Читать книгу Savaş ve Barış II. Cilt (Лев Николаевич Толстой) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Savaş ve Barış II. Cilt
Savaş ve Barış II. Cilt
Оценить:
Savaş ve Barış II. Cilt

3

Полная версия:

Savaş ve Barış II. Cilt

Çarpışmanın heyecanı içinde kendi tarafındakilere de ateş eden birisi gibi Pfuhl, yardımcısı Woltzogen’e de çıkıştı:

“Nun ja, was soll denn da noch expliziert werden?”43

Paulucci ve Michaux, ikisi birden Fransızca konuşarak saldırıyorlardı Woltzogen’e. Armfeldt, Pfuhl’a Almanca hitap ediyordu. Tolly her şeyi Rusça olarak açıklıyordu Prens Volkonski’ye. Prens Andrey, sesini çıkarmadan dinliyor ve gözlüyordu bunları.

Bu adamlar arasında Prens Andrey’in en fazla yakınlık duyduğu kimse; öfkeli, kararlı ve kendisinden delice emin olan Pfuhl’du. Aralarında yalnızca o, kendisi için herhangi bir şey istemiyor ve kimseye kişisel düşmanlık duymuyordu. Tek bir şey istiyordu o: Üzerinde yıllarca çalıştığı bir kuramın sonucu olan planını uygulatmak. Gülünç ve alaycılığı tatsız bir kimseydi ama düşüncelerine bütün varlığıyla bağlı oluşu ister istemez saygı uyandırıyordu. Ayrıca Pfuhl dışında, bütün ötekilerin söylediklerinde, 1805 Savaş Kurultayında görülmeyen bir ortak özellik vardı: Napolyon’un dehasından duydukları ve saklamaya çalıştıkları panik uyandırıcı bir korkuydu bu. İtirazlarının her birinde kendini gösteriyordu bu korku. Onun her şeyi yapabileceği kabul ediliyor, aynı anda her yandan boy göstermesi bekleniyor, birinin teklifi çürütülmek istendiğinde onun korkunç adından yararlanılıyordu. Yalnızca Pfuhl, kuramına karşı çıkanların tümü gibi Napolyon’u da bir barbar olarak görür gibiydi. Ama Pfuhl, saygının yanı sıra, acıma da uyandırıyordu Prens Andrey’de. Saray mensuplarının ona davranışları, Paulucci’nin İmparator’a söyleme cesaretini gösterdiği sözler ve özellikle Pfuhl’un kendisinde gözlenen bir çeşit umutsuz şiddet, yakında gözden düşeceğini hem başkalarının hem de kendisinin bildiğini gösteriyordu. Kendine güvenine ve Almanvari alaycılığına rağmen şakaklarda düz taranmış ama ensede dikilmiş saçlarıyla acıma uyandırıyordu. Sinirli ve küçümseyici dış görünüşü altında; kuramını, çok büyük bir ölçüde ispatlamak ve doğruluğunu tüm dünyaya göstermek için yakalamış olduğu bu biricik fırsatı elinden kaçırmak üzere olduğunu görüp umutsuzluğa düştüğü belliydi.

Tartışmalar uzun sürdü; uzadıkça haykırmalara ve kişisel suçlamalara kadar vardı ve söylenenlerden genel bir sonuç çıkarma imkânı gittikçe kayboldu. Çeşitli dillerde yapılan bu tartışmaları, varsayımları, planları, karşı çıkmaları ve haykırışları dinleyen Prens Andrey; söylenenlere şaşırmaktan başka bir tepki gösteremiyordu. Askerlik hayatı boyunca sık sık ve eskiden beri aklına takılan bir savaş bilimi olmadığı ve bundan dolayı “askerî deha” denen şeyin de olamayacağı düşüncesi, şimdi ona, apaçık bir hakikat olarak görünüyordu. Şartları ve durumları bilinmeyen ve belirlenemeyen etkileyici güçlerinin belirlenmesi de daha az mümkün olan bir işte bir kuram ve bilim söz konusu olabilir miydi? Ordumuzun ve düşmanın durumunun yarın ne olacağını kimse bilemezdi, şu ya da bu birliğin gücünü de kimse kestiremezdi. Kimi zaman, ilk saflarda bulunan ve “Mahvolduk!” diye bağıran, kaçan bir ödleğin yerine coşkulu ve yürekli bir asker “Hurra!” diye bağırdığında beş bin kişilik bir birlik, Schoengraben’de görüldüğü gibi otuz bin askere bedel olurdu ve kimi zaman Austerlitz’deki gibi elli bin kişi, sekiz bin kişinin önünden kaçabilirdi. Bütün pratik sorunlarda olduğu gibi, hiçbir şeyin önceden kestirilemediği ve her şeyin, ne zaman gerçekleşeceğini kimsenin bilmediği bir anda önemleri belli olan sayısız koşula bağlı olduğu bir işte bilim söz konusu olabilir miydi? Armfeldt, ordumuzun irtibatının kesildiğini söylerken Paulucci, Fransız ordusunu iki ateş arasında bıraktığımızı ileri sürüyordu; Michaux, Drisse ordugâhının kusurunun arkasında ırmak bulunmasından ileri geldiğini, Pfuhl ise bu durumun ordugâhın kuvvetli yanı olduğunu savunuyordu. Tolly bir plan teklif ediyor, Armfeldt bir başka plan ileri sürüyordu; hepsi yararlı ya da kusurluydu bunların, tekliflerin üstün yanı ancak olay gerçekleştiği an belli olacaktı. Öyleyse neden herkes askerî dehadan söz ediyordu? Peksimetin dağıtılmasını tam zamanında emretmesini ya da birinin sağa, birinin sola gitmesi konusunda emir vermesini bilen kimse mi askerî dehaydı? Generaller sadece, şatafat ve iktidara bürünmüş olduklarından ve bir alçaklar güruhu, onlara olmayan sıfatlar yakıştırarak iktidara dalkavukluk ettiği için kendilerine dâhi diyor. Tam tersine, tanıdığım en iyi generaller kalın kafalı ya da dalgın kimselerdi. Aralarında en iyisi Bagration’dur. Napolyon da kabul etmiştir bunu. Ya Napolyon? Austerlitz savaş alanında, kendinden hoşnut ve kaba yüzünü hatırlarım onun. İyi bir komutan için dehada özel nitelikler de gerekli değildir; tam tersine insanın en yüksek, en iyi niteliklerinden, sevgiden, şiirden, şefkatten, felsefi şüpheden yoksun olması gerekir onun. Dar görüşlü, yaptığı işin çok önemli olduğundan kesinlikle emin -yoksa sabrı taşar- bir kimse olmalıdır; o ancak o zaman yiğit bir komutan olacaktır. Birini sevmekten, birine acımaktan, haklı ve haksız üzerinde düşünmekten Tanrı korusun onu! Kudretli olduklarından, eski zamanlardan beri onlar için deha diye bir şey uydurulmuş olması kolayca anlaşılıyor. Savaştaki başarı onların eseri değildir çünkü zafer ya da mağlubiyet, ilk saflarda bulunan ve ilk olarak “Hurra!” ya da “Mahvolduk!” diye bağıran askere bağlıdır aslında ve yararlı olmaya kesinlikle inanarak ancak saflarda hizmet edilebilir.

Tartışmaları dinlerken işte böyle düşüncelere dalıp gitmişti Prens Andrey ve toplantı dağılırken Paulucci seslendiğinde kendini toparladı.

Ertesi gün resmigeçitte İmparator, Prens Andrey’e nereye atanmak istediğini sordu ve Prens, Majestelerine bağlı olmak yerine orduda hizmet etmek iznini isteyince saray mensuplarının gözünde eline geçen büyük şansı geri dönüşü olmayacak bir şekilde kaybetmiş oldu.

XII

Seferin başlamasından önce Rostof, anne babasından bir mektup almıştı. Mektupta, Nataşa’nın hasta olduğu ve Prens Andrey ile nişanının bozulduğu (Nataşa istemediği için böyle olduğu ileri sürülüyordu.) kısaca belirtildikten sonra, istifa etmesi ve eve dönmesi bir kere daha isteniyordu. Nikolay mektubu alınca istifa etmek şöyle dursun, izin bile istemeyi düşünmedi. Nataşa’nın hastalığına ve nişanın bozulmasına üzüldüğünü, isteklerini yerine getirmek için elinden geleni yapacağını yazdı. Sonya’ya da ayrı bir mektup gönderdi.

Ruhumun tapındığı sevgi… diyordu mektubunda. Yalnızca onurum, eve gelmemi engelliyor. Seferin başlayacağı şu sırada, mutluluğumu ödevime, aşkımı yurduma tercih etseydim; yalnızca bütün arkadaşlarımın değil, kendi gözümde de onursuz bir kimse olacaktım. Ama son ayrılığımız olacak bu. Bil ki savaştan sonra hâlâ yaşıyor ve senin tarafından seviliyorsam her şeyi bırakıp seni, ateşli bağrımda artık ayrılmamacasına sıkmak için oraya koşacağım.

Gerçekten de yalnızca savaşın başlamak üzere olması Rostof’u verdiği söz gereği geri gelip Sonya ile evlenmekten alıkoymuştu. Otradnoye’de avlarla geçen güz, kış mevsiminin Noel eğlenceleri ve Sonya’nın aşkı; sakin hazlarla ve kış hayatının tatlarıyla dolu ve daha önce bilmediği ama şimdi büyüsüne kapıldığı bir dünya açmıştı ona. Kusursuz bir eş, çocuklar, bir yığın av köpeği, on on iki çift rüzgâr gibi koşan tazı, toprakların yönetimi, komşular, belki de soyluların oyuyla yükleneceğim görevler… diye düşünüyordu. Ama savaş başlıyordu şimdi ve alayında kalmak zorundaydı. Ve böyle olduğu için de Nikolay Rostof, yaradılışı dolayısıyla, alaydaki hayatından daha az hoşnut değildi ve bu hayatı zevkli hâle getirmeyi bilmişti.

İzinden gelince arkadaşları tarafından sevinçle karşılanan Nikolay, at tedarikiyle görevlendirilmiş ve Ukrayna’dan, kendisinin çok beğendiği ve komutanlarının kutlamalarına neden olan çok güzel atlar getirmişti. Bu arada yüzbaşılığa yükseltilmiş ve alay savaş durumuna getirilip mevcudu takviye edilince eski bölüğü yine kendisine verilmişti.

Savaş başlayınca alay, Polonya’ya yöneldi; aylıklar iki katına yükseldi; yeni subaylar, yeni askerler, atlar geldi. Özellikle savaşın başlangıcında görülen neşe, her yanı kapladı ve alay içindeki durumunun avantajlarını bilen Rostof; er geç ayrılacağını bildiği hâlde askerliğin zevklerine ve ödevlerine bütün benliğiyle verdi kendini.

Birlikler, çeşitli siyasal ve taktiksel nedenlerden ötürü Vilno’dan çekilmişlerdi. Çekilmenin her adımına, karargâhta; çıkarların, iddiaların, tutkuların karmakarışık çatışmaları eşlik ediyordu. Ama yazın ortasında bol erzakla gerçekleştirilen bu çekilme, Pavlograd hafif süvarileri için kolay ve tatlı bir işti. Korku, endişe ve entrikaya yalnızca genel karargâhta rastlanıyordu; orduda ise nereye ve niçin gidildiği bile sorulmuyordu. Geri çekilme, alışılmış bir yerden uzaklaşmaya ya da güzel bir Polonyalı kızdan ayrılmaya neden olduğu için esefle karşılanıyordu. İşlerin kötü gittiği düşünülecek olsa bile, iyi bir asker olarak neşe hiçbir zaman kaybolmuyor; genel durum üzerinde durulmuyor ve hemen yapılması gereken işle ilgileniliyordu. Başlangıçta, Polonyalı çiftlik sahipleriyle ahbaplık ederek resmigeçide hazırlanarak ve Çar ya da yüksek komutanlar tarafından teftiş edilerek Vilno kıyılarında tatlı bir zaman geçirmişlerdi. Daha sonra Sventsyanı’ya çekilme ve taşınamayacak erzakı yok etme emri geldi. Sventsyanı, bütün orduda sarhoşluk ordugâhı diye ün saldığından ve ayrıca, çevreden erzak toplamak emri bahanesiyle at, araba ve Polonyalı toprak sahiplerinden halılar toplandığı ve bu yüzden birliklerden çok yakınıldığı için unutulamayan bir yerdi. Rostof, Sventsyanı’yı, buraya ilk geldiği gün bölük eminini değiştirdiği ve kendisinin haberi olmadan beş fıçı eski birayı götüren zilzurna sarhoş olmuş bütün bir bölüğün hakkından gelemediği için hatırladı. Sventsyanı’dan çekile çekile Drissa’ya kadar geldiler. Sonra, Drissa’dan da çekildiler ve Rus sınırlarına yaklaştılar.

13 Temmuz’da Pavlograd hafif süvarileri, ilk olarak ciddi bir durumla karşılaştılar.

12 Temmuz gecesi, harekâttan önce şiddetli bir fırtına patladı; yağmur ve dolu yağdı. 1812 yaz mevsimi, genellikle fırtınalarla başlamıştı.

İki Pavlograd Süvari Bölüğü, büyükbaş hayvanların ve atların çiğneyip ezdikleri başaklanmış bir çavdar tarlasında açık ordugâh kurmuştu. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu ve Rostof, himayesine aldığı Genç Subay İlin yanında olduğu hâlde, aceleyle kurulmuş bir barakadaydı. Kurmaylıktan dönerken yağmura tutulmuş sarkık bıyıklı bir subay, Rostof’un yanına geldi.

“Kurmaylıktan geliyorum Kont. Rayevski’nin kahramanlığını duydunuz mu?” dedi.

Ardından Saltanovka çarpışmasının ayrıntılarını anlatmaya koyuldu.

Rostof; içine yağmur damlaları sızan boynunu kısmış piposunu içiyor, söylenenleri ilgisizlikle dinliyor ve arada bir yanında oturan Genç Subay İlin’e bakıyordu. On altı yaşındaki bu Subay, alaya yeni gelmişti ve Nikolay’a olan ilgisi, yedi yıl önce Nikolay’ın Denisof’a olan ilgisinden farksızdı. İlin her şeyde onu taklit etmeye çalışıyordu ve ona sanki bir kadın gibi vurgundu.

Uzun bıyıklı Subay Zdrjinski, Saltanof Bendi’nin Rusların Termopil’i durumuna geldiğini ve bu bentte General Rayevski’nin Antik Çağ’a yaraşır göz kamaştırıcı bir başarıyı nasıl gerçekleştirdiğini üzerine basa basa anlatıyordu. General, iki oğluyla korkunç bir ateş altında bentte ilerlemiş ve onlarla birlikte saldırıya kalkmıştı. Rostof bu öyküyü dinlerken Zdrjinski’nin coşkusunu paylaşmak için bir şey söylemiyordu ve ters bir şey söylemek de istemiyordu. Anlatılanlardan utanç duymuş gibi görünüyordu. Savaş olayları anlatılırken kendisinin de yaptığı gibi insanların her zaman yalan söylediklerini, Austerlitz’den ve 1807 savaşlarından bu yana kişisel tecrübelerinden biliyordu Rostof. Ayrıca savaşta her şeyin, hayal edildiği ve anlatıldığından bambaşka bir şekilde olup bittiğini bilecek kadar da tecrübesi vardı. Bundan ötürü her zamanki gibi karşısındakinin burnunun dibine sokulup konuşan ve bu daracık barakada onları rahatsız eden koca bıyıklı Zdrjinski de öyküsü de Rostof’un hoşuna gitmemişti. Rostof bir şey demeden bakıyordu ona.

Önce saldırılan bent üzerinde korkunç bir kargaşa vardı şüphesiz ve Rayevski oğullarıyla ileri atılmış bile olsa bu davranış ancak en yakınındaki beş on kişi üzerinde etkili olabilirdi. Ötekiler nasıl ve kiminle ileri atıldığını görmezlerdi. Görselerdi bile, coşkuya kapılmazlardı. Çünkü kendi canlarını kurtarmak söz konusuyken Rayevski’nin şefkatli babalık duyguları onlar için ne anlam taşıyabilirdi ki? Sonra bize öğrettiklerine göre Termopil’de olduğu gibi yurdumuzun alın yazısı, Saltanof Bendi’nin alınıp alınmamasına bağlı değildi. Öyleyse neye yarardı böyle bir fedakârlık? Sonra çocukları savaşa bulaştırmak niye? Değil kardeşim Petya’yı, yabancım olan şu efendi çocuğu, İlin’i, bile karıştırmak istemezdim savaşa; güvenlik içinde olacağı bir yere gönderirdim onu… diye düşünüyordu Rostof, Zdrjinski’yi dinlerken.

Ama düşüncelerini açıklamıyordu, bu konuda çok tecrübesi vardı. Bu öykünün, silahlı birliklerimizin onurunu yükselteceğini ve bundan ötürü ona inanıyormuş gibi görünmek gerektiğini biliyordu. Yaptığı da buydu.

Zdrjinski’nin sözlerinin Rostof’un hoşuna gitmediğini fark eden İlin, “Dayanılacak gibi değil…” dedi. “Çoraplar da gömlek de üstümde ne varsa sırılsıklam. Sığınacak bir yer arayayım. Daha az yağıyor galiba.”

İlin çıktı ve Zdrjinski de yola koyuldu.

Beş dakika geçmemişti ki ayaklarını çamurda şaplatarak İlin barakaya koştu.

“Hurra! Hemen gel Rostof. Buldum! İki yüz adım ötede bir han var, bizimkiler yerleşmişler bile. Hiç olmazsa üstümüzü kuruturuz, Mariya Genrihovna da orada.”

Mariya Genrihovna, alay doktorunun karısıydı. Doktor, bu genç ve güzel Alman kadınıyla Polonya’da evlenmişti. Başka bir çaresi olmadığı ya da evliliğinin başlarında genç karısından ayrılmak istemediği için alayla birlikte gittiği her yere onu da götürüyordu ve kıskançlığı, hafif süvari subaylarının her zamanki şaka ve alaylarının konusu oluyordu.

Rostof pelerinini sırtına attı, eşyalarını alıp arkalarından gelmesi için Lavruşka’ya seslendi ve İlin’le birlikte çamurlarda kayarak, sulara batıp çıkarak hafifleyen yağmur altında, kimi zaman uzaklarda çakan şimşeklerle yırtılan gecenin karanlığında yola koyuldu.

“Rostof, neredesin?”

“Buradayım. Amma şimşek ha!” diye konuşuyorlardı.

XIII

Önünde doktorun kibitkası44 duran handa beş altı subay vardı. Sarışın ve tombulca bir Alman kadını olan Mariya Genrihovna; sırtında bir entari, başında gece başlığıyla geniş bir kanapenin üzerinde baş köşeye kurulmuştu. Doktor kocası da arkasında uyuyordu. Rostof ve İlin, kahkahalar ve neşeli bağırışlarla karşılanarak içeri girdiler.

“Bak hele! Çok eğleniyorsunuz galiba…” dedi Rostof gülerek.

“Ya siz nerelerdeydiniz?”

“Şunlara bak. Sırılsıklam olmuşlar. Bizim salonu suya boğmayın!”

“Mariya Genrihovna’nın elbiselerini kirletmeyin!” diyen sesler duyuldu.

Rostof ve İlin, Mariya Genrihovna’yı utandırmadan elbiselerini değiştirebilecekleri bir yer bulmaya çalıştılar. Bölmenin arkasındaki dipteki yere geçmek istediler. Ama boş bir sandığın üzerindeki, bir tek mumun ışığında kart oynayarak burasını tamamen doldurmuş olan üç subay, yerlerini onlara vermek istemedi. Mariya Genrihovna, perde yerine kullanılmak üzere bir etekliğini onlara ödünç verdi ve bu perde arkasında Rostof’la İlin, eşyaları getirmiş olan Lavruşka’nın da yardımıyla ıslak elbiselerini çıkarıp kurularını giydiler.

Kırık dökük bir sobada ateş yakıldı. Bulunan bir tahta, iki eyerin üzerine yerleştirildi ve üzerine bir çul serildi; bir semaver, bir sandık ve yarım şişe rom bulundu. Mariya Genrihovna’dan, ev sahibeliği yapmasını istediler ve hepsi onun çevresinde toplandılar. Biri küçücük ellerini kurulaması için temiz bir mendil veriyor, öteki ayaklarını rutubetten korumak için süvari ceketini yere seriyor, bir başkası hava cereyanını önlemek için peleriniyle pencereyi kapatıyor, başka biri de uyanmasın diye kocasının yüzünden sinekleri kovuyordu.

Mariya Genrihovna, çekingen ve mutlu bir şekilde gülümseyerek “Bırakın onu…” dedi. “Geceyi uykusuz geçirdi, top patlasa uyanmaz!”

Subay, “Olmaz Mariya Genrihovna, doktora çok iyi bakmalı…” dedi. “Belki o da ayağımı ya da kolumu keseceği zaman şefkatle davranır.”

Yalnız üç bardak vardı ve su çok bulanık olduğu için çayın koyu mu açık mı olduğu belli olmuyordu. Semaver de ancak altı bardaklık su alıyordu. Ama bardağı, kıdem sırasına uygun olarak Mariya Genrihovna’nın kısa tırnaklı ve pek temiz olmayan elinden almak da çok hoştu. O gece, bütün subaylar Mariya Genrihovna’ya gerçekten vurulmuş gibiydiler. Bölmenin arkasında kâğıt oynayan subaylar bile oyunu bırakıp semavere yaklaştılar, genel havaya uydular ve Mariya Genrihovna’ya kur yapmaya başladılar. Böyle seçkin ve terbiyeli gençlerle sımsıkı sarılmış olan Mariya Genrihovna’nın yüzü mutlulukla parlıyordu. Saklamaya çalışmasına ve arkasında uyuyan kocasının her hareketinden korkuyla irkilmesine rağmen belliydi bu.

Bir tek kaşık vardı ve şeker boldu. Ama herkesin çayını karıştırması çok uzun sürdüğü için Mariya Genrihovna’nın sırayla karıştırmasını önerdiler. Rostof bardağını aldı, içine rom koydu ve karıştırmasını rica etti Mariya Genrihovna’dan.

Kendisinin ya da başkalarının söyledikleri çok eğlenceli şeylermiş gibi durmadan gülümseyen Mariya Genrihovna, “Ay! Şekersiz mi içiyorsunuz?” dedi.

“Bana şeker gerekli değil, bardağımı güzel elinizle karıştırmanız yeter…” dedi Rostof.

Mariya Genrihovna, birisinin aşırdığı kaşığı aramaya başladı.

“Küçük parmağınızla karıştırın.” dedi Rostof. “Daha tatlı olur.”

Mariya Genrihovna kızardı. “Ama sıcak!”

İlin; su dolu kovayı aldı, içine biraz rom damlattı ve parmağıyla karıştırmasını Mariya Genrihovna’dan rica etti:

“Bu benim fincanım, parmağınızı sokun, hepsini içeceğim.”

Semaver boşalınca iskambil kâğıtlarını alan Rostof, Mariya Genrihovna ile kral oyunu oynamayı önerdi. Onunla oynamak için kura çektiler. Rostof’un teklifiyle kral olan, Mariya Genrihovna’nın elini öpme hakkını kazanacaktı; sonda kalan da doktor uyanınca ona yeni bir semaver hazırlayacaktı.

“Ya Mariya Genrihovna kral olursa?” diye sordu İlin.

“O bizim kraliçemiz zaten, sözleri yasa sayılır!”

Oyuna başladıkları sırada Mariya Genrihovna’nın arkasından, doktorun karmakarışık yüzü yükseldi birden. Çoktandır uyumuyor ve söylenenleri dinliyordu. Bütün bu sözlerde ve davranışlarda, gülünecek ya da eğlenceli hoş bir yan bulmadığı belliydi. Yüzünde sıkıntı ve bezginlik okunuyordu. Subayları selamlamadı, biraz kasındı ve çıkmak için yol istedi onlardan. Dışarı çıkar çıkmaz bütün subaylar kahkahalarla gülmeye başladılar. Mariya Genrihovna, ağlayacak gibi kıpkırmızı oldu ve bu, subayların gözünde daha da çekici yaptı onu. Geri dönen doktor, karısına (Artık eskisi gibi neşeyle gülümsemiyor ve kocasının söyleyeceklerini bekleyerek korkuyla bakıyordu ona.) yağmurun dindiğini, geceyi geçirmek için kibitkaya gitmek gerektiğini yoksa her şeyi çalıp götüreceklerini söyledi.

“Bir iki emir eri gönderirim doktor, yapmayın…” dedi Rostof.

“Ben nöbet tutarım…” diye atıldı İlin.

“Hayır beyler, siz uykunuzu aldınız ama iki gecedir gözümü kırpmadım ben…” dedi doktor.

Ve asık suratla karısının yanına oturup oyunun sonunu beklemeye başladı.

Yan gözle karısını süzen doktorun somurtkan yüzüne bakan subaylar, daha da neşelendiler ve yeri gelince kahkahalarını koyvermekten alamadılar kendilerini. Doktor, karısını alıp çıkarak onunla kibitkaya yerleşince subaylar, ıslak kaputlarına sarınarak handa yattılar. Ama uzun süre doktorun surat asması, karısının neşesi üzerinde çene çaldılar ya da merdivenlere kadar gidip arabada olup bitenleri anlatarak uyumadılar. Birkaç kere başını örterek uyumak istedi Rostof ama birisi yeniden bir söz attı ortaya, yeniden bir konuşma başladı ve ardından nedensiz, neşeli ve çocukça kahkahalar yeniden yükseldi.

XIV

Bölük emini gelip Ostrovno denilen yere hareket edilmesi emrini getirdiğinde saat sabahın üçüydü ve daha kimse uyumamıştı.

Subaylar çene çalıp neşeyle yeniden gülerek hızla hazırlandılar, bulanık suyla semaveri kaynattılar. Ama Rostof, çayı beklemeden bölüğe gitti. Ortalık ağarmış, yağmur dinmiş, bulutlar dağılmıştı. Hava rutubetliydi ve iyice kurumamış elbiseler üşütüyordu insanı. Handan çıkarken Rostof ile İlin; sabahın alaca karanlığında, doktorun yağmurda parıldayan meşin kaplı kibitkasına göz attılar. Doktorun bacakları meşin perdenin dışına taşmıştı; ortada, bir yastık üzerinde karısının gece başlığı görülüyor, solumaları duyuluyordu.

Rostof, “Çok hoş bir kadın gerçekten…” dedi İlin’e.

“Çok nefis bir kadın!” diye cevap verdi İlin, on altı yaşın büyüklük taslamasıyla.

Yarım saat sonra süvari bölüğü, sıraya dizilmiş yolun üzerinde duruyordu.

“At bin!” komutu duyuldu.

Askerler haç çıkararak atlarına bindiler. Rostof başa geçip “İleri!” komutunu verdi.

Hüsarlar;45 dörtlü sıralar hâlinde, çamurdan duyulan şapırtılı nal sesleri, kılıç şakırtıları ve mırıldanmalar arasında, iki yanında kayın ağaçları bulunan geniş yolda, piyadenin ve topçunun arkasından yola koyuldular.

Rüzgâr, tan yerinde kıpkırmızı kesilmiş darmadağınık laciverdimsi mavi bulutları önüne katmış sürüyordu. Ortalık gittikçe aydınlanıyordu. Yan yollarda her zaman biten o kıvır kıvır, yağmurda iyice ıslanmış otlar; rüzgârda sallanan ve sağa sola saydam damlalar serpen ıslak kayın ağacı dalları iyice görünüyordu şimdi. Askerlerin yüzleri de gittikçe daha belirginleşmişti. Yanlarından ayrılmayan İlin’le birlikte Rostof, yolun kenarındaki çift sıra kayın ağaçları arasında ilerliyordu.

Rostof cephede, alay atına değil de kazak atına biniyordu. Attan çok iyi anlıyordu ve bu işin meraklısıydı. Kısa bir süre önce ak yeleli, sert, iri bir don atı edinmişti. Bu atla herkesi geçiyordu. At büyük bir zevk veriyordu Rostof’a. Yolda ilerlerken atını, doktorun karısını düşünüyor; ağaran günü seyrediyordu. Kendilerini bekleyen tehlike, aklının ucundan bile geçmiyordu.

Savaşa giderken korkardı eskiden, oysa şimdi en hafif bir korku yoktu içinde. Bunun nedeni savaşa alışmış olması (Tehlikeye alışılmaz.) değil, tehlike karşısında kendine hâkim olmasını öğrenmesiydi. Çarpışmaya giderken kendisini en fazla ilgilendirmesi gereken şeyden, bekleyen tehlikeden başka her şeyi düşünme alışkanlığını edinmişti. Bütün çabalarına, kendini korkaklıkla suçlayıp durmasına rağmen ilk zamanlar yapamadığı bu şey; yıllar geçince kendiliğinden oluşmuştu. Ve şimdi dallardan eline gelen yaprakları ara sıra kopararak, kimi zaman ayağıyla atının sağrısına dokunarak içip bitirdiği pipoyu geri dönmeksizin arkasındaki hüsara vererek yanında İlin olduğu hâlde, sanki gezmeye çıkmış gibi kayın ağaçları arasında sakin ve kaygısız ilerliyordu. Sinirli sinirli konuşan İlin’in yüzünü görünce üzülmekten de kendini alamıyordu. Dehşeti ve ölümü beklerken insanın çektiği korkunç azabı kendi tecrübelerinden biliyordu ve buna zamandan başka hiçbir şeyin kâr etmeyeceğinden de şüphesi yoktu.

Güneş, bulutlar arasındaki tertemiz bir boşluğa çıkınca rüzgâr da bu güzel yaz sabahını bozmak istemiyormuş gibi dinmişti. Yağmur damlaları hâlâ damlıyordu ama sağa sola değil, dikine düşüyorlardı toprağa. Güneş ufukta iyice yükseldi ve ince uzun bir bulutun içinde kayboldu. Biraz sonra, bulutun kenarını yırtarak eskisinden daha parlak bir şekilde yeniden göründü. Her şey daha parlak, daha ışıltılıydı şimdi. Ve parlak ışıkla birlikte, sanki ona bir cevap veriyormuşçasına top sesleri duyuldu.

Rostof, kendini toparlayıp ne kadar uzaklıkta ateş edildiğini kestirmeye çalışıyordu ki Kont Osterman-Tolstoy’nun bir yaveri Vitebsk’ten dörtnala çıkageldi ve tırısa kalkılması emrini getirdi.

Süvari bölüğü çabuk ilerlemek için acele eden piyadeyi ve topçuyu geride bıraktı, sırtı aştı, terk edilmiş boş bir köyden geçti, yeniden bir sırta tırmandı. Atlar köpürmeye, askerlerin yüzü kızarmaya başlamıştı.

Tümen komutanının sesi duyuldu:

“Dur! Hizaya gir!”

“Sağa çark, adımla ileri, arş!” komutu yükseldi ileriden.

Hüsarlar, birlikler boyunca ilerleyip sol kanada yöneldiler ve ilk hatta yer alan Uhlanların arkasında durdular. Sağda, piyademizin yoğun hattı göze çarpıyordu ve bunlar yedekleri oluşturuyorlardı. Onların üzerinde tepeden, apaçık ve tertemiz havada, sabahın eğri ve parlak ışıkları altında, tam ufuk hattında toplarımız görülüyordu. İleri hattımız, derede düşmanla savaşa tutuşmuş; mermi yağdırıyordu.

Çoktandır duymadığı bu sesler sanki canlı bir musikiymiş gibi coşturmuştu Rostof’u. “Trap-ta-ta-tap” diye silah sesleri ansızın aralıklı ya da art arda duyuluyordu. Sonra her şey susuyor ve üzerine basılmış kestane fişeklerinin patlaması gibi sesler yeniden işitiliyordu.

Hüsarlar, oldukları yerde bir saat kadar durdular. Bu sefer topçu ateşi başlamıştı. Maiyetiyle süvari bölüğünün arkasından geçen Kont Osterman, durup alay komutanıyla konuştu ve sonra topların olduğu yere yöneldi.

1...34567...17
bannerbanner