Читать книгу Savaş ve Barış II. Cilt (Лев Николаевич Толстой) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Savaş ve Barış II. Cilt
Savaş ve Barış II. Cilt
Оценить:
Savaş ve Barış II. Cilt

3

Полная версия:

Savaş ve Barış II. Cilt

İmparator henüz Vilno’da bulunduğu zaman, kuvvetlerimiz üç parçaya ayrılmıştı: Birinci ordu Barclay de Tolly’nin, ikincisi Bagration’un, üçüncüsü Tormasof’un komutasındaydı. İmparator birinci ordudaydı ama başkomutan değildi. Günlük emirlerde, komuta edeceği değil; yalnızca orduda bulunacağı söyleniyordu. Ayrıca, başkomutanlık kurmayı yoktu; sadece imparatorluk büyük karargâhının kurmayı vardı. Yanında imparatorluk kurmayı başkanı, karargâh komutanlığı generali, Prens Volkonski, generaller, yaverler, diplomatlar ve çok sayıda yabancı vardı ama ordu kurmayı yoktu. Bununla beraber, belli bir görevi olmaksızın eski Savunma Bakanı Arakçeyef, rütbe bakımından en kıdemli general olan Kont Bennigsen, Çareviç Büyük Prens Konstantin Pavloviç, Başbakan Kont Rumyantsef, eski Prusya Bakanı Stein, İsveç Generali Armfeldt, sefer planının baş düzenleyicisi Pfuhl, Prusyalı General Yaver Paulucci, Woltzugen ve daha başkaları da İmparator’un yanındaydılar. Bunların, orduda resmî görevleri yoktu ama durumları dolayısıyla etki gösteriyorlardı ve kimi zaman, bir kolordu komutanı ve hatta Başkomutan, Bennigsen’in ya da Büyük Prens’in ya da Arakçeyef’in ya da Volkonski’nin; herhangi bir soruyu niçin sorduğunu ya da niçin bir öneride bulunduğunu, onların açıkladığı tavsiye niteliğindeki bir emrin yerine getirilip getirilmemesi gerektiğini bilmiyordu. Ama bu dış görünüşte böyleydi; İmparator’un ve saraya bağlı bütün bu insanların (İmparator’un karşısında herkes saraya bağlı bir insan oluyordu.) orada bulunuşunun taşıdığı gerçek anlam, kimsenin gözünden kaçmıyordu. İşin içyüzü şuydu: İmparator, başkomutan unvanını almamıştı ama bütün orduları yönetiyordu ve çevresindekiler onun yardımcılarıydı. Arakçeyef, düzenin sadık bekçisi ve İmparator’un fedaisiydi. Bennigsen, Vilno eyaletinde toprak sahibiydi ve bölgenin temsilcisi olarak Hükümdar’ı ağırlayan kimse olarak görünüyordu ama tavsiyeleriyle yararlı olan değerli bir generaldi ve Barclay’ın yerine geçirilmek üzere el altında bulunduruluyordu. Büyük Prens, canı istediği için oradaydı. Eski Bakan Stein ise yararlı tavsiyelerde bulunuyordu ve İmparator, onun niteliklerini çok beğeniyordu. Armfeldt, Napolyon’un can düşmanıydı ve kendine çok güvenen bir generaldi; bu da İmparator’u etkiliyordu. Paulucci, dobra dobra ve kendinden emin konuşmasından ötürü oradaydı. General yaverler de oradaydı çünkü İmparator’un bulunduğu her yerde onlar da bulunuyordu. Son olarak ve özellikle Pfuhl oradaydı çünkü Napolyon’a karşı savaş planını düzenlemiş ve bunun, kusursuz bir plan olduğuna Aleksandr’ı inandırarak bütün harekâtı yönetmeye başlamıştı. Sorunları hemen kesip atan, tepeden bakıp herkesi küçümseyen derin bir kuramcı olan Pfuhl’un düşüncelerini daha anlaşılabilir bir şekilde açıkladığı için Wolzogen de onun yanında bulunuyordu.

Yukarıda adı geçen Ruslardan ve yabancılardan (özellikle, kendi çevreleri dışındaki bir çevrede çalışanlara özgü bir ataklıkla Tanrı’nın her günü beklenmedik yeni fikirler ileri süren bu yabancılardan) başka, ikinci derecede önemli birçok kimse de efendileri orada olduğu için ordudaydı.

Bu kaynayıp duran, parlak ve gururlu kalabalık içinde ortaya çıkan görüşlerde ve kanaatlerde, kesin çizgilerle ayrılan eğilimlerin ve grupların oluşturduğu alt bölümleri açıkça görüyordu Prens Andrey.

Birinci grupta; çapraz hareket, çevirme vs.leri kapsayan değişmez birtakım yasalara dayanan bir savaş biliminin varlığına kesinlikle inananlar yer alıyordu. Bunların kuramcıları Pfuhl idi. Pfuhl ve taraftarları, bu sözde savaş kuramının sağlam yasaları uyarınca ülkenin içine doğru çekilmek gerektiğini ileri sürüyorlar ve bu kurama aykırı her düşünceyi bir barbarlık, bilgisizlik ve kötü yüreklilik olarak görüyorlardı. Bu grupta Alman prensleri Wolzogen, Wintzingerode ve çoğu Alman olan başka kimseler vardı.

İkinci grup birincinin karşıtıydı. Her zaman olduğu gibi bir aşırı ucun yanında, öteki aşırı ucun temsilcileri yer almıştı. Vilno’dan beri, Polonya’ya saldırmayı ve önceden düzenlenen hiçbir plana bağlı kalmamayı isteyenler bu grupta idi. Eylemde atılganlıktan yana olmalarından başka bunlar, ulusalcı ruhla da doluydular ve bundan ötürü tartışmalarda daha da tekelci bir tutum benimsiyorlardı. Bunlar Ruslardı: Bagration, sivrilmeye başlayan Yermolof ve başkaları. Yermolof’un İmparator’dan, tek inayet olarak kendisini Almanlığa terfi ettirmesini rica ettiği ağızdan ağıza dolaşıyordu. Bu gruptakiler Suvorof’u anarak uzun uzadıya düşünmek, haritaların üzerine iğneler tutturmak yerine; dövüşmek, düşmanı yenmek, onun Rusya’ya girmesini önlemek ve birliklerin moralinin bozulmamasını sağlamak gerektiğini ileri sürmekteydiler.

İmparator’un en fazla güvendiği üçüncü grupta ise bu iki eğilimi uzlaştırmak isteyen saray mensupları bulunuyordu. Çoğu sivil olan bu kimseler (ve özellikle onlar arasında yer alan Arakçeyef), bir görüş ve inanışları olmayan ama varmış gibi görünmeye çalışan bütün insanlar gibi düşünüyor ve konuşuyorlardı. Bonapart (Napolyon’a yeniden “Bonapart” deniyordu.) gibi bir dâhiye karşı girişilecek savaşta enine boyuna düşünmek; derin bilgilere sahip olmak; Pfuhl’un bu açıdan eşsiz olduğunu ama kuramcıların, genellikle dar bir açıdan baktıklarını da kabul etmek ve bundan ötürü onlara körü körüne inanmamak; Pfuhl’un karşısındakilere, işe önem veren bu tecrübeli insanlara da kulak vermek ve bu iki karşıt eğilim arasında ortayı bulmak gerektiğini ileri sürüyorlardı. Bunlar, Drissa ordugâhını Pfuhl’un planına uygun olarak muhafaza edip öteki iki ordunun harekâtını değişikliğe uğratmayı kabul ettirmiş bulunmaktaydılar. Böylece iki amaçtan hiçbiri elde edilmemiş olmasına rağmen bu gruptakiler, bunu çok daha iyi olduğuna inanıyorlardı.

Dördüncü eğilimin en önde gelen temsilcisi Veliaht Büyük Prens’ti. Fransızları büyük bir gözü peklikle yeneceğini düşünerek başında miğferi, sırtında süvari muhafız ceketiyle, resmigeçitteymiş gibi muhafız birliği başında ilerlerken birden kendini en ileri hatta bulan ve o büyük kargaşa içinde canını zor kurtaran Veliaht, Austerlitz’deki bu hayal kırıklığını hiç unutamıyordu. Bu gruptakilerin yargılarında, içten olma üstünlüğü ve kusuru vardı. Napolyon’dan korkuyorlardı; onda kuvveti, kendilerinde güçsüzlüğü görüyor ve bunu açıkça söylüyorlardı. Durmadan şöyle tekrarlıyorlardı:

“Bütün bunlar mutsuzluk, utanç ve felaketten başka şey getirmeyecek! Vilno’yu bıraktık, Vitebsk’i elden çıkardık, Drissa’yı da bırakacağız! Yapabileceğimiz tek şey, Petersburg’dan kovulmadan önce en kısa zamanda barış yapmaktır!”

Bu görüş, ordunun üst düzeylerinde çok yaygındı ve hem Petersburg’da hem de başka nedenlerden, yani devletin varlığına ilişkin nedenlerden dolayı barış isteyen Başbakan Rumyantsef tarafından destekleniyordu.

Beşinci olarak, bir insan olarak değil de savunma bakanı ve komutan olarak Barclay de Tolly’yi tutanlar geliyordu. Bunlar şöyle diyorlardı: “Kusurları ne olursa olsun (Hep bu sözlerle başlanıyordu söze.), namuslu, ciddi bir adam bu ve daha iyisi yok. Ona gerçek yetkiyi verin, savaşın başarıyla yönetilmesi için gerekli bir şart olan komuta birliğini sağlayın, bakın Finlandiya’da gösterdiği gibi neler yapacak! Ordumuz örgütlüyse, güçlüyse ve Drissa’ya kadar hiçbir yenilgiye uğramadan çekildiyse bunu yalnızca Barclay’a borçluyuz. Şimdi yerine Bennigsen getirilse her şey mahvolacak çünkü Bennigsen, işe yaramadığını 1807’de gösterdi.”

Altıncı grubu oluşturan Bennigsen taraftarları da aynı şekilde; ondan daha becerikli ve tecrübeli kimse bulunmadığını, ne yapılırsa yapılsın sonunda ona dönüleceğini ileri sürüyorlardı. Ve Drissa’ya kadar çekilmemizi, en utanç verici bir yenilgi ve hatalar zinciri olarak görüyorlardı. “Yanlışlar ne kadar çoğalırsa o kadar iyi…” diyorlardı. “En azından, böyle devam edilemeyeceği anlaşılacak. Bize gerekli olan, Barclay gibi biri değil; 1807’de kendisini göstermiş olan ve Napolyon’un bile hak verdiği Bennigsen gibi bir adam ve otoritesi seve seve kabul edilecek bir komutandır; bu da Bennigsen’den başkası olamaz.”

Yedinci grup, hükümdarların -özellikle genç hükümdarların- çevresinde her zaman bulunan ve İmparator Aleksandr’ın yanında sayıları çok kabarık olan ve ona, hükümdarlığından çok kişiliğinden dolayı ve Rostof’un 1805’te bağlı olduğu gibi çıkar gözetmeksizin büyük bir saygı ve hayranlıkla içten bağlı olan ve sadece bütün erdemleri değil insanca üstünlüklerin hepsini de atfeden generaller ve yaverler bulunuyordu. Bunlar, Hükümdar’ın, ordulara komuta etmemekle gösterdiği alçak gönüllülüğe hayran kalmakla birlikte, bu aşırı alçak gönüllülükten ötürü onu kabahatli buluyorlar ve bir tek şey istiyorlar, bir tek şey üzerinde ısrar ediyorlardı: Taparcasına bağlı oldukları Hükümdar’ın, bu kendine güvensizliği bırakarak ordunun başına geçtiğini açıklamasını, başkomutanlık kurmayını nezdinde hemen oluşturmasını, gerekiyorsa kuramcılara ve tecrübeli uygulamacılara danışmasını ve böyle davranarak coşturup yüreklendireceği birlikleri bizzat yönetmesini istiyorlardı.

En kalabalık ve ötekilere oranı doksan dokuza bir olan sekizinci grup ise sadece tek bir şeyi, yani ötekilerin hepsinden daha temel olan şeyi; kendileri için en fazla yarar ve zevki isteyen kimselerden oluşuyordu. İmparator’un büyük karargâhında kaynaşan ve birbirine karışan entrikaların bulanık suyunda, başka zaman hayal edilemeyecek şeyler başarılabilirdi. Kimi, kendisine büyük avantajlar sağlayan görevini elden kaçırmamak için bugün Pfuhl’un görüşlerini, yarın hasmının görüşlerini benimsiyor, öbür gün de İmparator’un hoşuna gitmek ve sorumluluktan sıyrılmak için o konuda hiçbir görüşü olmadığını söylüyordu. Kimi de avantajlar sağlamak istediği için İmparator’un bir gün önce hafifçe değindiği bir konu üzerine gürültü koparıyor, itiraz edenleri düelloya davet ediyor ve böylece, genel iyilik için kendini fedaya hazır olduğunu gösteriyordu. Bir üçüncü; hasımları bulunmadığı elverişli bir zamanda, reddedilmesine vakit olmadığını bilerek sadakat dolu hizmetlerine karşı para yardımı yapılması için ricada bulunuyordu. Bir dördüncü, İmparator ne zaman baksa işi başından aşkın olarak çalışıp duruyordu. Bir beşinci; çoktandır istediği şeyi -İmparator’un masasına çağrılmak- gerçekleştirmek için yeni ortaya atılmış bir görüşün doğruluğunu ya da yanlışlığını canını dişine takarak göstermeye çalışıyor ve bu amaçla, şu ya da bu ölçüde çarpıcı ve yerinde deliller ileri sürüyordu.

Bütün bu adamlar; para, nişan ve rütbe avına çıkmışlardı ve bu avda, İmparator’un ilgi ve lütfunun ne yöne döndüğünü gözlemlemekten başka şey yapmıyorlardı. Bir yöne döndüğünü belirleyince bu eşek arısı sürüsü de aynı yere yöneliyor ve bu yüzden, İmparator’un bir başka yere yönelmesi güçleşiyordu. Durumun belirsizliğinde; her şeye telaşlı bir mahiyet veren tehdit edici tehlikenin ciddiyetinde; karşıt görüşlerin ve duyguların çatışmasının, entrikaların, onurların girdabında; çeşitli uluslardan insanların oluşturduğu bu kalabalıkta; sayıları en fazla olan ve kişisel çıkarlarını düşünenlerin meydana getirdiği bu sekizinci grup, durumu daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz hâle getirmekten başka şey yapmamaktaydı. Hangi soruya el atılsa daha önceki konu üzerinde kopardığı patırtıyı henüz bitirmemiş olan bu eşek arısı sürüsü, yeni sorunun üzerine üşüşüyor ve içtenlikle tartışanların sesini, vızıltılarıyla bastırıyordu.

Bütün bu gruplar, Prens Andrey orduya geldiği sırada kendini göstermeye başlayan bir dokuzuncu gruba kaynaklık etmişti. Yaşlı, aklı başında, devlet işlerinde tecrübeli olan ve karışık görüşlerden hiçbirini bir şekilde incelemesini ve belirsizliğe, kararsızlığa, kargaşaya ve zayıflığa son verecek çareleri aramayı bilenlerin oluşturduğu bir gruptu bu.

Bunlar bütün kötülüğün, her şeyden önce İmparator’un ve askerî yardımcılarının ordu içinde bulunmasından ileri geldiğini; saraya uygun düşen ama orduda çok zararlı olan belirsiz ve alışılagelmiş kararsızlığın buraya getirilmiş olduğunu; İmparator’un birliklere komutanlık değil hükümdarlık etmesi gerektiğini; bu duruma bulunacak biricik çözümün, İmparator ve çevresindekilerin buradan ayrılması olduğunu; burada bulunuşunun, kişisel güvenliği için gerekli elli bin kişinin elini kolunu bağladığını; sıradan ama bağımsız bir komutanın, İmparator’un varlığı ve otoritesinin etkisindeki en becerikli komutandan daha iyi olduğunu söylüyorlardı.

Prens Andrey’in Drissa’da, görevi tam olarak belirlenmeden beklediği sırada, bu grubun en gözde üyelerinden biri olan Devlet Sekreteri Şişkof; İmparator’a, Balaşef ve Arakçeyef’in de imzalamayı kabul ettikleri bir mektup yazmıştı. Şişkof bu mektubunda, harekâtın genel olarak gelişmesi üzerindeki düşüncelerini belirtmesi konusunda verdiği izinden yararlanarak İmparator’a, başkent halkını savaş konusunda yüreklendirmek ve coşturmak gerektiği bahanesiyle ordudan ayrılmasını saygıyla teklif ediyordu.

Savaş için coşku yaratmak ve yurt savunması için halka başvurmak gereği, -Rusya’nın zafer kazanmasının başlıca nedeni olan bu millî heyecan- (İmparator’un Moskova’da bulunmasının özellikle yol açması dolayısıyla) evet bu gerek, ordudan ayrılması için bir bahane olarak ona sunulmuş ve onun tarafından kabul edilmişti.

X

Bir gün Barclay, yemek sırasında Bolkonski’ye Türkiye konusunda bilgi almak üzere İmparator’un kendisini görmek istediğini ve aynı gün akşam altıda, Bennigsen’in yanına gitmesi gerektiğini söylediğinde bu mektup henüz İmparator’a sunulmamıştı.

Aynı gün, Napolyon’un ordu için tehlike oluşturacak yeni bir hareketine ilişkin olan ve daha sonra yanlış olduğu ortaya çıkan bir haber, İmparator karargâhında duyuldu. Aynı sabah Albay Michaux, İmparator ile birlikte Drissa istihkamlarını gezerek Pfuhl tarafından kurulan ve Napolyon’un mahvolmasına yol açacak bir taktik “chefd’oeuvre”ü31 olarak kabul edilen bir ordugâhın, saçma bir şey olduğunu ve Rus ordusunun mahvolmasına yol açacağını ona göstermişti.

Prens Andrey, ormanın tam kıyısında küçük bir konağı seçmiş olan Bennigsen’in konakladığı yere geldi. Bennigsen de İmparator da yoktu orada ama İmparator’un yaverlerinden biri olan Çernişef, Bolkonski’yi karşıladı ve Majestelerinin, değerinden şüphe duyulan Drissa ordugâhını aynı gün ikinci kere gözden geçirmek üzere General Bennigsen ve Marki Paulucci ile birlikte gittiğini söyledi.

Çernişef birinci salonda, pencerenin yanında bir Fransız romanı okuyordu. Burası bir balo salonuydu şüphesiz, üzerine halıların yığılmış olduğu bir org duruyordu hâlâ ve Bennigsen’in yaverinin yatağı bir köşedeydi. Yaver oradaydı. Bir ziyafet ya da çalışma yüzünden hâlsiz düştüğü belli oluyordu; dürülü yatağın üzerine oturmuş, uyuklamaktaydı. Salonun iki kapısından karşıdaki eski salona, sağdaki ise çalışma odasına açılıyordu. Birinci kapıdan, Almanca ve ara sıra da Fransızca konuşanların gürültüsü duyulmaktaydı. Orada, eski salonda, bir savaş kurultayı değil (İmparator kesin tespitlerden hoşlanmazdı.); içinde bulunulan güçlükler dolayısıyla görüşlerini öğrenmek istediği kimseler toplanmıştı. Bir savaş kurultayı değildi bu ama İmparator’un kendisi için bazı sorunları çözümleyecek olan bir çeşit seçkinler toplantısıydı. Çağırılmış olanlar şunlardı: İsveçli General Armfeldt, General Yaver Wolzogen, Napolyon’un “Kaçak Fransız Uyruğu” dediği Wintzingerode, Michaux, Toll, askerlikle ilgisi olmayan Kont Stein ve nihayet Andrey’e dendiğine göre işin la “cheville ouvrière”i32 olan Pfuhl. Prens Andrey, bu adamı iyice inceleme fırsatını bulmuştu. Çünkü kendisinden biraz sonra gelmiş ve salona geçmeden önce Çernişef ile konuşmak için biraz durmuştu.

Sırtında eğreti duran, kötü kesilmiş Rus generali üniformasıyla tebdili kıyafet geziyormuş gibi görünen Pfuhl; hiç görmediği hâlde Prens Andrey’e ilk ağızda tanıdık biri gibi gelmişti. Weirother’den, Mack’ten, Schmidt’ten ve 1805’te tanıma imkânı bulduğu öteki kuramcı Alman generallerinden bir şeyler vardı onda ama hepsinden daha tipikti. Öteki Alman kuramcılarının bütün ayırt edici özelliklerini bu ölçüde bir araya getiren başka bir Alman’ı görmemişti hiç.

Pfuhl, ufak tefek, çok zayıf, ama sağlam yapılı, kaba çizgili, geniş kalçalı, kürek kemikleri iri bir adamdı.

Yüzünde çok kırışık vardı ve gözleri çukurdaydı. Saçlarının, önde ve şakaklarında acele fırça darbeleriyle düzleştirilmiş olduğu görünüyordu ama başının arkasında el değmediği belli, tutamlar hâlinde dikilmişti. Yöneldiği salonda her şey onu korkutuyormuş gibi, çevresini tedirgin ve işkilli bakışlarla süzerek içeri girdi. Kılıcını acemice tutarak Çernişef’e döndü ve İmparator’un nerede olduğunu Almanca sordu. Odadan elden geldiğince çabuk geçmek; selamlaşmaları, kibarca lafları kısa kesmek ve kendisini rahat hissettiği haritanın başında hemen çalışmaya başlamak istediği belliydi. Çernişef’in söylediklerine hemen başını sallayarak cevap verdi ve İmparator’un, kendisi yani Pfuhl tarafından kuramlarına uygun olarak tahkim edilmiş mevkisini gözden geçirmeye gittiğini öğrenince alaycı bir şekilde gülümsedi. Kendinden emin Almanlara özgü sert bas sesiyle, tek başına konuşuyormuş gibi “dummkopf”33 ya da “zu Grunde die ganze Geschichte”34 ya da “S’wird was gescheites d’raus werden.”35 cinsinden sözler etti. Prens Andrey, söylediklerini iyi duymadı ve oradan uzaklaşmak istedi. Ama Çernişef, savaşın başarılı bir şekilde sona ermiş olduğu Türkiye’den geldiğini belirterek onu, Prens Pfuhl’la tanıştırdı. Pfuhl, Prens’e değil de ötelere bir göz atarak güldü ve “Da muss ein schöner tactischer Krieg gewesen sein.”36 dedi.

Sonra hor gören bir tavırla bıyık altından gülerek yüksek sesli konuşmaların geldiği salona girdi.

Her zaman acı acı alay etmekten hoşlanan Pfuhl’un, düzenlediği ordugâhın, kendisi olmadan gezilmesine ve hakkında karar verilmesine kalkışılmasından ötürü bugün özellikle çok sinirli olduğu görülüyordu. Pfuhl ile bu çok kısa görüşmesi, Austerlitz anıları sayesinde Prens Andrey’in bu insan hakkında çok net bir fikir edinmesine yetti. Almanlar; kendilerine duydukları güveni sadece soyut bir fikir, yani bilim, yani mutlak hakikatin sözde bilgisi üzerinde temellendirdikleri için sadece onlar gibi kendisine ölesiye güven duyan bir kimseydi Pfuhl. Fransız; kendine güven duyar çünkü hem fiziğiyle hem de kafasıyla, kadınlar üzerinde olduğu gibi erkekler üzerinde de karşı konulamaz bir etki gösterdiğine inanır. İngiliz; dünyanın en iyi örgütlenmiş devletinin vatandaşı olduğu, ne yapmak gerektiğini İngiliz olarak her zaman bildiği ve İngiliz olarak yaptığı her şey tartışılmaz bir şekilde iyi olduğu için güven duyar kendine. İtalyan; heyecanlı olduğu, hem kendini hem başkalarını hemen unuttuğu için güvenle doludur. Rus da hiçbir şey bilmediği ve hiçbir şey bilmek istemediği ve bir şeyin tamamıyla bilinebileceğine inanmadığı için kendine güven duyar. Alman’ın güveni; en kötüsü, en inatçısı, en tiksindiricisidir. Çünkü hakikati, yani kendisinin icat ettiği ama bir mutlak hakikat olarak kabul ettiği bilimi kavradığını hayal eder. Pfuhl da böyle bir kimseydi şüphesiz. Büyük Frederik’in savaşlarından çıkarılmış yanlama hareket kuramına, bu bilime sahipti o ve son zamanlarda yapılan savaşlar hakkında edinebileceği bilgiler, saçma şeyler olarak geliyordu ona. Bunlar, çarpışan tarafların sayısız hata işlediği karmakarışık bir kör dövüşüydü ve savaş adına bile layık değillerdi; kurama uymuyorlardı ve bundan ötürü bilimin konusu olamazlardı.

1806’da Pfuhl, Jena ve Aurstaedt’le sonuçlanan savaş planının düzenleyicilerinden biriydi. Ama ona göre savaşın böyle sonuçlanması, kuramının yanlış olduğunu hiçbir şekilde göstermiyordu. Tam tersine kuramına aykırı olarak yapılan hareketler, başarısızlığın biricik nedenleriydi ve her zamanki alaycılığıyla “Ich sagte ja dass die ganze Geschichte zum Teufel gehen werde.”37 diyordu.

Pfuhl, kuramına; amacını, pratik uygulanmasını unutacak kadar dalmış kuramcılardan biriydi ve kuram aşkı yüzünden her uygulamadan nefret ediyor ve hepsini alaya alıyordu. Başarısızlıklara bile seviniyordu çünkü kuramın uygulamadaki çiğnenmesinden doğan bir başarısızlık, kuramının doğruluğunu ispatlıyordu ona.

Prens Andrey ve Çernişef’e her şeyin kötü gideceğini önceden bilen ve bundan hiç de hoşnutluk duymayan bir adam tavrıyla birkaç kelime etmişti. Ensesinde dikilip duran saç tutamları ve acele taranmış şakakları, çok güzel bir şekilde dile getiriyordu bunu.

Öteki odaya geçti ve bas sesinin gürleyişi o saat duyuldu.

XI

Prens Andrey, bakışlarını Pfuhl’dan henüz çevirmişti ki Kont Bennigsen telaşla içeri girdi ve Bolkonski’ye başıyla selam vererek ve yaverine emirler yağdırarak öteki salona geçti. Arkasından İmparator geliyordu ve Bennigsen, bazı önlemler alıp onu karşılayabilmek için önden gelmişti. Çernişef ve Prens Andrey perona çıktılar. İmparator, yorgun bir tavırla atından indi. Marki Paulucci, bir şeyler söylüyordu ona. İmparator; Paulucci’nin heyecanlı bir şekilde söylediklerini, başı sola eğik ve sıkıntılı bir hâlde dinliyordu. Konuşmayı kesmek istediği belli olacak bir şekilde ileriye doğru birkaç adım attı. Ama kıpkırmızı kesilmiş ve çok heyecanlanmış olan İtalyan, bütün kuralları unutarak sözüne devam edip peşinden geldi.

“Quant à celui qui a conseille ce camp, le camp de Drissa…”38 diyordu.

O sırada İmparator, merdivenlerden çıkıp Andrey’i görmüş ve kendisi için yeni olan bu yüzü incelemeye başlamıştı.

“Quant a celui, Sire.”39 dedi Paulucci, her şeye hazır ve kendisini tutamayan bir adam tavrıyla. “Qui a conseille le camp de Drissa je ne vois pas d’autre alternative que la maison jaunc ou Ie gibet.”40

İtalyan’ın sözlerini duymamış gibi davranan ve kesen İmparator, Bolkonski’yi tanıyarak iltifat dolu bir tavırla “Seni gördüğüme çok memnun oldum…” dedi. “İçeriye toplantıya gel, beni bekle.”

İmparator çalışma odasına girdi. Ardından Prens Piyotr Mihailoviç Volkonski ve Baron Stein onu izlediler ve kapılar kapandı. Prens Andrey, İmparator’un izni uyarınca Türkiye’de tanıdığı Paulucci’yi izledi ve toplantının yapıldığı salona girdi.

Prens Piyotr Mihailoviç Volkonski, İmparator’un Genelkurmay Başkanlığı görevini yapıyordu. Çalışma odasından çıktı ve elindeki haritaları masanın üzerine yayarak tartışılacak sorunları toplantıdakilere açıkladı. Gerçekten de geceleyin, Fransızların Drissa Kampı’nı çevirdikleri haberi gelmişti. (Daha sonra yalan olduğu anlaşıldı.)

İlk olarak General Armfeldt söz aldı ve karşılaşılan güçlüğü göğüslemek için hiçbir gerekçe gösterilemeyecek yepyeni bir yerde mevzilenmek teklifinde bulundu. (Gerekçe olsa olsa General’in kendisinin de bir görüşe sahip olabileceğini gösterme isteğiydi.) Burası, Petersburg ve Moskova yollarından uzaktı ve görüşüne göre, ordu burada toplanmalı ve düşmanı beklemeliydi. Bu planın Armfeldt tarafından uzun süreden beri düşünülmüş olduğu ve asla cevap vermediği ve şimdi ortaya çıkmış olan sorunları çözmek için değil, bu fırsattan yararlanıp açıklanması için ileri sürüldüğü anlaşılıyordu. Savaşın nasıl bir hâl alacağının bilinmediği zamanlarda ileri sürülen ve herhangi biri kadar iyi olan görüşlerden biriydi bu. Kimi bu görüşe karşı çıktı kimi de savundu. Albay Tolly, İsveçli General’in tasarısını büyük bir hararetle eleştirdi ve yan cebinden çıkardığı notlarla dolu bir defteri okuma izni istedi. Uzun bir açıklama yaparak İsveçli General’inkiyle olduğu gibi Pfuhl’unkiyle de taban tabana zıt bir savaş planı önerdi. Tolly’yi eleştiren Paulucci, içinde bulunulan belirsizlikten ve kapandan (Drissa ordugâhı için söylüyordu bunu.) kurtulmanın biricik çaresi olan kendi savunma ve saldırı planını önerdi. Pfuhl hor gören bir tavırla burnundan soluyup duruyor ve bu tür budalalıkları tartışacak kadar alçalmayacağını gösteriyordu böylece. Tartışmayı yöneten Prens Volkonski, görüşünü açıklamasını isteyince Pfuhl yalnızca şunları söyledi:

“Neden bana soruyorsunuz? General Armfeldt, cephe gerisi açık çok iyi bir savaş durumu önerdi. Ya da bu İtalyan beyefendi, çok iyi bir savaş planı sundu. Bana sorulması gereksiz. Her şeyi, benden daha iyi biliyorsunuz!”

Ama Volkonski kaşlarını çatıp İmparator adına bunu sorduğunu söyleyince Pfuhl hemen kalktı ve birden canlanarak konuşmaya başladı:

“Her şey berbat edildi. Herkes benden daha çok şey biliyor ama şimdi de bana soruluyor, durum nasıl düzelecek diye. Düzelecek bir şey yok! Açıkladığım ilkeleri olduğu gibi uygulamak gerek…” dedi kemikli parmaklarıyla masayı tıkırdatarak. “Güçlük neredeymiş? Saçma bu, Kinderspie.”41

Masaya yaklaşıp parmağını haritaya uzatıp hızla konuşmaya; hiçbir durumun Drissa ordugâhının değerini azaltamayacağını, her şeyin önceden hesaplanmış olduğunu, bir çevirme hareketi yapacak olursa düşmanın mutlaka yok edileceğini ileri sürmeye başladı.

Almanca bilmeyen Paulucci, ona Fransızca sorular sordu. Woltzogen, Fransızcayı kötü konuşan şefinin imdadına koştu;

olup biten her şeyin ve olabilecek olanların tümünün planda öngörülmüş olduğunu, ortaya çıkan aksaklıkların her şeyin gerektiği gibi uygulanmamasından doğduğunu ispatlamaya çalışan Pfuhl’un söylediklerine zorla yetişerek onları çevirmeye başladı. Pfuhl, alaylı alaylı gülümseyip duruyor ve anlatıyordu. Sonunda, küçümseyen bir tavırla ispatlamaya çalışmayı bıraktı. Doğru çözüldüğü kanıtlanmış olan bir problemi, başka yöntemlerle doğrulamaktan vazgeçen bir matematikçi gibiydi. Woltzogen, onun yerine geçerek Pfuhl’un fikirlerini Fransızca açıklamaya girişti. Arada bir “Nicht whar, Excellenz?”42 diye soruyordu.

bannerbanner