
Полная версия:
Safahat
Sararmış alnında derin bir çizgi arasında ömrünün acılığı teressüm etmiş! Alnının, meali olmayan kara yazısından ancak o anlaşılıyor. Bir de taş kesilmiş dilsiz bakışlarında ebedî bir unutkanlık hissediliyor!
142
Kabristanın dehşetli sahasına bakıp geçme. Birazcık olsun dur da sukûtî iniltisine kulak ver. Bak ki, kalbi heybetli simasına benziyor mu? Hayatın coşkun seline kapılmış olanlar, yorgun düşüp bir gün gelirler, bunun kucağına can atarlar.
143
Ey mezarlık, ne acayip bir âlemsin. Fıtratın ne kadar da yüksek! İnsanlığın en seçme evlâdı sende gizlenmiştir. Korku ve ümitsizliğin feryadı, senden imdat ister. Sen bir yığın göz nurusun, yahut milletin coşan gözyaşlarıyla yoğrulmuşsun!
144
Sen şanlı bir tarihsin ki milletin mazisi sende gömülüdür, ibret sende, hikmet sende, istilâ devri hatırında olduğu için devlet de sendedir. Mâdem ki hürriyet ve hamaset sendedir, bence yaşamak zillettir, şeref izzet sendedir.
145
Ey yoklukla varlığın sınır başı olan salâh iklimi; kimsesizlerin başlarında ebedî bir saye ve şefkatli bir kanat olmasan o biçareler nereden bir ferah ve inşirah bulabilirler. Uzun ve koyu gölgende öyle bir kurtuluş rengi var ki, uzun uzadıya olan gecene yüz bin sabah feda olsun.
146
Senin cevherin toprak değil, başka bir maden. Üzerine basıp geçenler, toprağının her zerresi binlerce beynin hülâsası olduğunu bilmezler. Ey marifet zemini, senin mayan o kadar feyizli ki, her beden senin gölgeliğinden çıkarken ruh olur.
147
Ey mezarlık, senin derununda binlerce ay yüzlü gizlenmiştir, çürümüş toprağından bütün göz nuru fışkırmaktadır. Her otun, nazlı güzellerin boy ve boslarından nişandır. Servilerin Allah’a yükselmiş derunî birer ah, çukurların da Mevlâ’dan inmiş emin ve tecavüzden mâsûm bir uyku yeridir.
148
Ey gece odası, ey yokluk bucağı, ey Hakk’ın perde perde azamet ve kibriyası; bütün ümitler sendedir, bekâ sahası senden doğar. Dikili taşların her parçası, lâhutî manalı binlerce şiir okumakta, taşlarındaki neşideler ebediyeti ruha tanıttırmak. Ey semâvî toprak; benden sana binlerce selâm ve ihtirâm.
149
Hayatın istekleri ruhumu sıkınca ölüler mahallesi, yani mezarlık biricik seyir yerim olur. Yaşayışın gürültülü muhitinde daimî bir ferah yoktur, ikinci hayatın zemin-i pâkinde ne hırs ve mezellet bulaşıklığı vardır, ne de harim-i hâkinde geçinmenin hây ü huyu mevcuttur. Bu huzur ve sükûn kâinatın sessiz fezasını görünce, perîşân ömrümün acılığını bir an için olsa bile hayalimden atarım; mâsivâ tâbir edilen şu âlemden uzaklaşırım. Şu mâsivâ denilen düğüm üstüne düğüm olmuş bağlar kırılıp açılmadan ruh bir dem bile rahat edemez. Fakat o düğümün kırılması için böyle bir zemin ve bir kalb-i âhenin ister.
150
Geçen sabah Eyyûb'a doğru gidiyordum. Şehrin surundan çıkıp birkaç adım atınca nazarımda ufuk değişti, önümden eski cihan çekildi, karşımda geniş bir mezarlık göründü ki, koca bir ebediyet denizi idi. Taştan mezarları da o denizin donmuş dalgaları demekti! Onun kenarında durmadım. En derin yerine girdim. Taşlardan birine dayanıp oturdum. Sağ ve sol, sükût örtüsüne bürünmüştü. Ağaçlar ve zemin sükût içinde idi. O yükselip donmuş dalgalar ve koca deniz, derin bir uykuya dalmış, her taraf sessizlik içinde kalmıştı. Muhitinin yüzündeki perde yavaş yavaş açıldı ve ondaki azamet heybeti ruhunun harimini doldurdu.
151
Fakat “Ellezi halâka’l-mevte vel-hayate…” (O, ölümü ve hayatı yarattı.) diyen bu lâhûtî beste nereden aksediyor? Sessizliğin tam ortasında bu feryat nedir? Kelâm, Allah’ın; amma okuyan kimdi? O ilâhî terane zaman zaman yükseliyordu ki onun cezbesiyle o sakin âlem inlemeye başladı. Sakin serviler, heyecanlı bir cemaat-i kübra kesildi ve her birinden aynı sada işitildi. Kabirler inledi, taşlar fasih bir lisan hâlini aldı. Üzerlerindeki yazılar da taşlarla ağız birliği etti. Allah’ın nefhasiyle dirilmiş olan bu heyûla mahşerini görünce hayale daldım. O geniş kabristan, dehşete uğrayan gözüme kıyamet âlemi göründü. Zamanı hiçe saymış olan ecdadımızın, kefenleri omuzlarında olarak teşkil eyledikleri cesetler kervanının huzur-i ilâhiden akın akın geçtiğini, korku ve ümit muhitinden kalkıp hayret makamında durduğunu gördüm. Kudret-i Rabbâniye karşısında mahlûkatın secdeye kapandığını görmek ne dehşetli imiş.
152
Kıyametten numune bu here ü merce hâkim olan âlem-i ulvî hatibi nihâyet göründü. Uzakta bir kabrin ayak ucuna oturmuş bir kadınla bir çocuk gördüm ki o kabri ziyarete gelmişlerdi. Çocuk «Tebareke» sûresini vecde tutulmuşçasına ezber okuyor, anası da göz yaşlarıyla onu dinliyordu, İlâhî; kelâm-ı celilin zemini titretirken o sakin ve sâkit kabir, nasıl bir manzara teşkil ediyordu. Çocuk hayatı, kabir de ölümü tasvîr eden bir levha idi. Şu canlı levhaya bak da kudret-i îlâhiyenin izhar eylediği tezadı seyret.
153
Biraz geçince o sesler sustu. Demin coşkun bir mahşer hâlini alan manzara gölgelenerek silindi. Kadınla çocuk âlemlerine çekildiler. Mezarlık da daimî sessizliğine gömüldü.
154
Şarkımızın kemal ruhu olan Şeyh Sadi, bize şöyle bir hakîkat dersi veriyor.
155
Vaktiyle beş on kervan halkı çölde yola koyulmuştuk. Gündüz yürümüş, geceleyin bir menzile gelmiştik.
156
Bir de baktım ki bir adam hüsrân ve haybet içinde koşup gidiyor. Meğerse o dehşetli çölde evlâdını kaybetmiş.
157
Zavallı adam, çadırların hepsine birer birer uğramış ve evlâdını sormuş. Bir taş bile görse belki oğludur diye gidip bakmış.
158
Biçare baba, onu nerede bulacaksın? Derken, ciğer-pâresinin elinden tutmuş olduğunu gördüm.
159
Sevinç içinde ve sürûru gözlerinden yaş şeklinde akarak bize doğru geliyordu.
160
Geldi ve deveciye: «Evlâdımı buldum, fakat nasıl buldum bilir misin?
161
Karşımda her ne gördümse geçmedim. «Odur!» diyerek yanına gittim.
162
Binlerce heyûla tahminimi aldatsa da azmimde fütura düşmedim, bulmak ümidini terk etmedim. Dedim: Mâdem ki dünyadadır, elbet bulacağım.
163
Âdeta kumlarda yüzdüm, karanlıkların derinliklerine daldım. Ebedî bir ruh kesilip ne boğuldum, ne bunaldım. Nihâyet Allah’ın tevfikı inayet etti de gözümün nuru evlâdımı karşımda gördüm.
164
Sadi bize bir irfân mesleği gösteriyor. Dikkatle bakacak olursak bize de görünüyor ki:
165
Bir maksat uğrunda koşan kimse, iptida azim ve teşebbüsünü sağlam tutmuşsa elbette gönlünün istediğini ergeç bulacaktır. Zira Hakkın şüûnatına tecelli-gâh olan bu âlemde tevfik-i ilâhî taharriye, taharri de o tevfike âşıktır. Azmin de emel, ayrılmaz bir karinidir. Emel, azim ve taharri ile birlikte olsun da tevfik zuhur eylemesin, bunun imkânı var mıdır?
166
Bazen iki üç muvaffakiyetsizlik, ümit yolunu kapatır, insan o vakit azim ve teşebbüsünü şiddetlendirmelidir. Ümitsizliğin sonu yoktur. Ona bir kere düşecek olursan bir daha altından kalkamayacağın büyük bir zarara düşersin. Şu biçare baba da ümitsizliğe düşüp o karanlık gecede evlâdını aramaktan vazgeçmiş olaydı, evlâdı candan, babası da canandan olurdu.
167
Mürde şuâ’ât: Ölü ışıklar.
168
Ma'bed-i fersûde: Eski mâbet.
169
Eşhâs: Şahıslar, kimseler.
170
Sütre-i yelda: Uzun gecenin örtüsü: Üryan: Çıplak
171
Sefilân-ı beşer: İnsan sefilleri.
172
Nûş eyleyerek: İçerek.
173
Hatm-i enfâs: Nefesleri tüketmek.
174
Sâmia: İşitme; Lâmise: Dokunma.
175
Haşyet: Korku, ürperme.
176
Yâr-i kadim: Eski dost.
177
Perde-i zulmet: Karanlık perdesi; Nâgâh: Ansızın.
178
Göz öyle çıplak bir sefalet sahnesi gördü ki.
179
Ezânî Saatle, güneş battıktan üç saat sonra.
180
Sen küçük bir cisim olduğunu sanırsın ama, en büyük âlem senin içinde gizlidir.
181
Ey insan; sen hâlâ kendini tanımıyorsun da, «ben hakir bir varlıktan ibaretim…» diyorsun. Fakat mahiyetinin meleklerden yüksek bulunduğunu, âlemlerin sende gizlenmiş, cihanların sende dürülüp bükülmüş olduğunu bilsen…
182
Allah’ın feyzi; yerlerden, göklerden taşıp dururken senin kalbin, Cenabı Hakkın münevver bir tecelligâhı olur.
183
Bünyen küçük ama ilâhî sanatın gayesisin. Bu itibarla sonun bulunmaz ve nihâyetin gelmez.
184
Kudret-i ilâhiye edebiyatının en güzel bir beyti, Hakîm-i fıtratın anlaşılmaz bir sırrı olmuşsun.
185
Tabiat senin esirin, bütün eşya senin musahharındır. Dünya ise hükümlerinin münkad ve mahkûmudur.
186
Çevik ve atik irfânın bulutlardan yıldırım avlar. Ayırd edici idrakin yerin altından madenler bulur, çıkarır.
187
Denizler yatağın, dalgalar nazlı beşiğin olmaktadır. Dağların yüksekliği bir şey mi? Senin kanatların gökleri ölçmektedir.
188
Hava, hükmünü bir demde dünyanın her tarafına götürmek için akıp giden bir vasıtandır.
189
Mâni'ler, müzâhimler; ikdamına karşı duramaz. Sen azim ve teşebbüs denilen savaş alanına girdikçe hücum edenler dayanamaz.
190
Karanlıklarda gezsen hikmetli düşüncen öyle bir kandilin olur ki, her parlayışı sermedi bir ziya teşkil eder.
191
Susuz çöllerde dolaşsan kılavuzun sa'yinin ilhamıdır ki her adımında gölgelik vahalar gösterir.
192
Zindanlar, menfalar ve makteller, ilerlemene engel olamaz. Demir eller yolunu tutmak istese bile dinlemezsin, yürür gidersin.
193
Göklerden inen kaderin müeyyidesi imişsin gibi zulüm ve istibdat burçlarını rahatça bir tedbirin yıkıverir.
194
Aramaktan üşenmez, bulmak arzusundan usanmazsın. Yükseklerden daha yükseklere çıktıkça, başka bir istikbale atılsam dersin.
195
En şanlı günlerinde, en mesut hâllerinde bile hayalinde uzak bir gelecek bulunmaktadır.
196
İştiyakın o istikbaldir ki vicdânının maşuku odur. Ruhun o mukaddes neşenin durup dinlenmez bir soydaşıdır.
197
O şevkin sevkiyle yürüyüp gidişin mecburidir. Terakkiye olan meylin, yaradılışında sâri bir ruh hâlindedir.
198
Hilkatin bütün esrarını bilmek, hiçten ibaret olan bu gayb âleminden kurtulmak istersin.
199
Mead, mebde ve halini teşkil eden üç tane muammâ, gelecek devirler gibi karşında durur.
200
Onları halletmek şevkiyle durmaz, koşarsın. Bir şemme olsun hakîkati duymadan oturmazsın.
201
Bütün sırlar isterse zulmet perdeleri arkasında saklansın, düştüğün mahrumiyet gecesi ruhunu ümitsizliğe düşürmez.
202
Emelin, önünde meş'ale çektikçe, bir kılavuz da yoldaşın oldukça karanlıkların içine dalmaktan çekinmezsin.
203
Bütün masnuatın mahiyetleri bir gün sana tecelli ediverse, aramaktan vazgeçer, oturur musun? Hayır…
204
O vakit o masnuatın sâniine sıra gelir. O en heybetli mahiyet sabır ve ârâmını tutuşturup yakar.
205
Hulâsa senin için bir lâhza durup dinlenmek yok. Daimî bir ilerleyişe tâbisin. Çünkü ne hâle razı olursun, ne de istikbale kanaat edersin.
206
Karşında böyle bir terakki mahalli dururken nasıl olur da,
«Ben hakir bir varlıktan ibaretim.» dersin?
207
Meleklerinkinden çok büyük bir tazime mazhar olmuş, Allah’ın tekliflerine emanetgâh ittihaz edilmiş bir cevhersin.
208
Hayatın pek ağır binlerce yükü arkandan eksik olmazken, korkular, ölümler de bir yandan saldırırken müthiş bir temkinle o şiddetli hâllere tahammül eder, yolundan kalmazsın, daima ve süratle gidersin.
209
Yaradılışın bir nüsha-i kübrası olduğun anlaşıldı. Artık düşün de hükmünü kendin ver ki yapacağın işler nasıl olmalıdır?
210
Kadrin meleklerden muazzezken hayvanlar seninle eşit olmasın.
211
Nevha-i mâtem: Mâtem iniltisi.
212
Nâle-serâ: inleyen, feryâd eden.
213
Tanîn: Tın tın öten ses. Tınlama.
214
Neva-yi beşaret: Müjde sesi, Peyam-ı vedâd: Dostluk haberi.
215
Sine-çâk: Sine yırtan; Enin: İnilti.
216
Mütevâlî leyal-i dûra-dûr: Birbirini takibeden davâmlı geceler.
217
Âfâk-ı târ-ı ömr: Ömrün karanlık ufukları.
218
Hande-i ümmid: Ümit gülümsemesi.
219
Perde-puş-i melal: Usanç ile baştan başa örtülü.
220
Hakîkat-i yeldâ: Uzun bir geceye benzeyen hakîkat.
221
Yeldâ-yı bî-tenâhî: Sonsuz, uzun gece.
222
Şedâid-i eyyâm: Günlerin şiddeti.
223
Sütre-i bîtâb: Mukavemetsiz sütresi, örtüsü.
224
Emvâc-ı berf ü bârân: Kar ve yağmur dalgaları.
225
Sâil; Dilenci,
226
Hâil: Engel.
227
Vâpesîn nefes: Son nefes.
228
Nâle-i tezallûm: Tezallûm, şikâyet iniltisi.
229
Nâzende: Nazlı, hoş. Sürûd-i ümid: Ümit sevinci.
230
Sakbe: Delik.
231
Cûş-i merhamet: Merhamet coşkunluğu.
232
Bu manzumeyi Mithat Cemal ile beraber yazmıştık. Bu birinci parça onun, aşağıda gelecek ikinci parça benimdir.
233
Bütün dünya mülkü, bir damla kanın yere dökülmesine değmez.
234
Ey alnı kanlı müstebit; zulmünü temsil eden ağır gürzünü süs olsun diye altın yaldızlı duvarına as!
235
Çadırının kurulduğu yeri al kanlı kefenlerle donat! Matem sığınağı olan meşalelerini can yakmakla parlat!
236
Ey alnının kara yazısı, binlerce kabrin kitabesi olan zalim; mezar çukurlarının karanlık ağızları, kin ve kahır dişlerine benzeyen kemikleri, ebede kadar senin zulümlerini hatırlasın ve hatırlatsın.
237
Ey binlerce hakîkati bir hayale feda eden; ey demir pençeleriyle milletin mezarını kazıp hayat nurunun ufuklarını karmakarışık bir hâle getiren ve gecelerin şiddetli karanlıklarını ruha karıştıran, ey fikir nurlarını topraklara bulayıp ölü kemikleri gibi dağıtan; ey mâtemli âile yuvalarını yıkan! Başındaki devlet tacı, kudurmuş bir at gibi olan zulmünün ayakları altında çiğnenmiş olanların mezarlarında açmış bir gül goncası mıdır?
238
Fikir âlemlerini şöhretin tutmakla beraber o iştiharı hükümetinin taç ve tahtı sayesinde hâsıl olmuş sanma. O şöhret, Sadi gibi İran büyüklerinin, üstünde çimenler bitmiş, mezarları sayesindedir.
239
Evet, Sadi ve emsalinin kabirleri bir avuç topraktan ibaret kalmış, senin tahtın ise senin düşünüşüne göre göklerin bile sığınacağı bir cihandır. Lâkin bence o mübarek mezara senin tahtın ve tacın fedadır.
240
Kabre çekilmek suretiyle şikâyeti kesilmiş olanların son feryadına senin gürültülü, patırtılı saltanatın değmez.
241
Korkunç hükümdarlığın benim temaşa nazarıma karşı güldürücü görünür.
242
Feleğin binlerce devlet ve milleti yok etmiş olan pençesi hiçbir şahsı ebedî bırakmaz.
243
Mazi denilen şey, mezarların öte tarafı ve milletlerin ziyaretçisiz kalmış bir türbesidir.
244
O mezarların karanlık diplerine bakacak olsan orada çürümüş cesetler yerine milletler görünür.
245
Dârâ'ların dökülmüş alın saçlarına, ecdâdının çökmüş mezarlarına ibret gözüyle bak da düşün ki bir avuç toprak için bu kadar istibdat çoktur.
246
İklimler almış olan büyük Napolyon'un kazandığı şey; bir çukurdur, onun en son tahtı mâtemli kabridir ki, orada nedimleri akrepler, enisleri yılanlardır.
247
Vatanın sahası, bütün mâtemhanelerle dolmuş, orada senin yüksek sarayına yer kalmamıştır.
248
Senden evvelkilerin emîrleri, dünyayı itaate mecbur etmişken bugün toprak dolan ağızları feryada bile muktedir değil. O halde sendeki bu azamet ve gurur velvelesi nedendir?
249
Halkın, zalimliğinden dolayı Allah’a sığındığı kimselerin devletin başında kalması doğru değildir.
250
Ey Şah; bu dehşetli patırdın İran'ı daima inletecek sanma. Sana «muzaffersin!» diyen seslere aldanma ki onlar hulûskâr birer haindir.
251
Galebe ettiklerinin kim olduğunu düşün. Onlar milletin efradı değil mi? Adâlet istiyen bir kavmi vurmak ve ezmek sence gâlibiyet mi sayılıyor?
252
İnsanlıktan bir parça olsun nasîbin yok mu ki, milletten yükselen feryatlara aldırmıyorsun?
253
Emin ol ki, bunca mazlumun yüreklerinden kopup fışkıran ahlar, bir gün Allah’ın lanetini tepene indirecektir.
254
İçinde bulunduğun zulüm sarayını pek sağlam sanıyorsun, lâkin Kahhar-ı Mutlak’ın heybetiyle ne kadar müstahkem ve burc ü bârûlu sığınaklar, temelinden devrilmiş ve toprakla bir olmuştur.
255
Bütün İran bir mezarlığa dönmüşken, senin birçok memleket yıkıp da yaptırdığın saray harap olmayacak mı?
256
Evet, İran'ı öldürdün ve bir kabristana döndürdün, milletin ümit yakasını yırttın, kefen hâline getirdin.
257
«Bütün dünya için bir damla kan dökülmesi çoktur.» denilmişken sen şu mâsum ümmetin kanlarından seller akıttın.
258
Temkin ve ihtiyat perdesini yüzünden attın; nasıl bir yaratılışın olduğunu dünyaya anlattın.
259
İslâm’ın ümidi, gayesi, hürriyet liva’ül-hamdi iken öyle bir mukaddes sancak, istibdadının ayakları altında kaldı.
260
Ta Rusya'dan Kazak'lar getirip seyitleri çiğnettin ve Yezid'in ruhunu şadettin.
261
Beytullâh olan birçok camiyi şehametinle bastırdın, şecaatinle de birçok ricâlullahı (Tanrı erlerini) astırdın.
262
Ne Allah'tan korktun, ne Peygamberden utandın. Dinin yüksek kâ'besini devirdin ve toprakla bir ettin.
263
Milletin hamaset sahibi olanlarını tutturup öldürttün ve şu hareketinle bütün Şark'ı ağlattın, bütün Garb'ı güldürdün.
264
Hayır, hayır… Zalimane icraatına karşı gülen yok. İran toprağının mazlum sergisi olduğunu gören Garb'ın da vicdânı sızlıyor.
265
Sâdi, Hâfız, Firdevsî, Râzî, Gazalî, Kütbüddin, Sa'düddin, Kadı Beyzavî gibi zevatı yetiştirmiş; Örfî’nin ve daha birçok irfân güneşinin ziyasından aydınlanmış olan İran, bugün bir haydut fırkasının cehliyle mağdur ve makhur bir hâlde… Allah’ın bundaki gizli esrarı nedir bilmiyorum.
266
Hayır bunları Mabud’a isnad etmekte de mâna yoktur. Hâşâ, Cenabı Hak bir caniye yataklık etmez.
267
Ey şehametli Iran Şahı; öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, zulme kimsenin tahammülü yoktur. «Ben yapacağımı yapayım, kimse aldırmaz!» diyorsan aldanıyorsun.
268
Artık bu istibdâda nihâyet ver ki istikbal karanlık derler ama bunun gizli kapaklı yeri yok. Harekâtının sonu izmihlâl olacaktır.
269
Mezbûhane: Son, fakat ümitsiz bir gayretle.
270
Bâr-ı meş'um: Uğursuz yük.
271
Zıll-i mevhum: Mevhum gölge.
272
Hayme: Çadır.
273
Lerzan: Titriyerek.
274
Nekbet: Felâket.
275
Semâ-peymâ: Göklerde yüzen, Râyât: Bayraklar.
276
Âba: Babalar, atalar.
277
Müstahîl: Mümkün ve kabil olmayan, imkânsız.
278
Kâbus-ı hûnî: Kanlı kâbus.
279
Gamz eden: Belirten.
280
İntibâh: Uyanıklık.
281
Ferş-i râh: Yol yaygısı.
282
Müeyyed: Destekli.
283
Serir-ârâ-yı ikbâl: İkbal tahtına yerleşen.
284
Füsûl: Fasıllar, mevsimler.
285
Leyal: Geceler; Yelda: Uzun.
286
Nigâh-ı sîmîn: Gümüş gibi bakış.
287
Tarassut etmek: Gözetlemek.
288
Safha-i mînâ: Mavi safha; semt-i re's: Gökte tam tepe.
289
Sirac-ı ezel: Ezelî kandil, çerağ.
290
Sahne-i deycur: Karanlık sahne.
291
Lems: Temas, değme.
292
Nevâ-sâz: Ses veren.
293
Cezbe-fezâ: Cezbe verici.
294
Şekl-i mûhiş: Korkutan, dehşet veren şekil.
295
Refik-i ömrü: Hayat arkadaşı, kocası.
296
Âşiyan-i lâl: Sessiz yuva.
297
Seyl-i dümu': Gözyaşı seli.
298
Subh: Sabah.
299
Hürriyetin ilânını bildiren top sesleri.
300
Zade-i hûr: Huri yavrusu.
301
Seher-pâre: Seher parçası. Perran: Uçan.
302
Dûş-i nâz: Nazlı sırt. Sehâbe-i nûr: Nur bulutu.
303
Hâk-dân: Yeryüzü.
304
Dûra-dûr: Uzun uzadıya.
305
Hâle-dâr : Hâle içine alınmış.
306
Etfal: Çocuklar.
307
Mevkib-i şâdi: Sevinç alayı.
308
Ahrâr: «Hür» ün çoğulu, serbest adamlar.
309
Lücce-i etfal: Çocuk dalgası.
310
Dür-dâne-i ismet: İsmet incisi.
311
Ukde: Düğüm
312
Sıyânet-i Hak: Hakkın sıyaneti, Allah’ın koruması.
313
Necm-i sâhir: Uyumayan yıldız.
314
Beşûş: Gülümser yüzlü.
315
An-karib: Yakında.
316
Râyet-i ikbali ser-nigûn olsun: İkbal bayrağı yerlerde sürünsün.
317
Raiyyetiz : Tebaayız. Vedîa-tullah: Allah’ın emaneti.
318
Tehevvür: Son derece hiddet, deliren öfke.
319
Savaik: Saikanın çoğulu, yıldırımlar.
320
Ra'd-i kaza: Kazanın gök gürlemesi, ilâhî hikmetin gök gürültüsü gibi tahakkuk etmesi.
321
Münhani: İğri
322
Şerik-i haybet: Ziyan ortağı.
323
Girye-i hüsran: Hüsran gözyaşları.
324
Zalûm ü cehul: Fazla zalim ve fazla cahil.
325
Görür büruc-i semanın bütün sitâreleri: Gökyüzündeki burçların bütün yıldızları görür.
326
Zalâm: Karanlık.
327
Zefir-i hâr: Sıcak soluk.
328
Lihye-i beyzâ-yı târumâr: Dağılmış beyaz sakal.
329
Tûde tûde: Yığın yığın.
330
Hıyat-ı nur: Nur iplikleri.
331