
Полная версия:
Savaş ve Barış II. Cilt
Prens’in, Alpatiç’e emirler verdiği gece Desalles; Prenses Mariya ile görüşmek istemiş ve İhtiyar Prens’in sağlığının yerinde olmadığı ve güvenlik konusunda hiçbir önlem almadığı için ve üstelik Prens Andrey’in mektubundan, Lisi Gori’de kalmanın tehlikeli olduğunun açıkça anlaşılmasından ötürü, Prenses Mariya’nın kendisinin Smolensk Valisi’ne bir mektup yazıp Alpatiç ile göndermesini ve durum konusunda kendisine bilgi verip burada kalmanın ne ölçüde tehlikeli olduğunu bildirmesini istemesini rica etmişti. Prenses Mariya, kendi ağzından Desalles’in yazdığı mektubu imzaladı ve hemen valiye götürmesini, tehlike söz konusu ise hemen geri dönmesini Alpatiç’e emretti.
Bütün emirleri aldıktan sonra Alpatiç, kendisini uğurlayan ev halkıyla birlikte, başında beyaz tüylü şapkası -Prens’in armağanıydı bu- ve elinde Prens’inkine benzeyen bir baston olduğu hâlde, besili üç kır atın koşulu olduğu arabaya binmek üzere dışarı çıktı.
Büyük çıngırak bağlıydı, küçüklerinin içine de kâğıt doldurmuşlardı. Prens, Lisi Gori’de kimsenin çıngırak kullanmasına izin vermiyordu. Ama Alpatiç, uzun yolculuklarda büyük ve küçük çıngırakları kullanmayı severdi. Alpatiç’i bütün takımı, ayak işlerine bakan çocuk, muhasebeci, efendilerin ve hizmetçilerin aşçıları olan kadınlar, iki ihtiyar kadın, seyis, arabacı ve ötekiler uğurlamaya çıkmışlardı.
Kızı; Alpatiç’in arkasına, basma kaplı kuş tüyü yastıklar, minderler yerleştirdi. Yaşlı baldızı, gizlice içi dolu bir çıkın yerleştirdi arabaya. Arabacı da binmesine yardım etti.
“Ah, kadınların şu işgüzarlığı! Ah, şu kadınlar, kadınlar!” dedi Alpatiç tıpkı Yaşlı Prens gibi konuşarak.
Sonra tarlalarda yapılması gereken işler hakkında talimat verdi ve Prens’i taklit etmeyi bir yana bırakarak dazlak kafasından şapkasını kaldırıp üç kere haç çıkardı.
Savaşa ve düşmana ilişkin söylentilere dolaylı olarak değinen karısı “Eğer bir şeyler olursa… N’olur geri dönün Yakof Alpatiç, bize acıyın!” diye bağırdı.
“Ah şu kadınlar, şu kadınlar! Kadınların şu işgüzarlığı!” dedi yine Alpatiç kendi kendine. Yer yer sararmış çavdar, henüz yeşil sık yulaflara ve çimenlerle kaplı ve bazı yerleri de kapkara olan tarlalara bakınarak yola koyuldu.
Bu yeni yaz gününü seyrederek, yer yer biçilmiş çavdar tarlalarının oluşturduğu çizgilere bakarak, tohum ve hasat konusunda hesaplar yaparak ve Prens’in unutulmuş bir emri olup olmadığını düşünerek ilerliyordu Alpatiç.
Yolda hayvanları yemlemek için iki kere durduktan sonra, 4 Ağustos akşamı kente vardı.
Yolda ağırlıklara ve askerî birliklere rastlamış, onları geçmişti. Smolensk’e yaklaşırken top sesleri duydu ama buna hiç şaşırmadı. En fazla ilgisini çeken şey, askerlerin yem için biçtikleri besbelli olan ve üzerinde ordugâh kurulmuş bulunan çok güzel bir yulaf tarlasıydı. Bu, çok etkilemişti Alpatiç’i ama kendi işlerini düşünerek çok geçmeden bunu da unuttu.
Otuz yıldır Alpatiç’in hayatla bütün ilgisi, yalnızca Prens’in istekleriyle sınırlanmıştı. Bu çemberin içinden hiçbir zaman çıkamamıştı o. Prens’in emirlerini uygulamaya ilişkin olmayan herhangi bir şey, ilgilendirmezdi Alpatiç’i ve onun için var bile olamazdı.
Alpatiç, 4 Ağustos akşamı Smolensk’e gelince Dinyeper’in öte yakasındaki Gaça varoşunda bir hanın önünde; otuz yıldır gelip gittiği Ferapontof’un Hanı’nın kapısında durdu. Ferapontof, Alpatiç’in olumlu sonuç veren aracılığıyla on iki yıl önce Prens’ten bir koru satın almış ve ticaret yapmaya başlamıştı. İl merkezinde bir evi, bir hanı, bir de uncu dükkânı vardı şimdi. Kalın dudaklı, iri burunlu, çatık siyah kaşlarının üzerinde yumrular göze çarpan, kırk yaşlarında, iri yarı ve koca göbekli bir mujikti Ferapontof.
Sırtında yelek ve basma bir gömlekle, sokağa bakan dükkânının önünde duruyordu. Alpatiç’i görünce hemen yaklaştı.
“Hoş geldin Yakof Alpatiç!” dedi. “Millet kentten çıkıyor, sen kente geliyorsun!”
“Ne? Kentten mi çıkıyor?” dedi Alpatiç.
“Tabii! Şu bizim millet aptaldır derim her zaman, korkarlar Fransızlardan!”
“Kadın uydurması bunlar, kadın lafı!” dedi Alpatiç.
“Tam üstüne bastın! Onları kentte bırakmamak gerektiği konusunda emir olduğuna göre, bu böyledir. Ama köylüler araba başına üç ruble istiyorlar, kimsede insaf kalmamış doğrusu.”
Yakof Alpatiç, yarım yamalak dinliyordu söylediklerini. Semaverin hazırlanmasını ve hayvanlar için kuru ot istedi. Çayını içtikten sonra da yattı.
Bütün gece boyunca hanın önünden askerî birlikler geçti. Alpatiç ertesi sabah, yalnızca kentte kullandığı elbisesini giyerek işlerini yapmak üzere dışarı çıktı.
Aydınlık bir sabahtı, saat sekiz olduğu hâlde hava iyice sıcaktı. Hasat için eşsiz bir gün! diye düşündü Alpatiç. Sabahın erken saatlerinden beri, kentin uzak yerlerinden silah sesleri duyuluyordu.
Saat sekizden sonra silah seslerinin yanı sıra top sesleri de duyulmaya başladı. Sokaklarda, aceleyle bir yerlere giden insanlar ve askerler görülüyordu. Ama arabacılar arabalarıyla dolaşıyor, esnaf dükkânlarının önünde duruyor, kiliselerde ayin yapılıyordu her zamanki gibi. Alpatiç; dükkânlara, resmî dairelere, postaneye, Vali’ye gitti. Buralarda herkes ordudan ve artık kente saldırmaya başlayan düşmandan söz ediyor ve birbirini yatıştırmaya çalışıyordu.
Vilayet konağının önünde toplanmış kalabalık, kazaklar ve Vali’nin uzun yol arabası, Alpatiç’in dikkatini çekti. Merdivenlerde iki soyluya rastladı. Bunlardan birini, eski polis komiserini tanıyordu. Komiser heyecanla konuşuyordu:
“Yalnız olan için sorun yok! Tek başın derdi mi olur? Ama on üç kişilik bir aileyi düşün! Mal mülk de var… Her şeyi berbat ettiler. Ne biçim hükûmet bu… Ah, bu haydutları asardım ben…”
Öteki, “Yeter canım!” dedi.
“Ne olur yani, isterlerse duysunlar! Köpek gibi mi yaşayacağız!”
Çevresine bakınırken Alpatiç’i gördü.
“Aaa! Yakof Alpatiç, burada işin ne?”
Alpatiç, Prens’i andığı zaman daima yaptığı gibi başını gururla dimdik tutup elini göğsüne koydu.
“Ekselanslarının emriyle Vali hazretlerine geldim…” diye cevapladı. “Durum konusunda bilgi edinmemi buyurdular.”
“Edin öyleyse… İşi o kadar berbat ettiler ki ne araba var ne bir şey! Duyuyorsun değil mi?” dedi silah seslerinin geldiği tarafı işaret ederek.
“İşi berbat ettiler, berbat! Mahvolduk! Haydutlar!”
Alpatiç başını sallayıp merdivenleri çıktı. Kabul salonunda birbirine sessizce bakan tacirler, kadınlar, memurlar gördü. Vali’nin odasının kapısı açıldı, hepsi kalkıp o yana yöneldiler. Kapıda bir kâtip göründü, bir tacirle konuştu, boynu istavrozlu bir başka memura seslendi ve kendisine çevrilen bakışlardan, yöneltilen sorulardan kurtulmak için hemen içeri girdi. Alpatiç ileri yürüdü, kâtip ikinci defa kapıda görününce elini redingotunun yakasının içine sokarak iki mektup uzattı.
“Prens Bolkonski’den, Sayın Baron Aş’a…” dedi kurumlu bir şekilde.
Öyle kurumlu bir şekilde söylemişti ki bunu, kâtip hemen dönüp mektupları aldı. Birkaç dakika sonra Vali’nin huzurundaydı. Vali aceleyle şöyle diyordu:
“Prens’e ve Prenses’e hiçbir şey bilmediğimi söyle. Ben, aldığım yüksek emirlere göre davranıyorum. Al, işte!” Alpatiç’e bir kâğıt uzattı. “Ama Prens rahatsız olduğuna göre, Moskova’ya gitmelerini salık veririm onlara… Ben de gidiyorum şimdi, bilgilerine sun bunları…”
Vali sözünü bitirmeden toza toprağa bulanmış, ter içinde bir subay koşarak geldi. Fransızca bir şeyler söylemeye başladı, Vali’nin yüzü allak bullak olmuştu.
Alpatiç’e başıyla işaret etti ve “Git!” dedi.
Sonra subaya bir şeyler sormaya başladı. Vali’nin odasından çıkan Alpatiç’in üzerine, korku ve çaresizlik dolu bakışlar çevrilmişti. Gittikçe şiddetlenen ve yaklaşan silah seslerine elinde olmadan kulak kabartan Alpatiç, hızlı adımlarla hana yöneldi.
Vali’nin Alpatiç’e verdiği kâğıtta şunlar yazılıydı:
Smolensk kentinin hiçbir tehlike karşısında olmadığını ve tehlike ihtimalinin de bulunmadığını belirtmek isterim. Bir taraftan ben, öte yandan Prens Bagration, ayın yirmi ikisinde Smolensk önünde gerçekleşecek birleşme için hareket hâlindeyiz. İki ordunun birleşik kuvvetleri, yurdu düşmanlardan temizleyinceye ya da son neferini kahramanca feda edene kadar, size emanet edilen kenti savunacaklardır. Smolensk halkını yatıştırmak için elinizde haklı nedenler var. Böyle iki kahraman ordunun koruduğu kimseler bundan emin olabilirler.
(Barclay de Tolly’nin, Smolensk Sivil Valisi Aş’a günlük emri, yıl 1812.)
Halk, sokaklarda kaygı içinde dolaşıyordu.
Sandalyelerle, kap kacakla, küçük dolaplarla ağzına kadar yüklü arabalar evlerin avlu kapılarından çıkıp yola koyuluyorlardı. Ferapontof’nun komşularının evi önünde arabalar duruyor, kadınlar ağlaşarak birbirlerinden ayrılıyordu. Koşulu hayvanların önünde dört dönen bir ev köpeği havlayıp duruyordu.
Alpatiç, her zamankinden çok daha hızlı yürüyerek avluya girdi; dosdoğru atlarının, arabasının bulunduğu odunluğa yöneldi. Uyuyan arabacıyı uyandırdı, atları arabaya koşmasını emrederek eve girdi. Ev sahibinin odasından çocuk ağlamaları, iç parçalayıcı kadın hıçkırıkları, Ferapontof’un boğuk ve öfkeli sesi geliyordu. Alpatiç içeri girdiğinde aşçı kadın, ürken bir tavuk gibi çırpınıyordu:
“Bayılttı bizim hanımı, bayılttı! Öyle dövdü, yerlerde öyle sürükledi ki!”
“Ne diye dövdü?”
“Hanım gitmek istedi. ‘Götür beni, çoluk çocuğu perişan etme!’ dedi. ‘Bütün halk çekip gitti, biz niye duruyoruz.’ dedi. Öyle dövdü, yerlerde öyle sürükledi ki!”
Alpatiç, bu sözleri doğru buluyormuş gibi başını salladı. Başka bir şey sormadan satın aldığı şeylerin bulunduğu yere, ev sahibinin odasının kapısında bulunan odaya yöneldi.
Bu sırada başında parçalanmış bir başörtüsü, kollarında bir çocukla, sarı benizli, kupkuru bir kadın kapıdan fırladı ve avluya kaçarken bağırdı:
“Alçak, rezil!”
Arkasından Ferapontof çıktı, Alpatiç’i görür görmez yeleğine ve saçlarına çekidüzen verdi, esnedi ve onun ardından odaya girdi.
“Gidiyor musun yoksa?” dedi.
Alpatiç, cevap vermeden ve ev sahibine bakmadan eşyalarını toplamaya koyuldu ve borcunun ne kadar olduğunu sordu.
“Hesap ederiz canım. Eee, Vali’nin yanında neler oldu?” diye sordu Ferapontof. “Neye karar verildi?”
Vali’nin kesin bir şey açıklamadığını söyledi Alpatiç.
“Olacak iş mi bu?” dedi Ferapontof. “Dorogobuj’a kadar her yük arabası için yedi ruble vermek gerekiyor. Dedim ya, insanlarda insaf kalmamış.”
Bir an durakladıktan sonra, “Perşembe günü işi yolundaydı Silvanof’un, çuvalı dokuz rubleden un sattı orduya…” diye ekledi. “Çay içecek misiniz?”
Atlar koşulurken ikisi birlikte çayı içtiler. Zahire fiyatları, hasat için elverişli ve bereketli havalar konusunda konuştular.
Üç bardak çayı içmiş olan Ferapontof, “Sesler kesildi. Bizimkiler ağır basmış olmalı…” dedi. “Kente giremezler, denmişti; yeterince kuvvetimiz var demek… Geçenlerde anlattılar: Matvey İvaniç Platof, hepsini Marin Irmağı’na dökmüş; bir günde on sekiz bin kadarını boğmuş.”
Alpatiç, satın aldığı şeyleri topladıktan sonra arabacıya verdi ve ev sahibiyle hesabını gördü. Yola koyulan kibitkaların tekerleklerinin gürültüleri, çıngırak ve nal sesleri duyuluyordu avlu kapısından.
Vakit öğleyi hayli geçmişti, sokağın bir yarısı gölgeydi, öteki yarısı da parlak güneş ışığı içindeydi. Pencereden baktıktan sonra kapıya doğru yürüdü Alpatiç. Ansızın bir ıslık ve çarpan bir cismin sesi duyuldu uzaktan. Ardından pencereleri zangırdatan top sesleri geldi.
Alpatiç sokağa çıkınca iki adamın köprüye doğru koştuğunu gördü. Islıklar, kente düşen güllelerin uğultusu, humbaraların patlaması duyuluyordu dört bir yandan. Ama bunlar pek açıkça duyulmuyor ve kenttekiler, ötelerden gelen top seslerinin yanında bu gürültüleri pek fark etmiyorlardı. Napolyon’un yüz otuz topla saat beşte başlamasını emrettiği bombardımandı bu. Halk, bombardımanın anlamını başlangıçta kavrayamamıştı.
Düşen güllelerin ve patlayan humbaraların sesleri, merak uyandırmıştı önceleri. Odunluğun önünde yüksek sesle ağlayıp duran Ferapontof’un karısı, kollarında çocuğu olduğu hâlde avlu kapısına çıktı; bir şey söylemeden halka baktı ve sesleri dinledi.
Aşçı kadın ve bir dükkâncı da kapıya çıktılar. Hep birlikte, neşeli bir merak içinde başlarının üstünden geçen gülleleri görmeye çalışıyorlardı. Sokağın köşesinde, heyecanla konuşan birkaç kişi belirmişti.
“Amma da kuvvetliymiş ha!” dedi biri. “Damı da tavanı da tuzla buz etti.”
“Toprağı da domuz gibi eşeledi…” dedi bir başkası. “İnsanı yüreklendirir bu doğrusu…” diye de ekledi gülerek.
“İyi ki yana fırladın, yoksa dümdüz edecekti seni!”
Ötekiler de bu adamların yanına gittiler. Adamlar bir güllenin, hemen yanı başlarındaki eve nasıl düştüğünü anlatıyorlardı. Bu sırada; başka mermiler, hızlı ve hazin ıslıklarla gülleler, tatlı bir vızıltıyla humbaralar, halkın tepesinde uçuşup durmaktaydı. Ama mermilerin hiçbiri yakına düşmüyor, geçip gidiyordu. Alpatiç, kibitkasına bindi. Ev sahibi kapıdaydı. Anlatılanları merak ettiği için çıplak dirseklerini oynata oynata kırmızı etekliğiyle köşebaşına yönelen aşçı kadına bağırdı:
“Ağzı açık ayran budalası gibi ne yapıyorsun orada?”
“Ay, ne tuhaf şey!” diye mırıldandı aşçı kadın.
Ama ev sahibinin sesini duyunca kıvırdığı etekliğini düzelterek geri döndü.
Bir ıslık daha duyuldu. Ama bu seferki çok yakındı. Bir gülle yukarıdan aşağı kuş gibi süzüldü, sokağın ortasında parladı, bir patlama sesi duyuldu ve etrafı duman kapladı.
Ev sahibi, aşçı kadına doğru koşup haykırdı:
“Rezil! Ne yapıyorsun orada?”
O anda çığlıklar kapladı ortalığı, bir çocuk korkuyla ağlamaya başladı; kalabalık, sapsarı yüzleriyle aşçı kadının çevresinde toplanmıştı.
Aşçı kadının iniltileri ve haykırışları bütün gürültüleri bastırıyordu:
“Ah kardeşlerim, canım kardeşlerim, ölüme bırakmayın beni! N’olur, canım kardeşlerim!”
Biraz sonra, sokakta kimse kalmamıştı. Şarapnel parçasıyla kalça kemiği kırılan aşçı kadını mutfağa taşıdılar. Alpatiç, arabacısı, Ferapontof’un karısı, çocukları ve kapıcı; bodrumda oturmuş, çevreyi dinliyorlardı. Topların uğultuları, mermilerin ıslık sesleri ve aşçı kadının hepsini bastıran iniltileri bitmek bilmiyordu. Hancının karısı, bir yandan çocuğunu sallayarak avutuyor; öte yandan bodruma giren herkese, sokakta kalan kocasının nerede olduğunu acıma hissi uyandıran bir şekilde fısıldayarak soruyordu. Bodruma gelen dükkâncı, kocasının kalabalıkla birlikte mucizeli Smolenski ikonasının kaldırıldığı katedrale gittiğini söyledi ona.
Ortalığın kararmasıyla birlikte top sesleri de kesildi. Alpatiç kapıya çıktı ve eşikte durdu. Saydam gökyüzü dumanlarla kararmıştı. Yükseklerdeki yeni ay hilali, dumanların arasında garip bir şekilde parlıyordu. Top uğultularından sonra her yandan işitilen ayak sesleri, iniltiler, uzaklardan duyulan çığlıklar ve yangın çatırtılarının bozduğu bir sessizlik yayılmıştı kentin üzerine. Aşçı kadın inlemiyordu artık. Şurada burada, duman sütunları göğe yükseliyor ve dağılıyordu. Sırtlarında çeşitli üniformalar bulunan askerler, düzenli bir şekilde değil; bozulan bir yuvadan çıkan karıncalar gibi sağa sola gidiyor, koşuşup duruyorlardı. Bunlardan birkaçının Ferapontof’un avlusuna kaçtığını gördü Alpatiç ve dışarı çıktı. Bir alay itişerek geri geri gidiyor, yolu tıkıyordu.
Alpatiç’i fark eden bir subay “Kent teslim ediliyor, kaçın buradan, kaçın!” dedi.
Ve askerlere dönerek haykırdı:
“Evlere kaçmak neymiş, gösteririm ben size!”
Eve dönen Alpatiç, yola çıkması için arabacıya seslendi. Alpatiç’in ve arabacının ardından, evdekilerin hepsi sokağa döküldü. Dumanları ve alaca karanlıkla birlikte iyice fark edilmeye başlanan yangın alevlerini gören kadınlar, birden haykırıp bağırmaya başladılar. Sokağın öteki ucundan, onların yankısı gibi başka haykırışlar duyuldu. Alpatiç, çatı saçağı altında birbirine karışmış dizginleri ve koşumları düzeltmek için titreyen ellerle arabacıya yardım ediyordu.
Kapıdan dışarı çıkarken Ferapontof’un açık dükkânında, on kadar askerin, yüksek sesle konuşarak torbalarını ve çantalarını buğday unu ve ayçiçeğiyle tıka basa doldurduklarını gördü. Sokaktan dönen Ferapontof da o sırada dükkâna girdi. Askerlere bağırmak istedi önce ama birden olduğu yerde kaldı ve parmaklarını saçlarına geçirerek hıçkırıklarla ve yüksek sesle gülmeye başladı.
“Alın çocuklar, hepsini götürün. Şu iblislere hiçbir şey bırakmayın!” diye haykırdı ve çuvalları yakalayıp sokağa fırlatmaya başladı.
Askerlerin bazıları korkup kaçtılar ama bazıları torbalarını ve çantalarını doldurmaya devam ettiler. Ferapontof, Alpatiç’i görmüştü.
“Rusya bitti artık!” diye bağırdı. “Alpatiç, bitti artık! Hepsini kendi elimle yakacağım, bitti artık!”
Ardından koşarak eve girdi.
Yığınlarca asker, sokağa üşüşmüştü. Geçemeyen Alpatiç beklemek zorunda kaldı. Ferapontof’un karısı da yanında çocukları, bir araba içinde hemen oradan uzaklaşmak için fırsat kolluyordu.
Vakit hayli ilerlemişti. Gök yıldızlıydı ve hilal, dumanlar arasında bir görünüp bir kayboluyordu. Askerler ve öteki arabaların yanı sıra ilerlemeye çalışan Alpatiç’in ve Ferapontof’un karısının arabaları Dinyeper’in inişinde durmak zorunda kaldılar. Durdukları dört yol ağzının biraz ilerisinde yanan bir ev ve bazı dükkânlar görünüyordu. Yangın neredeyse sönecekti. Ama alevler kimi zaman azalıyor, kara dumanlar arasında görünmez oluyor kimi zaman da birden parlayarak dört yol ağzında birikmiş olan insanların yüzlerini şaşılacak ölçüde aydınlatıyordu. Yangının önünden kapkara insan silüetleri geçiyor, ateş çıtırtıları arasında koşuşmalar ve çığlıklar işitiliyordu. Alpatiç yere indi ve arabasının kolayca ilerlemeyeceğini görünce yangını seyretmek üzere sokağa girdi. Askerler, yangının çevresinde gidip geliyorlardı. İki askerle yün kumaştan kaput giymiş bir adamın yanan mertekleri yandaki bir avluya sürüklediklerini, başkalarının da kucak kucak kuru ot taşıdıklarını gördü.
Çevresini alev sarmış bir ambarın karşısında duran kalabalığa yaklaştı. Alev duvarları sarmış, arka duvar yıkılmıştı; ince tahtalardan yapılmış çatı, neredeyse çökecekti. Kalabalığın, çatının çökeceği anı beklediği belliydi. Alpatiç de aynı şeyi bekliyordu. Tanıdık bir ses duydu birden:
“Alpatiç!”
Genç Prens’in sesini tanımıştı Alpatiç.
“Aman Tanrı’m! Ekselans, siz!..”
Sırtında peleriniyle, yağız bir at üzerinde kalabalığın arasında duruyordu Prens Andrey ve Alpatiç’e bakıyordu.
“Ne işin var burada?” diye sordu.
“Ekselans, Ekselans!” diyen Alpatiç hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.
Kekeleyerek devam etti:
“Eksel… Eksel… Yoksa işimiz bitti mi?”
“Ne işin var burada?” diye tekrarladı Prens Andrey.
Parlayan alevde, genç efendisinin bitkin ve sararmış yüzünü görüvermişti Alpatiç. Niçin gönderildiğini ve yolda nasıl güçlük çektiğini efendisine açıkladı.
“Ekselans, işimiz bitti mi yoksa?” diye yeniden sordu Alpatiç.
Cevap vermeyen Prens Andrey not defterini çıkardı, dizine dayayarak kurşun kalemle kâğıda bir şeyler yazmaya başladı. Kız kardeşine yazıyordu:
Smolensk terk edilecek, Lisi Gori de bir hafta içinde düşman tarafından işgal edilecek. Derhâl Moskova’ya hareket etmelisiniz. Yola çıktığınızda Usviyaj’a, bana bir adam göndererek haber verin.
Kâğıdı yazıp Alpatiç’e verdikten sonra Prens’in, Prenses’in, oğlunun ve öğretmeninin yola çıkmaları sırasında neler yapılacağı ve kendisine nasıl ve nereye haber gönderileceği konusunda sözlü emirler verdi. Sözlerini bitirmeden kurmay başkanlığı subaylarından birinin maiyetiyle ve at sırtında kendisine yaklaştığını gördü Andrey.
Subay ona tanıdık gelen bir sesle ve Alman aksanıyla “Albay mısınız siz?” diye haykırdı. “Karşınızda evler yanıyor, siz burada öylece duruyorsunuz. Ne demek bu? Hesabını vereceksiniz!”
Haykıran, birinci ordu piyade kuvvetleri sol kanat kurmay başkanı yardımcılığına getirilmiş olan Berg’di ve bu görevin çok elverişli, çok istenen bir görev olduğunu söyleyip duruyordu.
Prens Andrey cevap vermeden ona baktı ve Alpatiç’e emirlerini açıklamaya devam etti.
“Ayın onuna kadar haber beklediğimi söyle. O tarihte hepsinin gittiği konusunda haber alamazsam burada her şeyi yüzüstü bırakıp Lisi Gori’ye gelmek zorunda kalacağım.”
Berg, Prens’i tanıyarak “Prens, yalnızca emirleri yerine getirmek zorunda olduğum için böyle konuşuyorum. Emirleri eksiksiz yerine getiririm. Beni bağışlayın lütfen!” diye özür dilemeye başlamıştı.
Alevlerin orta yerinde bir çatırtı duyulmuştu. Ateş bir an söner gibi oldu ve damdan kalın duman sütunları yükseldi. Ardından daha şiddetli bir çatırtı duyuldu ve ağır bir kütle yere çöktü.
İçinden yanmış çörek kokusu gelen ambarın çöküşüyle birlikte halk “Hurra!” diye bağırdı.
Parlayan bir alev yangının çevresindeki insanların heyecanlı, neşeli ve yorgun yüzlerini aydınlattı.
Yün kaputlu adam, elini havaya kaldırıp haykırdı:
“Yaşasın! Ne güzel yanıyor be! Ne güzel değil mi çocuklar?..”
“Bu, mal sahibinin kendisi!” diyen sesler duyuldu.
Prens Andrey, “Anladın değil mi? Dediklerimi aynen tekrarlarsın…” dedi.
Ve yanında suspus duran Berg’e tek kelime söylemeden atını mahmuzlayıp uzaklaştı.
V
Birlikler, Smolensk’ten çekiliyordu. Düşman da peşlerindeydi. Prens Andrey’in komuta ettiği alay, 10 Ağustos’ta, Lisi Gori’ye giden caddeyi kesen büyük yolda ilerliyordu. Sıcak ve kuraklık üç haftadır sürüp gitmişti. Gün boyunca beyaz bulutlar güneşi kapatarak geçip gidiyorlardı ama akşama doğru hiçbiri görünmez oluyordu. Esmerimtrak ve kırmızı bir buğunun arasına giriyordu güneş. Gecenin bol çiği biraz serinlik veriyordu yalnızca. Biçilmeden bırakılmış ekinler kurumuş, taneler dökülmüştü. Bataklıklar da kurumuştu. Kavrulmuş çayırlarda yiyecek bir şey bulamayan hayvanlar açlıktan böğürüyorlardı. Yalnızca ormanlarda ve geceleyin, çiğ devam ettiği sürece biraz serinlik oluyordu. Ama birliklerin izlediği büyük yolda geceleyin ormanlardan geçilse de serinlik diye bir şey yoktu. Yarım ayak kalınlığındaki kumlu tozda, çiğ taneleri kaybolup gidiyordu. Ortalık ağarırken yola çıkılıyor; ağırlık kolları ve topçu birlikleri dingillere kadar, piyadeler baldırlarına kadar bu yumuşak, boğucu ve geceleri bile soğumayan kumlu tozlarda sessizce ilerliyorlardı. Kumlu tozların bir bölümü ayaklar ve tekerlekler altında daha da ufalanıyor, bir bölümü de havaya yükselip askerlerin üzerinde bir bulut oluşturuyor; gözlere, saçlara, kulaklara, burun deliklerine ve özellikle yolda ilerleyen insanların ve hayvanların ciğerlerine doluyordu. Güneşle birlikte toz bulutu da yükseliyordu. Önü bulutlarla kaplı olmayan güneşe, bu ince ve kızgın toz bulutu arasından çıplak gözle bakılabilirdi. Kocaman, kıpkırmızı bir yuvarlak gibi görünüyordu güneş. Rüzgâr yoktu, durgun hava insanları boğuyordu. Burunlarına, ağızlarına mendiller sarmışlardı. Bir köye varınca hemen kuyulara saldırıyor, su için boğuşuyorlar ve geride çamur kalana kadar içiyorlardı suları.
Prens Andrey, bir alaya komuta ediyordu. Alayın yönetimi, askerlerin rahat ettirilmesi, emir alıp verme bütün zamanını dolduruyordu. Smolensk yangını ve kentin terk edilmesi, Prens’in hayatında yepyeni bir dönem başlatmıştı. Düşmana duyduğu yeni kin, kendi derdini unutturmuştu ona. Bütün varlığıyla, alayının işleriyle uğraşıyordu. Askerlere ve subaylara ilgi gösteriyor, onları hoş tutuyordu. Alaydakiler, “Bizim Prens” dedikleri Andrey’le övünürler ve onu severlerdi. Andrey, Timohin ve benzerleri gibi yeni ve yabancı bir çevreden gelmiş olan ve kendisinin geçmişini bilmesi imkânsız olan kimselere karşı iyi ve sabırlı davranırdı. Eskiden tanıdığı kimselerden biriyle karşılaştığında tüyleri diken diken oluyor; sert, alaycı, hor gören bir kimse hâline geliyordu. Geçmişin anılarına ilişkin her şey tiksindiriyordu onu ve o yüzden o bir zamanların dünyasına karşı haksız bir duruma düşmemeye, vazifesini yerine getirmeye çalışıyordu.
Gerçekten de 6 Ağustos’tan, yani Smolensk’in terk edilmesinden -oysa ona göre bu kent savunulabilirdi ve savunulmalıydı- ve özellikle hasta babasının Moskova’ya kaçmak ve çok sevdiği, kendisinin kurup yaşanır hâle getirdiği Lisi Gori’yi talancılara bırakmak zorunda kalışından beri her şey kapkara görünüyordu Prens Andrey’e. Ama alayı, bu tür genel düşüncelerden kurtulmasını sağlıyordu. 10 Ağustos günü, alayının bulunduğu kol, Lisi Gori hizasına ulaşmıştı. Babasının, oğlunun ve kız kardeşinin Moskova’ya gittiklerini bildiren mektubu iki gün önce almıştı Prens Andrey. Lisi Gori’de yapacağı bir şey yoktu ama kendisine özgü dert tazeleme arzusuyla oraya gitmesi gerektiğine karar verdi.
Atını eyerlenmesini emretti ve konak yerinden, doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği babasının malikânesine doğru yola çıktı. Bir sürü kadının çene çalarak çamaşır tokaçladıkları gölün kıyısında kimsenin bulunmadığını ve yarı yarıya batmış salın, gölün ortasında ağır ağır yüzdüğünü gördü. Bekçi kulübesine yaklaştı. Açık olan taş avlu kapısında kimse yoktu. Bahçenin yollarında otlar büyümüştü bile; danalar, atlar İngiliz bahçesinde başıboş dolaşıyorlardı. Prens Andrey kış bahçesine yaklaştı: Camlar kırılmış, kasalardaki fidanların kimi kurumuş kimi de devrilmişti. Bahçıvan Taras’a seslendi ama cevap veren olmadı. Taraçanın üstünden kış bahçesine dolandı, oymalı parmaklığın tamamen yıkılmış olduğunu ve eriklerin dallarıyla koparılarak yolunduğunu gördü. Yaşlı bir mujik -Prens Andrey, çocukluğunda kapıda görürdü onu- yeşil bir sıraya oturmuş, ağaç lifinden çarık örüyordu.