banner banner banner
Usta ile Margarita
Usta ile Margarita
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Usta ile Margarita

скачать книгу бесплатно


Tabakada Naşa Marka sigaralarının bulunmasından çok, tabakanın kendisi, Genel Yayın Müdürü’yle Şair’i şaşırtmıştı. Kapağı, mavili beyazlı binlerce parıltı saçan elmas bir üçgenle süslü, akıl almaz boyutlarda altın bir tabakaydı bu.

İki edebiyatçının düşünceleri, farklı yönlere kaydı.

Berlioz, “Evet, bu adam yabancı!” derken, Biezdomni, “Cehenneme kadar yolu var artık,” diye söyleniyordu.

Şair ve tabakanın sahibi birer sigara alıp yaktılar.

Sigara içmeyen Berlioz da reddetti.

Tartışmayı sürdürmeye kararlı olan Berlioz, “Ona karşı söylenmesi gereken şu,” diye düşünüyordu. “Evet, insanoğlu ölümlü, kimse bu gerçeği yadsıyamaz. Ama asıl önemlisi…”

Yabancı, ağzını açmasına bile fırsat vermedi:

“Evet, insanoğlu ölümlü,” dedi. “Ama bu kadarla kalsa çok önemli değil. İşin kötüsü, insan hiç beklenmedik bir anda ölüyor. İşte işin püf noktası bu. Ve insan, akşama ne yapacağını bile bilecek durumda değil.”

“Sorunu, ne kadar da saçma bir biçimde ortaya koyuyor,” diye düşünen Berlioz, karşılık verdi: “Burada ileri gidiyorsunuz. Örneğin ben, bu akşam ne yapacağımı aşağı yukarı biliyorum. Tabii, Bronnaya Sokağı’nda başıma kiremit düşmezse…”

“Nerede olursa olsun, hiç kimsenin kafasına durup dururken kiremit düşmez,” diyerek büyük bir ciddiyetle onun sözünü kesti yabancı. “Sizin, özellikle bu yönde çekinmeniz gereken bir şey yok. Başka türlü öleceksiniz siz.”

Berlioz, iyiden iyiye saçmalaşan konuşmayı sürdürmeye kararlı, çok açık bir alaycılıkla sordu: “Herhalde, nasıl öleceğimi tam olarak biliyorsunuzdur? Bana söyler misiniz?”

“Sevinerek,” diye karşılık verdi yabancı. Bakışlarıyla Berlioz’u ölçtü, biçti, sanki sırtına elbise dikecekmişçesine. Dişlerinin arasından, “Bir, iki… Merkür ikinci burçta… Ay kayboldu… Altı –akşama bir felaket– yedi…” diye mırıldandı. Ardından da neşe içinde haykırdı: “Başınızı kesecekler!”

Bu saygısızlık karşısında şaşkına dönen Biezdomni patavatsız yabancıyı nefretle süzdü.

Berlioz, kıs kıs gülerek sordu: “Öyle mi? Kim kesecek? Düşman mı? Müdahaleciler mi?”

“Hayır,” dedi öteki. “Komünist Gençlik Örgütü’nden bir Rus kadını.”

Bu tatsız şakadan hoşlanmayan Berlioz, “Hımm!” diye homurdandı. “Özür dilerim, ama pek akıl alır gibi değil.”

“Asıl ben sizden özür dilerim,” dedi yabancı, “ama söylediğim gerçeğin ta kendisi. Ha, öyle ya, eğer sır değilse, bu akşam ne yapmayı düşündüğünüzü sormak istiyordum.”

“Sır değil elbette. İlkin Sadovaya Caddesi’ndeki evime gideceğim. Akşam saat onda da, MASSOLİT’teki toplantıya başkanlık edeceğim.”

Yabancı, “Hayır, bu kesinlikle olamaz!” dedi.

“Neden?”

Yabancı, gözlerini kırpıştırarak, akşam serinliğinde hızlı hızlı kanat çırparak gökyüzünde çizgiler çizen kara kuşlara baktı.

“Çünkü Annuşka, ayçiçeğiyağını aldı bir kere. Almakla da kalmadı, üstelik devirip döktü. Bu nedenle toplantı yapılamayacak.”

Tahmin edebileceğiniz gibi, ıhlamurların altına sessizlik çökmüştü.

Saçma sapan konuşup duran gevezeyi tepeden tırnağa süzen Berlioz, bir anlık sessizlikten sonra, “Kusura, bakmayın ama,” dedi, “ayçiçeğiyağının burada işi ne? Annuşka da kim oluyor?”

Bir anda bu can sıkıcı adama savaş açmaya karar verdiği görülen Biezdomni, “Ben size, ayçiçeğiyağının burada ne işi olduğunu söyleyeceğim,” dedi. “Bakar mısınız buraya yoldaş! Sakın siz, bir akıl hastalığı kliniğinde bulunmuş olmayasınız?”

Mihail Aleksandroviç, alçak sesle, “İvan!” diye atıldı.

Ama yabancı, hiç de hakarete uğramış gibi değildi. Şen bir kahkaha attı, “Elbette, elbette, hem de bir kereden fazla bulundum,” dedi gülerek. Oysa, Şair’den ayırmadığı tek gözü gülmüyordu. “Nerede bulunmadım ki ben? Tek canımı sıkan, profesöre şizofreninin ne olduğunu sormamış olmam. Eh bunu da ona siz sorarsınız İvan Nikolayeviç!”

“Adımı nereden biliyorsunuz!”

“Aman İvan Nikolayeviç, sizi tanımayan mı var?” Cebinden bir önceki günün Literaturnaya Gazeta’sını çıkardı. İvan Nikolayeviç, birinci sayfada yazdığı şiirlerin yanında fotoğrafının da yer aldığını görebildi. Oysa bir gün önce onu sevindiren, başarı ve ününün bu elle tutulur belirtisi şimdi hiç hoşuna gitmiyordu.

Yüzü sarararak, “Kusura bakmayın, bizi bir dakika yalnız bırakır mısınız?” dedi. “Dostuma söyleyeceklerim var da.”

“Tabii! Memnuniyetle!” diye bağırdı yabancı. “Ihlamurlar altında insan o kadar rahat eder ki. Hem, acelem de yok.”

Şair, Berlioz’u köşeye çekti, “Dinle Mişa10,” diye fısıldadı. “Bu adam turist murist değil. Casusun biri. Aramıza sızan bir sığınmacı. Kâğıtlarını iste, yoksa kaçar ve…”

Berlioz, kuşkuyla, “Öyle mi dersin,” diye söylendi. İçinden de, “Haklı!” diye geçiriyordu.

Şair, kulağına eğildi.

“Emin ol, aptal numarası yapıp ağzımızdan laf almak istiyor. Rusçasının ne kadar iyi olduğunu görüyorsun!”

Şair, yan gözle yabancıya baktı. Tüymesinden korkuyordu.

“Gel, onu oyalamamız gerek. Yoksa kaçacak.”

Berlioz’un koluna yapışıp onu banka sürükledi.

Ayakta duran yabancının elinde, koyu gri kapaklı bir defter, kâğıdının en iyi cinsten olduğu anlaşılan kalın bir zarf, bir kartvizit vardı.

“Bağışlayın,” dedi, “konuşmanın heyecanıyla kendimi tanıtmayı unuttum gitti. İşte kartım, pasaportum, birtakım incelemelerde bulunmam için Moskova’ya gelmem için yollanan çağrı da bu.”

Yabancı, iki edebiyatçıyı utanç içinde bırakan derin bir bakışla bu anlamlı sözlerin altını çizdi. İkisi de allak bullak olmuştu.

Kendisine uzatılan kâğıtları saygılı bir hareketle iten Berlioz, “Hay aksi şeytan, hepsini duydu…” diye düşündü. Şair, kartvizite yan gözle bakmış, Latin harfleriyle basılmış “Profesör” sözcüğünü ve adamın adının baş harfi “W”yi görmüştü.

Genel Yayın Müdürü, şaşkın şaşkın, “Memnun olduk, memnun olduk!” diyebildi.

Yabancı da, kâğıtlarını el çabukluğuyla yok etti.

Bağlar böylece yeniden kurulunca üç adam banka oturdu.

“Demek, uzman olarak davetlisiniz Profesör?” dedi Berlioz.

“Evet, uzman olarak.”

“Şey… Alman mısınız?” dedi Biezdomni.

Profesör, “Ben mi?” diye sorup bir an durakladı. “Neyse… Evet, öyle isterseniz öyle olsun.”

“Rusçayı çok iyi konuşuyorsunuz,” dedi Biezdomni.

“Ben dil bilirim. Pek çok dili iyi bilirim hem de.”

“Hangi alanda uzmansınız?” diye sordu Berlioz.

“Kara büyü alanında uzmanım.”

Berlioz yerinden sıçrayarak, “Bir bu eksikti!” dedi kendi kendine.

“Buraya kara büyü uzmanı olarak mı çağrıldınız?” diye kekeledi.

“Tabii,” dedi Profesör. “Biliyor musunuz, kısa süre önce Devlet Kütüphanesi’nde, X. yüzyılın ünlü kara büyücüsü Gerberd d’Aurillac’ın gerçek elyazmaları bulundu. Yeryüzünde bu elyazmalarını çözebilecek tek uzman benim.”

İyiden iyiye rahatlayan Berlioz, büyük bir saygıyla, “Haaa! Demek tarihçisiniz?” diye sordu.

“Evet, tarihçiyim,” dedi bilgin. Ardından da, ortada hiçbir neden yokken ekledi: “Ve bu akşam, Patriarşiye Göleti Parkı’nın çevresinde ilginç olaylar olacak!”

Genel Yayın Müdürü ile Şair, yine apışıp kaldılar.

Profesör, yaklaşmaları için onlara işaret etti. İkisi de eğilince fısıldadı: “Bilin ki, İsa gerçekten yaşadı!”

Berlioz hızla doğruldu, biraz zorlama bir gülümsemeyle, “Bakın Profesör,” dedi, “engin bilginize büyük saygımız var. Ama bu konuda izin verirseniz, ayrı görüşlerdeyiz.”

Tuhaf Profesör, “Görüş mörüş söz konusu olamaz,” dedi. “İsa yaşadı, hepsi bu kadar!”

“Ama birkaç kanıt gerekmez mi?” diye atıldı Berlioz.

“Bütün kanıtlar gereksizdir!” diyerek onun sözünü kesti Profesör.

Gizemli bir biçimde dili hiç çalmadan, tatlı bir sesle anlatmaya başladı: “Her şey çok açık. 14 Nisan'da gün ağarırken Büyük Herodes Sarayı’nın iki kanadını ayıran avlunun sütunları altında…”

6

. (Rus.) Açılımı, Moskovskaya Assotsiatsiya Literatorov (Moskova Yazarlar Birliği). (Y.N.)

7

. (Rus.) Evsiz. (Y.N.)

8

. Solovets Adaları, Arhangelsk yakınındadır; orada inzivaya çekilmek için bir kale-manastır vardır. (Y.N.)

9

. (Rus.) Bizim Marka. (Y.N.)

10

. (Rus.) Mişa, “Mihail” adının kısaltması. Aile arasında ya da yakın dostlar tarafından kullanılır. (Y.N.)

2

Pontius Pilatus

14 Nisan günü, gün ağarırken Büyük Herodes Sarayı’nın iki kanadını ayıran avlunun sütunları altında, süvariler gibi ayak sürüyerek yürüyen, kan kırmızı astarlı koca bir beyaz pelerine bürünmüş bir adam göründü… Bu adam Filistin Valisi Pontius Pilatus’tu. Vali’nin yeryüzünde her şeyden çok nefret ettiği, gülsuyu kokusuydu. Gün ışıdığından beri bu koku peşini bırakmamıştı; bu, kötü geçecek bir günün habercisiydi.

Vali’ye, bahçedeki palmiyeler, servi ağaçları da gül kokuyormuş gibi geliyor, sanki muhafız kıtası askerlerinden yükselen deri ve ter kokusuna da hafif bir gül kokusu karışıyordu.

Vali’yle birlikte Kudüs’e gelen XII. Yıldırım Lejyonu’nun birinci bölüğünün yerleştiği sarayın arka salonlarından hafif bir duman yükseliyor, üst taraçadan avluya doluyordu; bölüğün aşçı yamaklarının sabah kahvaltısını hazırladıklarını gösteren bu acı dumana, şekerli ve inatçı bir gül kokusu karışıyordu.

“Ey tanrılar, tanrılar! Beni böyle cezalandırmanız için ne yaptım size?.. Hiç kuşkum yok, hep o dayanılmaz, önüne geçilmez… Kafamın yarısına işkence eden yarım baş ağrısı… Bu acıya karşı ilaç bulunamadı, kurtuluş yok… Hiç olmazsa başımı oynatmamaya çalışacağım…”

Fıskiyenin yanına, mozaiklerin üstüne çoktan bir koltuk çekmişlerdi. Vali, hiç kimseye bakmadan oturdu; elini, omuz seviyesine kaldırdı. Kâtiplerden biri saygıyla eline bir parşömen sıkıştırdı. Yüzünü buruşturmaktan kendini alamayan Vali göz ucuyla yazıyı okudu, parşömeni kâtibe uzattıktan sonra, güçlükle konuştu:

“Celile’den gelen suçlu mu? Olay, eyalet valisine yansıtıldı mı?”

“Evet efendim,” diye karşılık verdi kâtip.

“Ne oldu?”

“Eyalet valisi karar vermekten vazgeçti, Sanedrin’in11 ölüm cezasının onaylanmasını size bıraktı.”

Vali’nin yanağı biraz titredi, sonra kısık bir sesle emretti:

“Sanığı buraya getirin.”

Derhal, bahçe merdivenlerini tırmanarak avluya giren iki lejyoner, yaklaşık yirmi yedi yaşındaki bir adamı ite kaka valinin koltuğunun karşısına getirdiler. Upuzun, eski, yıpranmış, yırtık bir mavi ceket vardı üstünde; beyaz takkesi alnını çevreleyen ensiz bezle başına tutturulmuştu, elleri arkasına bağlıydı. Sol gözü iyice şişmişti, ağzının yarılan kenarından sızan kan kurumuştu. Vali’ye kuşku ve merakla bakıyordu.

Bir süre susan Vali, tatlı bir sesle Aramca sordu:

“Demek halkı kışkırtıp Kudüs Tapınağı’nı yıktırmak isteyen sensin?”

Vali, bu sözleri söylerken, bir heykel kadar hareketsizdi; yalnızca dudakları hafifçe oynadı; çünkü başını kasıp kavuran cehennem acısının etkisiyle sendelemekten korkuyordu.

Elleri bağlı adam, bir adım ilerleyip konuştu:

“İyi adam, inan ki…”

Hâlâ kaskatı duran, sesini de pek az yükselten Vali, hemen onun sözünü kesti:

“Bana mı iyi adam diyorsun? Yanıldın. Kudüs’te herkes, benim yırtıcı bir canavar olduğumu söylüyor. Söyledikleri de çok doğru.”

Aynı tekdüze sesle ekledi:

“Yüzbaşı Farezehri’ni buraya çağırın.”

Birinci bölüğün komutanı, takma adıyla Farezehri, aslında Yüzbaşı Marcus, Vali’nin önünde çakıldığında sanki taraça büyük bir gölgeyle kaplandı. Farezehri, lejyonun en uzun boylu askerini bir baş geçiyordu. Omuzları öyle genişti ki, neredeyse yeni doğmakta olan güneşi örtüyordu.

Vali, Yüzbaşı’yla Latince konuştu: