir şeyler yazmaya başladı. Kız kardeşine yazıyordu:
Smolensk terk edilecek, Lisi Gori de bir hafta içinde düşman tarafından işgal edilecek. Derhâl Moskova’ya hareket etmelisiniz. Yola çıktığınızda Usviyaj’a, bana bir adam göndererek haber verin.
Kâğıdı yazıp Alpatiç’e verdikten sonra Prens’in, Prenses’in, oğlunun ve öğretmeninin yola çıkmaları sırasında neler yapılacağı ve kendisine nasıl ve nereye haber gönderileceği konusunda sözlü emirler verdi. Sözlerini bitirmeden kurmay başkanlığı subaylarından birinin maiyetiyle ve at sırtında kendisine yaklaştığını gördü Andrey.
Subay ona tanıdık gelen bir sesle ve Alman aksanıyla “Albay mısınız siz?” diye haykırdı. “Karşınızda evler yanıyor, siz burada öylece duruyorsunuz. Ne demek bu? Hesabını vereceksiniz!”
Haykıran, birinci ordu piyade kuvvetleri sol kanat kurmay başkanı yardımcılığına getirilmiş olan Berg’di ve bu görevin çok elverişli, çok istenen bir görev olduğunu söyleyip duruyordu.
Prens Andrey cevap vermeden ona baktı ve Alpatiç’e emirlerini açıklamaya devam etti.
“Ayın onuna kadar haber beklediğimi söyle. O tarihte hepsinin gittiği konusunda haber alamazsam burada her şeyi yüzüstü bırakıp Lisi Gori’ye gelmek zorunda kalacağım.”
Berg, Prens’i tanıyarak “Prens, yalnızca emirleri yerine getirmek zorunda olduğum için böyle konuşuyorum. Emirleri eksiksiz yerine getiririm. Beni bağışlayın lütfen!” diye özür dilemeye başlamıştı.
Alevlerin orta yerinde bir çatırtı duyulmuştu. Ateş bir an söner gibi oldu ve damdan kalın duman sütunları yükseldi. Ardından daha şiddetli bir çatırtı duyuldu ve ağır bir kütle yere çöktü.
İçinden yanmış çörek kokusu gelen ambarın çöküşüyle birlikte halk “Hurra!” diye bağırdı.
Parlayan bir alev yangının çevresindeki insanların heyecanlı, neşeli ve yorgun yüzlerini aydınlattı.
Yün kaputlu adam, elini havaya kaldırıp haykırdı:
“Yaşasın! Ne güzel yanıyor be! Ne güzel değil mi çocuklar?..”
“Bu, mal sahibinin kendisi!” diyen sesler duyuldu.
Prens Andrey, “Anladın değil mi? Dediklerimi aynen tekrarlarsın…” dedi.
Ve yanında suspus duran Berg’e tek kelime söylemeden atını mahmuzlayıp uzaklaştı.
V
Birlikler, Smolensk’ten çekiliyordu. Düşman da peşlerindeydi. Prens Andrey’in komuta ettiği alay, 10 Ağustos’ta, Lisi Gori’ye giden caddeyi kesen büyük yolda ilerliyordu. Sıcak ve kuraklık üç haftadır sürüp gitmişti. Gün boyunca beyaz bulutlar güneşi kapatarak geçip gidiyorlardı ama akşama doğru hiçbiri görünmez oluyordu. Esmerimtrak ve kırmızı bir buğunun arasına giriyordu güneş. Gecenin bol çiği biraz serinlik veriyordu yalnızca. Biçilmeden bırakılmış ekinler kurumuş, taneler dökülmüştü. Bataklıklar da kurumuştu. Kavrulmuş çayırlarda yiyecek bir şey bulamayan hayvanlar açlıktan böğürüyorlardı. Yalnızca ormanlarda ve geceleyin, çiğ devam ettiği sürece biraz serinlik oluyordu. Ama birliklerin izlediği büyük yolda geceleyin ormanlardan geçilse de serinlik diye bir şey yoktu. Yarım ayak kalınlığındaki kumlu tozda, çiğ taneleri kaybolup gidiyordu. Ortalık ağarırken yola çıkılıyor; ağırlık kolları ve topçu birlikleri dingillere kadar, piyadeler baldırlarına kadar bu yumuşak, boğucu ve geceleri bile soğumayan kumlu tozlarda sessizce ilerliyorlardı. Kumlu tozların bir bölümü ayaklar ve tekerlekler altında daha da ufalanıyor, bir bölümü de havaya yükselip askerlerin üzerinde bir bulut oluşturuyor; gözlere, saçlara, kulaklara, burun deliklerine ve özellikle yolda ilerleyen insanların ve hayvanların ciğerlerine doluyordu. Güneşle birlikte toz bulutu da yükseliyordu. Önü bulutlarla kaplı olmayan güneşe, bu ince ve kızgın toz bulutu arasından çıplak gözle bakılabilirdi. Kocaman, kıpkırmızı bir yuvarlak gibi görünüyordu güneş. Rüzgâr yoktu, durgun hava insanları boğuyordu. Burunlarına, ağızlarına mendiller sarmışlardı. Bir köye varınca hemen kuyulara saldırıyor, su için boğuşuyorlar ve geride çamur kalana kadar içiyorlardı suları.
Prens Andrey, bir alaya komuta ediyordu. Alayın yönetimi, askerlerin rahat ettirilmesi, emir alıp verme bütün zamanını dolduruyordu. Smolensk yangını ve kentin terk edilmesi, Prens’in hayatında yepyeni bir dönem başlatmıştı. Düşmana duyduğu yeni kin, kendi derdini unutturmuştu ona. Bütün varlığıyla, alayının işleriyle uğraşıyordu. Askerlere ve subaylara ilgi gösteriyor, onları hoş tutuyordu. Alaydakiler, “Bizim Prens” dedikleri Andrey’le övünürler ve onu severlerdi. Andrey, Timohin ve benzerleri gibi yeni ve yabancı bir çevreden gelmiş olan ve kendisinin geçmişini bilmesi imkânsız olan kimselere karşı iyi ve sabırlı davranırdı. Eskiden tanıdığı kimselerden biriyle karşılaştığında tüyleri diken diken oluyor; sert, alaycı, hor gören bir kimse hâline geliyordu. Geçmişin anılarına ilişkin her şey tiksindiriyordu onu ve o yüzden o bir zamanların dünyasına karşı haksız bir duruma düşmemeye, vazifesini yerine getirmeye çalışıyordu.
Gerçekten de 6 Ağustos’tan, yani Smolensk’in terk edilmesinden -oysa ona göre bu kent savunulabilirdi ve savunulmalıydı- ve özellikle hasta babasının Moskova’ya kaçmak ve çok sevdiği, kendisinin kurup yaşanır hâle getirdiği Lisi Gori’yi talancılara bırakmak zorunda kalışından beri her şey kapkara görünüyordu Prens Andrey’e. Ama alayı, bu tür genel düşüncelerden kurtulmasını sağlıyordu. 10 Ağustos günü, alayının bulunduğu kol, Lisi Gori hizasına ulaşmıştı. Babasının, oğlunun ve kız kardeşinin Moskova’ya gittiklerini bildiren mektubu iki gün önce almıştı Prens Andrey. Lisi Gori’de yapacağı bir şey yoktu ama kendisine özgü dert tazeleme arzusuyla oraya gitmesi gerektiğine karar verdi.
Atını eyerlenmesini emretti ve konak yerinden, doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği babasının malikânesine doğru yola çıktı. Bir sürü kadının çene çalarak çamaşır tokaçladıkları gölün kıyısında kimsenin bulunmadığını ve yarı yarıya batmış salın, gölün ortasında ağır ağır yüzdüğünü gördü. Bekçi kulübesine yaklaştı. Açık olan taş avlu kapısında kimse yoktu. Bahçenin yollarında otlar büyümüştü bile; danalar, atlar İngiliz bahçesinde başıboş dolaşıyorlardı. Prens Andrey kış bahçesine yaklaştı: Camlar kırılmış, kasalardaki fidanların kimi kurumuş kimi de devrilmişti. Bahçıvan Taras’a seslendi ama cevap veren olmadı. Taraçanın üstünden kış bahçesine dolandı, oymalı parmaklığın tamamen yıkılmış olduğunu ve eriklerin dallarıyla koparılarak yolunduğunu gördü. Yaşlı bir mujik -Prens Andrey, çocukluğunda kapıda görürdü onu- yeşil bir sıraya oturmuş, ağaç lifinden çarık örüyordu.
Sağır olduğu için Prens Andrey’in geldiğini duymamıştı. Yaşlı mujik, Prens’in oturmayı sevdiği sırada oturuyordu. Yanında, kırık ve kurumuş bir manolyanın dallarına lif çilesi asılıydı.
Prens Andrey eve yöneldi; eski bahçedeki birkaç ıhlamurun kesilmiş olduğunu, bir alaca atın yavrusuyla güller arasında dolaştığını gördü. Evin panjurları çivilenmişti. Yalnızca aşağıda bir pencere açıktı. Hizmetkârlardan birinin çocuğu, Prens Andrey’i görerek içeri kaçtı.
Ailesini göndermiş olan Alpatiç, yalnız başına Lisi Gori’de kalmıştı. Evinde oturmuş Ermişlerin Hayatı’nı okuyordu. Prens Andrey’in geldiğini öğrenince gözlükleri burnunun üstünde, düğmelerini ilikleyerek evden çıktı; hızla Prens’e yaklaştı ve hiçbir şey söylemeden dizlerine sarılarak ağlamaya başladı.
Sonra böyle bir çocuk gibi davranmasına kızıp kendini toparlayarak olup bitenleri anlatmaya başladı. Değerli ne varsa Boguçorovo’ya gönderilmişti. İki yüz elli kental kadar tutan buğday da oraya ulaştırılmıştı. Alpatiç’in dediğine göre bu yıl olağanüstü olan ot ve ekin yeşilken askerler tarafından biçilmişti. Mujikler çok kötü durumda kalmıştı. Bir kısmı Boguçorovo’ya gitmiş, geriye az bir kimse kalmıştı.
Alpatiç sözünü bitirmeden Prens Andrey sordu:
“Babam ve kız kardeşim ne zaman gittiler?”
“Moskova’ya ne zaman gittiler?” demek istiyordu Prens. Ama Alpatiç Boguçorovo’ya ne zaman gittiklerinin sorulduğunu sanarak ayın yedisinde ayrıldıklarını bildirdi ve yeniden evdeki işlerden söz ederek emir bekledi.
“Makbuz karşılığı orduya yulaf vermemi emir buyurur musunuz? Bizde hâlâ bir yüz kental kadar var…” dedi.
Sorularının yersizliğini bilen ama çektiği acıyı dindirmek için sorup duran ihtiyarın güneşte parıldayan kellesine bakan Prens Andrey, Ona ne cevap vermeli? diye düşündü.
“Peki ver öyleyse…” dedi sonunda.
“Bahçenin hâli gözünüzden kaçmamıştır. Önleyemediğimiz için böyle oldu. Üç alay geceledi burada, hele dragonları sormayın! Şikâyet etmek için komutanın rütbesini ve adını aldım.”
“Peki sen ne yapacaksın? Düşman buraya gelirse kalacak mısın?” diye sordu Prens.
Alpatiç yüzünü çevirerek ona baktı ve gösterişli bir hareketle elini gökyüzüne doğru kaldırarak “O benim koruyucumdur, ne isterse o olur!” dedi.
Başları açık bir köylü ve hizmetkâr kalabalığı çimlerin üzerinde ilerleyerek Prens Andrey’e yaklaşıyordu.
Prens, Alpatiç’e doğru eğilerek “Eh öyleyse görüşmek üzere…” dedi. “Sen de git, ne götürebilirsen yanına al götür! Köylülere de Ryazan’daki ya da Moskova yakınındaki malikâneye gitmelerini söyle.”
Alpatiç, Prens’in bacaklarına sarılıp ağlamaya başladı. Prens, yumuşak bir hareketle onu kendisinden ayırdı ve atını sürerek ağaçlı yoldan dörtnala indi.
İhtiyar mujik, taraçada, sevilen bir ölünün yüzündeki sinek gibi kayıtsızca olduğu yerde duruyor; çarığın kalıbına vuruyordu. İki kız çocuğu, etekleri kopardıkları eriklerle dolu koşarak geliyorlardı. Ansızın Prens Andrey’le karşılaştılar; büyüğü, Prens’i görünce küçüğün elini korkuyla kavradı; etrafa saçılan erikleri toplamaya zaman bulamadan bir kayın ağacının arkasına saklandılar.
Prens Andrey, kendilerini fark ettiğini anlayıp korkuya kapılmasınlar diye başını hemen çevirdi. Bu güzel ve korku içindeki küçük kız çocuğuna bakmaya çekiniyordu ama bakmak için güçlü bir istek de duyuyordu içinde. Çocukları görünce yepyeni, rahatlatıcı, yatıştırıcı bir duygu kaplamıştı benliğini; kendisininkilerden kökten farklı ama o ölçüde haklı başka ilgi ve isteklerin de var olduğunu kavramıştı. Bu küçük kızlar, tutkuyla tek bir şey istiyorlardı: Yeşil erikleri götürüp kimse görmeden yemek. Ve Prens Andrey, onların bu girişiminin başarıya ulaşmasını içtenlikle diliyordu. Onlara şöyle bir bakmaktan alamadı kendini. Çocuklar, güven içinde olduklarını sanarak pusularından çıktılar; incecik sesleriyle yaygaralar kopararak eteklerinin uçlarını kaldırıp çayırın üzerinde küçük ve esmer bacaklarıyla neşe ve canlılık içinde koşturdular.
Prens Andrey, birliklerin izlediği büyük yoldaki tozlu bölgeden kurtulunca biraz ferahlamıştı. Ama Lisi Gori’ye yakın bir yerden büyük yola yeniden çıkan ve küçük bir göl bendi yakınında mola vermiş olan alayına yetişti. Öğleüstü saat ikiydi ve güneş, tozlar içinde kırmızı bir topu andıran ceketinin içinde sırtını dayanılmaz bir acıyla yakıp kavuruyordu. Toz, dinlenen birliklerin üzerinde hiç kımıldamadan asılıp kalmış gibiydi. Esinti yoktu, su bendi boyunca ilerlerken çamur kokusunu ve gölün çevreye yaydığı serinliği duyuyordu Prens Andrey. Çok pis de olsa suya girmeye can atıyordu. Haykırmalar ve kahkahaların duyulduğu göle baktı. Bu küçük, bulanık ve sazlı su birikintisi; yarıdan fazla yükselmiş ve bendi doldurmuş gibiydi. Elleri, yüzleri ve boyunları kiremit kırmızısı askerlerin beyaz ve çıplak gövdeleri, küçük gölün her yanını doldurmuştu. Bütün bu çıplak ve beyaz vücutları, çamurlu gölün içinde yakalanmış balıklar gibi çırpınıp duruyorlardı. Bu suya batıp çıkmalarda neşeli bir yan vardı ve bu da insanın içini hüzünle dolduruyordu.
Baldırı kayışlı sarışın ve genç bir asker -Prens Andrey onu üçüncü bölükten tanırdı- hız alıp dalmak için haç çıkararak geri geri çekiliyordu. Saçları dağınık ve yağız bir astsubay, beline kadar suya girmişti ve kaslı gövdesini hareket ettiriyor, bileklerine kadar kapkara elleriyle başını ıslatarak neşeli neşeli soluyordu. Şamar sesleri, çığlıklar, bağırmalar her yanı kaplamıştı.
Kıyılarda, bentte, küçük gölde, her yerde, kaslı ve sağlıklı insan gövdeleri görülüyordu. Küçük kırmızı burunlu Subay Timohin; elinde bir havlu, bendin üzerinde kurulanıyordu. Prens’i görünce tedirgin oldu ama bir şeyler söylemekten de geri kalmayarak “Çok iyi geliyor insana Ekselans…” dedi. “Siz de bir deneseniz!”
“Çok pis su!” dedi Prens Andrey yüzünü buruşturarak.
“Derhâl temizleriz efendim.”
Timohin, daha giyinmeden gerekeni hemen yapmak için koştu.
“Prens suya girmek istiyor!” diye bağırdı.
“Hangi Prens? Bizimki mi?” diyen sesler yükseldi.
Askerler hemen toparlanmaya çalıştılar. Prens, onları yatıştırana kadar zorluk çekti. Salaçta su dökünmenin daha iyi olacağına karar vermişti.
Ten, gövde, chair â canon… 62 diye düşündü çıplak gövdesine bakarak ve soğuktan çok, pis suya dalıp çıkan insan vücutları karşısında içini kaplamış olan ve ne olduğunu pek kavrayamadığı tiksintinin ve dehşetin etkisiyle titredi.