banner banner banner
Usta ile Margarita
Usta ile Margarita
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Usta ile Margarita

скачать книгу бесплатно


Oyun onu çok eğlendirdi, soru yanıt biçimindeki konuşmalarımızın bazılarını sonradan not ettim. Bu notları yitirdiğimi daha önce de söylemiştim; ama her nasılsa bir sayfası elimde kalmış. İşte elimdeki sayfada yazılı olanlar:

O: Sorularınızla neden canımı sıktığınızı bir türlü anlayamıyorum sevgili yoldaş.

BEN: Bütün insanlık, yaşamınızın ayrıntılarıyla ilgileniyor.

O: Biliyorum, ama soylu kişiliğim beni, sizden olmadığımı söylemeye zorluyor.

BEN: Özel ilgi görmenizin nedeni belki de budur.

O: Söylediğiniz iğrenç bir şey dostum. Ben de “sizinkiler”denim, şaka ediyordum.

BEN: Özür dilerim, ne dediniz? Anlamadım.

O: Dün, edebiyat dünyasına girişim konusunda birtakım sorular sordunuz bana.

BEN: Doğru. Kulak kesildim, sizi dinliyorum.

O: İşte o sıra, kendi başıma çorap ördüm.

BEN : Nasıl?

O: Ah, gençlik gençlik! İlk eserimi sırtımda modası geçmiş bir elbiseyle, saygıdeğer bir yazıişleri odasına götürdüm. O sıra çok güç sayılan işi başarmış, bir elbise bulmuştum kendime. Bir de gülünç kravat takmıştım. Kendimi yazıişleri müdürünün karşısında bulunca gözlüğümü havaya fırlattım, büyük bir ustalık gösterip gözümle yakaladım sonra. Bir yerlerde kelebekgözlüğüm ve arkaya taranmış briyantinli saçlarımla çekilmiş bir fotoğrafım olmalı. Dış görünüşüm yazıişleri müdürünü etkiledi sanıyorum. Ama bu kadarıyla yetinmedim. Yelek cebimden, büyük bir dikkatle büyükbabamın saatini çıkardım, düğmesine bastım, aile yadigârı cepsaati, ulu Tanrı adına “Sion’da Şarkı Söyleyelim”i andıran bir hava çalmaya başladı. Çok sevdiğim, dış görünüşü beni titreten yazıişleri müdürüne bakarak, “Ne oldu?” diye sordum. “Ne olacak,” dedi, “yazdıklarınızı geri alın ve edebiyattan başka neyle isterseniz uğraşın delikanlı.” Ardından doğrularak görüşmenin sona erdiğini belirtti. Giderken telaşlı sekreterine şu sözleri söylediğini gayet iyi duydum: “Bizimkilerden değil.” Bu söz herhalde bana yöneltilmişti.

BEN: Demek bu olayın, yazıişleriyle sonraki bütün ilişkilerinizde kötü rol oynadığına inanıyorsunuz?

O: Sevgili dostum, bu olaya daha geniş bir anlam yüklemenizi öğütlerim. Kişiliğim söz konusu. Cepsaati ve kelebekgözlük, çekingenliğimle baş etmeme, bağımsızlığımı ortaya koymama yetmeyecek güçsüz silahlardı.

BEN: Biraz daha ileri gidelim. Sizi tiyatroya yönelten ne oldu?

O: Para ve ün tutkusu. Çocukluğumdan beri, seyirci tarafından sahneye çağrılmayı hayal ederdim. Düşümde darmadağınık saçlarla çevrili başım ve sendeleyen uzun siluetimle kendimi sahnenin ortasında görürdüm. Kendinden geçmiş seyircilerin dinmek bilmeyen haykırışlarıyla alkışları arasında bana çok şey borçlu olan yönetmen de boynuma atılırdı.

BEN: Kusura bakmayın, ama “Turbin’in Günleri” yeniden oynarken perde on altı kere kapanıp açıldı ve seyirci, “Yazarı isteriz!” diye bağırıp durdu. Ve siz, burnunuzun ucunu bile gösteremediniz.

O: Fransızların bir atasözü vardır, "Adama pantolonu, götsüz zamanında verirler," der. Kaba kaçtı ama kusura bakmayın. (Birden kuşkulu bir havaya büründü.) Sakın bir Fransız gazetesinin muhabiri olmayasınız?

BEN: Hayır.

O: (Etkileyici bir sesle) Ya da bir yabancı gazetenin?

BEN: Hayır, hayır. Bir Rus gazetesinin muhabiriyim.

O: Riga’daki, beyaz mültecilerin gazetesi olmasın sakın? (Elleri titremeye başlamıştı.)

BEN: Tanrı korusun! (Dehşete düştüğümü belirten bir işaretle) Veçernyaya Moskva gazetesindenim. O güzel, eşsiz Veçernyaya Moskva gazetesinden.

O: Aferin. Lena! Masaya votka koy da bu züppe, kafayı çeksin. Nasıl olsa gazetesinde, hakkımda tek satır olsun yazmasına olanak yok.

Başucundaki ilaçların sayısı gitgide artıyordu. Sık sık doktor geliyordu eve. Birkaçının birden geldiği de oluyor, koridorda ya da mutfakta fısıldaştıkları duyuluyordu. Ne diyeceklerini bilemeden Bulgakov’u bırakıp gidiyorlardı. Ama kendisi teşhisi koymuştu, ondan bir şey gizlenemezdi. Yüzünün çizgileri inceldi. Gençleşti. Gözlerinin rengi daha mavi, daha saf oldu. Hafif karışık saçlarıyla bir delikanlıya dönmüştü. Dünyaya şaşkınlıkla bakmaya devam ediyordu. Dostları Boris Erdman, Dmitriyev ve Williams sık sık onu görmeye geliyorlardı. Masayı yatağının yanına getiriyor, birlikte yiyip içiyorlardı; Bulgakov, elinde bir bardak su, bizimle kadeh tokuşturuyordu. Eskisi gibi içmemizde diretiyor, bizi mutlu etmek için de sarhoş olmuş gibi davranıyordu. Ama kısa süre sonra bu toplantılar da sona erdi; Bulgakov’a ağır gelmeye başlamıştı çünkü. Ancak beni çağırdığında kendisini görmeye gidiyordum.

Bir gün gözlerini yüzüme dikti. Öylesine başı ağrıyordu ki, gözlerini kısmak zorunda kalıyordu.

“Hayatta başarılı olmazsan öldükten sonra değerin anlaşılır, unutma,” dedi. “Yanılmıyorsam Nietzsche bu sözleri Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünde söylemiş. Ne saçma bir yargı! Bazen, ölüm hayatın devamıymış gibi gelir bana. Nasıl bir şey olduğunu düşünemeyiz, ama yine de ölürüz… Dinsel anlamda bir öteki dünyanın sözünü etmiyorum, Tanrı korusun. Yine de, hayatımız başarılı geçmişse öldükten sonra ne olacağımızı merak ediyorum. Bu Nietzsche aptalın biri.” İçini çekti. “Bunlardan konuştuğuma göre gerçekten çok kötü durumda olmalıyım. Ben…”

Oysa yanılıyordu. Hayatta başarılı olmuştu o. En güç anlarda bile bunu düşündüm. Ama kendisine söylediğimde çok kızardı, en gücüne giden şeydi bu… Evet, başarılıydı hayatı.

Her şeye göğüs gerip yazmıştı, hem de özgürlüğüne gölge düşürmeden. Yazar, sanatçı ve yurttaş sesi, bir gün bile değişmemişti.

Ama bunu sürdürebilmek ona pahalıya mal olmuştu.

Şubat ayı boyunca onun evinde kaldım. Küçük Seriyoşa orada oturmuyordu artık, ben onun odasına yerleşmiştim. Pek büyük bir yardımım dokunmuyordu belki ama evde bulunmam Lena’nın biraz uyuyabilmesini sağlıyordu. Ben de o ara hastanın yanında bekleyip bir şey istediğinde konuşuyordum. Lena’ya yararlı olduğum inancındaydım. Hiç değişmemişti, hep aynıydı Lena.

Saçları taralı, sakin, gülümseyerek girerdi Bulgakov’un yanına. Arada bir aynaya bakmayı da unutmaz, bütün evi çekip çevirirdi. Ne şaşkınlık ne umutsuzluk gösterir, hiç yakınmazdı. Sabahları mutfakta kahvemizi içerdik. Çevremizde her şey güzel, rahat, yerli yerindeydi. Yalnız son günlerde Lena, mutfak masasına oturup ses çıkarmadan ağlar olmuştu. Ben onu rahatsız etmez, bir şey söylemezdim.

Seriyoşa’nın sedirine uzanmıştım, kitaplık gözümün önündeydi; alt raflarda “Tarih Habercisi” ciltleri vardı. Leskov’un, ruhunu kirletmemesi için her yazarın kurtulmak zorunda olduğu “sahte kendini beğenmişlik”ten söz eden yazısını bu dergide okumuştu, çok severdi. Eve büyük bir sessizlik çökmüştü.

Bulgakov yalnızdı, biz de onu rahatsız etmiyorduk.

Hayat, çevresinde kayıp gidiyor, ona dokunmuyordu. Kafasında tek düşünce vardı: Ne gece uyuyabiliyordu ne gündüz. Sözcükler, dokunulabilecek kadar yakında ortaya çıkıveriyorlardı; yapılacak tek şey, hemen kalkıp bir kâğıda onları not etmekti; ama kalkmak olanaksızdı. Her şey eriyor, unutuluyor, kayboluyordu. Sözcükler, romanındaki güzel büyücüler gibi Moskova üstünden geçiyordu. Gerçek hayat kehanete dönüşüyor, düşünce günlük yaşantıdan kopuyor, Bulgakov hayal gücüyle düşünceyi fırlatıp atıyor, zafere ulaşan kötülükle boğuşuyordu.

Usta ile Margarita romanı budur. Son gününe kadar bu romanı düşündü, bazı sayfalarının kendisine okunmasını istedi. Daktilo makinesinin başına oturan Lena, okurdu:

En yakın çarmıhtan saçma bir şarkının boğuk sesleri geliyordu. Orada çarmıha gerilen adam –Hestas– üçüncü saatin sonuna doğru güneş ve sinekler yüzünden aklını kaçırmıştı; şimdi de tatlı tatlı, üzümle ilgili bir şarkı mırıldanıyor, yine de arada bir, bez sarılı kafasını sallıyor, sinekler de tembel tembel yüzünden havalanıp bir an sonra yeniden konuyorlardı.

İkinci çarmıhtaki Dismas öteki ikisinden daha çok acı çekiyordu, çünkü karanlıklar zihnini kaplamamıştı. Hiç durmadan, düzenli olarak kafasını bir sağa bir sola sallıyor, başını kulağını omzuna değdirecek kadar yana yatırıyordu.

En şanslıları Yeşu’ydu. İlk saat içinde birkaç kez bayılmış, bir daha da kendine gelememişti. Başı göğsüne düşmüş, kafasındaki bez çözülmüştü. Her yanı sineklerle, atsinekleriyle kaplıydı; öyle ki yüzü kapkara ve kıvıl kıvıl bir maskenin altında görünmez olmuştu.

Lena susup baktı. Düşüncelere gömülmüş olan Bulgakov hareketsizdi. Sonra başını çevirip sordu:

“Dört-beş sayfa öncesini oku bana. Nasıldı? Güneş batacak…”

İşte. "Güneş batacak, ölüm yok ortada…"

“Bir satır sonrası…”

“Tanrım, neden bütün gazabın onun üstünde? Ona ölümü yolla.”

“Tamam,” dedi. “Biraz uyuyacağım Lena. Saat kaç?”

Sessiz, acılı günlerdi bunlar. Sözcükler, içinde ağır ağır ölüyorlardı.

Artık alışılmış dozda uyku ilacı da etkili olmuyordu. Uzun reçeteler yazılıyor, ama eczacılar ilaçları vermiyorlardı. “Bu dozda ilaç, ilaçlıktan çıkar, zehir olur,” diyorlardı. Eczaneye gidip durumu anlatmak zorunda kaldım. Uzun süredir dışarı çıkmamıştım, mart ayının nemli havası başımı döndürdü. Ortalık kararmıştı bile. Tahta perdelerle çevrelenmiş bir boş arsayı fenerler aydınlatıyordu. Eskiden burada bir kilise vardı, şimdi de Sovyetler Sarayı'nın yapımı başlamak üzereydi; günümüzde aynı yerde büyük bir yüzme havuzu bulunuyor (özellikle çok soğuk günlerde üzerinden hep buhar yükselir). Şantiye fenerlerinin aydınlığı dışında her şey karanlığa gömülüydü.

Hayat, ara sıra tuhaf yakınlaşmalara yol açıyor. O akşam –bugün gibi hatırlıyorum– metronun yakınında, tanıdığım bir yazara rastladım. Yorgun argın evine dönüyordu, nemli mart havası onu üşütmüştü. Tıraş olmamıştı, benzi sapsarıydı, kasketini kulaklarına kadar indirmiş, yakasını kaldırmıştı. Elinde koca bir evrak çantası vardı.

“Sizi gören cennetlik,” diye fısıldadı. “Nerelerdesiniz? Biliyor musunuz, şu sıralar dışarı çıkmak, biraz insan görmek gerek. Birtakım değişmeler var, gazetelerden öğrenemezsiniz bunları… Yarın Yazarlar Birliği’ne gelin. N.N.nin durumu görüşülecek. Amma iş ha!”

Kuşkulu görünüyordu; tanığı olduğum acı ölümün yanında, bu yazarın uğraştıklarının akıl almaz gereksizliği beni etkiledi.

Eczaneye girip sorumlu eczacıyı istedim; kılı kırk yaran müşterisi Bulgakov’u hatırlıyordu adam. Bana ilaçları verirken üzüntüyle başını salladı.

Buzlar eriyordu. Kar, pis sarı bir renk almıştı. Çepeçevre bulvarda tramvayların çan sesi duyuluyordu. Her şey birden bambaşka gözüktü bana.

Ölümünden on gün önce Fadayev, onu görmeye gitti. Bulgakovlara daha önce hiç uğramamıştı. Belki Yazarlar Birliği’nin bir üyesi olduğu için, ona yakınlık göstermek, yardımda bulunmak istiyordu. O güne dek, ancak başkalarından duymuştu Bulgakov’u. Amacım hiç de Fadayev’i yargılamak değil: Görevini yapıyordu o. Bütün akşamını bizimle geçirdi, allak bullak oldu.

Fadayev’in yazarlardan ve Birlik’ten söz edişini dinledi Bulgakov; Fadayev ise bir dosta anlatır gibi, güvenle konuşuyordu. İyi tanıdığı birinin adı geçince Fadayev’in sözünü kesen Bulgakov:

“Bakın,” dedi. “Alçağın biridir o!” Sonra yalvarırcasına ellerini kavuşturup devam etti: “Ama belki sizin dostlarınızdandır.” Parmağını salladı arkasından, “O zaman da sizi uyarmam gerek. Ona, aşağı yukarı her gün rastlıyorsunuz, ben ise kendisini hayatımda görmedim; ama çok iyi tanıyorum. Siz tanımıyorsunuz. Böyledir bu iş. Yüksek memurların başına sık sık gelir…”

Fadayev’e takılıyor, Edebiyat Bakanı olmasıyla alay ediyordu. Bulgakov edebiyatla ilgilenen üst düzey bir memurun portresini çizerken Fadayev, o kısa ince gülüşüyle basıyordu kahkahayı.

Sonra birden gülmesini kesip, “Ama bu söyledikleriniz korkunç şeyler,” diyordu. “Korkunç, çünkü gerçek. Bir yazarın her şeyi bağışlanabilir, kendi kendisine ihaneti hariç. O zaman ne yapmalı?” Bakışlarıyla Bulgakov’u sorguladı.

“Her şey karılarına bağlıdır Aleksandr Aleksandroviç. Kadınlardan çekinilmesi gereken tek bir durum var, aptal olmaları. Yazar, aptal bir kadına düşmüşse hapı yuttu demektir.”

“Bütün bunlar masal,” dedi Fadayev. “Başka?”

Ama Bulgakov başka şey söylemedi. Gözlerini kapadı. Yorgundu, yorgunluğunu gizleyemiyordu. Fadayev çıkmaya hazırlandı.

Kapının önünde bana sordu:

“Doktorlar, durumunun gerçekten umutsuz olduğunu mu söylüyorlar?”

“Evet.”

“İnanılacak gibi değil. Hayat dolu.”

“Ama böyle işte. Kendi de biliyor durumunu.”

“İnanmak o kadar güç ki.” Fadayev bir an düşündükten sonra birden, “Büyük bir anlaşmazlık oldu, anlıyor musunuz,” dedi. “Artık yapacak şey de yok.”

“Ne gibi bir anlaşmazlık?”

“Benim için anlaşmazlık, Bulgakov’u tanımamış olmamda. Onu tanımamaya hakkım yoktu… Hayır, hasta olduğuna inanamam. Gerek doktorların, gerekse kendisinin yanıldığına eminim. Kurtulacak ve sonra her şey başka türlü olacak.”

“Evet, eğer hayatı doktorlara, yazarlığı da sizin kendisini biraz daha iyi tanımanıza bağlı olsaydı başka türlü olurdu.”

“Öyle mi dersiniz?” Dalgın dalgın vedalaştı, çıktı gitti.

Daha sonra iki kere telefon etti. Bulgakov’un Yazarlar Birliği’nden para isteyip istemediğini, başka bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu.

“Artık ihtiyacı olduğunu sanmıyorum,” dedim.

“Artık ihtiyacı yok mu?” diye fısıldadı. Ahizede bir an daha soluğunu duydum, sonra telefonu kapadı.

Bulgakov’un borç alması gereksizdi. Artık ona hiçbir şeyin yararı yoktu. Bütün gövdesi zehirlenmişti. Her hareketinde kaslarına dayanılmaz ağrılar saplanıyordu. Kendini tutacak halde olmadığından haykırıyordu. Haykırışları bugün bile kulağımda yankılanır. Yatağının içinde onu çevirirdik; çok canı acırdı ama kendini tutar, üstelik tatlı bir sesle bize, “Çok iyi çeviriyorsunuz,” derdi. “Çok iyi…” Yatağının yanında bizden başka kimseyi istemiyordu.

Kör oldu.

Üzerine eğildiğimde parmaklarıyla yüzüme dokunuyor, kim olduğumu anlıyordu. Lena odaya girer girmez ayak seslerinden onu da tanırdı. Kalçasına doladığı bir bezin dışında çırılçıplak yatıyordu. Gövdesi kupkuruydu. Müthiş zayıflamıştı.

Dmitriyev ile Boris Erdman, son geceleri benimle birlikte küçük Seriyoşa’nın odasında geçirdiler. Sabah erkenden Lena’nın büyük oğlu geliyordu. Bulgakov, onun yüzüne dokunup gülümsüyordu. Hem siyah saçlı, kendini pek açığa vurmayan, büyük adam gibi duygularını gizlemeyi bilen bu çocuğu, hem de Lena’yı sevdiğinden okşuyordu onu. Lena’ya duyduğu büyük sevgiyi gösterebilmesi için son fırsattı belki bu.

10 Mart günü, öğleden sonra dörtte öldü. Neden bilmem, sanki bana hep sabaha karşı ölmüş gibi gelir.

Ertesi sabah –belki aynı gündü ama kafam karmakarışıktı, yine de ertesi sabahtı sanıyorum– telefon çaldı, Stalin’in Özel Kalem Müdürlüğü’nden arıyorlardı.

“Bulgakov Yoldaş’ın öldüğü doğru mu?”

“Evet, doğru.”

Telefon kapandı.

Gece Nikolay Erdman, Viçni Voloçok’tan geldi. Moskova’da yaşaması, başkente gelmesi yasaklanmıştı. İki saat bir şey söylemeden oturdu, sonra çıkıp gitti.

Apartman fermol kokuyordu. Merkulov, ölüm döşeğindeki Bulgakov’un maskını yapıyordu. Lena bu maskın bir kopyasını da bana verdi. Ama Moskova’dan ayrıldığımda onu bir depoya attılar, sonra da kayboldu.

Evine pek çok insan geldi. Aralarında yazarlar çok azdı. Ölüyü, yakılacağı yere götürürken Sanat Tiyatrosu’nun önünden geçtik. Tiyatronun bütün oyuncularıyla memurları kapının önünde bekliyorlardı. Sonra Bolşoy’un önünden geçtik, orada sütunların yanına büyük bir kalabalık yığılmıştı.

Ne kadar çok kişinin kendisini uğurlamaya geldiğini göremedi.

SERGEY YERMOLİNSKİ

1

. (Rus.) Rus Çarlığı’nda ve Ukrayna’da kırsal bölgelerdeki özyönetim organı. (Y.N.)

2

. Rus mizah yazarları İlya Arnoldoviç Faynzilberg (1897-1937) ve Yevgeni Petroviç Katayev’in (1903-1942) ortaklaşa yazdıkları eserlerde kullandıkları isim. (Y.N.)

3

. (Açılımı, Novaya Ekonomiçskaya Politik.) Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nde uygulanan ekonomi politikası. (Y.N.)

4

.

Kibarlık Budalası

, olacak. (Y.N.)

5

. (Rus.) Bir Rus iskambil oyunu. (Y.N.)

BİRİNCİ BÖLÜM