
Полная версия:
Safahat
Emaret: Emîrlik, Devlet Reisi Dairesi.
332
Güneşin doğuş vaktindeki farklılıklar sebebiyle dünya üzerinde ezansız zaman yoktur.
333
Yüz binlerce kalbin mestane bir vecd içinde yerden semalara yükselip Allah’ın lâmekân vahdetini ararken bir sayhanın vicdanları dehşet içinde bırakmadığı bir zaman yoktur. O sayha, «Allahu ekber» diyen lâhûtî bir sadadır ki canları sarsar ve kâinatı inletir. Çünkü Cenabı Hakkın bir gül-bankidir.
334
O lâhûtî sada coşup da yerden yükselince esrar-ı kudret, azamet ve kibriyasıyla göklerden iner. Bütün mahlûkat, Hakkı ezber olarak yâd ederken artık o nurların nurundan apaşikâr feyiz alır. Çünkü seherden ve karanlık geceden görünen, cânanın tecellisidir.
335
Seher vaktinde bütün kâinat tatlı bir uyku içinde iken bu ruhanî nağme, ufukları dalgalandırır da etrafın sâkit kalbinde hazin bir enin peyda eder. Her taraf karanlıktır, fakat o karanlık, aydınlık bir zulmettir. Çünkü gökyüzü uyanıktır… Her yıldız da Allah’ın cemaline bir penceredir.
336
Ruhu yıpratan geçinme kaydına mahkûm olan biçareler, gündüzleri bu merhametli hâtırayı duyunca, âhirette didar-ı ilâhî temaşasına nail olmuş kadar mest olur. O neşvenin verdiği bir haz ile hayat yükünü taşımaktan, yorulmak şöyle dursun, yılgınlık eseri bile göstermeden en ağır yükleri sürükler ve taşır.
337
Güneş, batıya çekilmiş, gökyüzü esmerleşmiş, ufuk gül rengine boyanmış, zaman durgunluk içinde, zemin bir iğbirara gömülmüş, dünya susmuş, can manevî bir hüzne tutulmuş, her yerde bir gariplik görünüyor, sessizlik de gittikçe artıyor. Cihan bu hâle müstağrak iken feza birdenbire ilâhî bir gülbank ile dolar, yani akşam ezanı okunur. O sevdâvî tenhalık Allah’ın tekbir ve tehliliyle dolar.
338
Vakta ki zemine gecenin istilâsı iner. O istilânın eli, dünyaya yokluk şeklinde karanlık bir gölge serer. Gözler medhûş ve müstağrak bir hâlde yere ve göğe bakarken (Allahu ekber) nidası Mevlâ canibine yükselir de o karanlık gölge altındaki hilkat sahası, Sina'daki tecelli makamına döner.
339
Yâ Rabbi; uzaklıklar, senin hâtıranla akis vermeden bir an hâli kalmıyor: Bu ne müthiş bir saltanat, fakat ne kadar rahat bir istibdattır ki, ezanlar, teşbihler ve evrad, hepsi o istibdâda birer hürmettir. Hayır… istibdat değil, sen merhametin ruhusun, bu seslerin hepsi de senden adâlet ve inayet dilemektedir. Eğer evvelce adâlet göstermeseydin feryada kabiliyeti verir miydin?
340
Tabiatın ruhu, karanlığın kalbi içinde uyuyor. Yıldızlar bile feza içinde gözünü yumup yavaş yavaş uyumak istiyor. Seher, göklerin altında henüz yüzünü açmıyor. Hayat iniltisi, gecenin yatağında dinmiş, bütün safhalar ve sahalar sükûn ve sükût ridasına bürünmüş.
341
Muhitimin sakin bir vecde dalmış olduğunu görünce ben de o hâli temaşaya dalmıştım. Bu mahmûr levha, nazarımı mest ediyorken ufukta ve uzaktan uzağa bir ses yükseldi. O anda yeryüzünün her yerine yayıldı, sır vermeyen gecenin bütün sırları arasına sokuldu. Uyuyan âlemi uyandırdı ve kararını aldı, karanlıklar içinde birçok âlem meydana çıkardı. Uzaklıklar, o sesi tekrarladılar da gecenin göğsünden uzun bir feryat duyuldu.
342
O feryat, ümmetin ahı olup yerden semaya çıktı, yine o feryat rahmet ruhu olup semadan yere indi. Heybetli minareler, deminden ve alaca karanlık içinde birer heyûlayı andırıyordu. Fakat şimdi hayalimde gece semâ'hanesinin birer nâyı olmuştu. O taş yüreklerden bu kadar müessir nağmeler çıkması hakîkaten garip idi. Biraz sonra o neylerin hepsi hemdem oldular da sükûnetin ruhunda büyük bir kıyamet koptu. Şu camit âlemde tehlil sadası coşunca minareler bana İsrafil'in sûru gibi geldi. Gecenin eli muhitime ölüm örtüsü çekmişken, karşımdaki evlerde hayat ziyaları uyandı. Sonra âlemler ve sabahın ruhu uyandı, daha sonra da yokluk uykusundan bedenler bidar oldu. Bende de karanlıkları yakan bir gece çerağı uyandı ki Allah’ın feyziyle ebede kadar kalbimi parlatacaktır. Allah’ın nuru sönmedikçe o meşale için ben zeval tasavvur edemem.
343
Eyvah! Güzel sevgilimin yurdu ıssız kalmış, her köşesi hazin bir mezara dönmüş, içindeki nağmeler uçmuş da sessiz bir yuva hâlinde kalmış.
344
Bütün emel ve arzularım orada gömülü duruyor, sanki mahşer kıyamını bekliyor.
345
İlâhî, o pak ve nezih saha, neden böyle bir yığın toprak olmuş yatıyor?
346
İlâhî; neden burayı aydınlatan güzellik ziyası sönmüş? İlâhî; ne için buraya bir firkat gölgesi uzanmış? İlâhî; harim-i canan üstüne bu kat kat ayrılık perdesi çekilmesinin sebebi ne?
347
Lâkin şu görünen hayal kimin ki boyu bosu tıpkı canana benziyor? Dağınık, siyah saçlarının altındaki parlak alnı, karanlıklar içinde mahmûr bir sabahı, yahut gözbebeğindeki rüyet nurunu, yahut bahar bulutu arasında ve yağmur şeklinde akıcı incileri, yahut kalbimde her zaman coşan hâtırayı veyahut beden kaydından âzâde bir ruhu andırıyor.
348
Ey yârimin, nazarı aldatan hayali; bir an olsun karar etmez misin? Karşımda parıldayıp söndün de şevk serabına döndün.
349
Her yer derin bir sessizlik içinde. «Cânan, Cânan!» diye seslendim, cevap alamadığım için yoruldum. Sesimin aksini olsun işitmeye kanaat ettiğim hâlde onu da duyamadım. Dağlar, dereler, bütün etraf sağır ve dilsiz bir hâlde!
350
Ey sevdiğimin sevimli yurdu; bu şimdiki hâlin bana pek dokundu. Göğsünü aç ki oradaki hâtıralardan ben bugün bir şemmeye olsun razıyım.
351
Bir vakit o hâtıra rayihalarının sahibi, sabahlara kadar yanımda beklerdi. Ümidime beka şarabı verir, ruhumu safa sarhoşu ederdi. Heyhât ve eyvah ki, o nesim kadar saf olan cânan, nazlı nazlı semalara gitti.
352
Bozulmuş ve perîşân olmuş yuva; söyle ki canan, artık sana inmiyor mu? Ey ebedî mâtem; haber ver ki sahanda nevhalar dinmiyor mu?
353
Ey semada seyredip giden bulut, onun nazlı yürüyüşü hatırında mı? Ey rüzgârın dokunup geçmesine karşı inleyerek şiir okuyan fidanlar! Canan; revan bir şiir olup da salına salına bu gölgelikten geçmiyor mu?
354
Ey şefkatli güzel; meydana çık da ömrüm gibi birdenbire geçip git! Yahut feza dâhilinde bir görün de ufuklarımı nurlara gark eyle! İçimde binlerce can nevhaları coştuğu hâlde dehşetler içinde olarak bu garip yurda geldim. Feryadımı dinliyecek duygulu bir kulak yok mu? Yâ Rabbi; bu nasıl susmuş bir cihan ki, sualime karşı «Yok!» diye bir akis de vermiyor.
355
O apaçık nur, nihâyet gözlerden gizlendi. Arkasından ufuklara gömülmüş bir hayal kaldı.
356
Kemalin izinde zevalin yürümesi tabiî bir hâldir. Fezada yükselen yıldızlar da batar. Fakat bu emel yıldızı, göz kamaştıran bir şimşek gibiydi ki, gurubuyla ufukları gece rengine boyadı.
357
Nâsut âlemine tenezzül etmedi de lâhûta yükseldi. Yüksekliğin ednâ kademesi ılliyyin oldu.
358
Hayali, hazin hâtıramda duruyor; ruhu semalarda dolaşıyor; vücudu ise mezar döşeğine gurub etmiş yatıyor.
359
O, yekpare bir nur idi. Tahallül etti de bârika gören ve harika gösteren bir nazar oldu.
360
O bir celâl ve azamet semâsı idi ki bir kabir onu kucakladı. Artık görünüşte zemin, arş ile beraber olursa çok mu?
361
Kitab-ı ledün, mezar taşının kitabesi, nur-i yakîn de kabrinin üstünde asılı kandili, Allaha doğru yükselen tehlil cümlesi, merkadinin direği, arş-ı a'lâdan inen rahmet ve mağfiretler, meşhedinin kemeridir.
362
Nesimin nazlı eli kabrinin toprağını süpürmekte, inci yağdıran bulut, mezarının fezasında şakilik etmektedir. Yıldızlar türbesine uyanık birer türbedar, bahar da lâhdine ter ü taze yeşil bir örtü olmuştur.
363
Bir konca gibi açılmadan solan ve kuruyan yanağına (Yâ-sin) teranesi seher vakitlerinde bülbül nevhasıdır.
364
Bu servilikte duyulan inilti, rüzgâr değil, üstünde uçuşan meleklerin kanat sesleridir.
365
Geceler, o lâtif hayalin harîm-i ismeti, şafak ise o parlak güneşinin gurubu hâtırasıdır.
366
Kendisi yükselerek lâmekânda oturmakta ise de benim nazarımda bütün mekânlar o ruhun tenezzüh etmekte olduğu bir mesire hâlindedir.
367
Ey aslına avdet eden nur; her tarafta bana görünüyorsun. Gölgelerle örtülü bulunsan da bir an bile lem'andan uzak değilim. Şulen ruhumda ebediyen karar etmektedir.
368
Güzelliğin seherde dalgalanmada, alnının ziyası, ayın safhasında parlamaktadır. Gece, haremsarayının sahnına perde olmakta, güzel rayihanın bir şemmesi taze gül yapraklarından duyulmaktadır.
369
Rüzgârları harekete getiren nağmendir; fezadaki bu cûş ü hurûş nevası sendendir. Hayalin beni seherde uyanık bulunduruyor. Ey hatırasıyla ruhum dopdolu olan; bana göre bu kâinat senden ibarettir.
370
Ey ilâhî şu'lenin lem'ası; ey ebediyet sabahı karargâhı olan; parlayışın sona ermesin ve nurların eksilmesin. Ben senin bekânı böyle istiyorum.
371
Yanan ve parlayan nurun sönmek ihtimali ve sönmek sözünün anlamı yoktur. «Ateşin zevali yoktur» demiyorum, fakat nurun öyle hâli yoktur; o, yokluğa gidip karar etmez.
372
Ey düşüncesiyle kaldığım, yâni daima düşündüğüm yâr; artık aramızda koskoca bir cihan var. Sen gökte didar-ı ilâhî safası ile müferrahsin. Bense yerde ayrılık azabı içindeyim. Onun için bütün nağmeler, kulağıma feryat olarak geli-yor.
373
Evet, kulağıma, üflenen neyin demi feryat, akan derenin şırıltısı feryat, esen rüzgârın sesi feryat gibi geliyor. Sen gökleri neş'edar-ı ferhunde-zâr ederken bana yerde olan yadigârın ancak feryattan ibaret.
374
Derler ki: Emevî hükümdarlarından Hişam bin Abdülmelik devrinde Şam civârında üç sene kuraklıktan ekin olmamış; çöldeki bedevîler can kaydına düşmüş. Her çadır bir mezar hâlini almış, altında iskelet şekline girmiş birkaç canlı cenaze uzanmış. Bu âfetin sürüp gittiğini gören kabile şeyhleri bir köyde toplanmışlar ve şöyle konuşmuşlardır: «– Mâdemki bu halkın şeyhleri ve reisleriyiz, kalkın Hişâm'a gidelim ve lûtfuna iltica edelim. Halife'miz, hâlimizi bilse merhamet etmek ihtimali vardır. Ak sakallı bir bölük ihtiyar, bulundukları hâli Emîr'e anlatır da o, halkı merhamete lâyık görmez mi? Sultansa da taştan bir insan değil ya.»
375
Buna karar verilince bazıları: «– Aramızda Dirvâs da bulunsun. Daha çocuktur amma ondaki talakat kimsede yoktur.» derler. Dirvâs da şeyhler heyetine katılır.
376
Bu heyet Şam'a girince: «– Beş on kabile şeyhi geldi» diye Hişâm'a haber verirler. O da: «– Şimdi saraya gelsinler» emrini verir.
377
Heyetle beraber çocuk da huzura girer. Evvelâ dua eder, sonra söze başlayacak olur.
378
Lâkin ak sakallı ihtiyarlar dururken bir çocuğun söz söylemesi hükümdara garip gelir. «– Çocuk sen sus! Büyükler dururken çocuk söz söyler mi?» diye onu tekdir eder. Dirvâs da: «– Bu tekdir neden icabetti, yaş, zekâ mikyası mıdır? Sen Dirvâs'ı çocuk mu sanıyorsun? Bir kere dinle de beğenmezsen sustur» cevabını verdikten sonra sözüne devâm eder ve der ki:
379
«– Üç yıl süren kuraklar ve sıcaklar, bizi de kavurdu ve yaktı. Binlerce çadır kapandı. Çöl mahşer hâlini aldı. Evvelce şehirdekileri besleyen kabileler halkı köy köy dolaşıp dileniyorlar. Hâtem-i Tâî gibilere cömertlik gösteren Urban, bugün bir ekmek parasına can veriyor. Çıplakları giydiren de bugün çıplaktır; kadın ve erkek gömleksizdir.
380
«Açlık, ölümün yardımcısı oldu. Çöl baştan başa cansız cesetlerle dolmuştur. Her tarafta açlık feryadı geliyor, fakat bir taraftan yardım sadası işitilmiyor. Gençler ihtiyarlara, ihtiyarlar ise seyyar mezara döndü. Analarda bir damla süt yok ki evlâdını emzirsin de uyutsun. Gâliba Cenabı Hak bize gazap etti ki çöl halkı üç senedir yandığı hâlde gökten bir damla su inmiyor. Dualarımız neticesinde yağmur yağmak değil, kırağı bile düşmüyor. Onun için sana ilticaya ve hakkımızda merhametini ricaya geldik. Ey âdil Emîr; sendeki haşmet ve debdebenin çok fazla olduğunu görüyoruz. Biz ise aç ve çıplak bir alay sefiliz. Demek ki bir yanda pek fazla bir servet var, öbür yanda ise hiçbir şey yok. O hâlde biraz denkleşmek lâzım. Sen bu serveti nereden buldun? Bunlar halkın mı? Halik’ın mı, senin mi?
381
«Eğer Allahın ise biz de onun kullarıyız. Bir pay istemekte elbette haklıyız. Yok, halkın ise başkasının haklarını ayak altına alma da sâhiplerine ver. Böyle de değil, kendi malınsa, şimdi sana pek fazla olduğu için fukaraya sadaka olarak ver.»
382
Bu sözler Hişâm'ı cevaptan âciz bırakmış, mecliste olanlara: «—Cevap bulabilirseniz söyleyin. Ben diyecek söz bulamıyorum. Bu çocuğun dehasına hayret, istediği verilsin.» demiş.
383
Harîm-i kâtil: Kâtilin ortağı, yardımcısı.
384
Heyâkil-i san'at: Sanat heykelleri, (âbideleri).
385
Nesl-i cebîn: Cebin (korkak) nesil.
386
Gîrûdâr-ı maişet: Maişet mücadelesi; Kedd-i yemin: El emeği.
387
Ağuş-i iltica: Sığınılacak kucak.
388
Binâ : Eskiden medreselerde okunan Arapça bir ders kitabı.
389
Arap harfleriyle güzel yazı çeşitleri.
390
Tatlîk: Boşamak.
391
Ahrâr-ı izâm: Büyük hürriyetseverler.
392
Asr-ı ulûm: İlimler asrı, ilimler devri.
393
Bahr-i Ahmer: Kızıldeniz.
394
Fâni zindegânî: Fânî hayat; Hayat-ı câvidanî: Ebedî hayat; Telâkî-gâh: Buluşma yeri; Menzil-i ârâm: Huzur ve sükûnet yurdu.
395
Ömr-ü sâni: İkinci ömür; Abes: Boş, beyhude.
396
Te'min-i istikbâl: İstikbal sağlamak; Âlâm: Elemler.
397
İmrâr etmek: Geçirmek, Eyyam: Günler.
398
Mâmelek: Bütün mülk.
399
Perde-pûş-i zulmet-i evham: Vehim karanlıklarıyla örtülmüş.
400
Müberrât: İyilikler.
401
Kapkaranlık gecenin gizliyen kalbinde saklanmış.
402
Muhtefi: Saklanmış, göze görünmez.
403
Etfal: Çocuklar.
404
Emvac: Dalgalar.
405
Hilkatin içini, özünü sızlatan beşer iniltisi.
406
Tahta-pâre-i câmid: Donmuş tahta parçası; İğbirar-ı samut: Sessiz iğbirar infial.
407
Mahmil: Fil, deve vs. nin sırtına konan ve içine insan binen, küçük kulübeye benzer binek.
408
Pervasızca uzanmış yatmış olan şu taş, senin en son yatacağın bir sedirdir. Yumuşak yatağından çıkıp bir gün ona baş vuracaksın. Yaşadığın müddetçe uğraşsan da, onun elinden kurtuluş imkânı yoktur. Hayat yolunda yürüyüp gitmene mâni ve aşılmaz bir settir. Bak, aşabilirsen aş.
409
Musalla: Öksüzlerin donmuş gözyaşı dalgasıdır. Musalla: Dünya mâtem-hanesinin kalbinden fırlamış bir ahtır; Musalla; Allah’ın insana minber-i tebliğidir. Musalla: Ehl-i irfân önünde bir ibret dersidir.
410
Bu minberden nâsut âlemine en müthiş hakîkatler iner. Buradan lâhut âlemine en yüksek kanaatler yükselir. Karanlıklarda onun civârında, sayılmakla bitmez hayaletler geçer. Çıplak sefâletler kefenleri omzunda olarak geçmişler.
411
Babam, kardeşlerim, çocuklarım ve annem, belki de bence bunlardan muazzez olan birçok can dostu, bu taştan dünyaya son bir nazar atfediyor sanırım. Ruhum, bu ölüm heykelinden binlerce sessiz figan duyar.
412
Saltanat tahttan devrilir; dünya altüst olur; müstahkem burçlar ve bârûlar birer birer düşer de bu taş, zamanın tahripçi eliyle âdeta alay eder. O, sanki bütün mevcudata hâkim bir yokluk timsalidir.
413
Karanlık ve yıldızsız bir gece tasavvur et ki onun heybetli kucağında uzaklara kadar yayılmış bir çöl yatmaktadır. İçine düşmüş ve yolunu kaybetmiş bir âvâre için, karanlık dalgalarından yol bulmak imkânı yok. Her adım attıkça önüme bir girdap çıkıyor ve yolu kesiyor. O kumluğa düşüp de çalkanan şaşkın bir seyyah, nasıl bir nura ve kurtarıcı bir yıldıza muhtaçsa, ey ümit ziyası, ben de sana öyle müştâkım. Bir kerecik olsun görün! Zira ufuklarım pek karanlıklaştı.
414
Coşmuş, tufanlar koparan dalgaları dağlardan nişane olmuş bir ummanı hayalinin önünden geçir! Öyle bir umman ki, ölmek muhakkak, kurtuluş muhâl, imdat edilecek sahil ise pek uzak. Korkudan donmuş dudaklarda ruh titreyip durmakta. O coşkun suların saldırışlarıyla uğraşan kimse, bir teselli kenarı görünce nasıl tehalükle oraya atılmak isterse ümitsizlik dalgalarıyla ihata edilmiş olduğum şu âlemde senin tayfın hayalime aynıyla o sahil gibi görünür.
415
Evlâdından ayrı kalmış âvâre bir ana düşün, yahut hânûmânından ayrılmış bir öksüz tahayyül et. O talihsiz ananın hatırından evlât hâtırası nasıl çıkmazsa, öksüzün kalbinden de anasının yâdı nasıl ayrılmazsa, ey ruhumun medar-ı aramı, senin hâtıran da benim hatırım da öylece durmaktadır. Çünkü ne yapsam gördüğüm senin apâşikâr olan feyzindir. Çimenler, nurunun dalgaları, fidanlar boyunun bosunun timsali, sularda akisler yapan suret de zeval bulmaz olan cemalindir.
416
Derede oynaşan dalgacıklar nazlı salınışın, güzel kokulu çiçekler de gizlenen taze taze rayihandır. Gecelerin koynunda uyumakta olan nazlı seherler, saçlarına yaslanmış pak ve parlak alnını hatırlatır. Ebediyet denizinde yüzen nurlu yıldızlar, hayret önünde senin bakışından saçılmış lem'alardır. Zemin, eserlerinle dolu, sema nurlarının altında. Bütün âlemler, didarının nazar süsleyen birer aynasıdır.
417
Sabah vakti tenha bir yere çekilmek istemiş, deniz kenarında oturup etrafı seyre dalmıştım. Ufuklar yeni açılmış, sema mahmûrdu. Güneş de yattığı yerden henüz görünmemişti. Leb-i deryada hiç ses yoktu. Her yer derin bir sükûta dalmıştı. Sabâ ile sular durgundu. Hülâsa her şeyde durgunluk vardı. O, mavi yatak, yani denizin sathı üstünde uyanık sabah dadısının nur çocuğu, bir tıfl-ı nâzenin gibi uyurken güneş, dağların perdedarlık ettiği hariminden görünmüş ve derece derece yolunda yükselmişti. Sema-yı kudrete doğru yükseldikçe o râkit genişlikte ziyalar dalga dalga oldu. Bu coşma hareketleri o gümüş havuzu uyandırdı. Sabâ da sevdalı nefesiyle o sath-ı sükûnu dalgalandırdı. Açıklardan ve birbiri arkasından gelen dalgalarla sahilden hazin bir nağme, müessir bir şiven vecd ve istiğrakımı artırdı. O âhengi dinledim, meğer şiirin âhengi, o coşup kabaran deniz de fikrinin ummanı imiş. Güneş ruhun, onun demet şeklindeki şuaları, güneş kadar parlak olan sânihatınmış. Dünyanın senden ibaret olduğu artık nazarımda tecelli etti. Fakat ey görünmeyen sevgili; bu umumî senlikte acabâ ben miyim?
418
Hüzzâm makaâmında bir ilâhî.
419
Âguş-i ihtirâm: İhtirâm, saygı kucağı.
420
Pîş-i ihtişamında: İhtişamın önünde.
421
Pür-sürûd-i sürûr: Sevinç cıvıltısı içinde.
422
Ketîbe-i ma'sûme : Mâsûm kafile, kalabalık.
423
Kârbân-ı şebap : Gençlik kafilesi.
424
Âtinin sermedî hayatına koşuyor.
425
Mazinin cansız heykelleri.
426
Kârbân-ı âti: İstikbâl kafilesi.
427
istical: Acele etmek.
428
Geçen dem fevt olup gitmiştir, istikbalse gaiptir; Kişi ancak zaman-ı bî-sebat-ı hâle sâhiptir.
429
«Heleke’l-müsevvifûn.» (Bugünün işini yarına bırakanlar helâk olur.) Hadîs-i Şerif.
430
Büyük bir şairin ihtarı olan yukarıdaki beyit büyük bir hikmet düstûrudur. Onu evvelce duymuş da olsan şimdi tekrar edilmesi yersiz olmaz :
Evet. Geçen, artık geçmiştir, gelecek zaman ise meçhul ve müphemdir. Hayatından nasîbin ancak hal, yani şu geçmek üzere olan demdir. Maziye dönmek mümkün olmadığı gibi istikbal ümidi de cansızdır. Onun için bugünkü iş bugün yapılmalıdır. Yarına bırakırsan o (yarın)lar mahşere kadar sürer.
Benim on beş yıl evvelinden beri yapacağım işler hâlâ durmaktadır ki, onlar için, az önce «yarın başlayıp yapsam» demiştim. Müsevvifler, yani bugünün işini yarına bırakanlar için mahvolmak tabiî bir şeydir. Bu, bir yaradılış kanunudur, hem de hiç tevil götürmez.
431
Dinî, Felsefî Musâhabeler, sayfa: 121.
432
Ta'zib-i nigâh eyleme: Gözlerini yorma, bakışlarını işkenceye uğratma.
433
Yeni Câmi
434
Gehvâre-i emvaç: Dalgalar beşiği.
435
Şeh-dâne: Büyük ve kıymetli inci.
436
Leb-ı derya: Deniz kıyısı; Hande-i nûr: Nûr gülümsemesi.
437
Umman-ı bekâ: Bekâ, ebediyet okyanusu.
438
Eb'ad-ı semâvîsinde: Semâvî eb'adında, sema gibi sonsuz uzaklıklarında.
439
Süleymaniye Camii’nin temellerinden bir kısmını da medreseler teşkil eder.
440
Serapa iman: Baştan başa iman
441
Uruc et: Yüksel.
442
İ'lâ eden: Yükselten.
443
Kitabın 1928 den önceki ilk baskılarında, bu ve sonraki mısralar farklıdır:
Yerin üstünde duran velveleler haykırsın;Hakkı son sadme-i kahrıyla devirsin butlan;444
Sadme-i kahr: Kahır çarpması.
445
İlhad: Dinsizlik.
446
Hufre-i tarih: Tarih çukuru, tarih mezarı; Meâli: Yüksek hâtıralar
447
Hudâ İanesi: Allah evi.
448
Seyyal: Akıp giden.
449
Sivâ: Allahtan başkası; Zılâl: Gölgeler.
450
Âlem-i kesret: Çokluk âlemi.
451
Sâni: Yaratan; Masnu': Yaratılan.
452
Mahv-ı temaşa: Temaşa içinde, seyir içinde kendinden geçmek.
453
Perde-i seyyal: Seyyal, su gibi akıcı bir perde.
454
Mahşer-i iman: îman mahşeri, bir mahşer ki orada yalnız imanlar toplanmış.
455
Vahdet-zâr: Birlik âlemi.
456
Nefha-i rahmet: Rahmet nefesi.
457
Taayyün veriyor: Şekil ve suret veriyor.
458
Zerrat-ı vücut: Vücudun zerreleri.
459
Deyyâr: Evin içinde oturan; dâr: Ev.
460
Bitâb-ı tecelli: Tecelliden bitap, yorgun kalan.
461
Cibâh: Cepheler, alınlar.
462
1928 baskısındaki bir matbaa hatası yüzünden, bu mısradaki «bilmediğim» kelimesi, «bildiğim» veya «bildiğimizi şeklinde, yanlış olarak yeni harfli 9. baskıya kadar devâm etmiştir.
463
Lihye-i pak: Tertemiz sakal.
464
Huzme: Demet.
465
Târ: Tel.
466
Fukahâ: Din bilginleri, dinin fıkhını bilen ulema, bilginler.
467
Şark-ı Aksa: Uzak Doğu; Magrib-i Aksa: Uzak Batı. Fas.
468
İlk baskılarda bu beytin yerinde şu mısralar vardır:
Şarktan başlayarak Mağrib-i Aksâ'ya kadar,Asya'nın, Avrupa'nın, Afrika'nın nerde ki varMüslüman sâkin olan bir yeri, mutlak gittim;Hepsinin hâlini, mâzîsini tetkîk ettim.469
Âram etmek: Durmak, dinlenmek.
470
A'mak: Derinlikler.