Читать книгу Savaş ve Barış II. Cilt (Лев Николаевич Толстой) онлайн бесплатно на Bookz (9-ая страница книги)
bannerbanner
Savaş ve Barış II. Cilt
Savaş ve Barış II. Cilt
Оценить:
Savaş ve Barış II. Cilt

3

Полная версия:

Savaş ve Barış II. Cilt

Bugün, 1812 olaylarının aktörleri sahneden çoktan beri çekilmiş bulunuyorlar; hem de hiçbir iz bırakmadan.

Bizim karşımızda ise yalnızca bu tarihî dönemin sonucu bulunuyor.

Ama Napolyon komutasındaki bu Avrupalıların, Rusya’nın derinlerine girmek ve orada mahvolmak zorunda olduklarını söyleyebiliriz. O zaman bu savaşa katılanların bütün anlamsız, çelişkili ve gaddar davranışları, anlaşılabilir şeyler hâline gelir.

Alın yazısı, kendi kişisel amaçlarına ulaşmaya çalışan bu insanları (Napolyon’u, Aleksandr’ı ya da önemsiz kişileri), hiç umut etmedikleri korkunç ölçüde büyük bir sonucun doğmasına katkıda bulunmaya sürükledi.

1812 yılında, Fransız ordularının mahvolmasının nedenlerini bugün açıkça kavrıyoruz. Rusya’nın derinlerine kış seferi hazırlığı yapılmaksızın çok geç girilmesinin, ayrıca Rus kentlerinin yakılarak savaşa bambaşka bir özellik verilmesinin ve Rus halkında düşmana karşı korkunç bir kin ve nefret duygusu uyandırılmasının, Fransızların yenilgisine yol açtığı üzerinde tartışılamaz. Ama o sırada hiç kimse sekiz yüz bin kişilik dünyanın en iyi ordusunun -başında gelmiş geçmiş en iyi komutan vardı- yarısı kadar olan, tecrübesiz askerlerden ve komutanlardan oluşan Rus ordusu karşısında sadece bu yüzden mahvolacağını kimse kestiremiyordu ve bu ancak bugün apaçık bir şekilde görülebilmektedir. Evet, bunu kimse kestiremediği gibi Ruslar, Rusya’yı kurtarabilecek olan tek şeyi engellemeye çalışıyorlar ve Napolyon’un sözde askerî dehasına rağmen Fransızlar da yaz sonunda Moskova’ya mutlaka ulaşmaya, yani mahvolmalarına yol açacak olan şeyi yapmaya çabalıyorlardı.

1812’ye ilişkin tarih kitaplarında Fransız yazarları savaş hattının uzamasının doğurduğu tehlikeyi Napolyon’un sezdiğini, hemen savaşmak istediğini, mareşallerinin ona Smolensk’te kalmayı önerdiklerini yazmaktan; seferin tehlikelerinin güya daha o zamandan anlaşıldığını ileri sürmekten çok hoşlanırlar. Rus yazarları da Napolyon’u savaşın başından beri Rusya içlerine çekmeyi amaçlayan bir İskit Harbi planının var olduğunu söylemekten hoşlanırlar ve bu yazarlardan kimi planı Pfuhl’un kimi bir Fransız’ın kimi Tolly’nin kimi İmparator Aleksandr’ın düzenlediğini söylerler ve böyle davranılması gerektiğini dolaylı olarak belirten notlara, tasarılara, mektuplara dayanırlar. Ama olup bitenin daha önceden kestirilmesini dolaylı olarak ortaya koyan bütün bu değinmeler şimdi, Fransızlarca olduğu gibi Ruslarca da gerçekleşen olay onları doğruladığı için ileri sürülmektedir. Bu olay bildiğimiz şekliyle gerçekleşmeseydi, bütün bu dolaylı değinmeler de o zaman üzerinde önemle durulan ama doğru çıkmayan ve bundan ötürü de unutulan binlerce benzerleri gibi hafızalardan siliniverip gidecekti. Gerçekleşmekte olan bir olay konusunda o kadar çok tahmin yürütülür ki olay nasıl sona ererse ersin, sayısız varsayım arasında birbirine taban tabana zıt olanların yürütüldüğünü unutan ve “Bunun böyle olacağını o zaman söylemiştim ben.” diyen insanlar her zaman ortaya çıkar.

Hattın uzamasının yarattığı tehlikenin Napolyon tarafından anlaşılması ile Rusların, düşmanı Rusya içlerine çekme tahminleri, herhâlde bu tür varsayımlardandır. Tarihçiler, Napolyon ve mareşallerinin bu tür düşünceleri benimsediklerini ya da Rus generallerinin bu çeşit planlar düzenlediklerini kanıtlamakta büyük güçlük çekerler. Olayların kendisi bu tür varsayımlarla çelişmektedir. Gerçekten de bütün savaş boyunca Ruslar, Fransızları Rusya içine çekmek istemedikleri gibi daha ilk saldırılarından başlayarak onları durdurmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Napolyon, savaş hattının uzamasından tedirginlik duymamış ve tam tersine her ilerlemeyi bir zafer olarak görmüş ve eski seferlerindekinden farklı olarak kesin bir savaşa tutuşmayı pek istememişti.

Savaşın daha başlangıcında bu kuvvetlerimiz ikiye ayrılmıştı. Bunların birleştirilmesi, geri çekilmek ve düşmanı ülkenin içlerine çekmek bakımından bir avantaj oluşturmadığı hâlde göz önünde tuttuğumuz biricik amaçtı. İmparator’un orduda bulunmasının nedeni, her karış Rus toprağını savunmak için maneviyatı yükseltmek amacını güdüyordu; çekilme amacını değil. Pfuhl’un planı uyarınca çok büyük bir Drissa ordugâhı kuruluyor ve daha geriye çekilmek düşünülmüyordu. Her geri çekilme, İmparator’un komutanı azarlamasına yol açıyordu. Moskova’nın yakılmasını değil, düşmanın Smolensk’e kadar ilerlemesini bile aklı almıyor; ordular birleştikten sonra Smolensk’in düşmesine ve yakılmasına, kentin önünde bir meydan savaşı verilmesine kızıyordu.

İmparator böyle düşünüyordu. Rus komutanları ve halk ise bizimkilerin ülke içine çekilmesi düşüncesine daha da ifrit oluyordu.

Napolyon; ordularımızı ikiye ayırıyor, ülkenin içlerine ilerliyor, kesin savaş fırsatlarını kaçırıyordu. Bunun kendisi için apaçık bir felaket olduğunu bugün görüyoruz. Ama Napolyon, ağustos ayında Smolensk’te ilerlemekten başka şey düşünmüyordu.

Olaylar, Napolyon’un Moskova’ya doğru ilerlemenin tehlikeli yanını kavrayamadığı gibi Aleksandr ve Rus komutanlarının da Napolyon’u içerilere çekmeyi düşünmediklerini göstermekteydi. Bunun tersinin gerçek olduğu bile söylenebilir. Napolyon’u ülkenin içlerine çekmek, bir plana göre gerçekleştirilmemiş -bunun gerçekleşebileceğine kimse inanmıyordu- savaşa katılan ve Rusya’nın tek kurtuluşunun nerede olduğunu göremeyenlerin çevirdikleri entrikalardan, tutkularından, güttükleri amaçlardan doğmuştu bu sonuç. Her şey birden oluvermişti. Savaşın başlangıcında ordu ikiye bölünmüş durumdaydı. Savaşmak ve düşmanın saldırısını durdurmak için orduyu birleştirmeye çalışıyor ama bunu yaparken düşmanın üstün kuvvetleriyle çarpışmaktan kaçınarak ve istemeden keskin bir açıyla çekilerek Fransızları Smolensk’e kadar getiriyorduk. Ama keskin bir açı içinde çekildiğimizi söylemek yeterli değildir; Fransızlar her iki ordunun arasında ilerliyorlardı, açı daha keskinleşiyor ve biz daha da çekiliyorduk. Çünkü sevilmeyen Alman60 Komutan Barclay de Tolly’den, Bagration da nefret ediyordu. İkinci orduya komuta eden ve Barclay’ın komutasına girmesi gereken Bagration, bunun gerçekleşmesini geciktirmek için Tolly ile birleşmeyi de geciktiriyordu. Bütün yüksek komutanların amacı birleşmek olduğu hâlde, böyle bir hareket yaparsa ordusunu tehlikeye sokacağını, düşmanı yandan ve arkadan tehdit edip ordusunu Ukrayna’da güçlendirerek güneye çekilmenin daha doğru olduğunu düşünen Bagration, bunu istemiyordu. Kendisinden rütbece küçük olan ve nefret ettiği Alman Barclay’ın komutasına girmek istemediği için böyle düşünüyordu.

İmparator moralleri yükseltmek için orduda bulunuyor ama bu durum; neye karar verileceğinin bilinmemesine, bir yığın danışman ve plan da birinci ordunun enerjisinin boşa harcanmasına ve geri çekilmesine yol açıyordu.

Drissa ordugâhında direnmeyi tasarlıyorlar ama başkomutanlığa göz koyan Paulucci’nin enerjisi, Aleksandr’ı etkiliyor; Pfuhl’un planı tamamen bir yana bırakılıyor; bütün sorumluluk Barclay’a veriliyor ama güven veren bir kimse olmadığı için yetkileri sınırlandırılıyordu.

Ordular bölünmüştü, tek komuta yoktu; Barclay sevilmiyordu fakat bu karışıklık, bölünmüşlük ve Alman Komutan’ın sevilmemesi, bir taraftan kararsızlığı (ordular bir arada bulunsa, Komutan Barclay olmasa kaçınılması imkânsız olan), savaştan çekinmeyi; diğer taraftan Almanlara karşı gittikçe artan hoşnutsuzluğun, vatanseverlik ruhunun uyanmasını doğuruyordu.

Sonunda İmparator ordudan ayrılıyor, ayrılması için biricik ve en uygun bahane olarak bir halk savaşı hazırlamak için başkentlerde milleti heyecanlandırıp coşturması gerektiği düşüncesi ileri sürülüyordu. İmparator’un Moskova’ya gidişi de Rus ordusunun gücünü üç kat artırıyordu.

Başkomutan’ın komuta yetkisini engellememek için İmparator ordudan ayrılıyor, çok da kesin önlemler alınacağı umuluyor ama Başkomutan’ın durumu daha da güçleşiyor ve zayıflıyordu. Bennigsen, Büyük Prens ve bir yığın general yaver; Başkomutan’ın hareketlerini kollamak, onu yüreklendirmek için orduda kalıyorlardı. Bütün bu “Çar’ın gözleri” altında Barclay; daha çekingen davranıyor, kesin hareketlerden ve savaştan kaçınıyordu. Büyük Prens ise onun hıyanet ettiğini üstü kapalı da olsa ileri sürmekten kaçınmıyordu. Lübomirski, Branitski, Vlotski ve başkaları da bu gürültüleri öylesine körüklüyorlardı ki Barclay; İmparator’a belge götürmeleri bahanesiyle Polonyalı general yaverleri Petersburg’a sepetliyor, Bennigsen’le ve Büyük Prens’le açık bir çatışmaya giriyordu.

En sonunda, Bagration’un isteğine rağmen ordular Smolensk’te birleşiyorlardı.

Bagration; Barclay’ın bulunduğu binaya arabasıyla geliyor, Barclay resmî başlığını takıp onu karşılamaya çıkıyor, kendisinden rütbece büyük olan Bagration’a tekmil veriyordu. Bagration, istemeye istemeye ve rütbece yüksekliğine rağmen Barclay’ın komutasına giriyor ama bundan sonra onunla daha az uyuşuyordu. İmparator’un emri gereği ona kişisel raporlar gönderen Bagration şöyle yazıyordu:

Hükümdar’ımın isteklerine rağmen nazırla (Barclay’a böyle diyordu.) bir arada yapamıyorum. Bir alay komutanlığına da olsa buradan başka bir yere gönderin beni lütfen. Burada duramam, bütün karargâh Almanlarla dolu; bir Rus’un yaşaması imkânsız burada ve bir işe de yaramaz bu. Hükümdar’a ve yurda hizmet ettiğimi düşünüyordum ama Barclay’a hizmet ediyorum aslında. Doğrusu, bunu yapmak istemiyorum.

Baranitskiler, Wintzingerodeler ve benzerleri; yüksek komutanların arasını daha bozuyorlar, birlik ve beraberlik daha da zayıflıyordu. Fransızlar, Smolensk önlerinde saldırıya hazırlanırken mevzileri teftiş için bir general gönderiliyor; Barclay’dan nefret eden bu general, kolordu komutanı olan bir dostunun yanına gidiyor; orada bir gün kaldıktan sonra, gezip görmediği elverişli savaş alanını en ince noktalarına kadar ele alıp eleştiriden geçiriyordu.

Gelecekteki ve elverişli savaş alanı üzerinde tartışmalar yapılırken, entrikalar çevrilirken ve Fransızları arayıp ileri hatlarının bulunduğu yer konusunda aldandığımız sırada onlar, Neverovski Tümeni’yle karşılaşıyorlar ve Smolensk surlarına kadar ilerliyorlardı.

Ulaşım yollarımızı güvenceye almak için Smolensk’te beklenmedik bir savaş vermemiz gerekiyordu. Savaş veriliyor ve her iki taraftan binlerce insan ölüyordu.

Smolensk, İmparator’un ve bütün halkın isteğine aykırı olarak terk ediliyordu. Ama kenti, valileri tarafından aldatılan halkın kendisi yakıyordu. Ve Rusya’nın geri kalan bölümüne bir örnek olan bu yersiz yurtsuz insanlar, kaybettiklerini düşünerek ve yürekleri düşmana duydukları kinle kabarmış hâlde Moskova’ya gidiyorlardı. Napolyon ilerliyor, biz çekiliyorduk ve böylece Napolyon’u yenilgiye uğratacak durum ortaya çıkıyordu.

II

Oğlu evden ayrıldıktan sonra, ertesi gün, Prens Nikolay Andreyiç; Prenses Mariya’yı yanına çağırdı.

“Memnun musun şimdi?” dedi. “Oğlumla aramı bozdun işte, bundan başka şey de istemiyordun zaten. Oldu mu?.. Benim için, ihtiyar ve güçsüz bir insan için ne acı şey! Demek, gönlün buna razı oldu. Artık sevin, sevin!”

Bundan sonra bir hafta boyunca babasını görmedi Prenses Mari-ya. İhtiyar Prens hastaydı ve çalışma odasından çıkmıyordu.

Babasının, bu hastalığı sırasında Matmazel Bourienne’i de yanına kabul etmediğini ve kendisine yalnızca Tihon’un bakmasına izin verdiğini şaşırarak fark etmişti Prenses Mariya.

Prens bir hafta sonra odasından çıktı, eski hayatına başladı yeniden; özel bir çaba harcayarak yapı ve bahçe işleriyle uğraşıyordu. Matmazel Bourienne’le arasındaki bütün eski ilişkileri de kesmişti. Mariya’ya karşı takındığı soğuk tavırla, “Görüyor musun işte; günahıma girdin, Fransız kızıyla ilişkim konusunda Prens Andrey’e yanlış bilgi verdin, oğlumla aramı bozdun; bana sen de gerekli değilsin, bu Fransız kızı da!” demek istiyor gibiydi.

Prenses Mariya; günün yarısını Nikoluşka ile geçiriyor, derslerini kontrol ediyor, Rusça öğretiyor ve müzik dersi veriyordu ona. Arada Desalles’le konuşuyor; günün geri kalan bölümünü de yaşlı dadıyla, kitaplarla ve kimi zaman arka kapıdan ziyaretine gelen din adamlarıyla geçiriyordu.

Prenses Mariya da savaş konusunda bütün öteki kadınlardan farklı düşünmüyordu. Cephede bulunan kardeşi için korkuyor ve hiçbir anlam veremediği insanların birbirlerini öldürmeye varan gaddarlıklarından dehşete düşüyordu. Ama kendisine daha eski savaşlardan farksız görünen bu savaşın önemi hakkında hiçbir fikri yoktu. Savaşın gelişmeleri ile yakından ilgilenen ve bu konudaki düşüncelerini kendisine açan Desalles; din adamlarının, Deccal’in gelişine ilişkin halk arasında yaygınlaşan söylentileri dehşet duyarak açıklamalarına ve artık Prenses Drubetskaya olan ve kendisiyle yeniden yazışmaya başlayan Jüli’nin Moskova’dan yurtseverlik dolu mektuplar göndermesine rağmen böyle bir fikir edinemiyordu.

Bir mektubunda şöyle diyordu Jüli:

Sevgili Dostum,

Size Rusça yazıyorum. Çünkü Fransız olan her şeyden nefret ettiğim gibi dillerinden de nefret ediyorum. Moskova’da hepimiz, İmparator’umuzun getirdiği coşkuyla doluyuz.

Zavallı kocam, Musevi lokantalarında eziyet ve açlık çekiyor. Ama ondan aldığım haberler, daha da yüreklendiriyor beni.

İki oğlunu kucaklayarak “Onlarla öleceğim ama yılmayacağız biz!” diyen Rayevski’nin kahramanlığını duymuşsunuzdur şüphesiz. Gerçekten de bizden iki kat fazla düşman karşısında sarsılmadık. Vaktimizi her zamanki gibi geçiriyoruz ama savaşta olması gerektiği gibi. Alina ve Sophie bütün gün benimle birlikte. Biz, yaşayan kocaların bahtsız dulları, sargı bezleri hazırlarken tadına doyum olmaz konuşmalar yapıyoruz. Bir de siz burada olsanız…

Prens Mariya’nın bu savaşın önemini kavrayamamasının başlıca nedeni, İhtiyar Prens’in savaştan söz etmemesi ve savaştan söz açtığı zaman Desalles’le sofrada alay etmesiydi. Prens o kadar kendinden emin ve sakindi ki Prenses Mariya hiçbir şey düşünmeden inanıyordu ona.

Temmuz ayı içinde durup dinlenmeden çalıştı İhtiyar Prens, yeni bir bahçe düzenledi ve hizmetçiler için yeni bir bina yaptırttı. Prenses Mariya; babasının az uyumasından, çalışma odasında her gün uyuma âdetinden vazgeçmesinden ve yattığı yeri her gün değiştirmesinden kaygılanıyordu sadece. Kimi zaman portatif karyolasını holde kurdurtuyor, kimi zaman misafir odasında divanın üzerinde ya da Voltaire koltuğunda elbiselerini değiştirmeden uyukluyor ve bu sırada Matmazel Bourienne’in yerini alan Petruşa ona kitap okuyor, kimi zaman da geceyi yemek salonunda geçiriyordu.

Ağustosun ilk günü, Prens Andrey’in ikinci mektubu da geldi. Ayrılışından az sonra yazdığı ilk mektubunda, babasına söylediklerinden ötürü bağışlanmasını rica etmiş; kendisine yine sevgiyle davranılmasını dilemişti ondan. İhtiyar prens, bu mektuba, sevgi dolu bir cevap yazdı ve bundan sonra Fransız kızını yanından uzaklaştırdı. Prens Andrey’in Vitebsk yakınlarında, Fransızların kenti işgalinden sonra yazdığı ikinci mektup ise bir planı; savaşın gelişmesine ilişkin kısa açıklamaları ve daha sonraki gelişmeler hakkındaki düşüncelerini kapsıyordu. Savaş alanına yakın ve düşmanın yolunun üzerinde bulunmalarının bir tehlike olduğunu belirten Prens, Moskova’ya gitmelerini tavsiye ediyordu.

O gün yemekte, Desalles’in, Fransızların Viteosk’a o girdikleri konusunda söylentiler olduğunu söylemesi üzerine İhtiyar Prens; oğlunun mektubunu hatırladı ve Prenses Mariya’ya “Prens Andrey’den bugün mektup aldım…” dedi. “Okumadın mı?”

“Hayır, mon pere.”61 diye cevap verdi Prenses.

Geldiğini bile duymamış olduğu mektubu okuması imkânsızdı.

Prens içinde bulunulan savaştan söz ederken her zamanki alaycı gülümsemesiyle “Savaştan söz ediyor canım, hani şu savaştan.” dedi.

Desalles, “Çok ilginç olmalı…” dedi. “Prens işin içinde.”

Matmazel Bourienne de “Ah, ne kadar ilginç!” dedi.

İhtiyar Prens, Matmazel’e dönerek “Gidin getirin…” dedi. “Biliyorsunuz, küçük masanın üzerinde, tamponun altındadır.”

Matmazel Bourienne, sevinçle hopladı yerinden. Ama İhtiyar Prens kaşlarını çatarak bağırdı:

“Hayır, olmaz! Sen git Mihail İvaniç.”

Mihail İvaniç çalışma odasına gitti. Ama henüz çıkmıştı ki “Bir şey beceremez bunlar!” dedi Prens. “Her şeyi karmakarışık ederler.”

Kaygılı gözlerle, peçetesini atıp kendisi odaya yöneldi.

O çıkarken Mariya, Desalles, Matmazel Bourienne ve hatta Nikoluşka; hiçbir şey demeden bakışıp durdular. İhtiyar Prens, elinde mektup ve bir plan olduğu hâlde Mihail İvanoviç’le birlikte hızlı adımlarla geri döndü. Hepsini yanına koydu ve yemekte kimseye okutmadı.

Misafir salonuna geçilince mektubu Prenses Mariya’ya verdi. Yeni binalarının planını önüne serdi, gözlerini bunlara dikti ve Prenses Mariya’ya yüksek sesle okumasını söyledi. Mektubu okuyup bitiren Prenses Mariya, sorar gibi babasına baktı. Ama İhtiyar Prens plandan ayırmıyordu gözlerini, düşüncelerine dalmış gitmiş gibiydi.

“Bu konuda ne düşünüyorsunuz Prens?” diye sordu Desalles.

Prens, tatlı bir uykudan uyandırılmış da rahatsız edilmiş gibi ve gözlerini plandan ayırmaksızın “Ben mi ben mi?” dedi.

“Savaş alanının bize bu kadar yaklaşması çok mümkün görünüyor…”

“Ha, ha evet! Savaş alanı, doğru…” dedi İhtiyar Prens. “Her zaman söyledim ve yine söylüyorum, savaş alanı Polonya’dır ve düşman Niemen’den ileri geçemez.”

Düşman Dinyeper’de bulunduğu hâlde hâlâ Niemen’den söz eden Prens’e şaşkın şaşkın baktı Desalles. Niemen’in yerini unutan Prenses Mariya da babasının söylediklerinin doğruluğundan şüphelenmiyordu.

Kendisine daha dün olmuş gibi gelen 1807 Seferi’ni düşündüğü belli olan İhtiyar Prens, “Karlar eriyince hepsi Polonya bataklıklarında boğulurlar.” dedi. “Boğulduklarını görmezler tabii. Bennigsen’in Polonya’ya daha erken girmesi gerekirdi. O zaman durum kökten değişirdi…”

“Ama Prens…” diye çekingenlikle karşı çıktı Desalles. “Mektupta Vitebsk’ten söz ediliyor…”

Prens, hoşnutsuzluğu yüzünden belli olarak “Ha, mektupta mı? Evet, evet…” dedi. (Yüzünde derin bir üzüntü belirmiş ve bir süre susmuştu.) “Evet, Fransızların bilmem hangi ırmakta bozguna uğradıklarını yazıyor.”

Desalles, gözlerini yere indirdi.

“Prens bu konuda bir şey söylemiyor…” dedi kibarca.

“Yazmıyor mu? Ben mi uyduruyorum yani!”

Uzun bir süre sustular. İhtiyar Prens ansızın başını kaldırarak ve yapı planını göstererek “Evet, evet… Mihail İvaniç, söyle bakalım, bunda ne gibi değişiklikler yapmak istiyorsun?” dedi.

Mihail İvanoviç, plana yaklaştı; Prens onunla plan konusunda konuşmaya başladı ve sonra Prenses Mariya ile Desalles’e öfkeyle bakarak odasına geçti.

Prenses Mariya, Desalles’in babasına çevrilmiş bakışlarındaki sıkıntılı ve şaşkın anlamı fark etmişti. Susması da dikkatini çekmiş ve özellikle babasının, oğlundan gelen mektubu salon masasında unutmasına çok şaşmıştı. Ama bundan konuşmaktan, Desalles’e susmasının nedenini sormaktan korkuyordu. Bunları düşünmek bile korku veriyordu kalbine.

Prens’in gönderdiği Mihail İvaniç, Prens Andrey’in misafir odasında unutulan mektubunu almak için Prenses Mariya’nın yanına geldi. Prenses mektubu verdi. Pek yakışık almamasına rağmen babasının ne yaptığını Mihail İvaniç’e sordu.

“Çok meşgul…” dedi Mihail İvaniç saygılı ama alaycı bir gülümsemeyle.

Bu tebessüm, Prenses Mariya’nın sapsarı kesilmesine yetmişti. İvaniç konuşmaya devam etti:

“Yeni yapı üzerinde çok duruyorlar. Biraz okudular.” Sonra sesini alçalttı: “Şimdi de masanın başındalar, herhâlde vasiyetnameleriyle uğraşacaklar.”

Son zamanlarda, İhtiyar Prens’in en fazla sevdiği işlerden biri de ölümünden sonra bırakacağı ve “vasiyetnamem” dediği belgelerin hazırlanmasıydı.

“Alpatiç, Smolensk’e gönderiliyor mu?” diye sordu Prenses Mariya.

“Evet, efendim! Prens’in emirleri için çoktandır bekliyor.”

III

Mihail, mektubu alıp geri döndüğünde Prens gözlüklerini takmış; abajur mumların altında, kapağı açık yazı masasının başında gösterişli bir havayla oturmuş; biraz uzağında tuttuğu ve ölümünden sonra İmparator’a verilecek olan kâğıtlarını (Bunlara “değinmeler” diyordu.) okuyordu.

Mihail İvaniç içeri girdiği zaman, bunları yazdığı zamanları hatırlamanın etkisiyle gözleri dolmuştu. Getirilen mektubu aldı, cebine koydu. Kâğıtlarını yerleştirdi ve çoktandır bekleyen Alpatiç’i çağırttı.

Smolensk’te alacağı şeyler, Prens’in elindeki küçük bir kâğıtta yazılıydı. Prens, kapının yanında bekleyen Alpatiç’in önünde gezinerek emirler vermeye başladı:

“Önce mektup kâğıdı, anladın mı? Sekiz deste, işte şu örneğe uygun olacak, mutlaka, kenarları yaldızlı… Mihail İvaniç’in listesine göre de vernik ve mühür mumu alınacak…” Odada gezinip unutmaması için aldığı notlara baktı. “Sonra da mektubumu Vali’ye kendi elinle vereceksin.”

Yeni yapı için Kont’un düşündüğü çeşitten sürgüler mutlak alınmalıydı. Sonra, vasiyetnamenin konacağı ciltli dosyayı da ısmarlamak gerekiyordu.

Alpatiç’e emir vermesi iki saat kadar sürdü. Prens hâlâ bırakmıyordu adamcağızı. Oturdu, düşünceye daldı, gözleri kapandı, uyukladı. Alpatiç hafifçe kımıldadı olduğu yerde.

“Hadi, git git! Bir şey olursa çağırtırım seni…” dedi Prens.

Alpatiç çıktıktan sonra Prens yeniden yazıhanesine, yazı masasına şöyle bir göz attı; elini kâğıtların üzerinde gezdirdi ve kapağı kapattı. Vali’ye mektup yazmak için masanın başına geçti.

Mektubu hazır edip ayağa kalktığı zaman, vakit hayli geç olmuştu. Uyumak istiyordu ama en kötü düşüncelere yatakta daldığını ve uyuyamadığını biliyordu. Tihon’a seslendi, yatağı bu gece nereye sereceğini göstermek için onunla birlikte odaları dolaştı. Her köşeyi iyice gözden geçirerek dolaşıyordu.

Bir türlü yer beğenemiyordu, uyumaya alışık olduğu yazı odasındaki divan hepsinden kötüydü. Üzerinde yatarken korkunç şeyler düşünmüş olmalıydı, ürküyordu bu divandan. Yer beğenemiyordu; en iyisi, yine de dinlenme odasında piyanonun arkasındaki köşeydi; hiç uyumamıştı orada.

Tihon, sofracıbaşı ile birlikte yatağı getirdi ve yerleştirmeye başladılar.

Prens, “Öyle olmaz!” diye bağırdı. Ve karyolayı köşeden uzaklaştırdı ama sonra yeniden ileri dayattırdı. “Neyse bitti bu iş de. Şimdi dinlenebilirim…” dedi.

Ardından elbiselerini çıkarması için Tihon’a emir verdi.

Kaftanını ve pantolonunu çıkarmak için çaba harcayarak yüzünü buruşturuyor, gözlerini kırpıştırıyordu. Sonra bütün ağırlığıyla çöktü karyolaya; sararmış, kupkuru bacaklarına bakarak küçümsercesine düşüncelere dalmıştı sanki. Ama aslında düşünmüyordu, bacaklarını kaldırıp yatağa yerleştirmesi için harcaması gereken çaba karşısında duraklamıştı. Of, ne güç iş! Of, şu acı çabuk dinse de beni bıraksanız! diye düşündü. Dudaklarını kısıp yirmi bininci defa aynı çabayı gösterdi ve yattı. Ama altındaki yatak, düzgün hareketlerle ve sanki soluyormuş gibi kıpırdanarak sallanmaya başladı. Hemen her gece böyle olurdu. Kapamış olduğu gözlerini açtı yeniden.

“Rahatlık yok ki! Tanrı’nın cezaları!” diye öfkeyle birilerine homurdandı. “Evet, önemli bir şey daha vardı; gece yatakta düşünürüm diye bırakmıştım. Sürgüler miydi? Hayır, söyledim bunu. Salonda bir şey olmuştu galiba. Prenses Mariya bir şey saçmalamıştı. Desal-les denen budala bir şey söylüyordu. Cebimde bir şey vardı, hatırlayamıyorum.”

Tihon’a seslendi:

“Tişka, yemekte ne konuşulmuştu?”

“Prens Mihail’den…”

“Sus bakayım!” diyerek elini masaya vurdu Prens. “Evet biliyorum, Prens Andrey’in mektubu. Prenses Mariya okudu onu. Desal-les de Vitebsk konusunda bir şey söyledi. Şimdi okurum mektubu.”

Mektubu getirtti, üstünde limonatası ve burmalı bir mum duran masanın yaklaştırılmasını emretti; gözlüğünü takıp okumaya başladı. Orada, yeşil abajurdan sızan hafif ışıkta, gecenin sessizliğinde mektubu okuyunca önemini birden kavradı:

“Fransızlar Vitebsk’te. Dört günlük yürüyüşle Smolensk’e varabilirler. Belki de varmışlardır bile.”

“Tişka!”

Tihon yerinden sıçradı.

“Hayır, istemez, istemez!” diye bağırdı Prens.

Mektubu şamdanın altına koyup gözlerini yumdu. Tuna Irmağı, aydınlık bir öğle vakti, kamışlar, Rus ordugâhı ve yüzünde tek kırışık olmayan, gözü pek, neşeli, genç bir general, yani kendisi, Potemkin’in sırmalı çadırına girerken gözünün önüne geldi ve bu gözdeye karşı duyduğu haset aynı güçle canlandı yüreğinde. Potemkin’le ilk karşılaşmasında söylenen bütün sözleri hatırladı. Sarı ve tombul yüzlü, kısa boylu ana kraliçe, kendisini iltifat ederek ilk defa kabul edişi, sonra katafalktaki yüzü ve elini ilk olarak öpme hakkı konusunda Zubof’la çıkan tartışma geldi gözünün önüne.

Ah! Hemen, çabucak o zamana dönebilsem! Şimdiki zaman çabucak sona erse ve beni rahat bıraksalar! dedi içinden.



IV

Prens Nikolay Andrey Bolkonski’nin malikânesi Lisi Gori, Smolensk’in altmış verst kadar arkasında ve Moskova yolunun üç verst uzağındaydı.

bannerbanner