banner banner banner
Usta ile Margarita
Usta ile Margarita
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Usta ile Margarita

скачать книгу бесплатно


“Suçlu, bana ‘iyi adam’ dedi. Kendisini hemen götürüp bana ne denmesi gerektiğini öğretin. Sakat bırakmamaya çalışın yalnız.”

Kıpırdamadan duran Vali’nin dışında herkes, bakışlarıyla, tutukluya peşinden gelmesini işaret eden Farezehri Marcus’u izledi. Gittiği her yerde, genellikle boyundan ötürü gözler takılırdı Farezehri’ne; onu ilk görenler, fazladan, Yüzbaşı’nın yüzünün insan yüzü olmaktan çıktığını da eklerlerdi; yıllar önce burnu, bir Germen’in gürzüyle ezilmişti.

Marcus’un ağır kısa çizmeleri mozaiklerin üstünde şakladı, elleri bağlı adam sessizce onun peşinden yürüdü. Avluya sessizlik çöktü, derin bir sessizlik; bahçedeki güvercinlerin kuğurdamasıyla çeşme fıskiyesinin tatlı sesinden başka gürültü duyulmuyordu.

Vali, yerinden kalkıp başını fıskiyenin altına sokmak, hep öyle kalmak istiyordu. Ama bunun kendisine yararı olmazdı, biliyordu.

Farezehri, bahçeye doğru inerken bronz heykelin önünde nöbet tutan lejyonerlerden birinin kırbacını alıp önemsemez bir hareketle tutuklunun omzuna hafifçe vurdu. Yüzbaşı’nın darbesi hafif ve kayıtsızcaydı, ama elleri bağlı adam, bacakları kesilmişçesine hemen yere yığıldı. Ağzı açık, boğulur gibi çekti havayı ciğerlerine, yüzünde renk kalmadı; gözleri artık anlamsız bakıyordu.

Marcus, sol eliyle adamı yakaladı; boş bir çuvalmış gibi güçlük çekmeden kaldırdı, ayaklarının üstüne dikip genizden gelen bir sesle, Aramca, sözlüklerin kafasını gözünü yararak konuşmaya başladı:

“Romalı Vali’ye sen, ‘Hegemon’12 diyeceksin. Başka şey demeyeceksin. Kıpırdamayacaksın. Beni anladın mı, yoksa seni döveyim mi?”

Tutsak, olduğu yerde sallandı, düşecek gibi oldu, ama kendini toparladı. Yüzü renklendi, soluğu düzeldi, boğuk boğuk konuşmaya koyuldu:

“Anladım. Dövme beni.”

Az sonra yeniden Vali’nin karşısındaydı.

Vali, zayıf, acılı, bir sesle sordu:

“İsim?”

“Benim mi?” diye aceleyle sordu tutuklu.

Her halinde, aklı başında yanıtlar verip karşısındakini kızdırmamak isteği okunuyordu.

Vali, alçak sesle, “Benimki değil herhalde,” dedi. “Kendi adımı biliyorum. Olduğundan aptal görünmeye çalışma. Evet, adını sordum, senin adını.”

“Yeşu,” dedi tutsak, aceleyle.

“Takma adın var mı?”

“Ha-Nozri.”

“Nerelisin?”

“Gamla kentindenim,” dedi, başını sağa çevirip uzaklarda, kuzeyde bir yerde Gamla denen kentin bulunduğu yeri gösterdi.

“Anan baban kim senin?”

“Pek bilmiyorum,” dedi tutuklu, çabucak. “Anamı babamı hatırlamıyorum. Babamın Suriyeli olduğunu söylemişlerdi.”

“Nerede oturuyorsun?”

“Belli bir yerim yok,” diyerek utançla itiraf etti tutuklu. “Durmadan gezerim.”

“Daha kısa da söylenebilir bu. Tek kelimeyle serserisin! Ailen var mı?”

“Kimsem yok. Yeryüzünde tek başımayım.”

“Okudun mu?”

“Evet.”

“Aramcadan başka dil bilir misin?”

“Yunanca bilirim.”

Şiş bir gözkapağı kalktı, acıyla gölgelenen bir göz tutukluya dikildi. Öbür göz kapalıydı. Pilatus, Yunanca, “Demek halkı Kudüs Tapınağı’nı yıkmaya kışkırtan sensin?” dedi.

Tutuklu, canlanır gibi oldu, gözlerindeki korkulu anlatım silindi, Yunanca, “Ama iyi –yapacağı yanlışlık aklına gelince gözlerinden bir korku parıltısı geçti– ama Hegemon, hayatım boyunca binayı yıkmaya hiçbir zaman niyetlenmedim, kimseyi de böylesine delice bir iş için kışkırtmadım.” Alçak masanın üstüne eğilmiş, suçlunun sözlerini kaydeden kâtibin yüzünde büyük bir şaşkınlık belirdi. Başını kaldırdı, sonra hemen parşömene yöneldi.

“Bayram dolayısıyla, her türden yığınla insan kente akın ediyor. Aralarında sihirbazlar, müneccimler, kâhinler ve katiller var,” dedi Vali, tekdüze bir sesle. “Yalancılar da! Bak işte sen bir yalancısın. Burada yazıyor: ‘Halkı kışkırtıp tapınağı yıktırmak istedi.’ İşte tanıkların söyledikleri.”

“Bu iyi insanlar,” dedi tutuklu, sonra da aceleyle ekledi: “Hegemon… Hiç öğrenim görmemişler. Sözlerimi baştan sona ters anladılar. Ve bu yanlış anlamanın uzaması, artık beni korkutmaya başladı. Hepsi benimle ilgili bir yığın saçmalık yazan adamın yüzünden.”

Bir sessizlik oldu. Bu sefer, iki acılı göz de tutukluyu uzun uzun süzdü.

“Sana son kez söylüyorum; deli rolü yapmaktan vazgeç haydut,” dedi Pilatus, yumuşak bir sesle. “Senin hakkında, pek az yazılı şey var. Ama onlar da asılmana yeter.”

Ateşli bir ikna etme isteğiyle gerilen tutuklu, “Hayır hayır, Hegemon,” dedi. “Peşimden gelen biri var. Durmadan peşimden gelen, teke parşömeni üstüne durmadan yazan biri. Günün birinde yazdıklarına bir göz attım da, ödüm koptu. Parşömene döktüklerinden bir tekini bile söylemedim ben. Ona yalvardım: ‘Yak, Tanrı aşkına bu parşömeni yak,’ dedim. Onu ellerimden parçalarcasına kapıp kaçtı.”

Parmak uçlarıyla şakağına dokunan Pilatus, tiksinmiş gibi, “Kim bu adam?” diye sordu.

Tutuklu olanca iyi niyetiyle, “Matta Levi,” dedi. “Eskiden tahsildardı. İlk olarak ona, Bitinya yolunda, yolun bir incir bahçesi önünde kıvrıldığı noktada rastladım. Kendisiyle konuştum. Önce düşmanca davrandı, sövdü… Daha doğrusu bana köpek diyerek küfrettiğini sandı. (Tutuklu gülümsedi.) Ben, bu hayvanda alçaltıcı bir yan bulamadığımdan, köpek sözüne alınanlara aklım ermez…”

Kâtip yazmayı unutup tutukluyu değil Vali’yi şaşkın şaşkın yan gözle süzdü.

“Yine de,” diye devam etti Yeşu, “beni dinleye dinleye yumuşadı. Sonunda parasını yollara saçıp artık benimle birlikte geleceğini söyledi.”

Bir yarım gülümseme Pilatus’un yanaklarından birini büzdü, sarı dişlerini ortaya çıkardı. Gövdesini kâtibe çevirdi:

“Ey Kudüs!” diye bağırdı. “Duvarlarının arasında daha neler duyacağız? Bir tahsildar, duyuyor musunuz, parasını yollara döküp saçıyor!”

Ne yanıt vereceğini bilemeyen kâtip, en iyisinin, Pilatus’un gülümsemesini taklit etmek olduğunu düşündü.

Yeşu, Matta Levi’nin tuhaf davranışını açıklamak için, “Bana, artık paradan nefret ettiğini söyledi,” dedi. “O günden sonra da yoldaşım oldu.”

Ses çıkarmadan sırıtan Vali, önce tutukluya, sonra, sağa doğru, vadinin dibinde, hipodromdaki atlı heykellerinin üstünde inatla yükselmekte olan güneşe baktı. Birden, midesi bulanmışçasına, en iyisinin bu garip haydutu taraçadan kovmak olduğunu düşündü. İki söz söylemek, “Asın şunu!” demek yeterdi. Fırsattan yararlanıp muhafız kıtasını da gönderir, saraya girer, odadaki ışıkların söndürülmesini emreder, yatağına uzanır, soğuk su ister, acılı bir sesle köpeği Banga’yı çağırır, kendisini avutup bu dayanılmaz baş ağrılarını unutturmasını sağlardı. Vali’nin ağrılar içindeki kafasından, kaçamak ama baştan çıkarıcı “zehir” düşüncesi geçti.

Bulanık bakışlarını tutukluya çevirip sustu, Kudüs’ün bu amansız sabah güneşi altında yüzü yara izleriyle dolu bu suçluyu neden kendisine getirdiklerini, ona başka ne gibi sorular –hem de kimseyi ilgilendirmeyen sorular– sormak gerektiğini acıyla hatırlamaya çalıştı. Boğuk bir sesle, “Matta Levi mi?” dedi, gözlerini kapadı ardından.

“Evet Matta Levi,” diye karşılık verdi, canını acıtan tiz bir ses.

“Peki, çarşıdaki kalabalığa tapınak hakkında neler söyledin?”

Kulaklarına gelen ses dayanılır gibi değildi, Pilatus şakaklarının çatlayacağını sandı.

“Hegemon,” dedi ses bu kez. “Eski inanç tapınağının yıkılacağını, yerine gerçeğin yeni tapınağının yükseleceğini söyledim. Sözlerimin iyi anlaşılması için böyle konuştum.”

“Peki serseri, çarşıya gidip gerçekten, yani hakkında hiçbir şey bilmediğin kavramdan halka söz edip kafaları bulandırmak sana mı kaldı? Gerçek dediğin nedir, ha?”

“Tanrılar!” diye düşündü o an Vali. “Yasal yönden hiçbir önemi olmayan sorular soruyorum şuna… Artık aklım bana ihanet etmeye başladı…” Kara bir sıvıyla dolu kupanın görüntüsü belirdi yine kafasında. “Zehir! Bana zehir verin…”

Sesi duydu yine:

“Gerçek, her şeyden önce başının ağrımasıdır. Öyle ki, korkakça ölümü düşünüyorsun. Benimle tartışacak gücün kalmadığı gibi, bana bakmak bile zor geliyor sana. Şu an, senin celladınım, hiç istemediğim halde. Bu beni üzüyor. Herhangi bir şeyi düşünecek halde değilsin. Bütün düşüncen, görünürde bağlandığın tek yaratık olan köpeğinin yanına gitmek. Ama dertlerin şimdi geçecek, başın artık ağrımayacak.”

Kâtibin kalemi havada kaldı, gözlerini fal taşı gibi açıp tutukluya baktı.

Pilatus, acılı bakışlarını tutukluya çevirdi. Güneşin hipodromun üstünde yükseldiğini, ışınlarından birinin avluya süzülüp Yeşu’nun topuğu aşınmış sandaletlerine doğru ilerlediğini, Yeşu’nun da gölgeye sığınmak için güneşten kaçtığını gördü.

Vali yerinden kalktı, başını ellerinin arasında sıktı. Tüysüz ve sarımtırak yüzünde dehşet dolu bir ifade belirdi. Ama büyük bir irade gücüyle bu belirtiyi yok edip yerine oturdu.

Tutuklu, konuşmasına devam ediyordu; ama kâtip bir şey yazmaz olmuştu. Kaz gibi boynunu uzatmış, tek sözcük bile kaçırmamaya bakıyordu.

Pilatus’a iyilik dolu bir ifadeyle bakan tutuklu, “İşte,” dedi, “bitti artık. Çok mutluyum. Hegemon, bir süre için saraydan çıkıp çevrede dolaşmanı, hiç değilse Zeytinlik Dağı’ndaki bahçelerde gezinmeni öğütlerim. Fırtına daha sonra… –tutuklu, gözlerini kırpıştırarak güneşe baktı– …akşama doğru patlar ancak. Bu gezinti sana iyi gelir, ben de seninle gelirdim. Kafamda, seni ilgilendireceğini sandığım birtakım yeni düşünceler var; akıllı bir adama benziyorsun, sana hepsini anlatırdım.”

Kâtibin yüzü sapsarı kesildi, parşömen tomarı elinden düştü.

Hiçbir şeyden çekinmediği anlaşılan elleri bağlı adam, “İşin kötüsü,” dedi, “çok içine kapanık yaşıyorsun. İnsanlara güvenini de yitirmişsin, kabul et kesinlikle. İnsan, bütün sevgisini köpeğine veremez, kabul et. Hayatın çok yoksul Hegemon.”

Bu sözlerden sonra, adam bir de gülümsedi. Kâtibin tek düşüncesi vardı: kulaklarına inanmak ya da inanmamak. İnanmaktan başka yolu da yoktu. Bunun üzerine, tutuklunun inanılmaz gözüpekliği karşısında, çabucak öfkelenen Vali’nin kızgınlığının ulaşabileceği akıl almaz boyutları hayal etmeye çalıştı. Kâtip, Vali’yi çok iyi tanımasına karşın, kızgınlığının nereye varabileceğini kestiremedi.

Ve Latince konuşan Vali’nin bezgin, boğuk sesi yeniden duyuldu:

“Ellerini çözün.”

Muhafızlardan biri mızrağını yere vurup yanındakine verdi, ardından yaklaşıp tutuklunun bağlarını çözdü. Kâtip, parşömen tomarını toparladı, yeni bir emre kadar hiçbir şey yazmamaya ve hiçbir şeye şaşırmamaya karar verdi.

Pilatus, Yunanca, “İtiraf et,” dedi hafiften. “Sen büyük bir doktorsun.”

Büzüşmüş, şişip kızarmış ellerini büyük bir zevkle ovuşturan tutuklu, “Hayır, Vali,” dedi. “Doktor değilim.”

Kaşlarını çatan Pilatus tutukluyu süzdü. Bakışlarını gölgeleyen sis kaybolmuştu; o bildik kıvılcımlar görünmüştü yeniden.

“Hem,” dedi, Pilatus, “sormadım sana… Latince de biliyor musun?”

“Evet, biliyorum,” diye karşılık verdi tutuklu.

Pilatus’un solan yanakları renklendi, Latince sordu:

“Köpeğimi çağırmak istediğimi nereden anladın?”

Tutuklu, aynı dilde karşılık verdi:

“Çok basit. Okşamak ister gibi gezdirdin elini havada –Pilatus’un hareketini yineledi– ve dudakların…”

“Peki, anladık,” dedi Pilatus.

Sustular. Pilatus Yunanca sordu:

“Demek doktorsun?”

“Hayır, hayır,” dedi tutuklu aceleyle. “İnan bana doktor değilim.”

“Peki, bu konuda bir şey söylemek istemiyorsan söyleme, sakla sırrını. Senin işinle hiçbir ilgisi yok. Demek halkı, tapınağı yıkmaya kışkırtmadığını söylüyorsun yine… Kudüs Tapınağı’nı yıkmaya ya da herhangi bir şekilde yok etmeye de kışkırtmadın ya?”

“Tekrar ediyorum Hegemon, kimseyi böyle şeyler yapmaya zorlamadım. Kafadan sakat birine benziyor muyum sizce?”

Vali, ürkütücü bir gülümsemeyle ama tatlı bir sesle, “Yok yok,” dedi. “Kafadan sakat biri olmadığın belli. Bütün bunların yalan olduğuna yemin et.”

Ellerinin bağı çözülen adam, büyük bir hevesle, “Neyin üstüne yemin etmemi istiyorsun?” diye sordu.

“Şey, örneğin hayatın üzerine,” dedi Vali, “hem tam sırası, çünkü hayatın pamuk ipliğine bağlı şu anda. Bunu bilmelisin!”

“Bu ipliğin ucunun elinde olduğunu mu sanıyorsun?” diye sordu tutuklu. “Sanıyorsan çok yanılırsın.”

Pilatus irkildi, dişlerinin arasından, “Bu ipliği kesebilirim,” diye mırıldandı.

Güneşten korunmak için ellerini yüzüne siper eden tutuklu, aydınlık bir gülümsemeyle, “Yanılıyorsun,” dedi. “Bu ipliği kim taktıysa onun koparacağını kabul edersin sanırım.”

“Tamam, tamam,” dedi Pilatus gülümseyerek. “Kudüslü salakların, senin izinden gitmeleri artık beni şaşırtmıyor. Dilini de kimin taktığını bilmiyorum ama bir karış dışarıda. Hem, Kudüs’e Altın Kapı'dan13 eşek sırtında, arkadan da haykırarak seni peygamber diye karşılayan bir kalabalıkla girdiğin doğru mu?” diye sordu Vali, parşömen tomarını göstererek.

Tutuklu, Pilatus’a şaşkınlıkla baktı.

“Hiç eşeğim olmadı, Hegemon,” dedi. “Kudüs’e Altın Kapı’dan girdiğim doğru, ama yürüyerek ve yanımda Matta Levi’den başkası bulunmadan. Hem bağıran da olmadı, çünkü o sırada Kudüs’te beni tanıyan yoktu.”

Pilatus, gözlerini tutukludan ayırmadan devam etti:

“Dismas, Hestas, bir de Barabbas adlı kişileri tanıyor musun?”

“Bu iyi insanları tanımam,” dedi tutuklu.

“Doğru mu?”

“Doğru.”

“Şimdi söyle bakalım; neden boyuna ‘iyi insan’ deyimini kullanıyorsun? Herkese böyle mi dersin?”

“Evet, herkese,” dedi tutuklu. “Yeryüzünde kötü insan yoktur.”

Pilatus, gülerek, “Bunu ilk kez duyuyorum,” dedi. “Ama belki hayatı yeterince tanımamışımdır.”

Kâtip yazmaktan çoktan vazgeçtiği halde, ona dönüp devam etti: “Bütün bunları not etmek gereksiz.”

Sonra tutukluya, “Hiç kuşkusuz, Yunanca bir kitapta okudun bunu,” dedi.