banner banner banner
Usta ile Margarita
Usta ile Margarita
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Usta ile Margarita

скачать книгу бесплатно


“Hayır, kendim buldum.”

“Vaaz verir misin?”

“Evet.”

“Peki, Farezehri dedikleri Yüzbaşı Marcus da iyi bir insan mı?”

“Evet,” diye karşılık verdi tutuklu. “Mutsuz biri olduğuna kuşku yok. İyi insanların yüzünü yaralamasından sonra, katı ve insafsız olmuş. Onu kimin bu hale soktuğunu bilmek ilginç olur.”

“Sana seve seve söylerim bunu,” dedi Pilatus. “Çünkü olaya tanık oldum. İyi insanlar –Germenler– kurda saldıran köpekler gibi üstüne üşüştüler. Kollarına, bacaklarına yapıştılar. Bağlı olduğu piyade tümeni tuzağa düşmüştü. Komuta ettiğim süvari birliği yan taraftan düşmanı yarmayı başaramasaydı, Farezehri’yle konuşma fırsatını bulamayacaktın filozof. Bakireler Vadisi’nde, İdistavisus Meydan Savaşı sırasında oldu anlattığım.”

Dalıp giden tutuklu, “Kendisiyle uzun uzun konuşmak fırsatını bulabilirsem, tepeden tırnağa değişeceğinden eminim,” dedi.

“Subay ya da askerlerinden biriyle konuşman lejyon komutanının hoşuna gitmez sanırım,” dedi Pilatus. “Hem böyle bir konuşmanın yapılmaması herkesin yararınadır; buna ben engel olurum en başta.”

O an, bir kırlangıç rüzgâr gibi avluya girdi. Yaldızlı tavana yakın bir çember çizip alçaldı, kanadının sivri ucuyla yuvasındaki tunç heykelin yüzüne dokundu, bir sütun başlığının ardına gizlendi. Oraya yuva yapmak niyetindeydi anlaşılan.

Kırlangıç avluda uçarken Vali’nin hafifleyip açılan kafasında bir çözüm yolu belirmişti: Hegemon, serseri filozof Yeşu’nun, takma adıyla Ha-Nozri’nin durumunu inceledi, hiçbir suç bulamadı. Özellikle, Yeşu’nun davranışlarıyla kısa süre önce Kudüs’te görülen karışıklıklar arasında hiçbir bağlantı saptayamadı. Serseri filozof bir akıl hastası izlenimi bırakmıştı üzerinde; bunun sonucunda da Sanedrin’in Ha-Nozri için verdiği ölüm cezasını onaylamadı. Ama hayalci, akıl almaz söylevlerinin Kudüs’te karışıklıklara neden olabileceğini düşünen Vali, Yeşu’yu Kudüs’ten sürdü ve Akdeniz kıyısındaki Kesari’de Vali’nin oturduğu kente hapsedilmesine karar verildi.

Geriye yalnızca, bütün bunları kâtibe yazdırmak kalıyordu.

Kanat hışırtısı, Hegemon’un başının tam üstünden geçti; kırlangıç kendini çeşmenin yalağına attı, sonra da havalanıp uçtu gitti. Vali, yanında ışıltılı bir toz sütunu yükselen tutukluya yöneltti bakışlarını.

“Bunun hakkında başka bir şey var mı?” diye sordu kâtibine.

Pilatus’a başka bir parşömen uzatan kâtip beklenmedik bir yanıt verdi:

“Ne yazık ki hayır.”

Parşömene göz atar atmaz, Vali’nin yüzündeki değişim belirginleşti. Başına kara kan mı çıkmıştı, yoksa başka bir olay mı meydana gelmişti, anlaşılamadı. Solgun derisi koyu bir renk aldı, bir an gözleri kayboldu sanki.

Herhalde başına çıkıp şakaklarını döven kanın etkisiyle olacak, Vali’nin garip bir şekilde görüşü bulandı. Tutuklunun başının havaya karışıp kaybolduğunu, yerine başka bir baş geldiğini görür gibi oldu. Bu çıplak başa, çiçeklerle süslü altın bir taç takılmıştı. Alnındaki yuvarlak yaraya sürülen merhem, derisini kemiriyordu. Ağzı sarkık ve dişsizdi; altdudağı şımarıkça büzülerek sarkmıştı. Pilatus, tıpkı uzakta, sarayın altında kalan Kudüs’ün damları gibi avlunun pembe sütunlarının yok olduğunu sandı. Sanki bütün çevre Capri bahçeleri gibi yeşilliklere bürünmüştü. Kulağında da bir tuhaflık vardı: Uzaktan zayıf, ürkütücü bir boru sesi duyar gibiydi. Genizden gelen bir ses, hecelere küstahça basarak boru sesini bastırıyor, “Hükümdara hakaret suçuyla ilgili yasa…” diyordu.

Uçucu, tuhaf, bağlantısız düşünceler. “Hapı yuttum!..” Sonra: “Hapı yuttular!..” Aralarında, nereden geldiği belli olmayan bir ölümsüzlük düşüncesi… Nedendir bilinmez, bu ölümsüzlük düşüncesi Pilatus’un kafasında dayanılmaz bir kuşku yarattı.

Vali, bütün gücüyle bu görüntüyü silerek bakışlarını avluya çevirdi. Tutukluyla göz göze geldi. Tehditle bir çeşit korkunun birbirine karıştığı garip bakışları Yeşu’nun üzerindeydi.

“Dinle, Ha-Nozri,” dedi. “Bir ara, Büyük Caesar’la ilgili şeyler söyledin mi? Yanıt ver! Ne dedin? Ya da… Hiç… Hiçbir şey söylemedin mi?”

Pilatus, bu tür sorgularda âdet olmadığı halde “hiç” sözü üzerinde fazlaca durdu. Yeşu’ya bakışlarıyla bir şey anlatmak ister gibiydi.

“Gerçeği söylemek kolay ve hoş bir şey,” dedi tutuklu. Pilatus, hırsından boğulacak gibi oldu.

“Gerçeği söylemenin hoşuna gidip gitmediği bana vız gelir. Nasıl olursa olsun, gerçeği söylemen gerek. Ama kaçınılmaz değil, aynı zamanda korkunç acılar veren bir ölüm istemiyorsan sözlerini iyice tart.”

Filistin Valisi’ne ne olduğunu kimse bilemeyecekti, ama gözlerini güneş ışınlarından korumak istercesine elini kaldırdı, bu perdenin altından tutukluya anlamlı, hatta imalı bir bakış fırlattı.

“Şimdi söyle bakalım,” dedi, “Filistin’in Kiryat ilinden Yahuda diye birini tanıyor musun? Caesar’la ilgili bir şey söyledinse ne dedin ona?”

Tutuklu, iyi niyetle söze başladı:

“Şöyle oldu: Önceki gün, tapınağın yakınında, Kiryat ilinde doğup büyümüş, Yahuda adında bir gençle tanıştım. Beni, aşağı kentteki evine çağırdı, bana yiyecek içecek sundu…”

“İyi bir insan mı?” diye sordu Pilatus, şeytanca bir parıltı gözlerinde yanarken.

“Çok iyi, her şeye meraklı bir insan,” diye onu doğruladı tutuklu. “Düşüncelerime büyük ilgi gösterdi, beni çok iyi ağırladı…”

Pilatus, dişlerinin arasında tutuklunun ses tonuyla, “Meşaleler de yaktı…” dedi. Bunu söylerken gözleri büyümüştü.

Vali’nin, ayrıntılı olarak her şeyi bilmesine şaşan Yeşu, “Evet,” dedi, “iktidar konusundaki görüşümü de sordu. Bu sorun, onu her şeyden çok ilgilendiriyormuş.”

“Sen ne dedin? Ya da, ne dediğini unuttuğunu söyleyeceksin bana.”

Sesinden, Pilatus’un umutlarının kırıldığı belliydi.

“En önemli sözlerim şunlardı,” dedi tutuklu. “Bir kere, her iktidarın insanlar üzerinde baskı yaptığını belirttim, bir gün ne Caesar’ların ne başkalarının iktidarı kalır, dedim. İnsanoğlu, gerçeğin ve adaletin egemen olduğu bir düzene kavuşur; o zaman hiçbir iktidarın gereği kalmaz.”

“Sonra?”

“Sonrası yok,” dedi tutuklu, “hepsi bu kadar. O sırada birtakım insanlar koşup geldiler, beni bağlayıp cezaevine götürdüler.”

Tek bir söz bile kaçırmamaya bakan kâtip, söylenenleri hızla parşömene geçiriyordu.

Pilatus, birden yükselip uzaklara yayılan kırık ve hasta sesiyle haykırdı:

“Yeryüzünde, İmparator Tiberius’un iktidarı kadar büyük, halk için yararlı bir iktidar olmamıştır, olmayacaktır da!”

Vali, nedendir bilinmez, kâtibiyle muhafızlara nefretle baktı.

“Onu yargılamak sana düşmez, çılgın cani,” diye devam etti. Sonra birden haykırdı: “Muhafızlar, dışarı!” Sonra kâtibe döndü: “Beni suçluyla yalnız bırakın; önemli bir devlet sırrı söz konusu.”

Askerler mızraklarını kaldırdılar, altı demirli pabuçlarını düzenli biçimde yere vurarak kâtibin önü sıra, bahçeye indiler.

Bir anlık sessizliği, fıskiyenin mırıltısından başka bozan bir şey yoktu. Pilatus, suyun borudan çıkar çıkmaz yayvan bir kâsedeymiş gibi yayıldığını, sonra yalağın kıyısından incecik zerreler halinde aşağı döküldüğünü görüyordu.

İlk konuşan tutuklu oldu:

“Kiryatlı gence söylediklerim yüzünden kötü şeyler olduğunu görüyorum Hegemon; içimde, başına bir felaket gelecekmiş gibi bir duygu var; ona çok acıyorum.”

Vali, tuhaf bir gülüşle, “Yeryüzünde, Yahuda İskariyot’tan daha çok acıman gereken biri olduğunu sanıyorum,” dedi. “Bu kişinin başına Yahuda’nınkinin bin beteri gelecek!.. Demek sana göre, duygusuz ve kararlı bir cellat olan Farezehri Marcus, gördüğüm kadarıyla sözlerinden ötürü seni dövenler –Vali, Yeşu’nun yara bere içindeki yüzünü gösterdi– suç ortaklarıyla birlikte dört askeri öldüren katil Dismas ve Hestas ve son olarak hain Yahuda iyi adamlar?”

“Evet,” diye yanıtladı tutuklu.

“Ve gerçeğin iktidarı bir gün gelecek.”

“Gelecek, Hegemon,” dedi Yeşu, inançla.

“Asla! Asla gelmeyecek!” diye Pilatus ansızın öylesine korkunç bir sesle bağırdı ki, Yeşu geriledi. Yıllar önce, Bakireler Vadisi’nde Pilatus aynı sesle süvarilerine gürlemişti: “Kılıçtan geçirin! Hepsini kılıçtan geçirin! Dev Farezehri’ni yakaladılar!”

Sayısız komutlarla kısılan sesini büsbütün yükseltti, bahçeden duyulması için bütün gücüyle böğürmüştü:

“Cani! Cani! Cani!”

Sonra sesini alçaltıp sordu:

“Yeşu Ha-Nozri, inandığın tanrılar var mı?”

“Bir tek Tanrı var,” karşılığını verdi Yeşu. “Ona inanırım.”

“Öyleyse dua et! Bütün gücünle yakar ona! Hem –Pilatus’un sesi iyiden iyiye alçaldı– yakarmaların da bir işe yaramayacak.” Ansızın, nedenini bilmeden ve ne olduğunu anlamadan, üzüntüyle sordu:

“Evli değil misin?”

“Hayır, yalnızım!”

“İğrenç kent!” diye homurdandı Vali.

Birden üşümüşçesine omuzları ürperdi, ellerini yıkıyormuşçasına ovuşturdu.

“Bu Yahuda İskariyot’a rastlamadan önce seni boğazlasalardı daha iyi olurdu.”

Tutuklu, sesinde bir kuşkuyla, beklenmedik bir şekilde sordu:

“Beni bıraksan ne olur, Hegemon. Beni öldürmek istediklerinin farkındayım.”

Vali’nin yüzü gölgelendi, akları kızıl çizgilerle dolan ateşli gözlerini Yeşu’nun yüzüne kaldırdı.

“Bir Romalı vali, senin söylediklerini söyleyen insanı bırakır mı sanıyorsun mutsuz adam? Ey tanrılar, tanrılar! Yoksa yerini almaya hazır olduğumu mu sandın? Düşüncelerini paylaşmıyorum. Şimdi beni dinle: Şu dakikadan sonra bir tek söz söylerken bile, kiminle olursa olsun, konuşurken bile, çok dikkatli ol! Bak, yine söylüyorum: Dikkatli ol!”

“Hegemon…”

“Sus!” diye bağırdı Pilatus. Bakışlarıyla, yeniden sütunların arasına süzülen kırlangıcı izleyerek bağırdı: “Herkes toplansın!”

Kâtiple muhafız kıtası yerlerini alınca Pilatus Sanedrin tarafından sanık Yeşu Ha-Nozri hakkında verilen ölüm cezasını değiştirdiğini açıkladı. Kâtip, Pilatus’un sözlerini parşömene geçirdi.

Bir dakika sonra, Farezehri Marcus, Vali’nin önünde dikiliyordu. Vali, Marcus’a, caniyi gizli polis şefine teslim etmesini bildirdi. Aynı zamanda şefe, Yeşu Ha-Nozri’nin öbür tutuklulardan uzak tutulması tembihlenecek, gizli polis görevlileri Yeşu’yla tek söz konuşamayacaklar, bir tek sorusuna bile karşılık vermeyeceklerdi. Tersini yapan, ağır cezalara çarptırılacaktı.

Marcus’un bir işaretiyle muhafızlar, Yeşu’nun çevresini sarıp taraçadan dışarı sürüklediler.

Ardından, sarı sakallı, yakışıklı bir adam, Vali’nin karşısına çıktı. Tolgasının tepesini kartal kanatları süslüyor, göğsünde aslan kafaları parıldıyordu. Kılıcının kayışı altın kaplamaydı. Ayaklarına, dizlerine kadar bağlı, üç kat tabanlı ayakkabılar geçirmiş, sol omzuna kıpkırmızı bir pelerin atmıştı. Lejyon komutanıydı bu adam.

Vali, adama, yedek birliğin yerini sordu. Lejyon komutanı, askerlerinin hipodrom önünde, canilere verilen cezaların halka açıklandığı meydanda nöbet beklediklerini söyledi.

Vali, lejyon komutanına, bu birlikten iki bölük ayırmasını bildirdi. Farezehri komutasındaki birinci bölük, suçluları, işkence aletlerini ve cellatları Çıplaktepe’ye14 kadar taşıyacak arabaları koruyacak, tepeyi tutacak; ikinci bölük ise hemen hareket ederek tepenin eteklerinde nöbet tutacaktı. Gene, tepenin çevresini korumak için, Vali, lejyon komutanından, takviye olarak yedek bir süvari alayının gönderilmesini istedi.

Lejyon komutanı taraçadan ayrılınca Vali kâtibine, Sanedrin başkanıyla iki üyesinin ve tapınak muhafızları komutanının hemen saraya getirilmesini emretti. Ancak, toplantıdan önce başkanla baş başa görüşebilmesini sağlayacak biçimde durumu ayarlamasını da rica etti.

Vali’nin emirleri, noktası noktasına ve çabucak yerine getirildi. Kudüs sokaklarını alışılmadık bir sıcaklıkla kasıp kavuran güneş doruğa varmadan bahçenin üst taraçasında, merdivenleri koruyan iki mermer aslanın yanında Vali ile o sıralar Sanedrin başkanlığı görevini yapan, Yuda Hahambaşı Yusuf Kayafa karşılaştılar.

Bahçe sessiz ve sakindi. Ama avluyu geçip fil bacaklarını andıran kalın gövdeleriyle palmiyelerin, asma köprülerin, kalelerin ve özellikle üzerine dam niyetine yaldızlı ejderha derisinin konulduğu o anlatılmaz mermer blokunun –Kudüs Tapınağı– bulunduğu iğrenç kenti, Kudüs’ü ayakları altına seren bahçenin üst taraçasında Vali’nin kulağı, alt taraçaları kentin meydanlarından ayıran taş duvardan yükselen, zaman zaman zayıf ve incecik iniltilerle haykırışlara karışan boğuk uğultuyu seçebiliyordu.

Kentin sahne olduğu son kargaşalıklarla baş edilmez hale gelen Kudüs halkının büyük çoğunluğunun meydanda toplandığını, sakaların can sıkıcı bağırtıları arasında sabırsızlıkla kararın açıklanmasını beklediğini anladı Vali.

Pilatus, dayanılmaz sıcaktan korunmak için Hahambaşı’nı kapalı taraçaya çağırmakla işe başladı. Kayafa, terbiyelice özür diledi, bayram arifesinde olduklarından çağrıyı kabul edemeyeceğini söyledi. Pilatus, kukuletasını yeni yeni saçları dökülen başına örttü. Konuşma başladı. Yunanca konuşuyorlardı.

Pilatus, Yeşu Ha-Nozri olayını incelediğini, sonunda da ölüm cezasını onayladığını bildirdi.

Böylece ölüm cezası –cezaların o gün yerine getirilmesi gerekiyordu– öbür üç caniye, Dismas, Hestas ve Barabbas’a, bir de Yeşu Ha-Nozri’ye uygulanacaktı. Halkı, Caesar’a karşı ayaklanmaya kışkırtmayı düşünen ilk ikisi, Roma yönetimince elde silahla yakalanmışlardı. Bunların durumlarıyla ilgili karar yalnız Vali’yi ilgilendiriyordu, burada tartışma konusu olamazdı. Öbür ikisi –Barabbas ile Ha-Nozri– yerel yönetimce yakalanmıştı; Sanedrin onları yargılamıştı. Yasalar ve teamül gereğince, o gün başlayan Hamursuz Bayramı şerefine birinin bağışlanması gerekirdi. Vali, Sanedrin’in, iki suçludan hangisini salıvermeye niyetli olduğunu anlamaya çalışıyordu: Barabbas’ı mı, yoksa Ha-Nozri’yi mi?

Kayafa, açıkça anladığını belirtircesine başını eğip karşılık verdi:

“Sanedrin, Barabbas’ın bırakılmasını istiyor.”

Hahambaşı’nın bu yanıtı vereceğini Vali çok iyi biliyordu. Ama görevi, bu yanıtın kendisini şaşırttığını göstermekti.

Pilatus, büyük bir ustalık gösterdi. Kurumlu yüzünü süsleyen kaşları kalktı, gözlerinde bir şaşkınlık belirtisiyle, Hahambaşı’nın gözlerinin içine baktı. Hafifçe, “Bu yanıtın beni çok şaşırttığını belirtmeliyim,” dedi. “Korkarım bu konuda bir yanlış anlama var.”

Pilatus ayrıntılı bir açıklama yaptı. Roma iktidarı, yerel dinî iktidarın yetkilerine, azıcık da olsa karışmaktan çekinirdi. Hahambaşı da bu gerçeği çok iyi bilirdi. Bu durumda ortada açık bir yanılgı vardı. Bu yanılgının düzeltilmesi de açıkça Roma iktidarını ilgilendirmekteydi.

Oysa çok iyi bilinen bir şey vardı: Barabbas ile Ha-Nozri’nin suçları, ağırlık yönünden kıyaslanamazdı bile. Bu sonuncu –deli olduğu açıkça anlaşılan biri– Kudüs’te ve başka yerlerde halkı kışkırtıcı ahmakça söylevler vermekle suçlanıyorsa da birinciye yüklenen suçlar çok daha ağırdı. Doğrudan doğruya halkı ayaklanmaya itmesinin dışında, kendisini tutuklamaya çalışan bir muhafızı da öldürmüştü. Barabbas, Ha-Nozri’yle kıyaslanmayacak kadar tehlikeliydi.

Vali açıkça ortaya konan gerçekleri göz önünde tutarak Hahambaşı’dan kararı yeniden gözden geçirmesini; iki mahkûmdan daha az zararlı olanını bırakmasını istiyordu. Hiç kuşku yok, daha az zararlı olan da Ha-Nozri’ydi.

Kayafa, sakin, ama kesin bir dille yanıtını bildirdi. Olayla ilgili bütün kanıtları büyük bir dikkatle gözden geçiren Sanedrin, niyetinin Barabbas’ı salıvermek olduğunu bir kere daha belirtiyordu.

“Nasıl? Benim aracılığımdan sonra bile mi? Ağzından Roma yönetiminin konuştuğu kişinin aracılığından sonra da mı? Hahambaşı, üçüncü bir kez daha söyler misin?”

“Üçüncü kez, Barabbas’ı bırakacağımızı belirtirim,” dedi Kayafa tatlılıkla.

Her şey bitmişti, söylenecek bir şey yoktu. Ha-Nozri, bir daha görünmemecesine kaybolacaktı; Vali’nin amansız, dayanılmaz acılarını dindirecek kimse kalmayacak, bu acılardan kurtulmak için ölümden başka yol bulunamayacaktı. Ama şu sıra Pilatus’u allak bullak eden bu düşünceler değildi. Sütunlu avluda, az önce duyduğu anlaşılmaz korku yeniden üstüne çökmeye başlamış, bütün varlığı bununla kaplanmıştı. Korkusunun nedenini bulmaya çalıştı; bulduğu açıklama çok tuhaf geldi Vali’ye: Mahkûmla konuşması sırasında her şeyi söylememiş ya da her şeyi duymamış olduğuna dair belirsiz bir duygu vardı içinde.

Pilatus, bu düşünceyi kafasından attı, düşünce geldiği gibi bir anda uçtu gitti. Gitti ama, nedenini bilmediği korku olduğu yere çöreklendi. Şu çok kısa süren ve bir an kendini gösterip kaybolan öbür düşünce, duyduğu korkunun açıklaması sayılabilir miydi: “Ölümsüzlük geldi çattı…” Kimin ölümsüzlüğü? Vali sorunun yanıtını veremedi, ama bu ölümsüzlük düşüncesi kızgın güneşin altında onu üşüttü, ürpertti.

“Peki,” dedi Pilatus. “Öyle olsun.”

Bakışlarını, kendisini çevreleyen dış dünyada gezdirince, meydana gelmiş olan değişiklik karşısında şaşırdı. Dalları gül dolu çalılık kaybolmuştu; tıpkı üst taraçanın kıyısını süsleyen serviler, narağacı, yemyeşil yuvasındaki beyaz heykel ve yeşilliğin kendisi gibi. Bütün bunların yerinde lal rengi bir yoğunluk yüzüyor, içinde yosunlar dalgalanıyor, yosunların arasında da Pilatus’un kendisi çırpınıyordu. Korkunç bir kızgınlıkla, bir şey yapamamanın kızgınlığıyla sürüklendiğini, boğulduğunu, yandığını hissediyordu.

“Boğuluyorum,” diye söylendi Pilatus. “Boğuluyorum!”

Nemli, buz gibi eliyle pelerininin yakasını birleştiren kopçayı çözdü, pelerin yere düştü.

Gözlerini, Vali’nin kıpkırmızı kesilen yüzünden ayırmayan ve kendisini bekleyen dertlerin hepsini kestiren Kayafa, “Evet,” dedi, “hava çok sıkıntılı. Bir yerlerde fırtına çıkmış. Bu yıl nisan ne korkunç!”

“Hayır,” dedi Pilatus. “Hava sıkıntılı olduğu için boğulmuyorum. Senin yüzünden boğuluyorum Kayafa.”

Gözleri iki yarığa dönen Pilatus gülümseyerek ekledi:

“Kendine dikkat et, Hahambaşı.”