Читать книгу Safahat (Mehmet Akif Ersoy) онлайн бесплатно на Bookz (8-ая страница книги)
bannerbanner
Safahat
Safahat
Оценить:
Safahat

3

Полная версия:

Safahat

Sararmış alnında derin bir çizgi arasında ömrünün acılığı teressüm etmiş! Alnının, meali olmayan kara yazısından ancak o anlaşılıyor. Bir de taş kesilmiş dilsiz bakışlarında ebedî bir unutkanlık hissediliyor!

142

Kabristanın dehşetli sahasına bakıp geçme. Birazcık olsun dur da sukûtî iniltisine kulak ver. Bak ki, kalbi heybetli simasına benziyor mu? Hayatın coşkun seline kapılmış olanlar, yorgun düşüp bir gün gelirler, bunun kucağına can atarlar.

143

Ey mezarlık, ne acayip bir âlemsin. Fıtratın ne kadar da yüksek! İnsanlığın en seçme evlâdı sende gizlenmiştir. Korku ve ümitsizliğin feryadı, senden imdat ister. Sen bir yığın göz nurusun, yahut milletin coşan gözyaşlarıyla yoğrulmuşsun!

144

Sen şanlı bir tarihsin ki milletin mazisi sende gömülüdür, ibret sende, hikmet sende, istilâ devri hatırında olduğu için devlet de sendedir. Mâdem ki hürriyet ve hamaset sendedir, bence yaşamak zillettir, şeref izzet sendedir.

145

Ey yoklukla varlığın sınır başı olan salâh iklimi; kimsesizlerin başlarında ebedî bir saye ve şefkatli bir kanat olmasan o biçareler nereden bir ferah ve inşirah bulabilirler. Uzun ve koyu gölgende öyle bir kurtuluş rengi var ki, uzun uzadıya olan gecene yüz bin sabah feda olsun.

146

Senin cevherin toprak değil, başka bir maden. Üzerine basıp geçenler, toprağının her zerresi binlerce beynin hülâsası olduğunu bilmezler. Ey marifet zemini, senin mayan o kadar feyizli ki, her beden senin gölgeliğinden çıkarken ruh olur.

147

Ey mezarlık, senin derununda binlerce ay yüzlü gizlenmiştir, çürümüş toprağından bütün göz nuru fışkırmaktadır. Her otun, nazlı güzellerin boy ve boslarından nişandır. Servilerin Allah’a yükselmiş derunî birer ah, çukurların da Mevlâ’dan inmiş emin ve tecavüzden mâsûm bir uyku yeridir.

148

Ey gece odası, ey yokluk bucağı, ey Hakk’ın perde perde azamet ve kibriyası; bütün ümitler sendedir, bekâ sahası senden doğar. Dikili taşların her parçası, lâhutî manalı binlerce şiir okumakta, taşlarındaki neşideler ebediyeti ruha tanıttırmak. Ey semâvî toprak; benden sana binlerce selâm ve ihtirâm.

149

Hayatın istekleri ruhumu sıkınca ölüler mahallesi, yani mezarlık biricik seyir yerim olur. Yaşayışın gürültülü muhitinde daimî bir ferah yoktur, ikinci hayatın zemin-i pâkinde ne hırs ve mezellet bulaşıklığı vardır, ne de harim-i hâkinde geçinmenin hây ü huyu mevcuttur. Bu huzur ve sükûn kâinatın sessiz fezasını görünce, perîşân ömrümün acılığını bir an için olsa bile hayalimden atarım; mâsivâ tâbir edilen şu âlemden uzaklaşırım. Şu mâsivâ denilen düğüm üstüne düğüm olmuş bağlar kırılıp açılmadan ruh bir dem bile rahat edemez. Fakat o düğümün kırılması için böyle bir zemin ve bir kalb-i âhenin ister.

150

Geçen sabah Eyyûb'a doğru gidiyordum. Şehrin surundan çıkıp birkaç adım atınca nazarımda ufuk değişti, önümden eski cihan çekildi, karşımda geniş bir mezarlık göründü ki, koca bir ebediyet denizi idi. Taştan mezarları da o denizin donmuş dalgaları demekti! Onun kenarında durmadım. En derin yerine girdim. Taşlardan birine dayanıp oturdum. Sağ ve sol, sükût örtüsüne bürünmüştü. Ağaçlar ve zemin sükût içinde idi. O yükselip donmuş dalgalar ve koca deniz, derin bir uykuya dalmış, her taraf sessizlik içinde kalmıştı. Muhitinin yüzündeki perde yavaş yavaş açıldı ve ondaki azamet heybeti ruhunun harimini doldurdu.

151

Fakat “Ellezi halâka’l-mevte vel-hayate…” (O, ölümü ve hayatı yarattı.) diyen bu lâhûtî beste nereden aksediyor? Sessizliğin tam ortasında bu feryat nedir? Kelâm, Allah’ın; amma okuyan kimdi? O ilâhî terane zaman zaman yükseliyordu ki onun cezbesiyle o sakin âlem inlemeye başladı. Sakin serviler, heyecanlı bir cemaat-i kübra kesildi ve her birinden aynı sada işitildi. Kabirler inledi, taşlar fasih bir lisan hâlini aldı. Üzerlerindeki yazılar da taşlarla ağız birliği etti. Allah’ın nefhasiyle dirilmiş olan bu heyûla mahşerini görünce hayale daldım. O geniş kabristan, dehşete uğrayan gözüme kıyamet âlemi göründü. Zamanı hiçe saymış olan ecdadımızın, kefenleri omuzlarında olarak teşkil eyledikleri cesetler kervanının huzur-i ilâhiden akın akın geçtiğini, korku ve ümit muhitinden kalkıp hayret makamında durduğunu gördüm. Kudret-i Rabbâniye karşısında mahlûkatın secdeye kapandığını görmek ne dehşetli imiş.

152

Kıyametten numune bu here ü merce hâkim olan âlem-i ulvî hatibi nihâyet göründü. Uzakta bir kabrin ayak ucuna oturmuş bir kadınla bir çocuk gördüm ki o kabri ziyarete gelmişlerdi. Çocuk «Tebareke» sûresini vecde tutulmuşçasına ezber okuyor, anası da göz yaşlarıyla onu dinliyordu, İlâhî; kelâm-ı celilin zemini titretirken o sakin ve sâkit kabir, nasıl bir manzara teşkil ediyordu. Çocuk hayatı, kabir de ölümü tasvîr eden bir levha idi. Şu canlı levhaya bak da kudret-i îlâhiyenin izhar eylediği tezadı seyret.

153

Biraz geçince o sesler sustu. Demin coşkun bir mahşer hâlini alan manzara gölgelenerek silindi. Kadınla çocuk âlemlerine çekildiler. Mezarlık da daimî sessizliğine gömüldü.

154

Şarkımızın kemal ruhu olan Şeyh Sadi, bize şöyle bir hakîkat dersi veriyor.

155

Vaktiyle beş on kervan halkı çölde yola koyulmuştuk. Gündüz yürümüş, geceleyin bir menzile gelmiştik.

156

Bir de baktım ki bir adam hüsrân ve haybet içinde koşup gidiyor. Meğerse o dehşetli çölde evlâdını kaybetmiş.

157

Zavallı adam, çadırların hepsine birer birer uğramış ve evlâdını sormuş. Bir taş bile görse belki oğludur diye gidip bakmış.

158

Biçare baba, onu nerede bulacaksın? Derken, ciğer-pâresinin elinden tutmuş olduğunu gördüm.

159

Sevinç içinde ve sürûru gözlerinden yaş şeklinde akarak bize doğru geliyordu.

160

Geldi ve deveciye: «Evlâdımı buldum, fakat nasıl buldum bilir misin?

161

Karşımda her ne gördümse geçmedim. «Odur!» diyerek yanına gittim.

162

Binlerce heyûla tahminimi aldatsa da azmimde fütura düşmedim, bulmak ümidini terk etmedim. Dedim: Mâdem ki dünyadadır, elbet bulacağım.

163

Âdeta kumlarda yüzdüm, karanlıkların derinliklerine daldım. Ebedî bir ruh kesilip ne boğuldum, ne bunaldım. Nihâyet Allah’ın tevfikı inayet etti de gözümün nuru evlâdımı karşımda gördüm.

164

Sadi bize bir irfân mesleği gösteriyor. Dikkatle bakacak olursak bize de görünüyor ki:

165

Bir maksat uğrunda koşan kimse, iptida azim ve teşebbüsünü sağlam tutmuşsa elbette gönlünün istediğini ergeç bulacaktır. Zira Hakkın şüûnatına tecelli-gâh olan bu âlemde tevfik-i ilâhî taharriye, taharri de o tevfike âşıktır. Azmin de emel, ayrılmaz bir karinidir. Emel, azim ve taharri ile birlikte olsun da tevfik zuhur eylemesin, bunun imkânı var mıdır?

166

Bazen iki üç muvaffakiyetsizlik, ümit yolunu kapatır, insan o vakit azim ve teşebbüsünü şiddetlendirmelidir. Ümitsizliğin sonu yoktur. Ona bir kere düşecek olursan bir daha altından kalkamayacağın büyük bir zarara düşersin. Şu biçare baba da ümitsizliğe düşüp o karanlık gecede evlâdını aramaktan vazgeçmiş olaydı, evlâdı candan, babası da canandan olurdu.

167

Mürde şuâ’ât: Ölü ışıklar.

168

Ma'bed-i fersûde: Eski mâbet.

169

Eşhâs: Şahıslar, kimseler.

170

Sütre-i yelda: Uzun gecenin örtüsü: Üryan: Çıplak

171

Sefilân-ı beşer: İnsan sefilleri.

172

Nûş eyleyerek: İçerek.

173

Hatm-i enfâs: Nefesleri tüketmek.

174

Sâmia: İşitme; Lâmise: Dokunma.

175

Haşyet: Korku, ürperme.

176

Yâr-i kadim: Eski dost.

177

Perde-i zulmet: Karanlık perdesi; Nâgâh: Ansızın.

178

Göz öyle çıplak bir sefalet sahnesi gördü ki.

179

Ezânî Saatle, güneş battıktan üç saat sonra.

180

Sen küçük bir cisim olduğunu sanırsın ama, en büyük âlem senin içinde gizlidir.

181

Ey insan; sen hâlâ kendini tanımıyorsun da, «ben hakir bir varlıktan ibaretim…» diyorsun. Fakat mahiyetinin meleklerden yüksek bulunduğunu, âlemlerin sende gizlenmiş, cihanların sende dürülüp bükülmüş olduğunu bilsen…

182

Allah’ın feyzi; yerlerden, göklerden taşıp dururken senin kalbin, Cenabı Hakkın münevver bir tecelligâhı olur.

183

Bünyen küçük ama ilâhî sanatın gayesisin. Bu itibarla sonun bulunmaz ve nihâyetin gelmez.

184

Kudret-i ilâhiye edebiyatının en güzel bir beyti, Hakîm-i fıtratın anlaşılmaz bir sırrı olmuşsun.

185

Tabiat senin esirin, bütün eşya senin musahharındır. Dünya ise hükümlerinin münkad ve mahkûmudur.

186

Çevik ve atik irfânın bulutlardan yıldırım avlar. Ayırd edici idrakin yerin altından madenler bulur, çıkarır.

187

Denizler yatağın, dalgalar nazlı beşiğin olmaktadır. Dağların yüksekliği bir şey mi? Senin kanatların gökleri ölçmektedir.

188

Hava, hükmünü bir demde dünyanın her tarafına götürmek için akıp giden bir vasıtandır.

189

Mâni'ler, müzâhimler; ikdamına karşı duramaz. Sen azim ve teşebbüs denilen savaş alanına girdikçe hücum edenler dayanamaz.

190

Karanlıklarda gezsen hikmetli düşüncen öyle bir kandilin olur ki, her parlayışı sermedi bir ziya teşkil eder.

191

Susuz çöllerde dolaşsan kılavuzun sa'yinin ilhamıdır ki her adımında gölgelik vahalar gösterir.

192

Zindanlar, menfalar ve makteller, ilerlemene engel olamaz. Demir eller yolunu tutmak istese bile dinlemezsin, yürür gidersin.

193

Göklerden inen kaderin müeyyidesi imişsin gibi zulüm ve istibdat burçlarını rahatça bir tedbirin yıkıverir.

194

Aramaktan üşenmez, bulmak arzusundan usanmazsın. Yükseklerden daha yükseklere çıktıkça, başka bir istikbale atılsam dersin.

195

En şanlı günlerinde, en mesut hâllerinde bile hayalinde uzak bir gelecek bulunmaktadır.

196

İştiyakın o istikbaldir ki vicdânının maşuku odur. Ruhun o mukaddes neşenin durup dinlenmez bir soydaşıdır.

197

O şevkin sevkiyle yürüyüp gidişin mecburidir. Terakkiye olan meylin, yaradılışında sâri bir ruh hâlindedir.

198

Hilkatin bütün esrarını bilmek, hiçten ibaret olan bu gayb âleminden kurtulmak istersin.

199

Mead, mebde ve halini teşkil eden üç tane muammâ, gelecek devirler gibi karşında durur.

200

Onları halletmek şevkiyle durmaz, koşarsın. Bir şemme olsun hakîkati duymadan oturmazsın.

201

Bütün sırlar isterse zulmet perdeleri arkasında saklansın, düştüğün mahrumiyet gecesi ruhunu ümitsizliğe düşürmez.

202

Emelin, önünde meş'ale çektikçe, bir kılavuz da yoldaşın oldukça karanlıkların içine dalmaktan çekinmezsin.

203

Bütün masnuatın mahiyetleri bir gün sana tecelli ediverse, aramaktan vazgeçer, oturur musun? Hayır…

204

O vakit o masnuatın sâniine sıra gelir. O en heybetli mahiyet sabır ve ârâmını tutuşturup yakar.

205

Hulâsa senin için bir lâhza durup dinlenmek yok. Daimî bir ilerleyişe tâbisin. Çünkü ne hâle razı olursun, ne de istikbale kanaat edersin.

206

Karşında böyle bir terakki mahalli dururken nasıl olur da,

«Ben hakir bir varlıktan ibaretim.» dersin?

207

Meleklerinkinden çok büyük bir tazime mazhar olmuş, Allah’ın tekliflerine emanetgâh ittihaz edilmiş bir cevhersin.

208

Hayatın pek ağır binlerce yükü arkandan eksik olmazken, korkular, ölümler de bir yandan saldırırken müthiş bir temkinle o şiddetli hâllere tahammül eder, yolundan kalmazsın, daima ve süratle gidersin.

209

Yaradılışın bir nüsha-i kübrası olduğun anlaşıldı. Artık düşün de hükmünü kendin ver ki yapacağın işler nasıl olmalıdır?

210

Kadrin meleklerden muazzezken hayvanlar seninle eşit olmasın.

211

Nevha-i mâtem: Mâtem iniltisi.

212

Nâle-serâ: inleyen, feryâd eden.

213

Tanîn: Tın tın öten ses. Tınlama.

214

Neva-yi beşaret: Müjde sesi, Peyam-ı vedâd: Dostluk haberi.

215

Sine-çâk: Sine yırtan; Enin: İnilti.

216

Mütevâlî leyal-i dûra-dûr: Birbirini takibeden davâmlı geceler.

217

Âfâk-ı târ-ı ömr: Ömrün karanlık ufukları.

218

Hande-i ümmid: Ümit gülümsemesi.

219

Perde-puş-i melal: Usanç ile baştan başa örtülü.

220

Hakîkat-i yeldâ: Uzun bir geceye benzeyen hakîkat.

221

Yeldâ-yı bî-tenâhî: Sonsuz, uzun gece.

222

Şedâid-i eyyâm: Günlerin şiddeti.

223

Sütre-i bîtâb: Mukavemetsiz sütresi, örtüsü.

224

Emvâc-ı berf ü bârân: Kar ve yağmur dalgaları.

225

Sâil; Dilenci,

226

Hâil: Engel.

227

Vâpesîn nefes: Son nefes.

228

Nâle-i tezallûm: Tezallûm, şikâyet iniltisi.

229

Nâzende: Nazlı, hoş. Sürûd-i ümid: Ümit sevinci.

230

Sakbe: Delik.

231

Cûş-i merhamet: Merhamet coşkunluğu.

232

Bu manzumeyi Mithat Cemal ile beraber yazmıştık. Bu birinci parça onun, aşağıda gelecek ikinci parça benimdir.

233

Bütün dünya mülkü, bir damla kanın yere dökülmesine değmez.

234

Ey alnı kanlı müstebit; zulmünü temsil eden ağır gürzünü süs olsun diye altın yaldızlı duvarına as!

235

Çadırının kurulduğu yeri al kanlı kefenlerle donat! Matem sığınağı olan meşalelerini can yakmakla parlat!

236

Ey alnının kara yazısı, binlerce kabrin kitabesi olan zalim; mezar çukurlarının karanlık ağızları, kin ve kahır dişlerine benzeyen kemikleri, ebede kadar senin zulümlerini hatırlasın ve hatırlatsın.

237

Ey binlerce hakîkati bir hayale feda eden; ey demir pençeleriyle milletin mezarını kazıp hayat nurunun ufuklarını karmakarışık bir hâle getiren ve gecelerin şiddetli karanlıklarını ruha karıştıran, ey fikir nurlarını topraklara bulayıp ölü kemikleri gibi dağıtan; ey mâtemli âile yuvalarını yıkan! Başındaki devlet tacı, kudurmuş bir at gibi olan zulmünün ayakları altında çiğnenmiş olanların mezarlarında açmış bir gül goncası mıdır?

238

Fikir âlemlerini şöhretin tutmakla beraber o iştiharı hükümetinin taç ve tahtı sayesinde hâsıl olmuş sanma. O şöhret, Sadi gibi İran büyüklerinin, üstünde çimenler bitmiş, mezarları sayesindedir.

239

Evet, Sadi ve emsalinin kabirleri bir avuç topraktan ibaret kalmış, senin tahtın ise senin düşünüşüne göre göklerin bile sığınacağı bir cihandır. Lâkin bence o mübarek mezara senin tahtın ve tacın fedadır.

240

Kabre çekilmek suretiyle şikâyeti kesilmiş olanların son feryadına senin gürültülü, patırtılı saltanatın değmez.

241

Korkunç hükümdarlığın benim temaşa nazarıma karşı güldürücü görünür.

242

Feleğin binlerce devlet ve milleti yok etmiş olan pençesi hiçbir şahsı ebedî bırakmaz.

243

Mazi denilen şey, mezarların öte tarafı ve milletlerin ziyaretçisiz kalmış bir türbesidir.

244

O mezarların karanlık diplerine bakacak olsan orada çürümüş cesetler yerine milletler görünür.

245

Dârâ'ların dökülmüş alın saçlarına, ecdâdının çökmüş mezarlarına ibret gözüyle bak da düşün ki bir avuç toprak için bu kadar istibdat çoktur.

246

İklimler almış olan büyük Napolyon'un kazandığı şey; bir çukurdur, onun en son tahtı mâtemli kabridir ki, orada nedimleri akrepler, enisleri yılanlardır.

247

Vatanın sahası, bütün mâtemhanelerle dolmuş, orada senin yüksek sarayına yer kalmamıştır.

248

Senden evvelkilerin emîrleri, dünyayı itaate mecbur etmişken bugün toprak dolan ağızları feryada bile muktedir değil. O halde sendeki bu azamet ve gurur velvelesi nedendir?

249

Halkın, zalimliğinden dolayı Allah’a sığındığı kimselerin devletin başında kalması doğru değildir.

250

Ey Şah; bu dehşetli patırdın İran'ı daima inletecek sanma. Sana «muzaffersin!» diyen seslere aldanma ki onlar hulûskâr birer haindir.

251

Galebe ettiklerinin kim olduğunu düşün. Onlar milletin efradı değil mi? Adâlet istiyen bir kavmi vurmak ve ezmek sence gâlibiyet mi sayılıyor?

252

İnsanlıktan bir parça olsun nasîbin yok mu ki, milletten yükselen feryatlara aldırmıyorsun?

253

Emin ol ki, bunca mazlumun yüreklerinden kopup fışkıran ahlar, bir gün Allah’ın lanetini tepene indirecektir.

254

İçinde bulunduğun zulüm sarayını pek sağlam sanıyorsun, lâkin Kahhar-ı Mutlak’ın heybetiyle ne kadar müstahkem ve burc ü bârûlu sığınaklar, temelinden devrilmiş ve toprakla bir olmuştur.

255

Bütün İran bir mezarlığa dönmüşken, senin birçok memleket yıkıp da yaptırdığın saray harap olmayacak mı?

256

Evet, İran'ı öldürdün ve bir kabristana döndürdün, milletin ümit yakasını yırttın, kefen hâline getirdin.

257

«Bütün dünya için bir damla kan dökülmesi çoktur.» denilmişken sen şu mâsum ümmetin kanlarından seller akıttın.

258

Temkin ve ihtiyat perdesini yüzünden attın; nasıl bir yaratılışın olduğunu dünyaya anlattın.

259

İslâm’ın ümidi, gayesi, hürriyet liva’ül-hamdi iken öyle bir mukaddes sancak, istibdadının ayakları altında kaldı.

260

Ta Rusya'dan Kazak'lar getirip seyitleri çiğnettin ve Yezid'in ruhunu şadettin.

261

Beytullâh olan birçok camiyi şehametinle bastırdın, şecaatinle de birçok ricâlullahı (Tanrı erlerini) astırdın.

262

Ne Allah'tan korktun, ne Peygamberden utandın. Dinin yüksek kâ'besini devirdin ve toprakla bir ettin.

263

Milletin hamaset sahibi olanlarını tutturup öldürttün ve şu hareketinle bütün Şark'ı ağlattın, bütün Garb'ı güldürdün.

264

Hayır, hayır… Zalimane icraatına karşı gülen yok. İran toprağının mazlum sergisi olduğunu gören Garb'ın da vicdânı sızlıyor.

265

Sâdi, Hâfız, Firdevsî, Râzî, Gazalî, Kütbüddin, Sa'düddin, Kadı Beyzavî gibi zevatı yetiştirmiş; Örfî’nin ve daha birçok irfân güneşinin ziyasından aydınlanmış olan İran, bugün bir haydut fırkasının cehliyle mağdur ve makhur bir hâlde… Allah’ın bundaki gizli esrarı nedir bilmiyorum.

266

Hayır bunları Mabud’a isnad etmekte de mâna yoktur. Hâşâ, Cenabı Hak bir caniye yataklık etmez.

267

Ey şehametli Iran Şahı; öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, zulme kimsenin tahammülü yoktur. «Ben yapacağımı yapayım, kimse aldırmaz!» diyorsan aldanıyorsun.

268

Artık bu istibdâda nihâyet ver ki istikbal karanlık derler ama bunun gizli kapaklı yeri yok. Harekâtının sonu izmihlâl olacaktır.

269

Mezbûhane: Son, fakat ümitsiz bir gayretle.

270

Bâr-ı meş'um: Uğursuz yük.

271

Zıll-i mevhum: Mevhum gölge.

272

Hayme: Çadır.

273

Lerzan: Titriyerek.

274

Nekbet: Felâket.

275

Semâ-peymâ: Göklerde yüzen, Râyât: Bayraklar.

276

Âba: Babalar, atalar.

277

Müstahîl: Mümkün ve kabil olmayan, imkânsız.

278

Kâbus-ı hûnî: Kanlı kâbus.

279

Gamz eden: Belirten.

280

İntibâh: Uyanıklık.

281

Ferş-i râh: Yol yaygısı.

282

Müeyyed: Destekli.

283

Serir-ârâ-yı ikbâl: İkbal tahtına yerleşen.

284

Füsûl: Fasıllar, mevsimler.

285

Leyal: Geceler; Yelda: Uzun.

286

Nigâh-ı sîmîn: Gümüş gibi bakış.

287

Tarassut etmek: Gözetlemek.

288

Safha-i mînâ: Mavi safha; semt-i re's: Gökte tam tepe.

289

Sirac-ı ezel: Ezelî kandil, çerağ.

290

Sahne-i deycur: Karanlık sahne.

291

Lems: Temas, değme.

292

Nevâ-sâz: Ses veren.

293

Cezbe-fezâ: Cezbe verici.

294

Şekl-i mûhiş: Korkutan, dehşet veren şekil.

295

Refik-i ömrü: Hayat arkadaşı, kocası.

296

Âşiyan-i lâl: Sessiz yuva.

297

Seyl-i dümu': Gözyaşı seli.

298

Subh: Sabah.

299

Hürriyetin ilânını bildiren top sesleri.

300

Zade-i hûr: Huri yavrusu.

301

Seher-pâre: Seher parçası. Perran: Uçan.

302

Dûş-i nâz: Nazlı sırt. Sehâbe-i nûr: Nur bulutu.

303

Hâk-dân: Yeryüzü.

304

Dûra-dûr: Uzun uzadıya.

305

Hâle-dâr : Hâle içine alınmış.

306

Etfal: Çocuklar.

307

Mevkib-i şâdi: Sevinç alayı.

308

Ahrâr: «Hür» ün çoğulu, serbest adamlar.

309

Lücce-i etfal: Çocuk dalgası.

310

Dür-dâne-i ismet: İsmet incisi.

311

Ukde: Düğüm

312

Sıyânet-i Hak: Hakkın sıyaneti, Allah’ın koruması.

313

Necm-i sâhir: Uyumayan yıldız.

314

Beşûş: Gülümser yüzlü.

315

An-karib: Yakında.

316

Râyet-i ikbali ser-nigûn olsun: İkbal bayrağı yerlerde sürünsün.

317

Raiyyetiz : Tebaayız. Vedîa-tullah: Allah’ın emaneti.

318

Tehevvür: Son derece hiddet, deliren öfke.

319

Savaik: Saikanın çoğulu, yıldırımlar.

320

Ra'd-i kaza: Kazanın gök gürlemesi, ilâhî hikmetin gök gürültüsü gibi tahakkuk etmesi.

321

Münhani: İğri

322

Şerik-i haybet: Ziyan ortağı.

323

Girye-i hüsran: Hüsran gözyaşları.

324

Zalûm ü cehul: Fazla zalim ve fazla cahil.

325

Görür büruc-i semanın bütün sitâreleri: Gökyüzündeki burçların bütün yıldızları görür.

326

Zalâm: Karanlık.

327

Zefir-i hâr: Sıcak soluk.

328

Lihye-i beyzâ-yı târumâr: Dağılmış beyaz sakal.

329

Tûde tûde: Yığın yığın.

330

Hıyat-ı nur: Nur iplikleri.

331

bannerbanner