Читать книгу Savaş ve Barış II. Cilt (Лев Николаевич Толстой) онлайн бесплатно на Bookz (6-ая страница книги)
bannerbanner
Savaş ve Barış II. Cilt
Savaş ve Barış II. Cilt
Оценить:
Savaş ve Barış II. Cilt

3

Полная версия:

Savaş ve Barış II. Cilt

Biraz sonra Uhlanlara verilen komut şuydu:

“Kol hâlinde saldırıya hazır ol!”

Öndeki piyadeler, süvarilerin geçmesi için ikiye ayrılmıştı. Uhlanlar, kargılarının tepesindeki küçük bayrakları dalgalandırarak ilerlediler. Sırtın sağ eteğinde görünen Fransız süvarilerine doğru tırısa kalktılar.

Uhlanlar harekete geçer geçmez topçuları korumak üzere hüsarların tepeye yönelmesi emri verildi. Hüsarlar, Uhlanların yerini alınca ateş hattında boşa gitmiş kurşunlar vızıldayıp ıslık çalarak havada uçuşmaya başladı.

Uzun süredir duymadığı bu sesler, ilk silah seslerinden daha fazla coşturdu Rostof’u. Doğruldu ve tepeden görülen savaş alanına baktı. Yüreği sanki Uhlanların yanındaydı. Uhlanlar Fransız dragonlarına saldırıyorlardı. Duman içinde her şey birbirine karıştı ve beş dakika sonra Uhlanlar; geriye, ilk bulundukları yere değil, daha sola çekildiler. Al atlara binmiş turuncu üniformalı Uhlanların arasında ve yoğun bir kitle hâlinde arkalarında, kır atlara binmiş mavi Fransız dragonları görünüyordu.

XV

Uhlanlarımızı kovalayan mavi üniformalı dragonları keskin avcı gözleriyle ilk görenlerden biri, Rostof olmuştu. Bozguna uğramış Uhlanlar ve onların peşindeki Fransız dragonları gittikçe yaklaşıyorlardı. Tepeden küçücük görünen bu insanların karşılaşmaları, çarpışmaları, kollarını ve kılıçlarını sallamaları seçiliyordu.

Rostof, ilerisinde olup bitenleri bir sürek avında gibi seyrediyordu. O anda, hüsarlarıyla Fransız dragonlarına saldırsa onları dağıtacağını içgüdüsüyle seziyordu. Ama hemen, o anda yapmak gerekiyordu bunu; yoksa gecikmiş olacaktı. Çevresine bir göz attı. Yanındaki yüzbaşı da aşağıdaki süvarilere gözünü dikmişti.

“Andrey Sevastiyaniç…” dedi Rostof. “Şunları darmadağın ederiz, değil mi?”

“Yaman iş olur doğrusu…” dedi yüzbaşı.

Rostof onun sözünü bitirmesini beklemeden atını mahmuzlayıp bölüğün önüne geçti ve gönülleri aynı duygularla dolu askerleri, verdiği emri duyar duymaz hep birlikte arkasından atlarını sürdüler. Rostof, nasıl ve niçin böyle bir davranışta bulunduğunu bilmiyordu. Bütün bunları tıpkı avdaki gibi düşünmeden, ölçüp biçmeden yapmıştı. Dragonların çok yakında olduklarını, dağınık bir hâlde dörtnala geldiklerini görüyordu. Dayanamayacaklarını, bunun anlık bir mesele olduğunu, bu anı kaçırırsa bir daha hiçbir zaman elde edemeyeceğini biliyordu. Kurşunların ıslık sesleri onu öylesine kışkırtıyor, atı ileri atılmak için öylesine sabırsızlanıyordu ki tutamamıştı kendini. Atını mahmuzlayıp haykırarak komut verdi ve aynı anda, arkasından gelen bölüğün nal seslerini duyarak tam tırısa geçip sırttan aşağı dragonlara doğru süzüldü. Sırtın eteğine varınca atlar kendiliğinden dörtnala kalktı. Uhlanlarımıza ve peşlerindeki Fransız dragonlarına yaklaştıkça daha hızlı koşmaya başladılar. Dragonlar çok yakındaydı şimdi. Hüsarları görünce öndekiler geri döndü, arkadakiler de durdu. Rostof, bir kurdun yolunu kesmek için at sürdüğü zamanki aynı duyguyla don atını doludizgin sürüp Fransız dragonlarının dağınık saflarına dümdüz daldı. Bir Uhlan durdu, bir piyade çiğnenmemek için kendini yere attı, binicisiz bir at hüsarların arasına girdi. Hemen hemen bütün Fransız dragonları atlarını geri çevirmişlerdi. Rostof kır ata binmiş birini seçip peşine düştü. Önüne bir funda çıktı, cins atı sıçrayarak aştı engeli ve eyerin üzerinde güçlükle tutunan Rostof, seçmiş olduğu düşmana neredeyse yetiştiğini gördü. Üniformasına bakılırsa subay olması gereken bu Fransız; eyere kapanmış, kılıcıyla vurarak atını dörtnala sürüyordu. Bir an sonra Rostof’un atı, göğsüyle subayın atının arkasına çarptı. Subay neredeyse düşüyordu ve aynı anda Rostof, nedenini bilmeden kılıcını kaldırıp Fransız’a vurdu.

Aynı anda bütün heyecanı uçup gitti. Kolunu, dirseğinin yukarısından hafifçe yaralayan kılıç darbesinden çok, atın sarsılmasından ve korkudan düşmüştü subay. Atını durduran Rostof, kimi tepelediğini görmek için baktı. Fransız subayı, bir ayağı üzengiye takılmış hâlde sekip duruyordu. Her an yeni bir darbe bekliyormuş gibi gözlerini kırpıştırarak, yüzünü korkuyla buruşturarak dehşet içinde yukarıya, Rostof’a bakıyordu. Çukur çeneli, parlak mavi gözlü, sararmış, çamura belenmiş sarışın ve genç yüzü, savaş alanlarına yaraşır bir düşman yüzü değil; uysal bir muhallebi çocuğu yüzüydü. Rostof, ona ne yapacağını kararlaştırmadan subay bağırdı:

“Je me rends!”46

Ayağını üzengiden kurtarmak için boşuna çabalıyor ve korku dolu gözlerle Rostof’a bakıyordu. Koşup gelen hüsarlar, subayı bu durumdan kurtarıp eyere oturttular; şimdi her yanda, dragonlarla çarpışıp duruyorlardı. Dragonlardan biri yaralıydı, yüzü kana bulanmıştı ama atını vermek istemiyordu. Bir başkası, bir hüsara kollarını dolayıp onun atının terkisine yerleşmişti; bir başkası da bir hüsarın yardımıyla atına binmeye çalışıyordu. Fransız piyadeleri önlerinde, ateş ederek kaçıyordu. Hüsarlar, esirleriyle birlikte aceleyle geri döndüler. Rostof; yüreğinde tatsız bir duygu, bir çeşit acıyla, ötekilerle birlikte dörtnala geri döndü. Bu Fransız subayını esir etmesi ve vurduğu kılıç darbesi sonucunda ne olduğunu açıkça anlayamadığı belirsiz ve karışık bir şey kaplamıştı benliğini.

Kont Osterman-Tolstoy, geri dönen hüsarları karşılamaya geldi; Rostof’u kutladı, yiğitliğini İmparator’a bildireceğini ve ona “Georgiy Haçı” verilmesini rica edeceğini söyledi. Kont Osterman’ın yanına çağırıldığı zaman, saldırıya emir verilmeden giriştiği ve disiplini bozduğu için mutlaka cezalandırılacağını düşünüyordu Rostof. Bundan ötürü, Osterman’ın övgüleri ve bir ödül alacağı konusunda verdiği sözün, onun için tatlı bir sürpriz olması gerekirdi. Ama o belli belirsiz ruhi bunalım, Rostof’un yakasını yine de bırakmamıştı. General’in yanından ayrılırken; Peki, içimi kemiren kaygı ne? diye soruyordu kendine. İlin mi? Hayır, sapasağlam o. Kötü bir hareket yapmış olmam mı? Hayır! Hiçbiri değil. Pişmanlık gibi bir şey azap veriyordu ona. Evet evet, çukur çeneli Fransız subayı bunun nedeni! Kaldırdığım zaman kolumun, nasıl bir an durduğunu hatırlıyorum.

Rostof esirlerin götürüldüğünü görünce çukur çeneli Fransız’a bakmak için atını hızla sürdü. Sırtında acayip üniforması, güçlü bir hüsar atının üzerinde çevresine kaygıyla bakınıyordu Fransız. Kolundaki kılıç yarasına, yara denemezdi pek. Sıkıntıyla gülümsedi Rostof’a ve elini sallayarak selamladı onu. Rostof, hâlâ tedirginlik ve belirsiz bir pişmanlık duyuyordu.

O gün ve ertesi gün, dostları ve arkadaşları, Rostof’un sıkıntılı ve öfkeli olmasa da sessiz, dalgın ve düşünceli olduğunu gördüler. Tat almadan içiyor, yalnız kalmaya çalışıyor ve bir şeyler düşünüyordu.

Rostof, Georgiy nişanını kazanmasını sağlayan (Buna şaşmıştı.) ve bir kahraman olarak ün kazanmasına yol açan parlak yiğitlik başarısını düşünüyor ve hiçbir şey anlamıyordu. Demek ki onlar bizden de fazla korkuyorlar… diyordu kendi kendine. Öyleyse kahramanlık dedikleri bu mu? Ben bunu vatan için mi yaptım sanki? Çukur çenesi ve mavi gözleriyle kabahati neydi onun? Ne kadar da korktu! Kendisini öldüreceğimi sandı. Ne diye öldürecektim? Elim titredi. Ve bana Georgiy nişanı verdiler. Anlamıyorum, hiçbir şey anlamıyorum.

Rostof; düşüncelerine açıklık getiremeden bu sorular üzerinde uzun uzadıya dururken talihin çarkı, çoğunlukla olduğu gibi onun yararına dönüyordu. Ostrovno Savaşı’ndan sonra terfi etmiş ve bir hüsar bölüğü komutanlığına getirilmişti. Yiğit bir subay gerektiği zaman, ona görev veriliyordu.

XVI

Nataşa’nın hastalığını öğrenen Kontes, tamamen iyileşmemiş ve güçsüz olduğu hâlde Petya ve ev halkıyla birlikte Moskova’ya gelmişti. Rostof ailesi, Mariya Dimitriyevna’dan kendi evlerine taşınıp artık tam anlamıyla Moskova’ya yerleşti.

Nataşa’nın hastalığı çok ciddiydi ve bu yüzden hastalığın nedeni, daha önceki davranışları ve nişanlısından ayrılması unutulmuş; bu da hem kendisi hem de ailesi için iyi olmuştu. Çok hasta olduğu için olup bitenlerden ne ölçüde kabahatli olduğu düşünülmüyordu bile. Yemiyor, uyumuyor, öksürüyor ve mum gibi eriyip bitiyordu Nataşa. Doktorların davranışı, tehlikenin çok ciddi olduğunu gösteriyordu. Onu iyileştirmekten başka şey düşünülemezdi. Doktorlar hem tek geliyor hem de konsültasyon yapıyorlardı. Fransızca, Almanca Latince bir yığın laf söylüyorlardı. Birbirlerini eleştiriyorlar, bildikleri bütün hastalıkların iyileştirilmesine yarayan çeşitli ilaçlar veriyorlardı. Ama canlı bir insanın başına bela olan tek tek hastalıklardan hiçbirini anlamak kabil olmadığı gibi Nataşa’nın çektiği hastalığı da anlayamayacakları çünkü her canlı insanın kendine özgü özellikleri olduğu; kendine özgü, yeni, karmaşık ve tıbbın bilmediği rahatsızlıklar çekebileceği; bunların tıp kitaplarında yazılı akciğer, böbrek, deri, kalp vs. hastalıkları değil, bu organlarda baş gösteren sayısız dertlerin sayısız bileşimlerinden biri olabileceği -evet, bu basit düşünce- hiçbirinin aklına gelmiyordu. Bunu hiçbiri düşünmüyordu, büyücünün büyü yapamayacağını düşünmediği gibi. Çünkü onların işi, hastalıkları iyileştirmekti. Bunun için para alıyorlardı ve hayatlarının en güzel yıllarını doktor olmak için harcamışlardı. Çok yararlı oldukları için de düşünemiyorlardı bunu ve gerçekten de Rostof ailesi için çok yararlıydılar. Yararları, hastaya çoğu zaman zararlı maddeler -az miktarda verildikleri için bu zarar gözden kaçıyordu- yutturmalarından değil; hastanın ve onu sevenlerin manevi ihtiyaçlarını karşılamalarından ileri geliyordu. Bundan ötürü yalancı doktorlar, üfürükçüler ve homeopatlar her zaman vardı ve varlıklarını da her zaman koruyacaklardı. İnsanın acı duyduğu zaman ihtiyacı olan o ezelî umudu, yani rahatlama umudunu sağlıyorlar; şefkat ve kendisiyle ilgilenildiğini görme ihtiyacını karşılıyorlardı onlar. Çocukta en ilkel bir şekilde görülen ihtiyacı, berelenen bir yerin ovuşturulması ihtiyacını gideriyorlardı. Bir yerini inciten, acıtan çocuk, annesinin ya da babasının kollarına atılır hemen; acıyan yeri ovuşturulup öpülünce rahatlar. Kendisinden daha güçlü ve akıllı kimselerin, ağrısına bir çare bulamaması söz konusu değildir çocuk için. Rahatlama umudu ve annesinin acıyan yerini ovuştururken gösterdiği şefkat yatıştırır onu. Nataşa için de doktorlar, ufusunu öpüp okşayarak arabacıya, Arbatski Alanı’ndaki eczaneden bir ruble yetmiş kapike bir tozla güzel bir kutu içine konmuş haplar getirten ve bu ilaçları, zamanını hiç geçirmeden iki saatte bir kaynamış su ile alırsa acısının hemen geçeceğini söylemeye yarayan kimselerdi. Belli zamanlarda alınan bu haplar, bu sıcak içecekler, tavuk köfteleri, doktorun yerine getirilmesi zorunlu tavsiyeleri olmasa Sonya, Kont ve Kontes ne yaparlardı; hiçbir şey yapmadan nasıl dururlardı? Eğer Kont, Nataşa’nın hastalığı için binlerce ruble harcadığını bilmese, iyileşmesi için daha binlerce rubleyi esirgemeyeceğini düşünmese, yine binlerce ruble harcayıp yabancı ülkelere götürüp doktorlara göstermeyi tasarlamasa; Metivier ile Feller’in hastalığı anlamadıklarını, Frise’in anladığını, Mudof’un ise çok iyi bir teşhis koyduğunu ayrıntıları ile açıklama imkânını eline geçirmemiş olsa sevgili kızının hastalığına nasıl dayanabilirdi? Kontes, doktorun tavsiyelerine gerektiği gibi uymuyor diye hasta Nataşa ile kavga etmese ne yapardı?

Üzüntüsünü unutturan bir sinirlilikle şöyle derdi Kontes:

“Bu doktoru dinlemezsen hiçbir zaman iyileşemezsin. Şaka değil bu, zatürreye çevirebilir bu!”

Anlamını başkalarının da bilmediği bu kelimeyi söylemesi bile, içine su serperdi onun. Sonya da doktorun söylediklerini yerine getirmeye hazır olmak için başlangıçta üç gece soyunmadığını ve küçük altın kutudaki pek az zararlı hapları zamanında almak için geceleri pek uyumadığını düşünmese ne yapardı? Kendisini hiçbir ilacın iyileştiremeyeceğini, bütün bunların anlamsız olduğunu söylemesine rağmen kendisi için bu kadar fedakârlık yapıldığını, belli saatlerde ilaç alması gerektiğini görünce Nataşa bile memnun oluyordu. Tedaviye inanmadığını ve hayatına değer vermediğini gösterebilmek için doktorun söylediklerine aldırış etmeyerek için için memnuniyet duyduğu bile oluyordu.

Doktor her gün geliyor, nabzını yokluyor, diline bakıyor ve bitkin yüzüne aldırış etmeden şakalaşıyordu onunla. Ama peşinde telaşla koşuşan Kontes olduğu hâlde öteki odaya geçtiğinde ciddileşiyor ve başını düşünceli bir tavırla sallayarak tehlikeli olmakla birlikte, bu son ilacın etkisine güvendiğini, beklemek gerektiğini söylüyor ve sözlerine devam ederek hastalığın daha çok ruhi olduğunu, ancak…

Kontes kendisinden de doktordan da saklamaya çalışarak onun eline bir altın sıkıştırıyor ve içi rahatlamış olarak hastanın yanına dönüyordu.

Nataşa’nın hastalığının belirtileri: Az yemesi, az uyuması, öksürmesi ve sürekli neşesizlikti. Doktorlar, hastanın tıbbi denetimden uzak tutulamayacağını söylüyorlar; kentin boğucu havasının dışına çıkarmıyorlardı onu. Bu yüzden Rostoflar 1812 yaz mevsiminde köye gitmediler.

Yığın yığın hap, damla, toz almış olmasına -ilaç şişelerinden ve kutularından, bunları çok seven Madam Schoss büyük bir koleksiyon oluşturmuştu- alışık olduğu açık havadan uzakta yaşamasına rağmen Nataşa’nın gençliği galebe çalmıştı. Duyduğu üzüntü ve acı; günlük hayatın izlenimleriyle gitgide azalmış, şiddetini yitirmiş, geçmişin derinliklerine yavaş yavaş itilmiş ve Nataşa vücutça düzelmeye başlamıştı.



XVII

Nataşa sakinleşmişti ama daha neşeli değildi. Neşeli hayatın bütün dış şartlarından, balolardan, gezintilerden, konserlerden, tiyatrolardan kaçınmakla kalmıyordu ve arkasından bir ağlama gelmeden güldüğü de olmuyordu. Şarkı da söyleyemiyordu. Gülmeye ya da bir başına şarkı söylemeye kalkınca gözyaşlarına boğuluyordu. Pişmanlıktan gelen, o artık geri dönmeyecek olan tertemiz zamanlara adanmış olan, mutlulukla geçireceği genç hayatını boşuna ziyan edişinden doğan kırgınlıktan kaynaklanan gözyaşlarıydı bunlar. Gülmek ve özellikle şarkı söylemek, üzüntüsünü ayağa düşürmek gibi geliyordu ona. Beğenilmek de istemiyordu, kısıtlaması gereken bir gösteriş eğilimi yoktu içinde. Bütün erkeklerin, onun gözünde Soytarı Nastasya İvanovna’dan farklı olmadığını hissediyor ve bunu söylüyordu. Yüreğinin derinliklerinde bir şey, her çeşit zevki yasaklıyordu ona. Genç kızlık çağının bütün o eski, tasasız, umut dolu yaşama ilgileri kaybolup gitmişti. En sık ve en fazla acı duyarak güz aylarını, avları, yaşlı amcayı ve Nicolas ile Otradnoye’de geçirdikleri Noel yortularını anımsıyordu. O zamanların bir tek gününü geri getirmek için neler vermezdi! Ama geri dönmemecesine geçip gitmişti bunlar. Ne var ki yine de yaşamak zorundaydı.

Eskiden sandığı gibi dünyadaki insanların hepsinden daha iyi görmüyordu kendisini. Daha fena bir kimse olduğunu düşünmekten tat alıyordu. Ancak bu, büyük bir anlam taşımıyordu onun için. Buna inanıyorum ama peki sonra? diye de soruyordu. Sonrası hiçti. Hiçbir tadı yoktu hayatın ve geçip gidiyordu. Kimseye yük olmamaya, engel olmamaya çalışıyor gibiydi Nataşa. Kendisi için bir şey istemiyor, evdeki herkesten kaçıyordu. Yalnızca kardeşi Petya’nın yanında bir iç huzuru duyuyordu. Onunla birlikte olmayı, başkalarının yanında olmaktan çok daha fazla seviyordu. Baş başa kaldıkları zaman güldüğü bile oluyordu. Evden dışarı hemen hemen çıkmıyor ve gelen konuklar arasında da yalnızca bir kişiden, Piyer’den hoşlanıyordu. Kimse Kont Bezuhof kadar şefkatle, özenle, ciddiyetle davranamazdı ona. Bu şefkati yarım yamalak seziyordu Nataşa ve bundan ötürü onunla birlikte olmaktan hoşlanıyordu. Ama bu şefkatten ötürü ona borçlu duymuyordu kendini. Çaba harcamadan iyi olan bir kimseydi Piyer. Herkese iyi davranmak, onun için o kadar doğaldı ki üstün bir nitelik olarak görünmezdi. Piyer’in, onunla konuştuğu sırada acı anılarını tazelemekten korkarak kimi zaman şaşırdığını, sıkıldığını fark ediyordu Nataşa. Bunu, onun iyi kalpliliğine, kendisine karşı olduğu gibi herkese karşı da duyduğu utangaçlığa verirdi.

Nataşa büyük heyecan duyduğu bir anda, özgür bir erkek olsa diz çöküp onun elini ve gönlünü isteyeceği konusunda ağzından kaçırdığı sözlerden sonra Piyer, ona hislerinden hiç söz etmemişti. O zaman Nataşa’yı bunca avutmuş olan bu sözler, ağlayan bir çocuğu avutmak için söylenmiş anlamsız sözler gibiydi şüphesiz. Piyer evli olduğu için değil, aralarındaki ahlaki engellerden ötürü -ki bunların yokluğunu Kuragin’in yanında derinden hissetmişti- onunla olan ilişkisinde, kendisinde ve çok daha az bir ihtimalle Piyer’de bir aşk duygusu uyanması şöyle dursun, birkaç örneğini bildiği ve erkekle kadın arasında gerçekleşebilen şefkatli ve şairane bir dostluğun doğabileceği bile aklından geçmemişti.

Rostofların, Otradnoye’den komşusu olan Agrafena İvanovna Belova; Moskova’nın kutsal yerlerini ziyaret için “Büyük Perhiz” sonunda gelmişti. Nataşa’ya bir süre kendini dine vermesini önermiş, o da bunu sevinçle kabul etmişti. Sabah erken dışarı çıkması doktorlarca yasaklanmış olmasına rağmen Rostoflarda her zaman yapıldığı gibi evde üç dua dinlemekle yetinmeyerek Agrafena İvanovna gibi hiçbir akşam, öğle ve sabah ayinini kaçırmadan bütün hafta dinî vecibeleri yerine getirmekte ayak diremişti.

Kontes, Nataşa’nın bu dinî bağlanışından hoşlanmıştı. Başarısız tıbbi tedaviden sonra, ibadetin ilaçlardan daha yararlı olacağını umuyordu. Bundan ötürü, doktorlardan saklayarak ve biraz korkarak da olsa Nataşa’nın isteğine boyun eğdi ve onu Belova’ya emanet etti.

Agrafena İvanovna, sabah saat üçte Nataşa’yı uyandırmaya geliyor ve onu çoğunlukla uyanık buluyordu. Nataşa, sabah duası saatinde uyanamamış olmaktan korkuyordu. Elini yüzünü çabucak yıkayıp en kötü elbisesini ve eski bir mantosunu giyen Nataşa, sabahın serinliğinde titreyerek gün doğumunun saydam ışığıyla aydınlanmış ıssız sokaklara çıkardı. Agrafena İvanovna’nın verdiği öğüt uyarınca kendi dinî yönetim çevresinde değil; bu dindar kadının dediğine göre papazı, çok saygıdeğer ve dinî uygulamalara aşırı düşkün bir kimse olan kilisede ibadet ederdi. Kilisede pek az kimse olurdu. Belova ile birlikte, sal kilirozun arkasına yerleştirilmiş Meryem Ana tasvirinin önünde, her zamanki yerlerinde otururlardı. Sabahın bu alışılmadık saatinde, önünde yanan mumlar ve pencereden giren sabah ışıklarıyla aydınlanan Meryem Ana’nın siyah yüzüne bakarken ve anlayarak izlemeye çalıştığı ayini dinlerken çok büyük ve ulaşılmaz bir şey karşısında duyulan yepyeni bir hiçlik duygusu kaplardı Nataşa’yı. Duanın sözlerini anladığı zaman, kişisel duyguları ince farklarıyla karışırdı duasına; anlamadığı zaman da her şeyi anlamak isteğinin bir gurur olduğunu, her şeyi anlayamayacağını, sadece bu dakikalarda ruhuna yol gösteren -duyardı bunu- Tanrı’ya inanmak, kendini ona bırakmak gerektiğini düşünerek daha da büyük bir tat alırdı. Haç çıkarır, secde eder; anlamadığı zaman, kendi iğrençliği karşısında dehşete düşerek her şeyi, hem de her şeyi bağışlaması için Tanrı’ya yalvarırdı. Kendini bütün varlığıyla verdiği dualar, tövbe dualarıydı. Sabahın erken saatinde eve dönerken işe giden duvarcılardan ve sokakları süpüren kapıcılardan başkasına rastlamadıkları ve herkesin yatağında uyuduğu sırada Nataşa; kendini kusurlarından arınacağı, temiz ve mutlu yeni bir hayat kurma imkânının varlığını duyardı…

Bu hayatın devam ettiği bütün bir hafta boyunca bu duygu gittikçe güçlendi. Kuddas ayinine katılmak ya da Agrafena İvanovna’nın ona söylediği gibi Tanrı’ya ulaşmak mutluluğu ona o kadar büyük görünüyordu ki kutsal pazar gününe kadar yaşayamayacağı korkusu kapladı içini.

Ama mutlu gün geldi. Nataşa hiçbir zaman unutamayacağı o pazar günü, beyaz elbiseleriyle Kuddas ayininden döndüğünde aylardır ilk olarak derin bir iç huzuru duydu ve önündeki hayatı ağır bir yük olarak görmedi.

Aynı gün gelen doktor, Nataşa’yı muayene ettikten sonra iki hafta önce verdiği toza devam edilmesini söyledi.

Doktorun bu mesleki başarıdan memnun olduğu belliydi.

“Sabah ve akşam mutlaka almalı bu tozu…” dedi. “Ama tam zamanında alınmasını rica ediyorum. İçiniz rahat etsin Kontes…” diye ekledi avuç içiyle altını ustaca yakalayarak. “Yakında şarkı söylemeye, gülüp oynamaya başlar. Son ilaç çok, hem de çok yaradı; rengi iyice yerine geldi.”

Kontes, nazar değmesin diye tırnaklarına bakarak tükürdü ve neşeli bir yüzle misafir salonuna döndü.

XVIII

Temmuz başında, savaşın gidişatına ilişkin olarak Moskova’da yayılan söylentiler; daha da telaşlandırıcı hâle geldi. İmparator’un halka bildirisinden, ordudan ayrılarak Moskova’ya gelişinden söz ediliyordu. Bildiri ve halka çağrı 11 Temmuz’a kadar açıklanmadığı için bu konuya ve Rusya’nın durumuna ilişkin abartılı dedikodular dolaştı ortalıkta. İmparator’un ordu tehlikede olduğu için ayrıldığı, Smolensk’in düştüğü, Napolyon’un milyonluk ordusu olduğu, Rusya’nın ancak bir mucizeyle kurtulabileceği söyleniyordu.

11 Temmuz Cumartesi günü bildiri geldi ama henüz basılmamıştı. Rostoflarda bulunan Piyer de ertesi gün, yani pazar günü öğle yemeğine geleceği ve Kont Rastopçin’den elde edebileceği bildiri ile çağrıyı getireceği konusunda söz verdi.

Rostoflar, o pazar günü, her zaman olduğu gibi Razumovskilerin özel kilisesine ayine gittiler. Sıcak bir temmuz günüydü ve sabah saat onda Rostoflar kilisenin önünde arabadan indiklerinde sıcak havada, seyyar satıcıların bağırmalarında, açık renk yazlık elbiselerde, bulvardaki ağaçların tozlu yapraklarında, çalgı seslerinde, geçit törenine giden bir taburun askerlerinin beyaz pantolonlarında, kaldırımdan yükselen gürültülerde, kızgın güneşin parlak ışıklarında, saydam ve sıcak bir yaz günü özellikle kentlerde kuvvetle duyulan yorgunluk, memnuniyet ve sıkıntı ortalığı kaplamıştı. Moskova’nın önde gelen kimseleri, Rostofların tanıdıklarının hemen hepsi -her zaman köye giden zengin ailelerin çoğu, bir şey bekliyormuş gibi bu yıl kentte kalmıştı- Razumovskilerin kilisesindeydi. Annesinin yanında, kalabalıkta yol açan üniformalı uşağın arkasında ilerlerken kendisinden söz eden bir delikanlının gereğinden fazla yüksek sesle mırıldandığını duydu Nataşa:

“Rostova bu, hani şu…”

“Ne kadar zayıflamış ama yine de güzel!”

Kuragin ve Bolkonski adlarının da geçtiğini duydu Nataşa ya da öyle sandı. Her zaman öyle sanıyordu zaten. Kendisini gören herkesin, başından geçenleri düşündüğüne inanıyordu. Her zaman olduğu gibi yüreği acılarla dolu, leylak rengi siyah dantelli ipek elbiseleriyle ancak azap ve utanç içindeki kadınların yapabildiği bir şekilde sükûnet ve ağırbaşlılıkla ilerliyordu. Güzel olduğunu biliyor ve bunda aldanmıyordu. Ama eskisi gibi hoşnut da olmuyordu bundan. Tam tersine, son zamanlarda acı duyuyordu güzelliğinden ve özellikle kentteki bu parlak ve sıcak yaz günü, daha da derinden duyuyordu bu acıyı. “Bir pazar daha, bir hafta daha…” diye söylendi kendi kendine önceki pazar burada olduğunu hatırlayarak. Hep aynı ruhsuz hayat ve eskiden o kadar iyi olan yaşam şartları. Güzel ve gencim, eskiden kötü olduğumu ama şimdi iyi bir insan hâline geldiğimi biliyorum… diye düşündü. Hayatımın en iyi yılları, evet, en iyi yılları hiçbir şeye ve hiç kimseye yaramadan geçip gidiyor… Annesinin yanında durup yakınlarındaki bir tanıdığı başıyla selamladı. Her zamanki alışkanlığıyla hanımların giyim kuşamını gözden geçirdi, yakınında duran bir hanımın; daracık yerde, eliyle kaba bir hareket yaparak haç çıkarmasını kınadı. Ama kendisi başkalarını kınadığına göre, başkalarının da kendisini kınadıklarını düşündü ve canı sıkıldı. Ve birden, ayin seslerini duyarak iğrençliğinden, eski temizliğini yeniden kaybetmiş olmasından dolayı bir dehşet duygusuna kapıldı.

Ağırbaşlı, temiz yüzlü bir ihtiyar; dindarların ruhunu güçlendiren ve rahatlatan yüce bir huzur içinde ayini yönetiyordu. Mihrap kapıları kapandı, perde ağır ağır çekildi ve oradan esrarengiz, hafif bir ses yükseldi. Nedenini bilmediği gözyaşlarına boğuldu Nataşa, neşe dolu bir heyecan kapladı yüreğini.

Ne yapacağımı, hayatımda nasıl hareket edeceğimi, kendimi her zaman için nasıl düzelteceğimi bana öğret!.. diye geçirdi içinden.

Diyakoz kürsüye çıktı ve başparmağını ötekilerden iyice ayırarak cübbesinin altından uzun saçlarını kurtardı eliyle ve istavrozu göğsüne dayayarak yüksek ve ağır bir sesle okumaya başladı:

“Hep birlikte dua edelim Tanrı’ya.”

Bir birlik olarak hepimiz; sınıf ayrılığı gözetmeden, kin duymadan, kardeş sevgisiyle birleşmiş olarak dua edelim… diye düşündü Nataşa.

“Üstümüzdeki âlem için ruhlarımızın kurtuluşu için!”

“Üstümüzdeki melekler ve bütün cisimsiz ruhlar için…” diye dua etti Nataşa.

Ordu için dua edilince kardeşini ve Denisof’u hatırladı. Denizde ve karada yolculuk edenlerin hepsi için dua edilince de Prens Andrey’i hatırladı; onun için, ona yaptığı fenalığı Tanrı’nın bağışlaması için dua etti. Bizi sevenlerin hepsi için dua edilince ev halkı için babası, annesi ve Sonya için; onlara karşı gösterdiği kötü davranışları ve duyduğu sevginin tüm gücünü ilk defa anlayarak dua etti. Bizden nefret edenler için dua edilince düşmanlar bulmaya çalıştı. Babasına ödünç para verenleri, onunla iş ilişkisi içinde bulunanları düşman olarak gördü; düşmanları her hatırlayışında, kendisine çok büyük kötülük yapmış olan ama kendisinden nefret edenlerden biri olmayan Anatol geldi aklına ve bir düşmanmış gibi hoşnutlukla dua etti onun için. Prens Andrey’i de Anatol’u da sakin ve net bir şekilde ancak dualarında düşünebildiğini hissetti ve onlara beslediği duyguların, Tanrı sevgisi ve korkusu karşısında silinip gittiğini kavradı.

1...45678...17
bannerbanner