Полная версия:
Elçine Armağan
Abbas Mirza’nın kesik kafayla yalnız kaldığı o anlarda çadırın içinde ağır bir hava vardı sanki, yanan mumların kokusu bu havayı daha da ağırlaştırıyordu.”33
Abbas Mirza bir taraftan da Mahmut Bey’in Türk dünyası ve Türklerin birlik olması gerektiği konusunda biraz önce kendisine söylediklerini düşünür. Aynı aileden olanların birbirlerine düşman olduğu, taht kavgaları yüzünden kardeşin kardeşi boğazladığı bir dünyada Mahmut’un birlik sözlerinin anlamsızlığını düşünmektedir.
“Aptal Bakülü Bey! Aynı babadan olan kardeşler iktidar için birbiriyle ölüm kalım savaşına girerken, birbirinin gözünü oyup, birbirini astırırken, o yeryüzündeki tüm Türkleri bir araya getirmeyi düşünüyor. Bakalım dünyanın işleri buna izin verir mi? Türkler hiçbir zaman bir araya gelemez, çünkü dünya yaratılırken, iktidar hırsı da dünyayla beraber yaratılmıştır.
Gözünün teki belererek yuvasından fırlayacakmış gibi duran, diğeri büzülerek küçülen kesik kafa gümüş tepsinin üzerinde dimdik Abbas Mirza’ya bakmaya devam ediyordu. Çadırın mum kokulu ağır havası içinde Abbas Mirza, bu kesik kafayı bir süre sonra Tahran’a göndereceğini, arkasından sabah olacağını ve zihnini işgal eden düşüncelerin silinip gideceğini, mücadelesine devam edeceğini, Güney Kafkasya uğruna Rusya’yla girilen savaşın süreceğini de çok iyi biliyordu.”34
Sisianov’un kesik kafasından etkilenenlerden bir diğeri Hacı Muhtar Beydir. Sisianov’un kafasını görmek ve karşısında bulunduğunu bilmek, onun da asabını bozmuş, sinirlerini oynatmış, farklı ve kötü şeyler düşünmesine, zalim duygulara kapılmasına sebep olmuştur. Hacı Muhtar geleceğin pek de iyi şeyler getirmeyeceğinin farkındadır. Türk Hanlıkları Nadir’den sonra bölünmüşler, birbirleriyle kıyasıya mücadele etmektedirler. Ruslar çok güçlenmişlerdir. Bu bölünen hanlıkları sırasıyla ele geçirirler. “Bu topraklarda o kadar çok kan akıtılmıştır ki artık insanların öldürülmesi sıradanlaşmıştır.” Her şeye rağmen Muhtar Bey torbaya bakınca tüyleri diken diken olur. “Kesik kafanın o torbanın içinden kendisini gözetlemekte olduğunu”35 vehmeder. O kesik kafa onu çok etkilemiş, bu düşünceleri aklına getirmiştir. Dehşete kapılmasına sebep olmuştur. Aklına kötü düşünceler getirmiş, gelenleri öldürmeyi bile düşünmüştür.36
Abbas Mirza’nın ordugâh reisi Kurt Kerim, kafa karşısında tepki gösterenlerden biridir. Ama onun tepkisi fizikseldir. Kurt Kerim kafaya tükürmüş, bunun için de Abbas Mirza ona bir tokat atmış ve kafayı temizlemesini emretmiştir.
Romana baştan sona kadar Sisianov’un hissettikleri hâkimdir. Sisianov kendi kafasına tükürülmesini, görülmesini, seyredilmesini hiç istemez. Ama bütün bunlara mâni olacak bir güçte değildir, olanları çaresizce uzaktan seyretmektedir. Sisianov sadece Abdurrahman Ağa’nın gözlerindeki derin bir kederi fark etmiştir.
“Lala hemen koşturarak yeşil ipek örtüyü kaldırdı. Kafanın gözleri yine O’na dikildi.
Yeşil ipek örtünün altındakinin kafa olduğuna tamamen emindi ve örtüyü kaldırmalarını, kafanın açılmasını hiç mi hiç istemiyordu.
Ne var görünen mekânda hiçbir şey O’nun isteyip istememesine bağlı değildi. Kendisinin görünmeyen varlığının görünen mekânda hiç hükmü yoktu, görünen mekânda O da yoktu zaten.
Şeffaflığı ve yerçekimsizliği, varlığındaki huzur hâli görünen mekâna sığmamaktaydı ve kendisi tamamen farkındaydı elbette. Yine de çadırın içindekilerden biri kafanın suratına tükürünce, yüzünü yana çevirmek istedi, ama böyle bir şey elbette mümkün değildi, çünkü şeffaf ve yerçekimsiz varlığı yalnızca duygulardan ibaretti, bu varlıkta hiçbir hareket yoktu…
Çadırdakilerden biri kafanın suratına tükürünce, yeşil ipek örtüyü kaldıran Lala irkildi ve O, Lala’nın gözlerinin derin katlarına, en dibine sinmiş olan nihayetsiz bir keder gördü, daha sonra aynı gözlerdeki şeytani bir parlama kederi kovdu, ne var ki şeytani parlama şimşek gibi çakarak hemen de kaybolmuş ve Lala’nın gözlerinin dibine sinen keder geri gelmişti yine.”37
Sisianov’un kafası karşısında kendisini kaybetmeyen bir tek kişi vardır, o da Ağabegüm Ağa’dır. Ağabegüm Ağa, babası İbrahim Halil Hanın ve bütün ailesinin Ruslar tarafından katledilmesi üzerine büyük bir yasa bürünmüş ve şu mısraları yazmıştır:
Azizim can Karabağ, Şeki, Şirvan, Karabağ, Tahran cennete dönse, Gitmez baştan Karabağ. 38Sisianov’un kesik kafası Tahran sarayında bir odada muhafaza edilir. Odaya kimsenin girmesine izin verilmez. Oraya sadece Abdurrahman Ağa girebilmektedir. Ağabegüm Ağa bir gün oraya girer ve yalnız kalmak istediğini söyler. Kafaya bakarak şu yakarışta bulunur:
“-Allahım, dedi, parmağını kesik kafaya doğrulttu: Bu emir kulu. Şuşa felaketinin cezasını bunların hükümdarına ver! Duyuyor musun? Rusya hükümdarı da evlatları ve eşiyle beraber, birbirlerinin gözü önünde kurşunlansın diye hayatımın sonuna kadar dua ederek sana yakaracağım. Ağabeyim Ağa sesini yükseltti, şimdi sesinde yakarıştan ziyade bir buyruk edası vardı: Ve sen bunu yapacaksın! Duyuyor musun? Sen bunu yapacaksın!”39
Romanda Ağabegüm Ağaya söyletilen bu ifadeler, 110 yıl sonra Romanovların Bolşevikler tarafından katledilişini hatırlatmaktadır.40
SonuçRoman 26 bölümden oluşuyor. Her bölümün sonunda italik harflerle parantez içinde gösterilmiş olan bir kısım bulunuyor. Bu italik satırlar, Sisianov’a aittir. Olaylar Sisianov’un gözleriyle ve onun bakışıyla veriliyor. Böylece romanın çerçevesi Sisianov’un ruhunun gözlemleriyle çizilmiş olmaktadır. Roman başladığı zaman Sisianov ölmüştür. Roman boyunca, Sisianov’un bakışıyla olaylar anlatılmaya devam eder, bu arada önemli olaylar da geriye dönülerek verilmiştir.
Romanın çekirdek konusu, 19. yüzyılın başında Güney Kafkasya’da cereyan eden olaylar ve yapılan savaşlardır. Nadir Şahın ölümünden sonra 18. yüzyılın ortalarından itibaren bölgede çıkan karışıklıklar ve Azerbaycan hanlıklarının ortaya çıkması ayrıntılarıyla anlatılıyor.
Romanda felsefî bir bakışın, düşünüşün ve yorumun hâkim olduğu görülüyor. Yazar pek çok meseleyi ele almış, onları sorgulayıcı ve eleştirel bir bakışla ortaya koymuştur. Bunlar hem ferdî hem de sosyal meselelerdir. Bunların başında hayat ve ölüm, Türk devletlerinin bölünmesi meseleleri geliyor. Sisianov’un ölüm ötesinden bakan ruhu vasıtasıyla ölümün gerçekliği, hayatın anlamsızlığı, dünyadaki çekişmelerin boşluğu sorgulanmaktadır. Diğer taraftan Türk devletlerinin birbirleriyle yaptığı amansız çekişmeler, hanlıklara bölünmeleri ve Rusya tarafından yutulmaları meselesi eleştirel bir bakışla ele alınmış ve Türk birliğinin önemi hatırlatılmıştır.
Yazar ölümü ve ölüm ötesini çok canlı ve etkileyici bir şekilde anlatmaktadır. Burada bazı anahtar kelimeleri kullandığı görülüyor. Bunlar arasında “şeffaf ve yerçekimsiz varlık” ve “görünen mekân” ifadeleri dikkati çekmektedir. “Şeffaf ve yerçekimsiz varlık” ifadesiyle ruhun kastedildiğini anlıyoruz. “Görünen mekân” tabiri ise dünyayı, yani yeryüzünü ifade etmektedir. Ayrıca “zaman”, “mekân”, “yer” gibi kelimelerin yalnızca dünya için geçerli kavramlar olduğu, ölüm ötesinde bir anlam ifade etmedikleri de sık sık hatırlatılıyor.
Romanda hayat, ölüm ve sonsuzluk duyguları, zaman ve mekân kavramları felsefî boyutta ele alınmakta ve tartışılmaktadır. Dünyada, uğrunda kavga edilen pek çok şeyin geçiciliği ve anlamsızlığı üzerinde durulmuştur. Ama yine de insanlar bu dünyadaki hırslarından vazgeçmemekte, mücadelelerine kaldıkları yerden devam etmekte, hırsları ve ihtirasları uğrunda kötülük ve zulüm yapmaktan çekinmemektedirler. Romanda bu duygular, çoğunlukla Sisianov’un kesik kafası karşısında ortaya çıkmış ve tasvir edilmiştir. Romanda ele alınan konulardan birinin de kesik kafanın insanlar üzerinde yarattığı etki ve korku ve iç muhasebe olduğunu söyleyebiliriz.
Eserde tarihî kişiliklerin ele alınmasında ve işlenmesinde de farklı bir bakış ile karşılaşmaktayız. Romanın ilk sayfasında yazar tarihî karakterleri işlerken onları değiştirdiğini söylemiştir. Bunda yazarın bir maksadı vardır. Bu maksat, romanı okuyunca anlaşılıyor. Yazar tarihî kişilikleri değiştirmek ve onları kurgu şahsiyetler hâline getirmek suretiyle okuyucuya bazı şeyler anlatmak istemiştir. Karakterler vasıtasıyla yaptığı eleştirilerle ve sorgulamalarla, ortaya koyduğu tezatlı bakış tarzlarıyla yazar, gerçek düşüncelerin ne olması gerektiği konusunda okuyucuyu uyarmakta ve ipucu vermektedir. Bu ipucu, milliyet konusunda insanların hassasiyet göstermek zorunda olduklarıdır.
Yazar millî kimlik hakkındaki görüşlerini özellikle Mahmut üzerinden vermektedir. Mahmut’un modern bir milliyet anlayışına sahip olduğu görülüyor. O devirde henüz böyle bir düşüncenin mevcut bulunmadığını söyleyebiliriz. Mahmut ile Suharyov’un millî kimlik hakkındaki düşüncelerinin benzerlikleri, romanda dikkati çeken noktalardandır. Bu suretle yazar, millî kimliğin önemine işaret etmiş bulunmaktadır. Yazar her iki kişiliğin milliyetçi bakışından hareket ederek, okuyucunun ilgisini bu noktaya çekmek istemiş ve gerçek bakışın ve düşünüşün bu olması gerektiği hakkında bir eleştiri de getirmiş olmaktadır. Bu suretle tarihi sorgulamış, yanlış yapılan olaylara dikkat çekmek istemiş, okuyucunun bu olaylar üzerinde geriye dönerek yeniden düşünmesini sağlamaya çalışmıştır.
Mahmut’un Türk birliği hakkındaki düşünceleri romanda Abbas Mirza tarafından sorgulanır ve manasız olduğu, hayata ve gerçeğe uymadığı belirtilir. Yazarın Abbas Mirza’ya söylettiği eleştiriler, aslında bugünkü dünyaya ve insanlara, gerçekler hakkında yapılan uyarılar olarak kabul edilebilir. Burada iki zıt düşüncenin ortaya konulmasıyla gerçekler hatırlatılmakta ve bu konuda yapılan yanlışlar sorgulanmış olmaktadır.
Üzerinde durulması gereken bir başka nokta, mitlerin kullanılmasıdır. Yazar, Feth Ali Şahın Sisianov’a büyü yaptırdığına dair bir söylentiye de romanında yer vermiştir. Azerbaycan hanlıklarının Rusya tarafından birer birer işgal edilmesini duyan Feth Ali Şah, inanmadığı hâlde büyüye başvurur. Mirza Muhammet Ekbari Azerbaycanî’yi huzura çağırır ve Sisianov’u büyüyle öldürtebilir misin diye sorar. Kafasını kestiririm, cevabını alır. Mirza kendisinden 40 gün mühlet istemiş ve odaya kapanmıştır. Aradan 30 küsur gün geçtikten sonra Sisianov’un kesik kafası kendisine getirilir. Feth Ali Şahın, Mirza Muhammet’in büyüsünün tesirinden korktuğu ve onu ülke dışına sürdüğü belirtiliyor.
Elçin usta bir yazardır ve Azerbaycan edebiyatının tanınmış romancılarından biridir. Eserlerinden, onun zengin ve derin bir felsefî birikimi olduğu anlaşılıyor. Yazar burada da o felsefî derinliğini gösterecek nitelikte bir yaklaşım tarzı kullanmıştır. Romanında felsefi bakışın ve düşünüşün hâkim olduğu görülüyor. Bu durum yalnız Azerbaycan edebiyatından ve sanatından değil, Rus kültüründen de gelen bir birikimin neticesidir. Romanda derin ruh tahlilleri yapılmış, karakterlerin psikolojileri, iç dünyaları ustaca yansıtılmıştır. Kafa, alışılan ve bilinen tarihî romanlardan çok farklı, orijinal ve yer yer fantastik boyutlarda bir eserdir. Tarihî olayları sorgulayan ve eleştiren, tarihe yeni bir bakış getiren orijinal bir eserdir.
Roman, günümüzde sadece edebiyatın bir ürünü değil, içinde bulunduğumuz dünyanın her türlü değerini kapsayan, psikolojik, sosyolojik problemleri de içine alan bir eser olma vasfını kazanmış, edebiyatın dışına taşarak araştırma ve inceleme boyutlarına varan bir tür olmuştur. Romanların, bu özellikleriyle yazarlar ve toplum tarafından gittikçe artan bir ilgi görmeye devam edecekleri, açık bir hakikat olarak görünmektedir.
KaynakçaElçin. Kafa, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2018.
ELÇİN’İN AK DEVE ROMANI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Prof. Dr. Alev Sınar Uğurlu41
Stalin tarafından uygulanan baskıcı rejim, onun ölümünden sonra git gide hafiflemiş, bu yumuşama edebiyata da yansımış ve 1960 itibarıyla Sovyetler Birliği’nde bazı yazarlar güdümlü edebiyat çizgisinden uzaklaşmaya başlamışlardır. Bu yazarlardan biri de Elçin Efendiyev’dir. Çağdaş Azerbaycan edebiyatının “en önemli ve en üretken yazarlarından biri”42 olan, hikâye-roman-tiyatro-eleştiri türlerinde verdiği eserlerle Azerbaycan’da “edebî sürecin de önemli bir parçası”43 olarak değerlendirilen Elçin Efendiyev, II. Dünya Savaşı’nın tüm şiddetiyle dünyayı kasıp kavurduğu bir tarihte, 1943’te Bakü’de dünyaya gelmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni dünya düzeni içinde iki büyük kutuptan biri hâline gelen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde bir yandan edebî eser kaleme alırken bir yandan da aktif olarak siyasetin içinde yer almış, milletvekilliği, başbakan yardımcılığı yapmış ve Bakü Devlet Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak ders vermiştir. Gerek siyasî konumu gerek Sovyetler Birliği içinde yer alan tüm ülkelerin edebiyatlarında geçerli olan sosyalizm realizmi dolayısıyla dikkati sosyal meseleler üzerinde olan Elçin Efendiyev, Azerbaycan’da gelenek ile moderni birleştiren bir kalemdir. N. L. Bayramova, onun hikâye ve romanlarında ahlâkî değerlerin ve psikolojik tahlillerin ön planda olduğunu belirtir.44 Elçin Efendiyev, sosyalist rejimin içinde siyasî aktör olarak yer almakla birlikte edebî eserlerinde “Sovyet ideolojisine hizmet etmektense Azerbaycan edebiyatına hizmet etmeyi amaçlamış”45 usta kalemi sayesinde bu amacını başarıyla gerçekleştirmiştir. “Eserlerinde Azerbaycan Türklerine özgür olma bilinci ve millet olma duygusu aşılamaya çalışmıştır. Romanlarında ve hikâyelerinde Azerbaycan Türklerinin yaşamları, hayat hikâyeleri, çektiği sıkıntılar, Sovyetler Birliği döneminde yaşanılan zulümler bütün objektifliği ile okuyucuya sunulmuştur. Eserlerinde Azeri Türklerine mesajlarını simgeler yoluyla ve halk kültürüne ait unsurları kullanarak ulaştırmayı amaçlamıştır. Azerbaycan Türklerine ait kültürel unsurları çok iyi bilen Elçin, kültürel unsurlarını edebi eserlerine yerleştirirken büyük bir ustalık göstermiş; insanların bu kültürün bir parçası olduğunu hissettirmiştir.”46 Bu romanlarından biri de Ak Deve’dir. Romanda Bakü’de geleneksel çizgide bir mahalle II. Dünya Savaşı öncesi, savaş sırası ve savaş sonrasındaki hayatıyla anlatılmıştır. Bu yazıda, Elçin’in 1985 yılında yayınladığı ikinci romanı olan ve sosyolojik açıdan zengin veri içeren Ak Deve47, romanın merkezinde yer alan mahallenin ve mahallelinin II. Dünya Savaşı öncesinde yerleşmeye başlayan sosyalist rejimden ve ardından savaştan etkilenmesiyle yaşadığı değişmeye odaklanılarak değerlendirilecek ve bireyin hayatına etkisiyle cephe gerisindeki yıkım yansıtılacaktır.
Cemil Meriç’in ifadesiyle “[h]er edebi eser sosyal bir olaydır.”48 Bu bağlamda Ak Deve romanı da yazıldığı toplumun, Bakü odaklı Azerbaycan’ın, II. Dünya Savaşı sırasındaki adıyla Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin, savaş öncesi, savaş sırası ve savaş sonrası sosyal yapısını yansıtmak bağlamında sosyolojik veri içermektedir. Roman savaş edebiyatı açısından da dikkat çekicidir. 1917 Bolşevik devriminin ardından Sovyetler tarafından bölgede asırlardır yaşayan Türk halkı üzerinde uygulanan Ruslaştırma politikasının şiddetini arttırdığı bir sırada patlak veren II. Dünya Savaşı sırasında özellikle “Bakü şehrinin yer altı kaynakları bakımından zenginliği, stratejik ve jeopolitik konumundan dolayı”49 Azerbaycan toprakları Alman hükümetinin önemli hedeflerinden biridir. “Führer hükümetinin Barbarossa Harekatı’nda özel bir yeri”50 olan Azerbaycan, “Almanya’nın bu planına karşı” “Her şey cephe için, her şey zafer için!” sloganı ile savaş aç”an51 Sovyetler Birliği’nin ordusunda, Rus üniforması içinde Almanlarla savaşmışlardır. “Azerbaycan halkı da bu savaşta bir kısmı gönüllü olarak, bir kısmı da gerçekleştirilen sert müdahalelerle “Halk Ordusu” gruplarına ve “Savaşçı Taburlara”
iştirak etmiştir.”52 “II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Azerbaycan’da genel seferberlik kararının ilanı ile 18-47 yaşları arasındaki eli silah tutan erkekler askere alınmıştır. Genel olarak 1941- 1945 yıllarında Azerbaycan’dan 700.000 bin kişi ortak düşman Almanya’ya karşı savaşa katılmıştır.”53 Bir kısmı ölen, bir kısmı esir düşen, bir kısmının akıbeti meçhul olan bu 700.000 kişi arasında Ak Deve romanında başkahraman Aliekber’in çocukluğunun geçtiği mahallenin 18-47 yaş arası erkekleri de yer almaktadır. Roman bu bağlamda da Sovyet ordusu içinde Almanlara karşı çarpışan bu insanların geride bıraktıkları yakınlarının durumlarını, dolayısıyla cephe gerisinde yaşanan krizi, cephe gerisindeki bireysel ve sosyal gerçekliği yansıtmasıyla dikkat çekicidir.
Ak Deve romanında kronolojik olarak ilerleyen ya da geriye dönüşler içinde takip edilebilecek bir olay örgüsü yoktur. Romanda Bakü’deki bir mahalle merkez konumundadır. Bu mahalle sakinlerinin hayatlarından kesitler sunulur. Mahalle sakinlerinin savaştan önce, savaş sırasında ve savaştan sonra yaşadıkları romanda anlatıcı konumunda bulunan Aliekber’in gözünden verilir. “Anlatıcı, bir kurgu metnin en temel figürü”54 olarak kabul edilmektedir. Romanın başında yetişkin Aliekber, mezarlıkta bir kabrin başında gördüğü tanıdık simaların ve bir mezar taşının üzerinde yazılı olan “Sen benim hayatımdın” cümlesinin zihninde yaptığı çağrışımlarla geçmişi hatırlar. “Olayları hatırlama süreci geçmişte çekilen fotoğrafları albümlerden çıkarıp bakma şeklinde gerçekleşmez. Olayları oldukları gibi hatırlamayız, çünkü beyinde tek bir “hafıza merkezi” yoktur. Olayların farklı duygusal ve fenomenolojik özellikleri beynin farklı bölgelerinde “depolanır” ve anıyı her çağırdığımızda bu özellikler o anda yeniden birleştirilir.”55 Bu açıklama doğrultusunda bakıldığında çocukluğuna, çocukluğunun geçtiği mahalleyi hatırlayan anlatıcı kahraman Aliekber hatırlama sırasında anılarını yeniden inşa eder; karakterini şekillendiren, hayata bakışını belirleyen aslî unsurun bu mahalle ve mahalleye ruh veren mahalleli olduğunun idrakiyle, geçmiş ve şimdi arasında gel gitler yaşayarak ailesinin ve komşularının hikâyelerini anlatır. Romanın ana konusu bu insanların yaşamlarıdır. Bir mahallede yolları kesişen bu farklı yaşantılar bir araya geldiğinde, özellikle 1920-1950 arası Bakü’den insan manzaraları ve bu insan manzaralarının oluşturduğu geleneksel sosyal yapı ve bu geleneksel yapıda görülmeye başlayan kırılmalar ortaya çıkmaktadır.
Romanın başkahramanı anlatımı da üstlenen Aliekber’dir. “Başkişiler, iç dünyaları ve hayatları en ayrıntılı bir şekilde belirtilen karakterlerdir. Bunlar, (…) daha karmaşık bir şekilde, hikâyenin akışı içinde çatışmalar ve değişme süreçleri yaşayan, tepkilerimizi sürekli ve tam olarak yönlendiren karakterlerdir. Başkişiler (…) bizde inanç, sempati ve ani duygusal değişiklikler yaratır, bütün romanda ifade edilen ahlâk felsefesinin somutlaştırılmasına hizmet ederler. Bu anlamda roman başkişileri, romancının esas ürünleridir, romanın varoluş sebebidirler; roman onlara hayat vermek için yazılır.”56 Aliekber de çocuk kimliğine dönerek tek tek mahalleli hakkında bilgi verip onların hikâyelerini aktarırken onlarla birlikte kendi kişiliğinin de nasıl şekillendiğini anlatır. Geçmişe zihnen ve kalben yolculuk yapıp, kırk yıl öncesine giden 1934 doğumlu Aliekber santimantal kişilik özelliğiyle savaş öncesi ve savaş sırasındaki mahalle halkını hafızasından yansıyanlarla tanıtırken aslında onların kendisi üzerinde bıraktığı izlenimlerle kendi iç dünyasını tahlil eder. Aliekber’in yaşam boyu çocukluğundan ayrılamadığı, çocukluğunu şekillendiren ve anlamlı kılan mahalleliyi daima yüreğinde ve zihninde taşıdığı görülür. Kırk yıl önce ayrıldığı mahallede gezerken gözüne ilişen her nesnede çocukluğunu arar:
“O sıra bu tanıdık ve aynı zamanda yabancı binalar, sokak pencereleri, çeşit çeşit renklerde boyanmış, yeşil, mavi, kahverengi, pembe, sarı sokak kapıları, yavaş yavaş filizlenmeye başlamış asmalar bürümüş sokak kapıları bana bakıyor ve beni azarlıyordu. Tabiî ki bu histe de bir çocuksuluk vardı, ama ne olur ki? Ben… Ben kendi çocukluğuma dönmek istiyordum…”57
Yetişkin Aliekber’in çocukluğunun geçtiği mahallede bütün hayatına bu mahallenin şekil verdiğini idrakle çocukluğuna dönmesiyle belleğinde kalanlar anlatıya dönüşür.
MAHALLELİ
Roman, her biri müstakil bir anlatının malzemesini oluşturacak farklı hayatları yansıtan hikâyelerle kurgulanmıştır. Bu hikâyelerin ortak noktası kahramanlarının komşuluk bağıyla birbirlerine bağlı olmaları, aynı mahallede ikamet etmeleridir: Anlatıcı Aliekber’in Tebriz’den çocukken Bakü’deki petrol madenlerinde çalışmak üzere babasıyla birlikte Bakü’ye gelen, babasının bir petrol kuyusunda boğulması üzerine çocuk yaşta kendi sorumluluğu üstlenen kondüktör olarak şehirlerarası trende çalışıp ailesini geçindiren babası Ağakerim’in hikâyesi; Aliekber’in fedakâr, becerikli, duygusal, kocasına saygıda kusur etmeyen annesi Suna Bacı’nın hikâyesi; kocası Gülağa’nın savaşta öldüğüne inanmayan, taziye kabul etmeyen, evdeki tüm saatleri susturarak zamanı dondurmaya çalışan, kocasının büyük boy resmi ile konuşan, sonunda aklını kaybeden ve günün birinde mahalleden kaybolan gelin Suna’nın hikâyesi; biricik oğlu Mehmetbakır’ın ihanetine uğrayan Aksakal Aliabbas Kişi’nin hikâyesi; altı yetim oğlunu tek başına büyüten baskın karakterli otoriter Hanım Teyze’nin hikâyesi; Koca’ya gönlünü kaptıran ancak Hanım Teyze tarafından evlenmeleri engellenince Muhtar’a varan ve kısa bir süre sonra intihar eden Adile’nin hikâyesi; doğsun diye eşiyle birlikte dut ağacını adak olarak diktikleri tek oğlu İbadullah hayırsız çıkan gözleri görmez Emine Teyze’nin hikâyesi; içip içip kör annesi Emine Teyze’yi para için tartaklayan, daima çevresine korku saçan ancak Rus ordusu Voronej’de direnirken sevinç çığlıkları atan İbadullah’ın hikâyesi; kavalıyla ve anlattıklarıyla mahalleye huzur saçan Balakerim’in hikâyesi; hasta karısı Kübra’ya özenle bakan, onun ölümünden sonra Kübra’nın çok değer verdiği çiçekleri devamlı sulayan ancak bu insanî tarafını silerek kafası kızdığında görevini ego tatmini için kullanan sosyalist rejimin maşası Muhtar’ın hikâyesi; çocuğu olmadığı için mahallenin çocuklarına hamur pişirerek ve saksıdaki çiçeklerine tüm ilgisini yönelterek kendisini teselli etmeye çalışan hasta Kübra’nın hikâyesi; aşık olduğu Adile’yi annesi istemeyince sesini çıkaramayan Tıp fakültesi öğrencisi Koca’nın hikâyesi; savaş başlayınca Amerika’da yaşayan oğlu Gavril’in yanına giderken gözyaşları içinde mahalleden ayrılan çekirdekçi Ziba Teyze’nin hikâyesi; bir türlü gerçek mutluluğu yakalayamayan, sonunda Balakerim ile evlenen Şevket’in hikâyesi; Hanım Teyze’nin kardeşi Abuzer ile evlenmek yerine gönül verdiği Ebulfeth’e varan ve kızı Adile’yi kaybetmenin acısını yaşayan Fatma’nın hikâyesi; karısı Fatma’yı, kızlarını ve torunlarını geçindirmek için gece gündüz kalpak diken papakçı Ebulfeyz’in hikâyesi; Adile’nin sırdaşı Tamara’nın hikâyesi; horoz şekeri, sakız, oyuncak gibi şeyler satarak ailesinin geçimini sağlayan ve tek oğlu İbrahim’e adeta kutsiyet atfeden ve oğlunun savaşta ölmesiyle yıkılan Meyrankulu Emmi’nin hikâyesi; ölmüş büyük şairlerin şiirlerinin kendisine ait olduğunu iddia eden Meyrankulu’nun oğlu İbrahim’in hikâyesi ve bu kimi trajik, kimi dramatik olan bu hüzünlü hikâyelerin kahramanlarıyla birlikte büyüyen, pek çoğuyla övünen, kişiliği ve hayata bakışı bu hikâyelerle şekillenen Aliekber’in hikâyesi.
Mahalleli hem mahalleye şekil verir hem de mahallenin ürünüdür. Bütün bu kalabalık şahıs kadrosu içinde anlatımı üstlenen Aliekber başkahramandır. Ancak romanın bir başkahramanı daha vardır. O da mahallenin kendisidir. Mahalle romanda sadece geçmişin yaşandığı bir mekân olarak yer almaz; cansız gibi görünen bu mekânın bir ruhu vardır; geçmişle birlikte bütün hayatı topladığı gibi hayata bakışı şekillendiren etkisiyle canlı bir hüviyet taşır. Aliekber de vak’a zamanı olan 2. Dünya Savaşı yıllarının üstünden 40 yıl geçtikten sonra, 1980’li yıllarda hafızasının tanıklığıyla geçmişi anlattığı anlatma zamanı içinde çocukluğunun geçtiği mahalleyi canlı bir varlık olarak gördüğünü ifade eder:
“ (…) çünkü sokaklar yalnız binalardan, yalnız asfalttan, taştan ibaret değildi. Bence sokakların da hafızası vardı, insanlar gelir gider, ama sokaklar kalır, sokakların ömrü insanların ömründen çok uzun oluyor, sokaklar yüz yıl, iki yüz, üç yüz yıl yaşıyor. Bu hususta düşününce bazen bana, karınca adında, fil adında, insan adında mahlûk olduğu gibi sokak adında da bir mahlûk varmış gibi geliyor”58
Sokağın yaşanmışlıklara tanıklık eden canlı bir varlık olarak kabulü beraberinde canlıların unutma özelliğine sahip olduğu realitesini de getirir. Romanın anlatma zamanı içinde Aliekber’in sarf ettiği şu sözler bu duruma dikkat çeker: “Eğer sokağın hafızası varsa, sokak canlıysa, bir şeyleri de unutuyor, hatırlamıyor demektir.”59
Aliekber 11 yaşında ayrılıp kırk yıl boyunca görmediği mahallesi ile ellili yaşların başında karşılaştığında bir yabancılık hissettiği gibi duyguların karşılıklı olduğunu, mahallenin de kendisini yadırgadığını düşünür; içini bir hüzün kaplar. Önündeki yılları aşıp geçmişe baktığında, gelecek mazi hâline geldiğinde aynı yabancılaşmayı hissedeceğini düşünmek hüznü derinleştirir: “Bu sadece kırk yılın ayrılık hüznü değildir. Bu sadece kırk yılın ebedî bir geçmişte kalışının, dönülmezliğinin hüznü değildir. Bu hüzün aynı zamanda geleceğin, daha doğrusu gelecekte kalmış beş yılın, on yılın, hatta kırk elli yılın ebedî bir geçmişte kalacağının şimdiden hissolunan hüznüdür.”60