banner banner banner
Usta ile Margarita
Usta ile Margarita
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Usta ile Margarita

скачать книгу бесплатно


Berlioz, bu maskara dilenciyi dinlemek istemiyordu, turnikeye koştu, bir eliyle tutup çevirdi. Rayları ve yolu aşıp karşıya geçecekti; gözlerinin önünde kırmızılı beyazlı bir ışık fışkırdı: camlı, üzerine ışıltılı harflerle “Tramvaya dikkat!” yazılmış bir çeşit kutu…

Tramvay, yeni açılan Bronnaya Sokağı’ndaki hatta sapmak üzere, Ermolayevski Geçidi’nin dönemecinde göründü. Sağdaki hatta gireceği sırada aracın içi birden ışıkla doldu, gözle görünürcesine büyüyerek böğürdü ve hızlandı.

Durduğu yerde hiçbir tehlikenin olmamasına karşın, Berlioz tedbirli davranarak demir parmaklığın gerisinde durmaya karar verdi. Elini turnikeye atıp açmak için geriledi. Aynı anda eli kayıp turnikeden kurtuldu, ayakları, buz üstünde kayarcasına rayları çevreleyen kaldırım taşları üzerinde karşı konulmaz biçimde sürüklendi, bir bacağı havalandı; Berlioz rayların üzerine atıldı.

Bir şeye, bir yere tutunmak isteyen Berlioz, sırtüstü yuvarlandı. Başının arkası kaldırım taşlarına hafifçe çarptı; sağda mı yoksa solda mı olduğunu artık anlayamadan, gökte solgun sarı ayı görecek zamanı buldu. Yan döndü, son bir çabayla bacaklarını karnına çekebildi. Başını kaldırdığında da, durdurulamayacak kadar hızla üzerine gelen tramvayın kadın vatmanının dehşetten bembeyaz kesilmiş genç yüzünü ve kırmızı kolluğunu görebildi. Berlioz’un ağzından ses çıkmadı, ama etrafında bütün sokak çılgına dönen kadınların çığlıklarıyla doldu.

Kadın vatman, bütün gücüyle frene asıldı. Bir an durakladı ağır araba; sonra yeniden ileri fırladı. Camlar kulakları sağır eden bir şangırtıyla kırıldı. O an bir ses Berlioz’un beyninde umutsuzca haykırıyordu: “İnanılmaz!” Bir kez daha –son olarak– ay, parıldadı, ama bin parçaya ayrılmıştı çoktan; her yer kapkara kesildi ardından.

Tramvay, Berlioz’u kapladı, ağaçlıklı yola doğru hafif bir eğimle yükselen kaldırım taşlarında, yuvarlak, koyu renkli bir şey yuvarlandı. Bu şey parmaklıklara çarptı, taşların üstüne düştü yeniden; yolun ortasına kadar yuvarlandı, hareketsiz kaldı.

Berlioz’un kesik başıydı bu.

15

1. O zamanlar Moskova’da bulunan az sayıdaki otellerin arasında, yabancıların en çok kaldığı otel. (Y.N.)

4

İzleme

İsterik kadın çığlıkları kesildi, tiz polis düdükleri sustu; iki cankurtaran arabasından biri, başsız cesetle kesik başı morga, öbürü kırılan camlarla yaralanan güzel kadın sürücüyü hastaneye götürdü. Beyaz önlüklü kapıcılar cam kırıklarını süpürdüler, kan lekelerinin üstüne kum döktüler. Turnikeye kadar koşmaya kalkan İvan Nikolayeviç ise banklardan birine yığılmış, orada öylece kalakalmıştı. Birkaç kez yerinden doğrulmayı denemişti, ama bacakları yerinden kalkmıyordu. Bir tür inme inmişti Biezdomni’ye.

Şair daha ilk haykırışı duyar duymaz turnikeye koşmuş, yerde yuvarlanan başı görmüştü. Bu onu öylesine allak bullak etti ki, en yakın banka kendini attı, kan çıkarana dek kolunu ısırdı. Deli Alman’ı unutmuştu; bir tek şeyi anlamaya çalışarak bir süre oturdu kaldı… Bu nasıl olabilirdi, daha bir dakika önce Berlioz’la tartışıyordu. Şimdi karşısında bir kesik baş vardı…

Allak bullak olan bir sürü insan koşarak, bağrışarak Şair’in önünden geçtiler. İvan Nikolayeviç söylenenlerden hiçbir şey anlamadı. Birden iki kadın çok yakınında karşılaştılar –neredeyse çarpışıyorlardı. Biri –uzun saçlı, sipsivri burunlu olanı– Şair’in tam kulağının dibinde öbür kadına, bağıra bağıra anlatmaya koyuldu:

“Annuşka, bizim Annuşka! Sadovaya Caddesi’nde oturan! İyi halt etti. Onun yüzünden… Bakkaldan ayçiçeğiyağı almıştı, şangıııır, bir litrelik şişeyi turnikeye çarpıp kırdı. Eteği yağ lekesi içindeydi. Söylenip duruyordu, hem de nasıl! Adam zavallı, yerdeki yağa basıp kaydı demek, rayların üstüne düştü.”

Bütün bu haykırışlardan, İvan Nikolayeviç’in karmakarışık beynine çakılan, “Annuşka” adı oldu önce…

“Annuşka, Annuşka?” diye kekeledi gözlerini fal taşı gibi açarak. “Pardon, izin verin…”

Ardından Annuşka’ya “ayçiçeğiyağı” sözlerini ekledi hemen, bir de, nedendir bilinmez “Pontius Pilatus” adını. Şair, Pilatus’u kafasından atıp “Annuşka”yla başlayan zincirin halkalarını birleştirmeye çalıştı. Zincir hemencecik tamamlandı ve aklını kaybeden Profesör’de son buldu.

“Yanıldım! Oysa toplantının yapılamayacağını, Annuşka’nın ayçiçeğiyağı döktüğünü söylemişti. Ve, izninizle, toplantı yapılamayacak! Ama bu da bir şey değil: Bir kadının Berlioz’un kafasını keseceğini de açıkça söyledi! Evet, evet, evet! Tramvayın vatmanı kadındı! Peki ama, nedir bütün bu olup bitenler?”

Esrarengiz danışmanın, Berlioz’un korkunç ölümünün tablosunu önceden, bütün ayrıntılarıyla bildiğinden en küçük kuşkusu kalmamıştı. İki düşünce Şair’in beynini yokladı. Birincisi, “hiç de deli değil, bütün bunlar saçmalık”tı. İkincisi ise, “bütün bu dalavereleri çeviren sakın o olmasın”dı.

“Peki, sorarım size, nasıl yapar bütün bunları? Hayır, hayır, hayır! Her şeyi açığa çıkarırız biz!”

Büyük bir güç harcayarak yerinden kalkan İvan Nikolayeviç, telaşla, az önce konuştukları yere yöneldi.

Bronnaya Sokağı’nın fenerleri yanmaya başlamıştı bile, Patriarşiye Göleti’nin üstünde altından bir ay parıldıyordu. Ayın her zamanki aldatıcı ışığında, İvan Nikolayeviç’e adam, koltuğunun altında baston değil de kılıç taşıyormuş gibi geldi.

Fesat kumkuması, emekli kilise şarkıcısı, önce İvan Nikolayeviç’in oturduğu yere kurulmuştu. Burnunun ucuna bir camı eksik, öteki camı çatlak, bu yüzden de kesinlikle gereksiz bir bağa gözlük takmıştı. Bu kareli pantolonlu yoldaş, az önce Berlioz’a yol gösterirken daha iyiydi de sanki birden iğrençleşmişti.

İvan, kalbi buz keserek Profesör’e yaklaştı. Yüzüne dikkatle bakıp hiçbir delilik belirtisi bulunmadığından emin olunca, “Hadi, itiraf edin,” dedi boğuk boğuk. “Kimsiniz?”

Yabancı, kaşlarını çattı; ilk kez görüyormuş gibi baktı Şair’e, düşmanca bir sesle karşılık verdi:

“Ben, yok anlamak… Yok bilmek Rusça.”

Yabancının sözlerini açıklaması istenmediği halde, o can sıkıcı adam, o kilise şarkıcısı, oturduğu yerden atıldı:

“Bu bay söyleneni anlamıyor!”

İvan, tehdit edercesine, “Numara yapmayın,” dedi ve midesinde buz gibi bir soğukluk duydu. “Az önce kusursuz Rusça konuşuyordunuz. Ne Alman'sınız, ne de Profesör. Bir katil… bir casussunuz! Kâğıtlarınızı gösterin!” diye haykırdı, sinirinden deliye dönmüştü.

Tuhaf Profesör’ün zaten hep yamuk duran ağzı sıkıldığını gösterircesine iyice kıvrıldı, omuzlarını silkti.

“Yoldaş…” dedi iğrenç kilise şarkıcısı yine.

Kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokmaya kararlıydı anlaşılan.

“Neden bu yabancı turistin canını sıkıyorsunuz? Dikkatinizi çekerim, çok ağır cezalara çarptırılırsınız sonra!”

Kuşkulu Profesör, yüzünde ikisini de küçümseyen bir havayla İvan’a sırtını döndü, yürüdü gitti. İvan kendini kaybettiğini hissetti. Kanı beynine sıçramıştı, kilise şarkıcısına döndü:

“Hey yoldaş! Bir katili yakalamama yardım edin. Görevinizdir bu.”

Kilise şarkıcısı, büyük bir canlılıkla ayağa fırladı, bağırmaya başladı: “Katil mi? Nerede katil? Hangi katil? Bu yabancı mı katil? –Küçük gözleri neşeyle parıldadı– Bu adam mı? Eğer katilse ilk görevimiz ‘imdat’ diye bağırmak olmalı. Yoksa kaçıp gider. Hadi, ikimiz birlikte bağıralım!”

Kilise şarkıcısı bir fırını andıran ağzını açtı. Kendinden geçen İvan da bu maskaraya uyup bağırdı: “İmdat!” Öbür adamın sesi çıkmamıştı. Onu kandırmıştı.

İvan’ın boğuk sesiyle tek başına yaptığı çağrı önemli bir sonuç vermedi. Yakından geçen iki genç kız uzaklaştılar, “sarhoş” dediklerini duydu İvan. Çılgına döndü.

“Hah haa!” dedi. “Onun suç ortağısın sen de. Benimle alay ediyorsun, öyle mi? Çekil oradan da geçeyim!”

İvan sağa atıldı, kilise şarkıcısı da peşinden; İvan sola koştu, herif de sola koştu. İvan vahşi bir sesle, “Bile bile ayağıma dolanıyorsun ha!” diye kükredi. “Seni polise teslim edeceğim!”

İvan sefil herifi kolundan tutmaya kalktı, ama hedefini şaşırıp boşluğu kavramaktan başka bir şey yapamadı. Kilise şarkıcısı, sanki yer yarılmış da içine girmişti.

İvan şaşkınlıkla haykırdı, ileri baktı; iğrenç yabancıyı gördü. Neredeyse Patriarşiye Sokağı’na çıkan geçide varıyordu. Yalnız da değildi. Kuşkulu olmaktan da öte, resmen cani olan o eski kilise şarkıcısı da ona yetişmişti. İş bu kadarla da kalmıyordu: Nereden çıktığı bilinmeyen bir üçüncü yaratık daha katılmıştı yanlarına. Karga ya da is gibi kapkara, dehşet verici palabıyıklarıyla domuz yavrusu kadar iri bir kara kediydi bu. Üçlü, Patriarşiye Sokağı’na doğru ilerliyordu; Kedi, arka ayakları üstünde yürüyordu.

İvan, canilerin peşinden atıldı ama onlara yetişmesinin çok güç olacağını hemen anladı. Üçlü, Patriarşiye Sokağı’nı şimşek gibi geçip Spiridonov Sokağı’na saptı. İvan adımlarını açtıkça açıyor, ama kaçaklardan kendisini ayıran uzaklık bir türlü azalmıyordu. Aklını başına toplayamadan Spiridonov Sokağı’nın yerini Nikitski Kapısı almıştı; orada Şair’in durumu iyiden iyiye güçleşti. Büyük bir kalabalık yığılmıştı oraya. İvan birden bir yayaya çarptı. Ona küfrettiler. Üstelik bu serseri takımı, peşine adam takılan haydutların sık sık yaptıklarını orada yinelediler: Üçü de ayrı yönlere gittiler.

Eski kilise şarkıcısı Arbat Meydanı’na16 giden otobüse yaman bir çeviklikle uçarcasına atladı; gözden kayboldu. Düşmanlarından birini kaybeden İvan, bütün dikkatini Kedi’ye verdi. Bu garip hayvanın, duran bir “A” tramvayının basamağına atlayıp bir kadının yerini kabaca alışını gördü. Bu terbiyesizlik yüzünden tramvayı kaçıran kadın çığlıklar attı. Kedi, basamaktaki parmaklığa tutundu, hava sıcak olduğundan açık tutulan camdan biletçi kadına on kopek vermeye bile kalkıştı.

Kedinin davranışı İvan’ı öylesine şaşırttı ki, meydanın köşesindeki bakkal dükkânının önünde çakılıp kaldı. Orada biletçi kadının davranışı karşısında bir kez daha, hem de ilkinden daha büyük bir şaşkınlık geçirdi. Kedinin tramvaya atladığını görür görmez biletçi kadın, kızgınlıktan titreyerek bağırdı:

“Kediler tramvaya binemez! Kedilere yasak burası! Hadi pissst! İn aşağı, yoksa polisi çağırırım!”

Böylece ne biletçi kadın ne yolcular, asıl önemli olan şeye şaşırmıyorlardı: Kedinin tramvaya binmesi değil –bu önemsenmeyebilirdi– para verip bilet almaya kalkışmasıydı dikkati çekmesi gereken!

Üstelik Kedi yalnızca para verecek durumda olduğunu değil, uslu bir hayvan olduğunu da gösterdi; biletçi kadının ilk bağırışında tırmanmaktan vazgeçip basamaktan indi, tramvay durağının yanında, elindeki parayla bıyıklarını düzelterek beklemeye başladı. Biletçi, zili çektikten, tramvay yola koyulduktan sonra da, mutlaka binmesi gereken bir tramvaydan indirilen herkes gibi davrandı. Vagonun önünden geçmesini bekledi, sonuncusunun arkasına atladı. Bir eliyle arkadaki vagondan uzanan boruya tutundu… “Hadi, yürü bakalım.” Böylece on kopek de yanına kâr kalıyordu.

Aşağılık hayvanın yaptıklarıyla fazlaca ilgilenen İvan, üçünün en önemlisi olan Profesör’ü az kalsın gözden kaçırıyordu. Neyse ki Profesör, tüyecek zaman bulamamıştı. Büyük Nikitski Caddesi’yle Herzen Sokağı’nın ağzındaki kalabalığın arasında İvan, onun gri beresini görebildi. Bir solukta kendi de oraya vardı, ama adama yetişemedi. Şair ilkin adımları sıklaştırdı, sonra hafiften koşmaya başladı, yayalara çarparak geçti, ama bütün çabalarına karşın aradaki uzaklığı bir santim bile azaltamadı.

Bütün şaşkınlığına karşın, kovalamacadaki doğaüstü hız İvan’ı çarptı. Nikitski Kapısı’ndan ayrılalı daha yirmi saniye bile olmamıştı ki, Arbat Meydanı’nın ışıkları İvan Nikolayeviç’in gözlerini kamaştırıyordu. Birkaç saniye geçmeden, dik kaldırımlı karanlık bir sokağa daldılar. İvan Nikolayeviç bu sokakta düşüp dizini yaraladı. Ardından şıkır şıkır aydınlatılmış geniş bir yola çıktılar –Kropotkinskaya Caddesi– derken dar bir yol, Ostojenka Sokağı, hemen ardından da pis, kasvetli ve birbirinden iyice aralıklı fenerlerle pintice aydınlatılan dar bir yol daha. Yakalamayı o kadar istediği kişinin izini İvan Nikolayeviç orada kaybetti. Profesör yok olmuştu.

İvan Nikolayeviç, ne yapacağını bilemez bir halde kalakaldı. Şaşkınlığı uzun sürmedi, birden Profesör’ün bu sokaktaki 13 numaralı apartmanın 47 numaralı dairesinden başka yerde olamayacağı aklına geldi. Binanın girişine daldı, basamakları dörder dörder çıkıp birinci kata vardı, 47 numaralı daireyi buldu, sabırsızlıkla zile bastı. Çok fazla beklemesi gerekmedi. O güne kadar görmediği, beş yaşlarında bir kız kapıyı açtı, İvan’ı görür görmez de, kaçıp gitti bir yere.

Dairenin kocaman ve inanılmaz bakımsız girişindeydi İvan; akıl almaz yükseklikte, kirden kapkara kesilmiş, terk edilmiş bir yerdi burası; odanın tavanından sarkan minicik ampul, ortalığı güçlükle aydınlatıyordu. Kocaman bir araç gereç dolabının üstünde, duvara bir bisiklet asılmıştı, lastikleri yoktu. Portmantonun tam tepesindeki tahtanın üstünde de, kocaman kulakları sarkan bir yün başlık duruyordu. Kapılardan birinin ardında, radyodan gelen güçlü bir ses, birine kızmışçasına bağırarak şiir okumaktaydı.

İvan Nikolayeviç bu yabancı çevrede kendini kaybetmedi. Kararlılıkla koridora daldı. Şöyle düşünüyordu: “Hiç kuşkusuz banyoya saklanmıştır.” Koridor karanlıktı. İki-üç kez duvara çarpan İvan, neden sonra kapılardan birinin altından sızan zayıf ışığı gördü. Tokmağı bulup kolayca çevirdi. Kilit yuvasından attı. İvan, kendi kendine kısmetli olduğunu söyleyerek banyoya daldı.

Ama ona gerekli olan kısmet bu değildi. Sıcak bir rutubet kokusu geliyordu burnuna. Banyonun sobasında yanan közün ışığında duvara asılı koca çamaşır kazanlarını ve mineleri dökülmüş kapkara, lekeli banyoyu gördü. Banyonun içinde her yanı sabunla kaplı, elinde yuvarlak bir lif tutan, çırılçıplak bir kadın vardı. Kadın doğru dürüst görebilmek için miyop gözlerini kıstı, kızıl korların bol dumanlı ışığında, İvan’ı başka biri sanıp güldü ve alçak sesle, “Kirilciğim!” dedi. “Terbiyesizlik ediyorsun. Deli misin canım… Fiyodor İvaniç gelecek. Hemen çek git buradan!” – Açık bir yanılgıydı bu.

Ve suçlu, hiç kuşkusuz İvan Nikolayeviç’ti. Ama suçunu kabullenmeye pek niyetli olmayan İvan, karşısındakini ayıplarcasına bağırdı: “Seni sürtük seniii!..” Sonra da, garip ve anlaşılmaz bir biçimde mutfakta buldu kendini. Mutfakta kimse yoktu, yalnız karanlıkta, fırının üstünde durmakta olan on kadar sessiz ve kara gazocağını seçebildi. Yıllardır temizlenmemiş tozlu pencereden tek bir ay ışığı sızıyor, camdan bir kutunun içinde unutulmuş ikonanın durduğu tozlu, örümcek ağlarıyla dolu köşeyi güçbela aydınlatıyordu, ikona kutusunun arkasında da iki büyük mum yükseliyordu. Büyük ikonanın hemen altında, kâğıttan yapılma daha küçük bir ikona duvara iğnelenmişti.

İvan o sıra kim bilir ne düşündü, ama mutfak kapısından tüymeden önce mumlardan birini ve kâğıttan ikonayı da yanına aldı. Bu eşyalarla, anlaşılmaz şeyler homurdanarak yabancı apartmandan ayrıldı. İstemeden Kiril adlı çapkının kim olabileceğini bulmaya çalışırken, banyoda geçirdiği saniyeleri hatırlayıp utançla kızardı. Holdeki uzun kulaklı o tuhaf başlık, sakın Kiril denen herifin olmasındı?

Şair ıssız, kasvetli sokakta gözleriyle kaçağı aradı; kimseleri göremedi. Kendi kendine kararlı bir sesle, “Hiç kuşkusuz Moskova Irmağı’nda olmalı. İleri!” dedi.

Birileri İvan Nikolayeviç’e, “Profesör neden Moskova Irmağı’nda da, başka yerde değil” sorusunu sorsa iyi olurdu. Ama ne yazık ortalıkta ona bu soruyu soracak kimse yoktu. İğrenç sokak bomboştu.

İvan Nikolayeviç bir süre sonra Moskova Nehri kenarındaki amfiteatrın mermer basamaklarında görüldü.

İnanılmayacak kadar kısa sürede İvan, elbiselerini çıkarttı. Geniş loş basamaklarda oturan, üzerinde yıpranmış beyaz bir tolstovka17, ayağında bağcıkları kopmuş, topukları aşınmış bir çift pabuç olan ve sarma sigarasını tüttüren sevimli serseriye teslim etti. Isınmak için kollarını sallayarak martı gibi suya daldı. Su müthiş soğuktu, soluğu kesilecek gibi oldu, bir an yukarı çıkamayacağını düşündü. Sonunda başı suyun yüzünde göründü, durmadan hareket edip kaşalot gibi soluyarak, korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerle, kıyıdaki fenerlerin zikzaklı parıltıları arasında, mazot kokan kapkara suda yüzmeye koyuldu.

Ipıslak olmuş, soğuktan buz kesmiş İvan, zıplayarak taş basamakları çıkıp elbiselerini bıraktığı serserinin bulunduğu yere koştuğunda, gerçeğe boyun eğmekten başka çare bulamadı. Yalnız elbiseleri değil, elbiselerini bıraktığı sakallı da ortadan yok olmuştu. Az önce elbise yığınının bulunduğu yerde çizgili bir içdonu, yırtık bir gömlek, mum, ikona ve bir kutu kibrit vardı. Güçsüz bir kızgınlıkla ufuktan yana, bilinmeyen birine doğru yumruğunu sallayarak sövüp saydı, adamın kendisine bırakmak lütfunda bulunduğu giysileri sırtına geçirdi.

O an iki şey geldi aklına: MASSOLİT üyesi olduğunu gösteren, hiç yanından ayırmadığı kartını kaybetmişti, bu bir; bu kılıkta, elini kolunu sallayarak Moskova sokaklarından geçemezdi, bu da iki. Ne de olsa içdonuydu üstündeki. Tabii kılığı kimseyi ilgilendirmezdi ama bundan başına bir iş, bir dert gelir miydi acaba?

İvan, içdonunun bilekleri sıkan düğmelerini koparıp attı. Böylece belki yazlık bir pantolona benzeyebilirdi biraz. Sonra ikonayı, mumu, kibrit kutusunu aldı, kendi kendine, “Griboyedov’a gitmeliyim! Hiç kuşkusuz oradadır,” diye söylenerek yola koyuldu.

Kent artık geceyi yaşamaya başlamıştı Kasaları çuvalların üstüne sırtüstü uzanmış adamlarla dolu, zincir şakırtıları içinde toz bulutları kaldıran kamyonlar geçiyordu. Bütün pencereler açıktı. Hepsinde de kavuniçi abajurlu lambalar yanıyor, bütün pencerelerden, kapılardan, sundurmalardan, damlardan, tavan aralarından, bodrumlardan, avlulardan, öksürüklü tıksırıklı kükremelerle Yevgeni Onegin operasından polonez yükseliyordu.

İvan Nikolayeviç’in kaygılarının doğru olduğu ortaya çıktı: Yayaların dikkatini çekiyor, herkes dönüp ona bakıyordu. Bu yüzden de büyük caddelerden, insanların daha az meraklı olduğu küçük yollara sapmaya karar verdi. Oralarda bir yığın insanın çıplak ayaklı birine takılması, inatla pantolona benzememekte direten içdonu üzerine binbir soruyla başını ağrıtması uzak bir olasılıktı.

Düşündüğünü yaptı, Arbat’ın esrarlı sokaklarının kargaşasına daldı. Gözünü karşıya dikmiş, korkulu bakışlarla duvarlara sürtünerek yürüyor, her an dönüp arkasına bakıyor, arada durup büyük kapıların girintisine siniyor, aydınlık kavşaklardan kaçıyor, elçilik binalarının zarif kapılarının uzağından dolanıyordu.

Bu zorlu yol boyunca, sesi hiç kesilmeyen orkestra, Tatyana’ya18 aşkını söyleyen bas sese eşlik edip durdu ve nedendir bilinmez, İvan’a anlatılmaz acılar çektirdi.

16

. Moskova’nın merkezinde bulunan, sokak sanatçılarının eserlerini sergilediği, tıpkı İstiklal Caddesi gibi halkın çok rağbet ettiği bir meydan ve caddenin adı. Arbat, eski binaları, anacaddenin arkasındaki dar ara sokaklarıyla, Beyoğlu’nu andırır. (Y.N.)

17

. (Rus.) Aslında

kosovonotka

olarak bilinen, ancak Tolstoy sürekli giydiği için onun adıyla anılan Rus köylülerinin giydiği uzun gömlek. (Y.N.)

18

.

Yevgeni Onegin

’in baş kadın kahramanı. (Y.N.)

5

Griboyedov’da olup bitenler

Krem rengi duvarlarıyla tek katlı eski yapı, kenti kuşatan bulvarın üstünde, bakımsız bir bahçenin sonundaydı. Demir bir parmaklık, bahçeyi kaldırımdan ayırıyordu. Evin tam önünde asfaltlanmış küçük bir meydan vardı. Kışları meydanda biriken karların üzerinde hep bir kürek durur, ama yazları gerilen çadır bezinin altında burası, en güzel açık hava lokantalarından biri haline gelirdi.

Yapıya “Griboyedov Evi” denmesinin nedeni, söylentiye göre, buranın eskiden ünlü yazar Aleksandr Sergeyeviç Griboyedov’un teyzelerinden birine ait oluşuydu. Evin bu teyzeye ait olup olmadığı kesin değil. Anılarım beni yanıltmıyorsa, Griboyedov ailesinde böyle bir teyze hiç olmadı bile. Her neyse, evin adı buydu. Moskovalı yalancının biri de, evin birinci katındaki sütunlu yuvarlak salonda, ünlü yazarın, Akıldan Bela adlı oyunundan bazı bölümleri, sere serpe sedire uzanan teyzesine okuduğunu anlatıyordu. Bunun doğru olup olmadığını bir tek şeytan bilir; belki gerçekten oyundan bölümler okumuştur yazar; önemli olan bu değil!

Önemli olan, evin şimdilerde, Patriarşiye Göleti gezisine çıkmadan önce zavallı Mihail Aleksandroviç Berlioz’un başında bulunduğu MASSOLİT’in bir üyesine ait olması.

MASSOLİT üyeleri, eve “Griboyedov Evi” değil, yalnızca “Griboyedov” deme akıllılığını gösterdiler. “Dün Griboyedov’un önündeki kuyrukta iki saat bekledim.” – “Ne oldu?” – “Sonunda Yalta’da, bir ay kalabilme hakkını kazandım.” – “Aferin.” Ya da: “Berlioz’u görmeye gidiyorum, bugün saat dörtle beş arasında Griboyedov’da ziyaretçi kabul ediliyor…” vb.

MASSOLİT, Griboyedov’u öylesine dayayıp döşemişti ki, bundan iyisi, bundan rahatı, bundan şirini düşünülemezdi. İçeri giren biri önce ister istemez çeşitli spor kuruluşlarıyla ilgili bilgileri kapsayan duyuruları okumak, birinci kata kadar çıkan merdivenin duvarlarını dolduran MASSOLİT üyelerinin teker teker ya da grup halindeki resimlerine bakmak zorundaydı.

Üst kattadaki ilk odanın kapısında kocaman “Tatil ve Balıkçılık Bölümü” yazısı vardı ve altında oltayla yakalanmış bir sazan resmi vardı.

İki numaralı odanın kapısındaysa, pek anlamı çıkarılamayan “Bir Günlük Yaratıcılık Tatili. M.V. Podlojnaya’ya başvurunuz” yazısı duruyordu.

Sonraki kapıda hepsinden kısa ama ne demek istediği hiç anlaşılmayan, “Pereligino” yazısı. Sonra Griboyedov’un gelecek olan ziyaretçisinin gözleri önünde teyzesinin ceviz kapılarını süsleyen bir yazı cümbüşü uçuşup dururdu: “Kayıt dilekçelerini Bayan Poklevkuna’ya yazdırınız”, “Kasa”, “Skeç Yazarlarının Kişisel Hesapları” vb…

Alt kata, kapıcının odasına kadar uzanan bir kuyruğun arasından geçilince, kalabalığın itişiyle her an göçebilecek bir kapı ve üzerinde “Konut Sorunu” yazısı görülebilirdi.

“Konut Sorunu”nun ardında, omzunda tüfeği, sırtında Kafkas keçesinden kaputu, bir kayanın tepesinde ilerleyen süvariyi gösteren lüks afiş vardı. Resimdeki kayanın altında da palmiye ağaçlarıyla bir balkon vardı. Balkonda, kâkülü alnına düşmüş, elinde dolmakalem olan genç bir adam parlayan gözlerle gökyüzüne bakıyordu; ne de parlaktı gözleri! Afişte şu yazı vardı: “Yaratıcılara iki haftadan (öykü, kısa roman) bir yıla kadar (roman, triloji) Yalta’da, Suuksu’da, Borovoye’de, Tsihidziri, Mahincauri ve Leningrad’da (Kışlık Saray) bedava tatil.” Bu kapının önünde de kuyruk vardı ama uzun sayılmazdı: Çok çok yüz elli kişi.

Ardından, Griboyedov Evi'nin rastgele dönemeçlerine uyan koridorların iniş çıkışları, “MASSOLİT Yönetim Kurulu”, “2, 3, 4, 5, numaralı Kasalar”, “Düzelti”, “Kalem”, “MASSOLİT Başkanı”, “Bilardo Salonu”, çeşitli bölümlerin bulunduğu odalar ve teyzenin, dâhi yeğeninin komedisiyle keyiflendiği sütunlu salon…

İyiden iyiye aptallaşmazsa, Griboyedov’u gezen her ziyaretçi, MASSOLİT’in mutlu üyelerinin yaşadığı hayata gıpta eder, içini kemiren büyük bir kıskançlık duyardı. Aynı zamanda da, yazarlığa yatkın olarak dünyaya gelmediği için kem talihine söver dururdu. Yazarlık yeteneği olmayan kişi, bütün Moskova’nın çok iyi tanıdığı, kenarı yaldızlı, iyi cins deri kokan, koyu renk bir kapak içindeki MASSOLİT kartını düşünde bile göremezdi.

Kıskançlığı savunmak için bir şeyler söylenebilir mi? Çok aşağılık bir duygu bu, kuşkusuz, ama insanın kendini ziyaretçinin yerine de koyması gerek. Çünkü birinci katta gördükleriyle iş bitmiyor, daha görülecek neler var neler. Bir kere teyzenin evinin zemin katını bir lokanta kaplıyor, hem ne lokanta! Moskova’nın en iyi lokantası olduğu haklı olarak herkesçe kabul edilmiş. Griboyedov sadece Asur yeleli mor at kabartmalarıyla süslü, kubbeli, yüksek tavanlı iki koca salonu işgal ettiği için değil, her masada ipek abajurlu bir lamba bulunduğu için değil, kapısı herkese açılmadığı için de değil, yiyeceklerinin en iyi cins oluşuyla da, Moskova’nın bütün lokantalarını geride bırakıyordu. Yemeklerin fiyatı oldukça uygundu, hiç de keseye zarar verecek türden değildi.

Gerçeğe tıpatıp uyan bu satırların yazarının, örneğin, günün birinde Griboyedov’un parmaklıkları önünde duyduğu şu konuşma, bu nedenle kimseyi şaşırtmamalıdır:

“Bu akşam nerede yemek yiyorsun Amvrosiy?”

“Sorduğun şeye bak! Tabii burada sevgili Foka! Arçibald Arçibaldoviç, kulağıma bugün yemekte levrek buğulama olduğunu söyledi. Nefis bir parça!”

Boynunda koca bir kan çıbanı bulunan, cılız ve çökmüş Foka içini çekip dev yapılı, al dudaklı, altın saçlı ve kıpkırmızı yanaklı şair Amvrosiy’e, “Yaşamasını biliyorsun dostum,” dedi.

“Bildiğim belirli bir şey yok,” diye karşılık verdi Amvrosiy. “İnsanca yaşamak için sıradan bir isteğim var. Fokacığım, herhalde Colisée Lokantası’nda da levrek bulunacağını söylemek istiyorsun. Ama orada levreğin porsiyonu on üç ruble on beş kopek. Bizde bir buçuk ruble. Colisée’de alabalık en az üç günlüktür, üstelik tiyatro dönüşü oraya gelen bir gencin savuracağı üzüm salkımı çöpünü suratına yemeyeceğini kimse garanti edemez. Hayır!” diye midesine düşkün Amvrosiy, bulvarı inletti, “Colisée’ye kesinlikle karşıyım, bununla başımı bir daha ağrıtma!”

“Başını ağrıttığım yok Ambrosiy,” diye mızıldandı Foka. “İnsan evinde de yemek yiyebilir.”

“Teşekkürler, ben almayayım!” diye böğürdü Amvrosiy. “Apartmanının ortak mutfağında, karının, pis bir tencerede levrek buğulama pişirmeye çalıştığını gözümün önüne getiriyorum da! Ha, hah hah ha! Au revoir Foka!” Sonra da şarkı söyleyerek çardağa doğru yürüdü Ambrosiy.