
Полная версия:
Safahat
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Tasannu: Sanat taslamak, sanat diye bir takım yapmacıklar yapmak.
2
Aczimin giryesidir: Aczimin gözyaşıdır. Âsâr: Eserler.
3
Hak ve hakikati inkâr eden sefil fikirler yerde sürünürken bu dehşetli iman heykeli, devirleri yarıp yükselmiş.
4
Geçmiş zamanlar, bunun etrafında karanlık sapıklık bulutları gibi bir an bile durmadan uzaklaşır.
5
Gelecek demler de hakikat aydınlığı saçan seher vakitleri gibi gelir; üzerinden kucak kucak sermedî nurlar serper, gider.
6
Her minaresi cüretli ve ümitli bir âşığın uzanmış kolu gibidir ki ilâhiyet âleminin ezelî ve nazlı maşukunu kucaklamak ister.
7
O pencereler birer gözdür ki esrar perdesi sıyrılmış ve her biri nazarlardan gizli bir cemalin temaşasına müstağrak olmuştur.
8
Bu mukaddes mabedin üstünde bölük bölük ruhlar uçuşmakta, bu yüksek kubbenin altında dalga dalga nurlar parlamaktadır.
9
Sanki sabahın mahmurluk hâli, gövdelenmiş yahut Hakkın tecellisi Tûr-i Sina hey'etinde gökten yere inmiştir.
10
Bütün tabiat, karanlık perdesiyle örtünüp uykuya dalmışken o, gecenin nuranî kalbi gibi uyanık durmaktadır.
11
Evet, bir kalbdir, hem de bir âşığın coşkun ve taşkın kalbidir ki içinden binlerce zikir iniltisi yükselmektedir.
12
İslâm’ın başlangıç devrindeki büyüklükler ve yükseklikler onun cephesinde parlıyor. Sanki bir taş yığını şahlanarak o yüce devrin feyizlerini ve yüksekliklerini canlandıran nuranî bir âbide olmuş.
13
İslâm’ın başlangıç devrindeki büyüklükler ve yükseklikler onun cephesinde parlıyor. Sanki bir taş yığını şahlanarak o yüce devrin feyizlerini ve yüksekliklerini canlandıran nuranî bir âbide olmuş.
14
Şu sessiz, sadasız duvarlar, asırlardan beri bâtılın hücumlarına usanmadan göğüs gerip durmuşken nasıl olur da nurun timsali sayılmaz?
15
Bu bir mabet değil, ibadetlerin Mabuda yükselmiş şeklidir. Bu bir manzara değil, nazarların didar-ı Hakka varmış kafilesidir.
16
Gökyüzünden inmemiş olmakla beraber, mertebece semâvîdir ki; Allah’ın feyizli bir cilvesini ihtiva etmektedir.
17
Sabahı pek severim, yâr-i canımdır; safa nurlarının etrafa serpildiği en güzel zamandır.
18
Semanın eli, daha gecenin örtüsünü açmamıştı, sabah rüzgârı da henüz sâkin uykusundan uyanmamıştı.
19
Minarede Esselât okuyan müezzinin mahmur ve hazin sesi ruhumun fezasında akisler yaptı.
20
İçimde istiğrak dalgaları coştu. Artık ezanı beklemeden karanlığı kucaklamış olan sokaklardan mânevi bir coşkunluk içinde geçtim. Önümde bir meydan göründü. Fatih'e gelmiştim. Camiye baktım ki her vakitki gibi uyanık, cemaat bekliyor.
21
Onun nurlu göğsüne sokuldum ve maksureciklerden birine oturdum.
22
Kubbeye asılı olan yıldız dizisi ve ziya kafilesi kandilleri görünce,
23
Çocukluk zamanlarımı hatırladım. Orada ve o saatte bilseniz neler düşündüm.
24
Sekiz yaşında bir çocuktum. Babam: «Bu gece, sizinle camiye gitsek. Fakat namazda uslu oturmanız şartıyla. Yaramazlık ederseniz işte ev!» der ve benimle kardeşimi alıp camiye götürürdü, içeriye girince kendisi namaza durur, hâliyle beni salıverirdi. Babamın takayyüdünden kurtulunca hasırlar üstünde ne âşıkâne koşardım!
25
Hayal, otuz sene evvelki hâli gözümün önüne getirdi de, elli beş yaşlarında, güçlü kuvvetli, fakat sakalı fazla ağarmış beyaz sarıklı ve mehabetli bir adamla yanında küçük bir kız ve pek yaramaz bir oğlanı görmeye başladım. Bu afacanın başındaki fesin püskülü yoktu, ibiğinde mavi bir boncuk bağlı, fesin üzerinde yeşil bir sarık sarılı idi. Bu sarık, her an bozulur, sonra bir dolanır, daha sonra bayrak gibi dalgalanırdı.
26
Yerinde oturamaz, koşar dururdu. Nihayet dua edilir, namaz biter, o muhterem zat çocukları alırdı. Dönerken oğlan önde fener tutar, eve gelince yorgun düşer, rahat ve derin bir uykuya dalardı.
27
Bu lâtif hâtıralar aslına çekilmeye, hakikatin katı çehresi karşımda görünmeye başladı. Zaten hayal ile meşgul olmaya da vakit kalmamıştı.
28
Sağım, solum, önüm, arkam huzu' ve huşû içindeki insan gölgeleriyle dolmuştu. Birdenbire bir sadanın yükselmesi o huzu' ve huşû âlemini yerinden oynattı; ortalığı mahşere döndürdü. Saflardan velveleli sıradağlar teşekkül etti ve her birinden göğüs tırmalayan birer yalvarma inlemesi ve hüzünlü birer niyaz duyuldu ki muhakkak o inilti rahmetin kalbini sızlatmıştır.
29
Sonra o sıradağlar, Allah’ın huzur-i izzetinde eğildi, daha sonra da korku ile secde toprağına kapandı.
30
Lûtf-i İlâhî, her birini inayetiyle kaldırınca o dağlar semaya doğru el açtılar ve duaya başladılar.
31
O anda yüreklerden öyle dehşetli bir feryat koptu ki ruhum o dehşeti ebede kadar yâd edecektir.
32
Arşa kadar yükselen o yanıp yakılma, o vicdan saflığının cûş ve hurûşu ne oldu bilmiyorum, inleyen o hüzünlü sesler, bir aralık kesildi. Evet, Erham-errâhimin'in rahmet denizi coştu, kalblere semadan itminan ruhu indi.
33
Nezle-i sadriyye : Göğüs nezlesi.
34
Çıplak bir yoksulluk âbidesi.
35
Akciğerin ucu.
36
O mel'un hastalığın üçüncü devredeki izleri.
37
Bütün ârâzlar, içe doğru nefes almak ve dışa doğru nefes vermeğe ait bütün belirtileriyle.
38
Hufre-i nisyan : Unutma çukuru.
39
Sa'y-i beliğ: Canlı ve kuvvetli çalışma.
40
Sâil-i âvâre : Âvare dilenci.
41
Lemha-i lebriz-i elem: Elem taşan bir bakış.
42
Girye-i matem: Mâtem gözyaşları.
43
Gureba: Garip olanlar, kimsesiz olanlar.
44
Ey ilâhiyet nurunun gölgesi âlemler olan, Allah; o gölge bile zuhurunun esrarı kadar karanlık ve meçhul!
45
Çevresi alanında göklerle yerlerin nokta kadar kaldığı celâl ve azametin kürsisi, idrâk ve şuurun ümidini muvaffakiyetsizlikle neticelendirir, yâni âciz bırakır. İlâhî; bu ne dehşet ve ne heybettir!
46
Serseri hayalimin dönüp dolaşmasına âlemlerin genişliği yetişmiyormuş gibi, bazan şevke gelir ve seni bulmak için lâhut âlemine kadar yükseleyim der. Lâkin böyle bir mi'raca nasıl zafer bulabilir ki daha nâsut âlemlerinde çalkalanıp dururken cebbar ve muktedir bir el göğsüne dayanır da dehşet ve hakaret içinde şu süfli toprağa serilir. Bu düşmenin tozları hâlâ yerden kalkmaktadır.
47
Böyle olan yalnız benim hayalim mi? Semalar kadar yüksek binlerce fikir, seni arayıp bulmak hususunda kuvvetten düşmüş, ah etmekte ve inlemektedir!
48
İlâhî: ruhlar (Sümme radednâhü esfele sâfilîn) yani «Biz insanı en güzel bir suretle yarattık, sonra onu esfel-i sâfilîne attık» cilvesinin dehşeti içinde iken cesetler senin yakınlarında nasıl dolanabilsin?
49
Akıllara hayret veren kudret ve sanatındaki esrara yükselmek bize yasak edilmiş. Nasıl edilmez? Sanatının eserleri, daha meçhuliyet perdesiyle örtülü bulunuyor.
50
Bir zerreyi anlıyamıyan fikirler, ezeliyet güneşinden nasıl haberdar olabilir?
51
Ey sonsuzluk, zatına nisbetle mahdut ve mütenahi olan Rabbim; varlık namına her ne varsa hepsi de kaza ve kaderinin muhit-i dairesiyle çevrilmiştir.
52
Vasıfların daha mukaddemesi bütün uzaklıklara sığmaz, zincirleme devam eden feyizlerini adetler sayıp tüketemez.
53
Şüûn ve harekâtın, ucu bucağı olmayan bir ummandır ki asırlar onun bir dalgasıdır. O dalgaların her biri de kıyısı bulunmayan bir eserler denizi.
54
Ey samediyyet arşı üzerinde hüküm süren mâlik-ül-mülk… Ezeliyet de, ebediyet de fermanına mahkûmdur.
55
Ey bütün mevcudatı yoktan ve örneksiz olarak yaratan; o acip ve hayret verici yaratışın bize nasıl müphem kalmaz ki bir şeyi yoktan var etmek şöyle dursun, var olan bir zerreyi bile – binlerce tahrip edici el çıksa da – yok etmek kabil değil. İlâhî, bu nasıl bir âlem ki garibelerle dolu!
56
Melekût âleminin hududu ezelle başlıyor, ceberût âleminin sonu da ebed genişliklerinde kayboluyor.
57
Seyir ve cevelânına hiçbir şeyin tahakküm edemediği hükmün, şu sonu gelmeyen boşluğu bir an içinde dolaşır.
58
Ey Fâtır-i Mutlak, bir an diyerek ve bilmeyerek seni zaman ile kayıt altına almaya kalkmışım.
59
İnsan, bakî olan Cenab-ı Hakkı ne kadar tenzih eylemiş olsa fâniliği icabı olarak yine kendisine benzetiyor.
60
Fikir, bağımsızlığa nasıl yol bulabilir ki ruhu düşünürken cesedi tasavvur ediyor?
61
İlâhî; ruhlar, harimin fezasının ağır yürüyen bir yolcusu, nâtıkalar, azîm esrarının dili tutulmuş bir hatibidir.
62
Eğer bu yaratılıştan maksat, seni hakkıyla tanımak ve bilmekse o dehşetli gayeye varabilen olmuş mudur?
63
Senin nazarında bu âlem, üzerinde milyarlarla oyun oynanan, her perdesi meşiyet-i llâhiyen tarafından tertibedilmiş, eşhası yed-i kudretinin âvâre oyuncağı olmuş bir sahne midir?
64
Canilere, katillere cüret veren ve onları meydana süren sensin.
65
Zulmeti ve nuru halk eden, takvaya ve fücura ilham veren de başkası değil, ancak sensin.
66
Zalimde tecavüze olan meyil nedendir, mazlûm niçin ondan nefret etmektedir? Akıllı kimseler bu ciddî hareketleri nereden gördü, câhiller de hayatın edeplerini neden öğrenmedi?
67
Bütün gördüklerim bir fâilin icbar ve izhariyle zuhura gelmiştir. Yâ Rabbi; kulun «cebrî» değilim. Fakat olsam, ne suçum vardı?
68
Âleme bir tiyatro sahnesi demek doğrudur, lâkin oynanan oyunların hepsi hakikattir.
69
O oyunlar, öyle vakalardır ki seyri hüzün verir, âhengi ah çekmek ve inlemekten ibarettir.
70
Çünkü felâkete uğramış ve sefalete düşmüş bunca yaratık feryat etmekte, fezanın içi vaveylâ sadalariyle akisler yapmaktadır.
71
İlâhî, senden bir sükûn emri inip de yüreklerdeki bu tazallûm sesleri hâlâ dinmiyecek mi?
72
Her an celâlinle kahrediyorsun. İradene kurban olayım, cemalinin lûtf-i tecellisi yok mu?
73
İlâhî, çektiğimiz bu belâlar sendense, söyle, kimden kime şikâyet edelim?
74
«Allah’a yaptığı işlerden sual olunmaz» buyurmuşsun. Bu habere binlerce sual ve istizah kurban edilse de insan, ef’alindeki hallolunmaz muammalara, dehşetle bakmaktan kurtulamıyor!
75
Koskoca bir millet, müstebit bir şahsa esir olmayı, senin mekrinle mi devlet sanıyor?
76
Bir tecavüz ve zulüm kılıcı, dünyayı yakıp yıkmaya ve dünyadakileri kesip biçmeye senin emrinle mi kalkışıyor?
77
Kahrın zalimlere o kadar meydan verdi ki vicdanlar ümitsizliğe düşecek ve hâşâ «Âdil-i Mutlak yok!» diyecek.
78
Yerden göklere kıvılcım saçan binlerce yanık ah yükseliyor. Gökler ise o iniltileri tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor.
79
Arzın bir tarafında binlerce mazlûmun yuvası yanmada, bir tarafında ise milyonlarca zekâ şulesi sönmede!
80
Felâkete uğramış bir ana evlâdını kara toprağa gömmüş ve eli böğründe kalmış, inleyip duruyor.
81
Öte taraftan bir sürü talihsiz, bir dilim ekmek için ırzını kaybettiğine ağlıyor.
82
Başka bir cihette binlerce öksüz, boynu bükük durmakta, öte yanda yuvası bozulmuş aileler başını sokacak bir yer aramakta!
83
Mazlûm şikâyet ediyor, zalim, yaptıklarına karşı pişman. Kâtil, öldürdüğünün kanına bulanmış bir hâlde!
84
Hastayı, felâketliyi, çıplağı, sefili, inmeliyi, iş göremez olmuşu, miskini, zelili, gaddarı, cefa görmüşü, mahkûmu, esiri, hulâsa sonu gelmeyen birçok dertliyi göstermekle şöhret alan dünya sahnesi, İlâhî, sana kanlı bir temaşa gelmiyor mu?
85
Lâkin bu sefil insanlardan bazılarının kalbinde yıldız gibi parlayan bir ümit var ki o büyük ümit, iman cevheridir. O cevheri havi olmayan paslı yürek de göğüste bir yüktür.
86
İman sahibi olan kimse şu birkaç günlük dünyanın fevkinde beka sabahının ne parlak âlemleri bulunduğunu bilir.
87
Onun için hayatın her saniyesi ona faraza binlerce belâ arz etse de onları candan, gönülden kabul ederek çeker.
88
Âhiretteki mânevi zevkleri düşündükçe dünya elemlerine nasıl olsa tahammül eder.
89
Lâkin… Bir dinsizi kim teselli edebilir? Onun düşünce ufuklarına mükâfat ferdası, yani âhiretin nimet-i uzmâsı sığmaz.
90
Onun inanışına göre gökler ve yer koca bir boşluktan ibarettir. Onlarda feryadını dinleyecek bir kerem kulağı yoktur!
91
Kendisi rastgele şu boş âleme düşmüş, etrafına binlerce musibet gelmiş toplanmıştır.
92
Hayatı, devri onlarla boğuşarak geçecek, nihayet hüsran içinde ölüp gidecektir!
93
Onun varlıktan nasibi, ancak inleyerek ölmektir. Bu düşüncede olanlar da insanların en serseri garipleridir.
94
Yâ Rabbi, merhametinle mü’minlerin imdâdına yetiş, lâkin dinsizlere daha çok acı!
95
Çünkü onlar, körlük gecesinin karanlığında yolunu kaybetmiş, kılavuz olacak bir hidayet yıldızı bulamadıkları için bunalmış sapıklardır.
96
Onları bu dalalet gecesine süren sensin. Karşılarına bir hidayet sabahı doğarsa yine senden doğacaktır.
97
Muvahhidin mü’min olan kalbi de senindir, mülhidin münkir olan fikri de senindir. Zaten tevhid ile ilhad nedir, menşeleri bir değil midir?
98
Öyle ise ara yerdeki bu ayrılık neden? İnsanların fikirlerindeki bu ayrılığın sebebi ne?
99
Yâ Rabbî, bir gün gelip de bu esrar perdesi açılacak mı, yoksa ebedî bir gece gibi karanlıkta mı kalacak?
100
Celâl ve azametinin âhengi her zerreden duyulur ve her dil o âhengi bir türlü nağme ile okurken, ey âlemler ulûhiyeti nurunun gölgesi bulunan Allah, cilvelerindeki sırlar nasıl karanlıkta ve meçhul kalmaktadır?
101
Buhayre: Göl.
102
Dümû-i istimdad: Yardım dileyen gözyaşları.
103
Pür sürûd-i şebab: Gençlik cıvıltıları içinde.
104
Âşiyan-ı nura şitab: Bir nur yuvasına doğru koşmak.
105
Reh-güzarında: Yolunun üstünde.
106
Dûş-i ıztırârında: Mecburiyet altında.
107
Şeyh Sa'di diyor ki: «Bir gece biz kervanla yavaş yavaş giderken yolumuz bir çöle uğradı.
108
O vahşî çölü çabucak geçmek için bütün yolcular, rahatlarını feda ederek gidiyorlardı. Fakat bende yürümeye takat kalmadığı, uyku da fazla bastırdığı için düşüp kalmışım.
109
Bir kervan konak yerine varıncaya kadar ister istemez yürümeye mecburdur. Serseri bir piyadeyi bekler mi?
110
Bir de uyandım ki başucumda duran deveci şöyle diyordu: «Hey zavallı yolcu; kalk, kervan epeyce uzaklaştı. Benim de uykum var amma bu çöl, istirahat yeri olur mu? Burada bin türlü tehlike ve korku var. Durmayıp giden, meram-ı menziline vâsıl olur. Bu çöller geçilmeden kurtuluş ümidi yoktur. Yolcular; yürür; gider, senin gibi uyku derdine düşenler ise kendi kendine ve tehlikeye maruz bir hâlde kalır.»
111
Ey okuyucu; naklettiğim vaka hiçbir şey değil, diyecek olursan haklısın. Lâkin insaf ederek düşün ki bugün başka yapılacak hikmetli hareket var mı?
112
Sa'di diyor ki: Bir maksada varmak istiyorsan tuttuğun yollar; bitmez, tükenmez olsa da yükünü bağla, durmadan yürü, yollarda kalmaktan sakın. Azim ve teşebbüs sahibi bir kimse için uzak ve yakın nedir?
113
Himmet sarf edilince hangi zorluk kolaylaşmaz? Hangi dehşetli hâl, insandan çekinip korkmaz?
114
İkdam ve sebat sahiplerinin eserlerine bak da ibret al ki cidden erkek olanların dağlar söken azmine dağlar da dayanmaz.
115
İşittiğin sesler uyutucu ninni değil, sa'y ve gayret âlemlerinin yer yer kabaran velvelesidir.
116
İnsanlar, coşkun bir nehir gibi istikbale akıp gitmektedir. O coşkun nehrin akışındaki âhenge uymadan bir engine düşüp boğulmamak kabil değildir.
117
Uyanmazsan maksudun olan menzile varamazsın. Bak ki uyanık olanlardan yollarda bir eser var mı?
118
Menzil-i maksut denilen istirahat yeri; istikbaldir. Kervan insan kavimleri, çöl mazi, tembellik de yolun mâniasıdır.
119
Durma ki mazi, dehşetli bir dikenliktir. Yürü ki istikbal, korkusuz ve mübarek bir topraktır.
120
Evet, birçok meşakkate katlanmak gerektir. Bu doğrudur, serseri bir seyyahı yolların dehşeti korkutur. Lâkin korkuyu bırakmak azim ve teşebbüsü kuvvetlendirmek icabeder.
121
Yükünü bağlamış da ileri gitmişsen kurtulursun.
122
Madem ki hayat çölüne düşmüşsün, onun son konağına kadar gitmen lâzımdır.
123
O çöle düşmemek elinden gelmemiş, ey miskin, bari bu çöller ölmeden mezarın olmasın.
124
Yolda durmak ve ilerlememek fikrince intihar etmek değilse gökyüzünden bir meleğin sana döşek indirmesini bekliyorsun demektir.
125
Allah (Leyse lil-insani illâ mâ seâ) yani «insan, ancak elde etmeye çalıştığı şeyi bulur» diyorken miskinlikten ne beklediğini anlamıyorum.
126
Davran da kervanın arkasından koş. Bir dakikan bile boş geçse mahvolursun, İlerlemiş ve menzil almış olanlar da belki senden yorgun ve senden mecalsizdir. Belki değil, elbette öyledir. Sen ne tahayyül etmiştin?
127
Yaratılış temaşahanesi dikkatle gözden geçirilirse bir zerrenin bile çalışmaya yabancı olduğu görülemez.
128
Hilkatin gökleri ve yeri, hattâ bütün mevcudat için daimî bir çalışmadan kurtuluş yoktur.
129
Yer çalışsın, gökler çalışsın da sen sıkılmazsan otur. Bunlara karşı çalışmamak için bir bahane bulabilir misin? Yaradılmışların çalışması bir şey mi? Yaradan bile boş durmuyor, türlü türlü şuûn ile tecelli ediyor. Sen halktan sıkılmak bilmiyorsan, hey Allah’ın kulu, bari Allah’tan olsun utan da boş durma.
130
Ömür, yazda yiyim; kışta giyim derdine harcanıp son buldu.
131
Sâil: (Sad ile, savlet'ten) Saldırıcı, saldıran.
132
Şeyh Sâdi, doksan senelik ömrüne şu sözlerle nihayet veriyor: Yaşamak için uğraşılmak lâzım gelen dünya, ne acayip bir âlem!
Sâdi gibi fazilet asrında bu hakîkatleri işitmek, gerçekten korkunç oluyor.
Hazret, o hikemiyatı, o hüneri ve fikrindeki fevkalbeşer hürriyetiyle yaşamak çareleri denilen kayda bağlanırsa dünyada kimse hürriyetin adını anmasın!
İnsan yokluğun gizli perdesinden sıyrılıp varlık sahnesinde göründüğünde hayat denilen facia devrini bitirinceye kadar ne öldürücü tehlikeler geçirmeye mahkûm.
Ölüm ona bir kere hücum eder sanma. Her gün o düşmanla bin ker karşılaşır ve çarpışır.
Serseri insan, şu tozlu sahaya yani dünyaya ayak basınca ve etrafına binlerce belâ üşüşünce rahat etmenin çarelerini toplamaya meydan mı bulur? Geçinmek ve yaşamak için dünya ile uğraşmaya mecbur olur.
Yazın çalışırken güneşin ateşi beyninde kaynar, kışın uğraşırken üstüne yağan karlar buz tutar.
Dehşetle bakan gözlerinin önünde denizler köpürdükçe, coşkun dalgaların uğultusu kafasında öttükçe kıyıdan uzaklaşmak ister, enginlerin daha saldırıcı olduğunu bilmez.
Dağlar sonu gelmeyen zincirleme sıralanmalarıyla, ormanlar dünyayı tutan iniltileriyle, çöller vahşî hayvanları ve serap dalgalarıyla onu attığı azim ve teşebbüs adımlarında ümitsizliğe düşürür.
Başının üstündeki semanın heybeti yıldızları, ayağının altındaki arzın acayip nakışları zavallıyı her nefesinde dehşete uğratır ve yok olmak hevesine düşürür!
Lâkin bu heves, başka bir hevesin mağlûbudur ki o tabiî bulunan yaşamak hırsıdır.
Hayatın her anı, bir azap derdi olsa da insan bir türlü ölüme razı olmaz. Ömür bin türlü meşakkatle yüklü olsa da beşer yaşamaktan memnundur.
Dünyada kalabilmesi için ne lazımsa âciz kuvvetlerini onun elde edilmesine sarf eder. Çalışma denilen kılıcı elinden bırakmaz, üstüne saldıran zaruret ve ihtiyaç ile boğuşur.
Soğuklarda ısınmasını, bir dam çatarak altında barınmasını ister. Yiyeceğe, giyeceğe, yakacağa ve daha bin türlü şeylere ihtiyacı vardır.
Zavallı insan, bu dünya pazarında her gün bir kâr için dövünüp dolaşmaktadır ki bu kadar uğraşmadan maksat, yaşamaktan ibarettir.
Yaşamaktan da elbet bir maksat olacaktır. Lâkin bunu bulmak ve anlamak için düşünmeye vakti yoktur. Zira olanca vakti yaşamak için uğraşmaya sarf edilmektedir.
İnsanın insanlığı ruhu ile kaim olduğu hâlde birçok kimselerde o ruh, bedenin emellerine hâdim olmaktadır. Eğer ruhu yükseltmeye nöbet gelmiş olsaydı hayattan gaye ne olduğu anlaşılırdı.
Benim yaradılıştan anladığım bir şey varsa şudur : Dünyayı yaratan Allah hilkat mübhem bir düğüm gibi kalsın diye insanları hayat ihtiyaçlarına daldırmış, ezhan-ı beşeri başka taraflara çevirmiştir.
Ömrün şimşek gibi süratli geçişi, geçinmenin hadsiz, hesapsız ihtiyacı, Hâlik’ın maksadı ne olduğunu dünyaya göstermektedir.
Kimden kime şikâyet edeceğimizi biz de şaşırdık.
133
Sülfiyet rüzgârı, içinden ve kenarından fırtına koparıyor. Ulviyet ruhu da hariminden ve civarından kaçıyor.
134
Sarsılan ve titreyen toprağından binlerce ümitsizlik iniltisi çıkmakta, gece karanlığı saçan fezasından kabir zulmetleri inerken sessiz duran, fakat kalben inleyen her taşından gizli gizli feryatlar duyulmakta!
135
Bozulmuş aile yuvaları, sanki mezarlarından çıkmış da çatlamış duvarlarından tezallûm için ağız açmış!
136
Sönük sönük titreyen kandilinden etrafa matem isleri yağıyor, sahasını kaplıyan tozlar içinden sönüp gitmiş ocaklar yükseliyor!
137
İçerisine bir kere giren, iğreti hayatına nâdim olur, sallanarak çıkan ise artık dünya işlerine yabancı bir serseri hâlini alır.
138
Buraya devam edenlerin yüzsuyu, artık şaraplar gibi zemine dökülmüş, emel ve arzuları kırık bir kadeh gibi süprüntü tenekesine atılmış.
139
İnsanlık ruhu şarap dalgaları arasında boğulmuş, mel'anet ve
140
Şu ayyaşın hayalinde ne mazi ne de gelecek düşüncesi vardır. Mecalsiz elinde yakıcı bir zehir tutarak, en genç çağında ölümünü bekler.
141