banner banner banner
Usta ile Margarita
Usta ile Margarita
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Usta ile Margarita

скачать книгу бесплатно


Hahambaşı’nın kara gözleri parıldadı, Vali’den aşağı kalmayan bir sanatla yüzüne tam bir şaşkınlık belirtisi konduruverdi. Ağır ağır, gurur dolu bir sesle, “Neler duyuyorum Vali?” dedi. “Verdiğim karardan, hem elinle onayladığın bir karardan ötürü bana gözdağı veriyorsun. Böyle şey görülmüş mü? Biz, Roma valisinin, bir şey söylemeden önce ağzından çıkacakları ölçüp biçmesine alışkındık. Ya biri konuştuklarımızı duysaydı, Hegemon?”

Pilatus, Hahambaşı’na ölgün bir bakış fırlattı, sahte bir gülümsemeyle dudaklarını büzüp, “Hadi canım,” dedi. “Neler söylüyorsun sen de Hahambaşı; burada, kim duyabilir bizi? Bugün işkenceden geçirilecek o kafadan kontak serseriye benziyor muyum ben? Çocuk muyum Kayafa? Ne dediğimi, nerede konuştuğumu bilirim. Bahçe muhafızlarla korunuyor, saray da. Öyle ki, bir sıçan bile giremez içeri. Yalnız sıçan değil, şu… Neydi adı… Kiryatlı mı ne? Hem, onu tanıyor musun sen Hahambaşı? Evet… Böyle biri saraya girse, çok, çok pişman olur. Bundan kuşkun yok ya? Bugünden sonra, rahat etmeyeceğini iyi bil Hahambaşı. Ne sana rahat var, ne halkına –Pilatus uzakta, tapınağın alev alev yandığı tepeyi gösterdi– bunu da söyleyen benim, ben Pontius Pilatus, ben, altın mızraklı şövalye.”

Kara sakallı Kayafa, büyük bir gözüpeklikle, “Biliyorum, biliyorum,” diye karşılık verdi; gözleri parladı. Parmağını gökyüzüne uzatıp, “Yahudi halkı, kendilerinden amansızca nefret ettiğini, hepsine büyük acılar çektireceğini biliyor. Ama asla onların kökünü kazıyamayacaksın! Tanrı onu korusun! Bizi dinliyor, mutlak hâkim Caesar bizi dinliyor ve cellat Pilatus’tan bizi koruyor!”

“Hayır!” diye haykırdı Pilatus; ağzından her çıkan söz, artık ona yeni bir rahatlama getiriyordu; yapmacık davranışlara başvurmuyordu, sözlerini seçmek zorunda değildi. “Benden çok şikâyet ederdin Caesar’a, şimdi sıra bana geldi Kayafa! Bir haberci hemen şimdi yola çıkacak, hem de Antakya lejyon komutanına ya da Roma’ya değil, doğru Capri’ye, imparatora gidecek. Burada, Kudüs’te herkesçe bilinen olayı, asileri nasıl ölümden kurtardığınızı anlatacak. Sizin iyiliğiniz için yapmak istediğimden vazgeçtim, Solomon Göleti’nin sularıyla yıkamayacağım Kudüs’ü. Hayır, suyla yıkanmayacak. Sizin yüzünüzden duvarlardan imparatorluk armasını sökmek zorunda kaldığımı, birliklerin yerlerini değiştirdiğimi, neler çevirdiğinizi anlamak için buraya kadar geldiğimi unutma. Şimdi söyleyeceklerimi de unutma: Kudüs’te büyük bir birlik görmeyeceksin bundan böyle Hahambaşı, hayır! Kentin duvarları dibine koca Fulminatrix lejyonuyla Arap süvarileri gelecek; sen o zaman gör ağlamaları, acılı iniltileri. O zaman Barabbas’ı kurtardığını hatırlayacak, barışçı söylevlerinden ötürü filozofu ölüme gönderdiğin için pişmanlık duyacaksın!”

Hahambaşı’nın yüzü lekelerle kaplandı, gözleri alev saçtı. O da Vali gibi, dişlerini göstererek sırıttı ve cevap verdi: “Şu an söylediklerine inanıyor musun Vali? Hayır, inandığını sanmıyorum. Halkı baştan çıkaran bu adam Kudüs’e, bize barışı getirmiyor. Barışı getirmediğini sen de çok iyi biliyorsun şövalye. Halkı kışkırtması, inancı ayaklar altına alması, halkı Roma’nın kılıcı altına sürüklemesi için onu salıvermek istiyordun. Ama ben, Filistin’in hahambaşıyım, yaşadığım sürece inanca küfrettirmeyecek ve halkı koruyacağım! Duyuyor musun Pilatus?” Kayafa parmağını salladı: “Beni iyi dinle Vali!”

Kayafa sustu ve Vali, yeniden, sanki Büyük Herodes Sarayı’nın bahçe duvarına dalgaların çarpmasından doğan gürültüyü duydu. Arkasından, sarayın iki kanadının ardından kuşkulu boru sesleri, yüzlerce ayağın ağır ağır sürüklenişi, demir şakırtıları geldi. Vali, Roma piyadelerinin emirlerine uyup asiler ve haydutlarca ürkütücü bir olay sayılan idama gitmek üzere yola çıktıklarını anlattı.

Hahambaşı, alçak sesle, “Duyuyor musun Vali!” dedi. –Hahambaşı iki kolunu açınca kukuletası geriye düştü.– “Bütün bunlara o küçük Barabbas haydutunun neden olduğunu mu söyleyeceksin?”

Vali, elinin tersiyle ıslak, soğuk alnını sildi; yere baktı, sonra gözlerini kırpıştırarak gökyüzüne dikip alev alev yanan kürenin tam tepesinde olduğunu, Kayafa’nın iyice ufalan gölgesinin, aslanın kuyruğuna güç eriştiğini gördü. Sakin, kayıtsız bir sesle, “Neredeyse öğlen olacak,” dedi. “Konuşmaya dalıp kendimizden geçtik, oysa devam etmek gerek.”

Vali, dikkatle seçtiği birkaç sözle Hahambaşı’dan özür diledikten sonra manolyaların gölgesinde bir sıraya oturmasını önerdi. Son ve kısa bir görüşme için gerekli kişilerin toplanıp ölüm cezasının uygulanmasıyla ilgili emirleri vermesini gölgede daha rahat bekleyebilirdi.

Kayafa, eli göğsünde, saygıyla eğildi, bahçede kaldı. Pilatus ise üstü kapalı taraçaya döndü. Kendisini bekleyen kâtibe lejyon komutanını, alay komutanını, tapınak muhafızları şefiyle birlikte bahçenin alt yanındaki çeşmeli çardakta oturmuş çağrılmayı bekleyen iki Sanedrin üyesini alıp Kayafa’nın bulunduğu bölüme götürmesini emretti. Kendisinin de birazdan onlara katılacağını söyleyip saraya girdi.

Kâtip gerekli kişileri toplarken Vali, ağır perdelerle korunmuş, insanın güneşten rahatsız olamayacağı bir odada, yüzünü kukuletasıyla yarı yarıya gizleyen biriyle buluşuyordu. Konuşmaları kısa sürdü. Pilatus birkaç şey fısıldadı, adam hemen oradan uzaklaştı. Pilatus, avludan geçerek bahçeye çıktı.

Orada, görmek istediği kişilerin karşısında Vali, tumturaklı ve soğuk bir sesle Yeşu Ha-Nozri’nin ölüm cezasını onayladığını belirttikten sonra Sanedrin üyelerine suçlulardan hangisinin hayatta bırakılmasının doğru olacağını sordu. Barabbas’ın bırakılması gerektiği yanıtını aldı. Bunun üzerine Vali, “Tamam,” dedi ve kâtibine hemen, bunu zapta geçirmesini emretti. Sonra, kâtibin kumların arasında bulduğu süs iğnesini sol avcunda sıkarak, “Vakit geldi!” dedi.

Hemen hepsi iki yanı baş döndürücü kokular salan gül fidanlarından gerçek duvarlarla çevrelenmiş geniş merdivenleri inmeye koyuldular. Her basamak onları sarayın dışına, ucunda Kudüs hipodromunun sütunlarının ve heykellerinin görüldüğü, dümdüz kaldırım taşlarıyla kaplı koca meydana açılan büyük kapılara yaklaştırıyordu.

Meydana vardıklarında her yere egemen geniş taştan sete çıktılar. Pilatus, iyice kıstığı gözkapaklarının arasından çevresine göz gezdirip durumu inceledi.

Geçtikleri yer, sarayla bulundukları taştan seti ayıran bölüm, ıssızdı. Buna karşılık Pilatus, zemini göremiyordu: Meydanı büyük bir kalabalık kaplamıştı. Pilatus’un solunda yedek alayın üç sıra askeri, sağında öteki yedek alayın adamları önlemese kalabalık, seti ve ardındaki boşluğu da kaplayacaktı.

Pilatus, o yararsız süs iğnesini sıkıp gözleri yarı kapalı, sete çıktı. Vali’nin gözlerini kısması, güneşin yakıcılığından korunmak için değildi. Hayır. Nedendir bilinmez, sadece, o anda arkasından sete çıkardıkları suçlu kafilesini görmek istemiyordu.

İnsan dalgasının durup dinlenmeden çarptığı bu kaya parçası üzerinde, kanlı astarlı beyaz pelerini görününce kulaklarına gürültülü bir uğultu çarptı: “Haaaa!..” Uzakta bir yerde, hipodromun oradan doğan bu uğultu birden azaldı. “Beni gördüler,” diye düşündü Vali. Uğultu büsbütün yok olmamıştı, yeniden yükseldi, bir an duraklar gibi oldu, derken ilkinden daha büyük bir bağırtı koptu. Bu ikinci haykırış, dalgaların köpükle süslenmesi gibi, genel gümbürtüde açıkça duyulan ıslık sesleriyle, kadın çığlıklarıyla süslendi. “Suçluları sete çıkardılar,” diye düşündü Pilatus, “Çığlıklar, kalabalığın öne atılıp birkaç kadını çiğnemesi yüzünden kopuyor.”

İçinde birikenleri iyice boşaltmadan yeryüzündeki hiçbir gücün bir kalabalığı susturamayacağını, kalabalığın kendiliğinden de susmayacağını bilerek bir süre bekledi.

Sırası gelince sağ kolunu havaya kaldırdı, böylece son gürültü de bitti.

O zaman Pilatus, ciğerlerini alabildiği kadar yakıcı havayla doldurdu; haykırdığında boğuk sesi binlerce başın üstünden aştı:

“İmparator Caesar adına!..”

Hemen ardından, kulaklar, birkaç kez yinelenen kesik, madenî bir haykırışla doldu: Mızraklarını ve sancaklarını havaya kaldıran alayın askerleri kükrüyordu.

“Yaşa Caesar!”

Pilatus, başını kaldırıp yüzünü güneşe bıraktı. Gözkapaklarının ardında yeşil ışıklar yandı; ateş, beynini kavurdu, kalabalığın üstünde boğuk Aramca heceler uçuştu:

“Cinayet, halkı ayaklandırmaya kalkışma ve inançla yasalara hakaret suçlarından Kudüs’te yakalanan dört cani, alçaltıcı, çarmıha gerilme cezasına çarptırılmışlardır. Ceza hemen Çıplaktepe’de yerine getirilecektir. Bu canilerin adları Dismas, Hestas, Barabbas ve Ha-Nozri’dir. İşte, önünüzdeler!”

Pilatus, koluyla sağını gösterdi. Mahkûmlardan hiçbirini görmüyor, ama orada, kesinlikle bulunmaları gereken yerde durduklarını biliyordu.

Kalabalık boğuk, uzayıp giden bir uğultuyla karşılık verdi; sanki şaşırmış ya da rahatlamıştı insanlar. Yeniden sessizlik çöktüğünde Pilatus devam etti:

“Ancak, yasalar ve teamül gereğince Hamursuz Bayramı şerefine ölüm cezası sadece üçüne uygulanacak. Sanedrin’in önerisi ve Roma iktidarının onayıyla, gönlü yüce Caesar, mahkûmlardan birine sefil hayatını bağışlıyor!”

Pilatus bu sözleri haykırarak söylerken uğultunun yerini derin bir sessizliğin aldığını fark etti. Şimdi kulaklarına ne bir mırıltı ne bir iç çekme geliyordu. Öyle bir an geldi ki, Pilatus çevresindeki her şeyin kaybolduğunu sandı. Nefret ettiği kent ölmüştü, tek başına, inatla gökyüzüne çevirdiği yüzü, tepeden gelen ışınlarla yanarak ayakta duruyordu. Pilatus bir an sustu; sonra bağırdı:

“Şimdi, sizin önünüzde ölümden kurtulacak olanın adını…”

Adı açıklamadan önce, gereken her şeyi söyleyip söylemediğine baktı. Seçilen mutlu kişinin adı açıklanır açıklanmaz, ölü kentin canlanacağını biliyordu. Artık o gürültü içinde bir tek sözünü bile duyamazdı. Alçak sesle, kendi kendine, “Bu kadar mı?” diye sordu. “Tamam, bu kadar. Şimdi. Adı…”

Kentin sessizliği üzerine “r”lerin üzerine basa basa bağırdı:

“Barabbas’tır!”

Aynı anda güneş, gürültülü bir şangırtıyla tepesinde bin parçaya ayrılmış, kulakları o yükseltinin üzerinden ateşle dolmuş gibi geldi. İçinde haykırış, çığlık, inilti, kahkaha ve ıslık fırtınasının gemi azıya aldığı bir ateş.

Pilatus döndü, tökezlememek için ayaklarının altındaki satranç tahtasını andıran çinilerden başka hiçbir yere bakmadan merdivenlere yürüdü. Şimdi, ardında bir hurma ve bronz para yağmurunun sete yağdığını, haykıran kalabalıkta itişip kakışıp birbiri üstüne tırmanan insanların, bir adamın ölümünün ellerinden koparılıp alınışı mucizesini gözleriyle görmeye çalıştıklarını biliyordu.

Muhafızların da, aynı anda elleri bağlı üç mahkûmu ister istemez canlarını yakarak yan merdivenden, batıya, kentin dışındaki Çıplaktepe’ye giden yola sürüklediklerini de biliyordu. Ancak aşağıya, setin dibine indiğinde, tehlikeden kurtulduğunu anlayıp gözlerini açtı Pilatus. Mahkûmları görmesine artık olanak yoktu.

Yavaş yavaş yatışan kalabalığın çığlıklarına şimdi de çığırtkanların tiz bağırışları karışıyordu, kimi Aramca kimi Yunanca Vali’nin o yükseltide söylediklerini yineliyordu. Üstelik atların gitgide yaklaşan kuru ve kesik şakırtılarıyla bir borunun kısa, şen çağrısını duyuyordu. Seslere, çarşıdan hipodroma giden yol boyunca sıralanan evlerin damına tünemiş çocukların kulakları sağır edici ıslıkları, “Dikkat! Kenara çekilin!” haykırışları karşılık veriyordu.

Meydanın ıssız bölümünde tek başına ayakta duran bir asker, elindeki sancağı, tehlikeyi belirtmek için sallamaya başladı. Vali, lejyon komutanı, kâtip ve arkadan gelenler hemen durdular.

Bir süvari birliği dörtnala ortaya çıktı. Meydanı yandan kesip halk birikmeden, asma kaplı kent duvarlarının dibinden Çıplaktepe’ye çıkan yola kestirmeden varmaktı amaçları.

Atlarını rüzgâr gibi dörtnala koşturan süvarilerin çocuk gibi ufak tefek ve kara yüzlü Suriyeli komutanı, Pilatus’un yanında durdu, incecik sesiyle bağırarak bir şeyler söyledi ve kılıcını kınından çekti. Yerinde duramayan, ter içindeki yağız atı kasılıp birden şaha kalktı. Ani bir hareketle kılıcını kınına yerleştiren komutan, hayvanı boynundan kırbaçlayarak hizaya soktu, sonra dörtnala kaldırıp yola daldı. Ardından, üçer üçer dizilmiş süvariler, toz bulutu arasında, rüzgâr gibi geçip gittiler. Atların her adımında hafif bambu mızraklarının ucunun oynadığı görülüyordu. Pilatus’un önünden geçen bembeyaz, pırıl pırıl dişli ve şen yüzler, Vali’ye, bembeyaz sarıkların altında olduğundan da yanık gözüktü.

Toz bulutunu havaya kaldıran süvariler yola saptı, Pilatus’un önünden geçenlerin sonuncusunun sırtında, güneşte parıldayan bir boru vardı.

Tozdan korunmak için elini yüzüne siper eden Pilatus, yüzünü buruşturup yola koyuldu, ardında lejyon komutanı, kâtip ve muhafız kıtasıyla, hızla bahçe kapılarına vardı.

Saat, aşağı yukarı sabahın onuydu.

11

. Ceza davalarıyla idam davalarına bakan Kudüs’ün eski Yahudi mahkemesi. (Y.N.)

12

1. (Eski Yunanca) Şef, lider. (Y.N.)

13

. Kudüs'ün doğusunda, eski şehrin duvarlarının en eski kapısı. Yahudi inanışına göre Mesih oradan kente gireceği için 1541'de Kanuni Sultan Süleyman tarafından ördürülmüştür. (Y.N.)

14

. Golgota. İsa’nın çarmıha gerildiği tepe. (Y.N.)

3

Yedinci kanıt

“Evet, saat aşağı yukarı sabahın onuydu saygıdeğer İvan Nikolayeviç,” dedi Profesör.

Şair, uykudan uyanır gibi elini yüzünde gezdirdi; Patriarşiye Göleti Parkı’na akşamın çöktüğünü gördü. Gölün suları kararıyor, hafif bir sandal suda kayarak ilerliyordu. Küreklerin şıkırtısı ve sandalın içindeki kadının inişli çıkışlı kahkahaları kulakları dolduruyordu. Ağaçlıklı yollarda, banklarda kalabalık toplanmaya başlamıştı. İnsanlar dörtgenin yalnız üç köşesinde geziniyor, bizimkilerin bulunduğu tarafa kimseler uğramıyordu.

Moskova üstünde güneşin rengi solmuş gibi, ay tepede büyük bir açıklıkla ortaya çıkmıştı; henüz aktı, altın sarısına bulanmamıştı. İnsan büyük bir rahatlıkla soluk alıyor, ıhlamurlar altında sesler akşamın tatlılığında yumuşuyor, yankılanıyordu.

İyiden iyiye şaşıran Biezdomni, “Bize koca bir hikâye anlattı, farkına bile varmadım. Nasıl oldu bu iş?” diye düşünüyordu. “İşte akşam da oldu!.. Belki de bir şey anlatmamıştır. Belki de dalmış, bütün bunları düşümde görmüşümdür.”

Ama gene de Profesör’ün bir şeyler anlattığına inanmak gerekirdi. Ya da Berlioz’la da noktası noktasına aynı düşü gördüklerini kabullenmek. Çünkü yabancıyı dikkatle süzüp, “Anlattıklarınız, İncil’dekilere hiç uymasa bile çok ilginç Profesör,” dedi.

“İnsaf!” dedi Profesör hoşgörüyle gülümseyerek. “İncil’de yazılı olanların bir tekinin bile gerçekle ilgili olmadığını sizden daha iyi kim bilebilir. İncil’i tarihsel bir kaynak olarak kabul etmeye başlarsak…” Profesör yeniden gülümsedi.

Berlioz’un yine içi hopladı. Bronnaya Caddesi'nden Patriarşiye Göleti Parkı’na Biezdomni’yle birlikte yürürlerken tıpatıp aynı şeyleri söylemişti.

“Bu doğru,” dedi Berlioz. “Ama sizin anlattıklarınızın gerçeğe uyduğunu doğrulayacak biri de çıkmaz nasıl olsa.”

“Yok canım! Biri doğrulayabilir!” diye karşılık verdi Profesör. Yeniden dili çalmaya başlamıştı. Büyük bir inançla konuşuyordu.

Birden esrarlı bir havayla iki dosta yaklaşmalarını işaret etti.

Biri sağından, öbürü solundan ona doğru eğildiler, Profesör bu kez hiç dili çalmadan (akıl alır iş değil, şeytan bilir nasıl, yabancı şivesi beklenmedik zamanlarda ortaya çıkıyor ve kayboluyordu), “Gerçek şu!..” dedi –Profesör ürkek bakışlarını çevresinde gezdirerek, sesini fısıltıya varacak kadar alçalttı– “… bütün bu anlattıklarım olup biterken ben oradaydım. Pontius Pilatus’la birlikte avludaydım; Kayafa’yla konuştuğu sırada bahçe, kararı halka açıklarken taştan setin üstündeydim. Gizlice, kimseye fark ettirmeden durdum orada. Bu yüzden, lütfen bu konuda kimseye bir şey söylemeyin, sırrımı saklayacaksınız, şişşşt!..”

Bir sessizlik oldu, Berlioz hafifçe sarardı. Titrek bir sesle, “Siz… siz ne kadardır Moskova’dasınız?” dedi.

Boş bulunan Profesör, “Moskova’ya demin geldim,” dedi.

Ancak o an iki dost, Profesör’ün gözlerinin içine iyice bakmayı akıl ettiler. Sol gözünün –yeşil olanı– delice bir anlam taşıdığına, sağ gözünün ise bomboş, kara, ölü bir göz olduğuna emin oldular.

“Al işte! Her şey anlaşıldı!” dedi Berlioz kendi kendine. “Bu Alman delinin biri ya da buracıkta gölün kıyısında kaçırdı aklını. Amma iş!”

Evet, gerçekten de öylece her şey açıklanmış oluyordu: Ölü filozof Kant’la birlikte yenen tuhaf yemek, ayçiçeğiyağı ve kim olduğu bilinmeyen şu Annuşka’yla ilgili aptal hikâye, Berlioz’un başının kesileceğini söylemesi, bütün öbür anlattıkları… Profesör deliydi.

Berlioz, ne yapmak gerektiğini hemen kavradı. Geriye yaslanıp Profesör’ün arkasından Biezdomni’ye göz kırpmaya koyuldu: “Ona karşı falan çıkma” demeye getiriyordu. Oysa apışıp kalan Şair, bu işaretlerden bir şey anlamadı.

“Evet, evet,” dedi Berlioz, çırpınarak. “Bütün bunlar mümkün. Hatta Pontius Pilatus, taraça ve bütün geri kalanlar… Peki siz, karınızla mı geldiniz, yoksa tek başınıza mı?”

“Tek başıma, tek başıma. Ben hep yalnızımdır,” dedi Profesör, acı acı.

Berlioz, sinsi bir ifadeyle, “Peki bavullarınız nerede Profesör?” diye sordu. Metropol’de15 mi yoksa? Siz nerede kalıyorsunuz?”

“Ben mi?.. Hiçbir yerde kalmıyorum,” dedi çatlak Alman, deli deli bakan hüzünlü yeşil gözünü Patriarşiye Göleti’nde gezdirerek.

“Nasıl? Peki nerede oturacaksınız?”

Beklenmedik bir kayıtsızlıkla, deli, “Sizin evde,” dedi, göz kırptı.

“Ço… çok mutlu olurdum. Şe.. şeref verirdiniz,” diye kekeledi Berlioz. “Ama benim evimde gerçekten rahat edemezsiniz. Metropol’de çok iyi odalar var. Birinci sınıf bir oteldir.”

Hasta, birden İvan Nikolayeviç’e döndü, “Ya Şeytan?..” dedi. “Şeytan var mı, yok mu sizce?”

“Şeytan da…”

Berlioz, Profesör’ün ardından dudaklarını şekilden şekile sokarak, “Damarına basma,” diye fısıldadı. “Kızdırma onu.” Bütün bu keşmekeşten aklı karışan İvan Nikolayeviç bağırdı, hiç de sırası değildi oysa:

“Şeytan diye bir şey yok! Şeytan yok! Bu adam da amma baş belası be! Bırakın bu zırvaları!”

Bu sözler üzerine deli, bir kahkaha attı. Öyle ki, üç adamın üstündeki ıhlamur dalına konan serçe ürktü, havalandı. Gülmekten kırılan Profesör, “Bu söyledikleriniz çok, çok ilginç,” dedi. “Neyiniz var canım sizin? Ne sorsak yok diyorsunuz, olamaz diyorsunuz.”

Birden kahkahasını kesti –akıl hastalarında görüldüğü gibi– tam tersi durgun bir havaya büründü; kızdı, kabaca bağırdı:

“Demek, size göre Şeytan yoktur, öyle mi?”

Hastanın çileden çıkmasından korkan Berlioz, “Sakin olun, sakin olun Profesör,” diyordu. “Bir dakikacık, burada, dostum Biezdomni’yle oturur musunuz? Köşeye kadar gidip bir telefon edeceğim, sizi dilediğiniz yere götürürüz sonra. Kenti bilmediğiniz için…”

Berlioz’un planının akıllıca olduğunu kabul etmek gerek: En yakın telefon kulübesine koşmak, yabancılar bürosunu arayıp Patriarşiye Göleti Parkı’nda, davet üzerine geldiğini ve uzman olduğunu söyleyen, deli olduğu açıkça görülen bir yabancının bulunduğunu söylemek. Önlem alınması gerektiği, yoksa, hiç de hoş sayılmayacak bin türlü saçmalık olabileceğini belirtmek…

“Telefon mu edeceksiniz? İyi ya, hadi gidip edin,” diye kabul etti hasta hüzünle.

Birden kuşkulu bir sesle ekledi:

“Ama yalvarırım yanımızdan ayrılmadan önce hiç olmazsa Şeytan’ın varlığına inanın. Sizden daha fazlasını istemiyorum. En sağlamından yedinci bir kanıtın bulunduğunu düşünün. Hemen şimdi bu kanıtın ne olduğunu göreceksiniz.”

Deli Alman’ı beklemek hoşuna gitmediği için canı sıkılan Şair’i göz kırparak yüreklendiren Berlioz, zoraki bir nezaketle, “Tamam, tamam,” dedi ve Bronnaya Sokağı’yla Ermolayevski Geçidi’nin kesiştiği yere, gezinin çıkışına doğru yürüdü.

Profesör, sağlığını sanki o an yeniden kazandı, yüzü aydınlandı. Berlioz’un ardından, “Mihail Aleksandroviç!” diye bağırdı.

Berlioz, irkilerek döndü, ama Profesör’ün ilk iki adını herhangi bir gazetede okumuş olabileceği düşüncesiyle kendisini rahatlattı.

Profesör, elleri ağzının iki yanında sürdürdü haykırmasını:

“Kiev’deki amcanıza hemen bir telgraf yollatmamı istemez misiniz?”

Berlioz, bir kez daha kendinden geçti. Bu deli, Kiev’deki amcasının varlığını nereden öğrenmişti? Şimdiye kadar hiçbir gazete bunu yazmamıştı. Sakın Biezdomni haklı olmasın? Ya o kimlik kâğıtları da sahiden sahteyse? Amma garip biriydi bu… Telefon etmeliydi, hem de gecikmeden. Bu işi çarçabuk aydınlatırlardı.

Sözün sonunu dinlemeden yoluna koştu.

O sırada, Bronnaya Sokağı çıkışının hemen yakınındaki banktan biri kalkıp Genel Yayın Müdürü’ne yaklaştı. Berlioz, öğleden sonra ortalığı yakıp kavuran havanın yoğunluğu içinde oluşuveren adamı tanıdı. Ama şimdi havaya karışmıyordu, herkes gibiydi; etten kemikten. Berlioz, alacakaranlığın gittikçe artan koyuluğundan onun tavuk tüyünü andıran bıyıklarını, alaycı, minik, yarı sarhoş gözlerini, beyaz çoraplarının pisliğini ortaya koyacak kadar yukarı çekilmiş kareli pantolonunu açık seçik görebiliyordu.

Mihail Aleksandroviç, birkaç adım geriledi. Bunun aptalca bir rastlantı olabileceğini düşünerek kendini sakinleştirdi. Şu sıra bu konunun üstünde fazla durması gereksizdi.

Kareli pantolonlu adam, çatlak tenor sesiyle, “Turnikeyi mi aradınız yoldaş?” diye sordu. “Buradan lütfen! Çıkış önünüzde, dilediğiniz yere gidesiniz diye açık. Sormak istiyordum… Kendini toplama ihtiyacıyla kıvranan eski bir kilise şarkıcısına, bir ufak şişe alacak kadar paranız var mı?”

Adam, gülünç bir biçimde yerlere kadar eğilerek kafasındaki jokey şapkasını çıkarıp geniş bir hareketle salladı.