Читать книгу Savaş ve Barış II. Cilt (Лев Николаевич Толстой) онлайн бесплатно на Bookz (8-ая страница книги)
bannerbanner
Savaş ve Barış II. Cilt
Savaş ve Barış II. Cilt
Оценить:
Savaş ve Barış II. Cilt

3

Полная версия:

Savaş ve Barış II. Cilt

Birden, rıhtım boyundan gelen top sesleri duyuldu. (Türklerle yapılan barışı kutlamak için atılıyordu bu toplar.) Kalabalık, topları görmek için rıhtıma yöneldi. Petya da oraya koşmak istiyordu. Ama küçük beyi koruması altına alan diyakos yardımcısı engelledi bunu. Top sesleri henüz kesilmemişti ki subaylar, generaller, mabeyinciler; Uspenski Katedrali’nden dışarı fırladılar.

Arkalarından, onlar kadar aceleci olmayan başkaları göründü. Şapkalar yeniden çıkarıldı, topları görmeye gidenler geri döndüler. Sonunda katedralin kapısından üniformalı, kordonlu dört kişi daha çıktı. Kalabalık yeniden “Hurra! Hurra!” diye bağırmaya başladı.

“Hangisi, hangisi?” diye ağlamaklı bir sesle sordu Petya.

Ama hiç kimse cevap vermedi ona. Herkesi derin bir heyecan sarmıştı. Sevinçten ağlayarak, bu dört kişiden birini seçerek (o kişi, İmparator olmadığı hâlde) sanki çıldırmış gibi “Hurra!” diye haykırdı Petya.

Ve ne olursa olsun hemen ertesi gün askere yazılmaya karar verdi.

İmparator’un arkasından koşan kalabalık, onu saraya kadar izledi ve sonra dağılmaya başladı. Vakit hayli geç olmasına rağmen Petya bir şey yememişti. Buram buram terliyor ama eve gitmiyor, sayısı hâlâ hayli fazla olan kalabalık arasında sarayın önünde duruyor, pencerelere bakıyor, Hükümdar’ın sofrasına katılan yüksek görevli kimselere de pencerelerde arada bir görünüp kaybolan uşaklara da aynı ölçüde imreniyordu.

Valuyef, yemek sırasında pencereden dışarı bakarak İmparator’a “Halk, Majestelerini görmekten hâlâ umudunu kesmedi…” dedi.

Yemek sona ermişti, elinde yiyip bitirmediği bir bisküviyle balkona çıktı İmparator. Aralarında Petya da olduğu hâlde halk ileri atıldı.

“Meleğimiz, babamız! Hurra! Babamız!..” sesleri ortalığı kapladı.

Halk ve onlarla Petya, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Kadınlar, bazı yufka yürekli erkekler ve Petya; heyecandan yine ağlamaya başlamışlardı.

İmparator’un elinde tuttuğu bisküviden büyük bir parça kırılarak önce balkonun korkuluğuna, oradan da yere düştü. En ileride duran önlüklü bir arabacı, parçayı hemen yakaladı; kalabalıktan birkaç kişi de arabacıya doğru atıldı. Bunu fark eden İmparator, bisküvi tabağının getirilmesini emretti ve balkondan bisküvi atmaya koyuldu. Petya’nın gözleri kanlanmıştı, ezilme tehlikesi daha da tahrik ediyordu onu; hemen bisküvilerin üzerine saldırdı. Nedenini bilmeden İmparator’un elinden düşmüş bisküvilerinden birini mutlaka alması gerektiğini hissediyordu; hiçbir şey, bu isteğini gerçekleştirmekten alıkoymamalıydı onu! İleri atıldı, bir bisküviyi ele geçirmeye çalışan ihtiyar bir kadını yere yıktı. Düşmüş olmasına rağmen kendini mağlup saymıyordu ihtiyar kadın, bisküvilere uzandı ama yetişmedi. Pet-ya, diziyle ihtiyarın koluna vurup bir yana itti onu ve geç kalmaktan korkar gibi “Hurra!” diye bağırdı.

Ama sesi kısık çıkıyordu artık.

İmparator gittikten sonra halkın büyük bir bölümü dağıldı.

“Bekleyelim demedim mi? Bak, dediğim çıktı işte!” diye sevinçle söylenen sözler duyuluyordu.

Çok mutlu olmasına rağmen eve gitmek ve bugünün verdiği tadın sona erdiğini görmek, Petya’nın yüreğini üzüntüyle dolduruyordu. Petya, eve değil; kendisi gibi askere yazılmaya çalışan on beş yaşındaki arkadaşı Obolenski’ye gitti. Eve dönünce de izin verilmezse kaçacağını kesin olarak açıkladı. Ertesi gün Kont İlya Andreyiç; oğlunun isteğine büsbütün boyun eğmemekle birlikte, onu tehlikesiz bir göreve yerleştirmek için imkânlar araştırmaya başladı.

XXII

Üç gün sonra, ayın on beşinde, sabah saatlerinde, Slobodski Sarayı’nın önünde sayısız araba duruyordu.

Salonlar doluydu. Birincisinde üniformalı soylular, ikincisinde mavi kaftanlı ve madalyalı tacirler toplanmıştı. Soyluların bulunduğu salon gürültülü ve hareketliydi. Hükümdar’ın portresinin altında bulunan masada, yüksek arkalıklı sandalyelere en yüksek rütbeden kimseler oturmuştu.

Piyer’in bazen kulüpte, bazen evlerinde beraber olduğu bu soyluların kimi Katerina çağı kimi Pavlof çağı kimi yeni Aleksandr çağı üniforması kimi de soyluların genellikle giydiği üniformayı giymişti ve bu üniformalılar topluluğu; ihtiyar, genç, birbirinden farklı ve tanıdık bu kişilere, garip ve çarpıcı bir görünüm kazandırıyordu. Gözleri iyi görmeyen, dişsiz, dazlak, yağlı, buruşuk ya da zapzayıf ihtiyarlar özellikle dikkati çekiyordu. Bunların çoğu yerlerinde oturuyorlardı; yalnızca, gezmek ya da konuşmak istediklerinde gençlere yaklaşıyorlardı. Bütün bu yüzlerde insanı şaşırtan şey, Petya’nın alandaki kalabalıkta gördüğü yüzlerdeki gibi birbirini tutmayan ilgileri ve uğraşları olduğunu gösteren çizgilerdi. Yüce bir şeyi bekleme ifadesinin altından günlük endişeler; bir Boston oyunu partisine, işçi Petroşka’ya, Zinayda Dimitriyevna’ya ilişkin düşünceler kendini belli ediyordu.

Piyer, vücudunu sıkan daralmış soylu üniformasıyla sabahtan beri salonda bekliyordu. Heyecanlıydı; bu olağanüstü toplantı, yalnızca soyluları değil; tacirleri -çeşitli zümreleri, yani Etats Generaux’yu- de bir araya getiren bu kalabalık, uzun zamandır üzerinde durmadığı ama benliğinin derinliklerine işlemiş olan Contrat Social’den55 ve Fransız Devrimi’nden kaynaklanan bir yığın düşüncenin zihninde canlanmasına yol açıyordu. İmparator’un, bildirideki halkla “görüşmek” üzere geleceğine ilişkin olan ve Piyer’in dikkatini çeken sözleri, şu andaki duygularını pekiştiriyordu. Çoktandır beklediği bir şeyin bu doğrultuda gerçekleşeceği kanaatiyle salonda dolaşıp duruyor, gözlemler yapıyor, söylenenlere kulak kabartıyor ama düşüncelerine uygun düşecek hiçbir şeyle karşılaşmıyordu.

İmparator’un heyecan uyandıran bildirisi okunduktan sonra öbek öbek toplandılar ve konuşmaya başladılar. Her zamanki konular dışında, İmparator içeri girince en yüksek soyluların nerede duracağı, şeref balosunun ne zaman verileceği, ilçe ilçe mi ayrılmak gerekeceği, yoksa il olarak bir arada bulunmanın mı doğru olduğu vs. üzerinde konuşulduğunu duydu Piyer. Ama savaşa ve soyluların toplanmasının amacına değinildiğinde konuşmalar kararsız ve belirsiz bir nitelik kazanıyordu.

Emekli deniz subayı üniforması giymiş, yakışıklı, mert tavırlı, orta yaşlı bir adam salonların birinde bir kalabalık arasında konuşuyordu. Piyer yaklaşıp kulak kabarttı. Katerina çağına özgü Voyvoda56 kaftanıyla ve yüzünde tatlı bir tebessümle herkesi tanıdığı kalabalık içinde dolaşıp duran Kont İlya Andreyiç de bu topluluğa yaklaştı. Her zamanki gibi gülümseyerek ve konuşmacının sözlerini onayladığını belirten baş hareketleriyle söylenenleri dinlemeye koyuldu. Emekli deniz subayı, lafını esirgemeden konuşuyordu. Onu dinleyenlerin yüzlerinden ve Piyer’in en uysal ve yumuşak kimseler olarak tanıdığı insanların oradan uzaklaşmalarından anlaşılıyordu bu. Piyer, yol açarak topluluğun içine iyice sokuldu. Konuşanın, gerçekten bir liberal ama kendisinin olduğundan bambaşka anlamda bir liberal olduğunu anladı. Deniz subayı, seçkin kimselerin tınılı ve olgun bariton sesiyle, “r”leri hoş bir şekilde boğarak ve sessiz harfleri yutarak sefahate ve emretmeye alışık kimselerin “Gason, si-aram” filan demeleri gibi konuşuyordu:

“Smolensk soylularının İmparator’a milis kuvvetleri kurma teklifinin ne önemi var? Onların yaptığı bizim için yasa mıdır? Moskovalı soylular, gerekli görülürse İmparator’a bağlılıklarını başka bir şekilde gösterebilirler. 1807 yılındaki milis unutuldu mu? Ama bu; hırsızları, yağmacıları zengin etmekten başka işe yaramadı!”

Kont İlya Andreyiç, tatlı tatlı gülümseyerek başını salladı.

“Milislerimizin ülkeye bir yararı oldu mu? Hayır. Çiftliklerimizi mahvettiler, o kadar! Asker toplamak daha iyi… Yoksa savaştan geri dönen, ne bir asker ne de bir köylü niteliği taşıyacak; yalnızca bir sefih olacak. Hepsi bu! Soylular kanlarını dökmeye hazırdır. Kura askeri de getiririz. İmparator’un bize çağrıda bulunması yeter, hepimiz ölürüz onun yoluna…” diye ekledi subay heyecanlanarak.

İlya Andreyiç hoşnutlukla yutkundu, dirseğiyle Piyer’i dürttü. Ama Piyer de bir şeyler söylemek istiyordu. Nedenini bilmediği bir heyecan duyarak ve ne söyleyeceğini de bilmeden ilerledi. Tam ağzını açacağı sırada, deniz subayının yanında duran zeki, sert yüzlü ve tamamen dişsiz bir senatör engelledi onu. Tartışmada büyük ustalığı ve tecrübesi olduğu belliydi. Alçak ama iyice duyulan bir sesle “Sanıyorum ki beyefendi…” dedi dişsiz ağzını oynatarak. “Buraya, ülke için en yararlı şeyin kura askeri mi milis mi olduğunu tartışmak için çağrılmadık. İmparator’un bizi onurlandıran bildirisine cevap vermek için çağrıldık. Kura askeri mi milis mi elverişlidir tartışmasını yüksek kata bırakalım…”

Heyecanını boşaltacağı bir yer bulmuştu Piyer. Soylularla görüşme konusunu çok dar ve kalıplaşmış bir şekilde ele almaya kalkan senatör öfkelenmişti. İlerleyip senatörün sözünü kesti. Ne söyleyeceğini bilmiyordu ama heyecanla, araya Fransızca sözler de karıştırarak kitabi bir Rusçayla konuşmaya başladı:

“Özür dilerim Ekselans…” dedi. (Bu senatörü iyi tanırdı ama burada kendisine resmî bir şekilde davranmayı daha uygun görmüştü.) “Her ne kadar bu beyle aynı görüşte değilsem de…” Ne söyleyeceğini şaşırdı. “Mon tres honorable preopinant.”57 demek istedi. “Bu beyle -que jc n’ai pas l’honneur de connaîire-58 öyle sanıyorum ki soylular sınıfı buraya, yalnızca coşkusunu ve bağlılığını dile getirmek için değil ama aynı zamanda, ülkeye yararlı olacak önlemleri tartışmak için de çağırıldı. Öyle sanıyorum ki…” Daha da heyecanlanarak devam etti: “İmparator, bizleri, fikir danışılacak kimseler olarak değil de yalnızca hizmetine vereceğimiz köylülerin sahibi ve… Chair â canon59 olarak karşısında bulsaydı, bundan memnun kalmazdı.”

Senatörün küçümseyen gülüşünü ve Piyer’in lafını esirgemeden konuştuğunu gören birtakım kimseler, topluluktan hemen uzaklaşmışlardı. Piyer’in sözlerinden yalnız İlya Andreyiç hoşnut kalmıştı. Deniz subayının, senatörün genellikle son dinlediği her sözden hoşnut olduğu gibi…

“Öyle sanıyorum ki…” dedi Piyer. “Bu sorunu tartışmadan önce İmparator’a sormalı. Ordumuzun asker sayısını ve ne durumda bulunduğunu bize bildirmesini Majestelerinden rica etmeliyiz. O zaman…”

Ama Piyer, sözünü bitirmeden her yandan saldırılarla karşılaştı. Eskiden tanıdığı Boston oyunu meraklısı Stepan Adraksin, herkesten daha sert bir şekilde saldırıyordu. Stepan Stepanoviç üniformalıydı. Bu ya da bir başka nedenden ötürü Piyer, karşısında tanıdığından bambaşka bir adam görüyordu. Yüzünde birden beliren bir ihtiyarlara has öfkeyle haykırdı Stepan Stepanoviç: “Önce şunu söyleyeyim: Bunu İmparator’a sormaya hakkımız yok. Sonra Rus soylularının buna hakkı olsa bile İmparator cevap vermez. Ordunun asker sayısını düşmanın harekatı belirliyor, bu yüzden azalmalar ve çoğalmalar var.”

Piyer’in eskiden beri Çingenelerin çaldığı yerlerde rastladığı ve kötü bir kumarbaz olarak tanınan, orta boylu, kırk yaşlarında ve üniformanın bambaşka bir kimse hâline getirdiği bir adamın sesi Adraksin’inkini bastırdı:

“Tartışmayla kaybedilecek zaman yok…” dedi. “İş görmek gerek. Savaş Rusya’da oluyor; ülkemizi harap etmek, babalarımızın mezarlarını çiğnemek, karılarımızı, çocuklarımızı alıp götürmek için geliyor düşman!” Soylu bağrını yumruklamaya başladı. “Çar babamız, hepimiz ayaklanırız, hepimiz birden gideriz!” Kan çanağına dönmüş gözleri fıldır fıldır dönüyordu. Onaylayan birkaç ses duyuldu kalabalıktan. “Rus’uz biz; dinimizi, başkentimizi, yurdumuzu savunmak için kanımızı akıtmaktan kaçınmayız. Bu yurdun evlatlarıysak abuk sabuk sözleri bırakmak gerek. Rusların Rusya için nasıl ayaklanacağını Avrupa’ya göstereceğiz…” diye haykırdı.

Piyer, karşı çıkmak istiyordu ama tek söz söyleyemedi. Sözlerinin anlamı ne olursa olsun, heyecana kapılmış olan bu soylunun söylediklerinden daha az duyulacağından şüphesi yoktu.

İlya Andreyiç, arkalarda başını sallayıp duruyordu. Bazı kimseler, konuşmasını bitiren kişiye dönerek “Evet böyledir bu, doğru, çok doğru!” diyorlardı.

Piyer; para, mülk ve kendi kişiliği söz konusu olduğunda hiçbir fedakârlıktan çekinmeyeceğini ama çare bulmak için durumu bilmek gerektiğini söylemek istiyor, başaramıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyor, bağırılarak konuşuluyordu ve İlya Andreyiç, herkese baş sallamaya yetişemiyordu. Topluluk büyüdü, dağıldı, yeniden birleşti, uğultulu konuşmalarla büyük salondaki masaya yöneldi. Piyer bir şey söylemeye kalkışsa sözünü kaba bir şekilde kesiyorlar, onu tersliyorlar, ona ortak düşmanlarıymış gibi davranıyorlardı. Söylediklerinden hoşnut olmamalarından ileri gelmiyordu bu; daha sonraki sözlerin ardından, onunkileri unutmuşlardı bile. Bu; kalabalığın, aşırı heyecanı içinde, sevgi ya da nefretinin yöneldiği elle tutulur bir nesnenin bulunması gereğinden ileri geliyordu. Piyer işte böyle bir nesneydi. Heyecanlı soyludan sonra, birçok kimse de aynı tonda konuşmuştu. Çoğu çok güzel ve özgün bir şekilde dile getirmişti söylediklerini.

Rus habercisini çıkaran ve orada tanınan Glinka (“Yazar! Yazar!” diye bağıran sesler duyuluyordu kalabalıkta.), cehennemin cehennemi kovması gerektiğini ve şimşeklerin ışığında, gök gürültülerinde, bir çocuğun güleç yüzünü gördüğünü ama bizim bu çocuk gibi olmayacağımızı söylemişti.

Arka sıralardan “Evet, evet, gök gürültülerinde!” diye onayladılar.

Piyer’in evlerinde, yanlarında soytarılarıyla ya da kulüpte Boston oynarken gördüğü üniformalı, kordonlu, yoz ve dazlak yetmişlik ihtiyar kodamanların oturduğu büyük masaya yaklaştı kalabalık. Uğultu kesilmemişti. Kalabalığın baskısıyla sandalyelerin yüksek arkalıklarına yaslanmak zorunda kalan hatipler, birbirlerinin peşi sıra konuşuyorlardı ve kimi zaman da iki hatip aynı anda konuşuyordu. Arkalarında duran hatibin atladığı noktalar üzerinde duruyor ve bunları hemen söylemek için sabırsızlanıyorlardı. Daha başkaları ise bu sıkışıklıkta ve bu sıcakta açıklayacak bir düşünce bulmak için kafalarını arayıp tarıyorlar ve bunu hemen belirtmek istiyorlardı. Piyer’in tanıdığı ihtiyar kodamanlar yerlerinde oturuyor, kimi zaman şuna kimi zaman buna bakıyorlardı; çoğunun, sıcaktan patladığı anlaşılıyordu hâlinden. Ama Piyer çok heyecanlı hissediyordu kendisini; söylenenlerin anlamından çok seslerde ve yüzlerde kendisini dile getiren genel duygu, zafere giden yolda engel diye bir şey tanınmadığını gösterme isteği, onun da benliğini sarmıştı. Düşüncelerinden dönmüş değildi ama bir şey konusunda kabahatli olduğunu hissediyor ve kendisini temize çıkarmak istiyordu.

Sesini ötekilerden daha çok yükseltmeye çalışarak “Ne gibi ihtiyaçlar olduğunu bilirsek, fedakârlık yapmamızın daha kolay olacağını belirtmek istemiştim ben!” dedi.

Yanında duran ufak tefek bir ihtiyar dönüp baktı ona ama hemen sonra, masanın öte tarafından gelen seslere yöneltti dikkatini.

Birisi, “Moskova terk edilecek! Bizim kurtarıcımız olacak o!” diyordu.

“İnsanlığın düşmanıdır o!” diye haykırıyordu bir başkası. “Bırakın konuşayım lütfen… Beyler, eziyorsunuz beni!..”



XXIII

Tam bu sırada general üniforması giymiş, omuzdan aşırtma kordonlu, sivri çeneli, gözleri fıldır fıldır dönen Kont Rastopçin; iki yana açılan soylular kalabalığının arasından geçerek hızla içeri girdi:

“İmparator hazretleri şimdi gelecek…” dedi. “Oradan geliyorum ve öyle sanıyorum ki içinde bulunduğumuz durumda fazla tartışma gereksiz. İmparator, bizi ve tacirleri toplamak lütfunda bulundu. Oradan (Tacirlerin bulunduğu salonu işaret ediyordu.) milyonlar akacak. Bize gelince ödevimiz, milisi hazırlamak ve her fedakârlığı yapmaktır… Yapabileceğimizin en azıdır bu!”

Masada oturan en yaşlılar arasında bir konuşma başladı. Çok alçak sesle konuşuluyordu. En son gürültü patırtıdan sonra, bu yaşlı insanların teker teker “Aynı görüşteyim.” ve aynı şeyi başka bir şekilde söylemek için değişikliğe uğratarak “Benim fikrim de aynı.” demelerini duymak, insanı hüzünlendiriyordu.

Moskovalı soyluların, Smolenskliler gibi bin kişide tam teçhizatlı on kişi verecekleri konusundaki kararı yazması kâtibe emredildi. Toplantıya katılan beyler, üstlerinden bir yük kalkmış gibi hafiflediler; sandalyeleri gürültüyle çekip birbirlerinin koluna girerek bacakları açılsın diye salonda dolaşmaya başladılar.

“İmparator, İmparator!” diye bir ses duyuldu salonlarda ve herkes kapıya üşüştü.

İmparator, soyluların oluşturduğu iki sıra arasındaki geniş geçitten salona girdi. Bütün yüzlerde saygılı ve çekingen bir merak okunuyordu. Epey uzakta olan Piyer, İmparator’un sözlerini iyice işitemiyordu. Moskovalı soylulara bağladığı umuttan söz ettiğini anlamıştı. Soyluların biraz önce aldığı kararı İmparator’a açıklayan birinin sesi duyuldu. Ardından, İmparator’un titreyen sesi işitildi:

“Beyler!”

Kalabalık hafifçe dalgalandı ve sonra her şey yeniden yatıştı ve Piyer, İmparator’un insanca ve dokunaklı sesini duydu:

“Rus soylularının bağlılığından hiçbir zaman şüphe duymadım. Ama bugün beklentilerimi de aştınız. Yurdumuz adına size teşekkür ederim. Harekete geçelim beyler, zaman her şeyden değerlidir!..”

İmparator sustu, kalabalık çevresini sarmaya başladı; dört bir yandan coşkulu haykırışlar duyuldu.

“Evet, her şeyden değerli olan… Çar’ın sözüdür!” diyen, hiçbir şey duymamış olan ama her şeyi kendine göre anlayan İlya Andreyiç’in hıçkırıklara boğulmuş sesi duyuldu arkalardan.

İmparator, soylular salonundan tacirler salonuna geçti. Aşağı yukarı on dakika kaldı orada. Piyer de başka birçok kimse gibi İmparator’u, tacirler salonundan gözleri yaşlı olarak çıkarken gördü. İmparator’un tacirlere söyleve başlarken ağlamaklı olduğu ve sözlerini, titreyen bir sesle bitirdiği sonradan öğrenildi. Piyer; İmparator’u, yanında iki tacirle çıkarken görmüştü. Bunların biri kendisinin de tanıdığı şişko bir müteahhit; öteki zapzayıf, sivri sakallı, uçuk benizli bir belediye başkanıydı. Zayıf olanın gözleri yaşlıydı ama öteki, bir çocuk gibi hıçkırıyor ve durmadan tekrarlıyordu:

“Hayatımızı da malımızı mülkümüzü de al Majeste!”

Piyer bu anda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacağını ve her şeyi vermeye hazır olduğunu göstermek isteğinden başka şey hissetmiyordu. Meşrutiyetçilik kokan sözleri yüzünden utanıyordu şimdi. Bunu gidermek için fırsat arıyordu. Kont Mamonof’un bir alay verdiğini öğrenince bütün giyim ve beslenme masraflarını karşılayacağı bin kişi vereceğini orada, Kont Rastopçin’e hemen söyledi.

İhtiyar Rostof, olup biteni karısına anlatırken gözyaşlarını tutamadı ve Petya’nın isteklerine boyun eğerek onu askere yazdırmaya kendisi gitti.

İmparator, ertesi gün gitti. Bütün soylular üniformalarını çıkardılar; evlerinde, kulüplerinde eski yerlerini aldılar. Milis konusunda kâhyalarına homurdanarak emirler verdiler ve yaptıklarına kendileri de şaşmaktan geri kalmadılar.

ONUNCU BÖLÜM

I

Napolyon Rusya ile savaşa başladı çünkü Dresden’e gelmeden, tazimlerden başı dönmeden, Polonya üniforması giymeden; kendini bir haziran sabahının canlı izlenimlerine kaptırmadan ve Kuragin’in, sonra da Balaşef’in yanında öfkeyle parlamadan edememişti.

Küçük düşürüldüğüne inandığı için Aleksandr, her çeşit görüşmeyi geri çeviriyordu; Barclay de Tolly, ödevini yerine getirmek için orduyu elinden geldiği en iyi şekilde yönetmek ve büyük komutan olarak ün kazanmak istiyordu. Rostof, atını yamaçtan aşağı hızla sürmek zevkine karşı gelemediği için Fransızların üzerine yürümüştü. Bu savaşa katılmış olan sayısız insan da kendi özelliklerine, törelerine, yaşam şartlarına göre işte böyle hareket ediyorlardı. Ne yaptıklarını bilerek davrandıklarını ve bunları kendileri için yaptıklarını sanarak övünüyorlar, korkuyorlar, seviniyorlar, öfkeleniyorlar, yargılar veriyorlardı. Oysa hepsi de kendilerine rağmen tarihin elindeki birer araçtan başka şey değillerdi ve görmedikleri ama bizim anladığımız bir işi gerçekleştiriyorlardı. Bütün eylem adamlarının kaderi budur ve bunlar toplum tabakalarının ne kadar yükseğinde iseler, o ölçüde az özgürdürler.

Bugün, 1812 olaylarının aktörleri sahneden çoktan beri çekilmiş bulunuyorlar; hem de hiçbir iz bırakmadan.

Bizim karşımızda ise yalnızca bu tarihî dönemin sonucu bulunuyor.

Ama Napolyon komutasındaki bu Avrupalıların, Rusya’nın derinlerine girmek ve orada mahvolmak zorunda olduklarını söyleyebiliriz. O zaman bu savaşa katılanların bütün anlamsız, çelişkili ve gaddar davranışları, anlaşılabilir şeyler hâline gelir.

Alın yazısı, kendi kişisel amaçlarına ulaşmaya çalışan bu insanları (Napolyon’u, Aleksandr’ı ya da önemsiz kişileri), hiç umut etmedikleri korkunç ölçüde büyük bir sonucun doğmasına katkıda bulunmaya sürükledi.

1812 yılında, Fransız ordularının mahvolmasının nedenlerini bugün açıkça kavrıyoruz. Rusya’nın derinlerine kış seferi hazırlığı yapılmaksızın çok geç girilmesinin, ayrıca Rus kentlerinin yakılarak savaşa bambaşka bir özellik verilmesinin ve Rus halkında düşmana karşı korkunç bir kin ve nefret duygusu uyandırılmasının, Fransızların yenilgisine yol açtığı üzerinde tartışılamaz. Ama o sırada hiç kimse sekiz yüz bin kişilik dünyanın en iyi ordusunun -başında gelmiş geçmiş en iyi komutan vardı- yarısı kadar olan, tecrübesiz askerlerden ve komutanlardan oluşan Rus ordusu karşısında sadece bu yüzden mahvolacağını kimse kestiremiyordu ve bu ancak bugün apaçık bir şekilde görülebilmektedir. Evet, bunu kimse kestiremediği gibi Ruslar, Rusya’yı kurtarabilecek olan tek şeyi engellemeye çalışıyorlar ve Napolyon’un sözde askerî dehasına rağmen Fransızlar da yaz sonunda Moskova’ya mutlaka ulaşmaya, yani mahvolmalarına yol açacak olan şeyi yapmaya çabalıyorlardı.

1812’ye ilişkin tarih kitaplarında Fransız yazarları savaş hattının uzamasının doğurduğu tehlikeyi Napolyon’un sezdiğini, hemen savaşmak istediğini, mareşallerinin ona Smolensk’te kalmayı önerdiklerini yazmaktan; seferin tehlikelerinin güya daha o zamandan anlaşıldığını ileri sürmekten çok hoşlanırlar. Rus yazarları da Napolyon’u savaşın başından beri Rusya içlerine çekmeyi amaçlayan bir İskit Harbi planının var olduğunu söylemekten hoşlanırlar ve bu yazarlardan kimi planı Pfuhl’un kimi bir Fransız’ın kimi Tolly’nin kimi İmparator Aleksandr’ın düzenlediğini söylerler ve böyle davranılması gerektiğini dolaylı olarak belirten notlara, tasarılara, mektuplara dayanırlar. Ama olup bitenin daha önceden kestirilmesini dolaylı olarak ortaya koyan bütün bu değinmeler şimdi, Fransızlarca olduğu gibi Ruslarca da gerçekleşen olay onları doğruladığı için ileri sürülmektedir. Bu olay bildiğimiz şekliyle gerçekleşmeseydi, bütün bu dolaylı değinmeler de o zaman üzerinde önemle durulan ama doğru çıkmayan ve bundan ötürü de unutulan binlerce benzerleri gibi hafızalardan siliniverip gidecekti. Gerçekleşmekte olan bir olay konusunda o kadar çok tahmin yürütülür ki olay nasıl sona ererse ersin, sayısız varsayım arasında birbirine taban tabana zıt olanların yürütüldüğünü unutan ve “Bunun böyle olacağını o zaman söylemiştim ben.” diyen insanlar her zaman ortaya çıkar.

Hattın uzamasının yarattığı tehlikenin Napolyon tarafından anlaşılması ile Rusların, düşmanı Rusya içlerine çekme tahminleri, herhâlde bu tür varsayımlardandır. Tarihçiler, Napolyon ve mareşallerinin bu tür düşünceleri benimsediklerini ya da Rus generallerinin bu çeşit planlar düzenlediklerini kanıtlamakta büyük güçlük çekerler. Olayların kendisi bu tür varsayımlarla çelişmektedir. Gerçekten de bütün savaş boyunca Ruslar, Fransızları Rusya içine çekmek istemedikleri gibi daha ilk saldırılarından başlayarak onları durdurmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Napolyon, savaş hattının uzamasından tedirginlik duymamış ve tam tersine her ilerlemeyi bir zafer olarak görmüş ve eski seferlerindekinden farklı olarak kesin bir savaşa tutuşmayı pek istememişti.

Savaşın daha başlangıcında bu kuvvetlerimiz ikiye ayrılmıştı. Bunların birleştirilmesi, geri çekilmek ve düşmanı ülkenin içlerine çekmek bakımından bir avantaj oluşturmadığı hâlde göz önünde tuttuğumuz biricik amaçtı. İmparator’un orduda bulunmasının nedeni, her karış Rus toprağını savunmak için maneviyatı yükseltmek amacını güdüyordu; çekilme amacını değil. Pfuhl’un planı uyarınca çok büyük bir Drissa ordugâhı kuruluyor ve daha geriye çekilmek düşünülmüyordu. Her geri çekilme, İmparator’un komutanı azarlamasına yol açıyordu. Moskova’nın yakılmasını değil, düşmanın Smolensk’e kadar ilerlemesini bile aklı almıyor; ordular birleştikten sonra Smolensk’in düşmesine ve yakılmasına, kentin önünde bir meydan savaşı verilmesine kızıyordu.

İmparator böyle düşünüyordu. Rus komutanları ve halk ise bizimkilerin ülke içine çekilmesi düşüncesine daha da ifrit oluyordu.

Napolyon; ordularımızı ikiye ayırıyor, ülkenin içlerine ilerliyor, kesin savaş fırsatlarını kaçırıyordu. Bunun kendisi için apaçık bir felaket olduğunu bugün görüyoruz. Ama Napolyon, ağustos ayında Smolensk’te ilerlemekten başka şey düşünmüyordu.

Olaylar, Napolyon’un Moskova’ya doğru ilerlemenin tehlikeli yanını kavrayamadığı gibi Aleksandr ve Rus komutanlarının da Napolyon’u içerilere çekmeyi düşünmediklerini göstermekteydi. Bunun tersinin gerçek olduğu bile söylenebilir. Napolyon’u ülkenin içlerine çekmek, bir plana göre gerçekleştirilmemiş -bunun gerçekleşebileceğine kimse inanmıyordu- savaşa katılan ve Rusya’nın tek kurtuluşunun nerede olduğunu göremeyenlerin çevirdikleri entrikalardan, tutkularından, güttükleri amaçlardan doğmuştu bu sonuç. Her şey birden oluvermişti. Savaşın başlangıcında ordu ikiye bölünmüş durumdaydı. Savaşmak ve düşmanın saldırısını durdurmak için orduyu birleştirmeye çalışıyor ama bunu yaparken düşmanın üstün kuvvetleriyle çarpışmaktan kaçınarak ve istemeden keskin bir açıyla çekilerek Fransızları Smolensk’e kadar getiriyorduk. Ama keskin bir açı içinde çekildiğimizi söylemek yeterli değildir; Fransızlar her iki ordunun arasında ilerliyorlardı, açı daha keskinleşiyor ve biz daha da çekiliyorduk. Çünkü sevilmeyen Alman60 Komutan Barclay de Tolly’den, Bagration da nefret ediyordu. İkinci orduya komuta eden ve Barclay’ın komutasına girmesi gereken Bagration, bunun gerçekleşmesini geciktirmek için Tolly ile birleşmeyi de geciktiriyordu. Bütün yüksek komutanların amacı birleşmek olduğu hâlde, böyle bir hareket yaparsa ordusunu tehlikeye sokacağını, düşmanı yandan ve arkadan tehdit edip ordusunu Ukrayna’da güçlendirerek güneye çekilmenin daha doğru olduğunu düşünen Bagration, bunu istemiyordu. Kendisinden rütbece küçük olan ve nefret ettiği Alman Barclay’ın komutasına girmek istemediği için böyle düşünüyordu.

1...678910...17
bannerbanner