Читать книгу Elçine Armağan ( Анонимный автор) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Elçine Armağan
Elçine Armağan
Оценить:
Elçine Armağan

3

Полная версия:

Elçine Armağan

Mahmut Bey: Mahmut, 30 yaşlarındadır, Hüseyin Kulu Hanın yeğenidir. Türkçü ve Turancıdır. Türklerin birbirlerini kırmalarına son derece üzülmekte ve bu duruma mani olmaya çalışmaktadır. Mahmut şöyle tanıtılıyor:

“Otuzuna gelmiş olan ömrünü Türklerin tarihini öğrenmeye ve bu tarihten ders çıkarmaya harcamış, tüm varlığını bu dersin gereğini yapmak üzere çalışmaya adamıştı. Abşeron halkı yediden yetmişe, Hüseyin Kulu Hanın, yiğitliği, mertliği, iyi günde kötü günde herkesin yardımına yetişmesiyle nam salmış olan yeğenini kendinden sonra hanlık tahtına çıkaracağı konusunda emindi. Buna rağmen Mahmut Bey hiçbir zaman tahta geçmenin hayalini kurmamış, hatta hanlığın geleceğini düşünmemişti bile. Çünkü Mahmut Bey’in gözünde yeryüzündeki tüm Türklerin ve öncelikle aralarında düşmanlığın son bulmadığı, irili ufaklı savaşların bir türlü dinmediği Osmanlılarla Kaçarların birleşerek ortak bir Türk devleti kurmasından daha kutsal bir amaç olamazdı.”16

Mahmut Bey bu bakışla Türk tarihini gözden geçirir. Burada tarih boyunca birbirleriyle çarpışan Türk beylikleri, hanlıkları ve devletleri sayılır. Osmanlılarla Şah İsmail, Osmanlılarla Uzun Hasan Karamanoğlu, Timur’la Yıldırım esefle hatırlanıyor. Romanda Mahmut vasıtasıyla tarihin muhasebesi yapılmakta, Türklerin birbirleriyle birlik olmak yerine çekiştikleri, savaştıkları söylenmekte ve yapılan savaşlar ve mücadeleler hatırlanmaktadır.

Mahmut’un bu düşünceleri herkes tarafından bilinmektedir. Mahmut, herkeste saygı ve sevgi uyandıran bir karaktere sahiptir. Hüseyin Kulu Han yeğenini çok sever, ancak onu fazla atak ve sabırsız bulmaktadır. Fakat Mahmut Bey’i hazin bir son beklemektedir. Romanda Sibirya’ya sürüldüğü ve aklını kaybettiği belirtiliyor.

Molla Muzaffer Ağa: Molla Muzaffer Ağa yaşlı bir adamdır. Çok dindardır. Ölmüş bir adamın kafasını kestirmek konusunda yaptığı tekliften dolayı günaha girdiğine, Allah’a karşı geldiğine inanır. Devamlı azap çeker ve Allah’ın kendisini bağışlaması için yalvarır. Fakat başka bir çare olmadığının da farkındadır. Romanda onun iç dünyasına yer verilmiş, duyguları tahlil edilmiş, yol boyunca yaptığı iç muhasebeler anlatılmıştır.

Hacı Muhtar Bey: Çok zengin bir adamdır. Uçsuz bucaksız arazileri ve halı atölyeleri vardır. Buralarda hayvan yetiştirmekte ve atölyelerinde halı dokutmaktadır. Hacı Muhtar halıları çok ünlüdür. Hacı Muhtar, Mahmut’un çocukluğunu bilir ve onu sever. Romanda Mahmut’un onun elinde büyüdüğünü ifade eden satırlara rastlanıyor. Gençliğinde pek çok kan döktüğü, acımasız bir adam olduğu belirtiliyor.

Hacı Muhtar Bey odasına çekilmiş ve düşüncelere dalmıştır. İki dev arasında kalmışlardır. Bunlar Rusya ve Kaçar hanedanıdır. Şirvan Hanlığı da diğer hanlıklar gibi elbet bir gün yutulacaktır. Şirvan hanlığının başına kendisi gibi güçlü birinin geçmesi iyi olur. Kendisi bu güce ve nüfuza sahiptir. Mugam ovasında Nadir gibi bir kurultay toplamayı (kendisini seçeceklerinden emindir), Şirvan Hanı olmayı, kafayı da Ruslara göndermeyi (bunun için gelen grubu uykularında öldürtmesi lazımdır) hayal eder. Artık Doğu bitmiş, Batı yükselmektedir, ilim ve fen Batıdadır. Hacı Muhtar Bey hanlığın başına geçse, Rusya vasıtasıyla Batının gelişmişliğinden halkını faydalandırsa, dokuttuğu halılarını yine Rusya üzerinden bütün dünyaya pazarlasa (Hacı Muhtar Bey, kafanın verileceği Feth Ali Şahın da pek bir yardımı ve desteği olamayacağını düşünmektedir)… Sonra bu düşüncelerinden utanan Hacı Muhtar atına atlar ve gider. Ancak onlar gittikten sonra çok geç vakit eve döner. O arada Mahmut Bey ve ekibi hava karardıktan sonra daha fazla bekleyememiş ve yola çıkmışlardır.

Abbas Mirza: Feth Ali Şahın oğludur. Veliaht Abbas Mirza romanda kadınlara düşkün bir adam olarak tanıtılıyor. İnsanlara olan davranışlarına bakılırsa onun da oldukça zalim biri olduğu anlaşılmaktadır. Bakû’dan gelen heyete kötü muamele etmesi ve katı davranması bunu göstermektedir.

Abdurrahman Ağa: Abdurrahman Ağa, “Feth Ali Şahın sarayında vezir düzeyinde bir makam sahibidir.” Feth Ali Şahın ve Abbas Mirza’nın üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahiptir. Saraydaki fitne ve tuzakların tanığıdır ama bunlara katılmaz. “Her şeyi gören keskin gözleri, her şeyi duyan keskin kulakları” vardır. Abdurrahman Ağa’nın, çok küçük yaşlarda Nadir Şah tarafından (tahta çıkamasın diye) hadım ettirildiği belirtilir. Bu yüzden hep eksik kalmış, eksik yaşamış, hep içinde nedeni belirsiz bir acı hissetmiştir. Romanda Abdurrahman Ağa’nın bu duyguları da tahlil ediliyor.17

Molla Penah: Azerbaycan edebiyatının güçlü ve tanınmış şairlerindendir. Vakıf mahlasıyla şiirler yazmaktadır. “Muktedir bir şair olduğu kadar akıllı ve kurnaz bir devlet adamıdır.” Ağa Muhammet Şah Kaçar’ın veziri iken onun hışmına uğramış, hakkında idam fermanı çıkarılmıştır. Fakat o sabah Ağa Muhammet Şah katledilir. Suikasti düzenleyenler arasında Molla Penah’ın da bulunduğu söylenir.18

İbrahim Halil Han: Karabağ Hanıdır ve “deneyimli ve Kafkasyalı yöneticilerin tamamı gibi kurnaz biri” olduğu, “keyif ve eğlence meclislerine düşkün” olmadığı, “gerçek bir devlet adamı” olduğu belirtilir. Kaçarlardan korktuğu için kızını Feth Ali Hanla evlendirmiştir.19 Romanın sonunda Binbaşı Lisaneviç tarafından kendisinin ve bütün ailesinin katledildiği anlatılıyor.

Feth Ali Şah: Kaçar Hanedanının başına geçen devlet adamıdır. Romanda kendisinden Baba Han diye de bahsediliyor. Ağa Muhammet Şah Kaçar’ın yeğenidir. Rusya’ya karşı İngiltere ile anlaşma yaptığı, fakat bunun da bir işe yaramadığı belirtiliyor. Azerbaycan hanlıklarının birer birer Rusya’nın eline geçmesi onu çok düşündürmekte ve buna karşı çareler aramaktadır.

Ağabegüm Ağa: Karabağ Hanı İbrahim Halil Hanın kızıdır. Babası hanlığını kurtarmak için onu 1801 yılında Tahran’a gelin göndermiştir. Feth Ali Şahın baş kadın efendisidir. İyi bir şairdir. Romanda onun yetenekleri şöyle anlatılıyor:

“Kuran-ı Kerim’i baştan sona ezbere bilen, Azerice dışında Farsça da şiirler yazan -nitekim kendisi İbrahim Halil Han’ın veziri, meşhur şair ve devlet adamı rahmetli Molla Penah Vakıf’tan ders almıştır- bunun dışında Arapçayı, Fransızcayı ve Rusçayı da çok iyi derecede öğrenmiş olan Ağabeyim Ağa Rusya’nın ve Avrupa’nın imparatoriçeleri; Napolyon’un zevcesi Josephine ve Aleksandr’ın zevcesi Elizaveta’yla mektuplaşıyordu. Nitekim İmparatoriçe Elizaveta St. Petersburg’dan yolladığı mektuplardan birinde Ağabeyim Ağa’ya şunu yazmıştı: -Siz kendi zekânızla Şah’ın talih yıldızı oldunuz.”20

Ağa Muhammet Şah Kaçar: Nadir Şahtan sonra devletin başına geçen ve Kaçar hanedanını kuran adamdır. Zalim ve acımasız, kötü ruhlu bir insan olarak tasvir ediliyor. Şuşa Kalesini alamayınca Tiflis’e yönelmiş ve orayı işgal etmiştir. “Yaptığı vahşetin korkusu halen Tiflis halkının aklından çıkmış değildir.” 1797’de- Şuşa Kalesini almış, fakat gece uykusunda orada suikaste uğramıştır. Romanda da korkunç bir adam olarak tasvir ediliyor: “Mavi gözleri pırıl pırıl yanıyordu ve mavi gözlerin derinlerinden kıvılcımlar saçılmaktaydı, parlak yüzünü de müthiş bir intikam hırsı sarmıştı.”21

Nadir Şah: Büyük bir imparatorluk kurduğu fakat çok merhametsiz olduğu, çok zulüm yaptığı söylenir. 19 Haziran 1747 tarihinde suikasta uğramıştır. Öldürüldükten sonra imparatorluğu parçalanmış, küçük küçük hanlıklara bölünmüştür.

Lazarev: Tiflis Polis Şefi Tümgeneral Petroviç Lazarev, Kazan’a iltica eden Polonyalı bir asilzade ailesine mensuptur. 1799 yılında Güney Kafkasya’da görevlendirilmiş ve Tiflis’e yerleşmiştir. Gürcü prenslerin aralarındaki çekişmeleri önlemek amacıyla onları etkisiz hâle getirmek için Rusya’ya göndermeye çalışmıştır. 17 Nisan 1803 yılında öldürülmüştür.

Yüzbaşı Suharyov: Gerçek bir Rus olan Suharyov, Rus politikasına eleştirel bir bakış yöneltiyor. Rusya’nın gerçek Rus kanından gelenlere, safkan Rus olanlara ilgi göstermediğini düşünmektedir. İşte bunun için kendisi otuz yıldır yüzbaşılık rütbesinden öteye gidememiştir. Yabancı asıllılar daima en üst mevkilere getirilmektedirler. Buna dair bir yığın örnek ve isim aklından geçer. Bunlardan biri de Gürcü asıllı General Sisianov’dur. Suharyov, “Avrupa’nın geliştiğinin, bilim, kültür ve silah açısından Rusya’nın önüne geçtiğinin” farkındadır ve buna dair önlemler alınması gerektiği düşüncesindedir.22

Sisianov: General Sisianov Gürcü bir aileden gelmektedir. Çocukluğu Tiflis’te geçmiştir. Sonra ailesiyle beraber Moskova’ya göç etmişlerdir. Kendisine çok tesir eden insanlardan biri olan dedesinin yakın dostu Babua Arçil’i her vesile ile anmaktadır. Yaptıklarının onun tarafından beğenildiğini, bu şekilde ona layık olduğunu düşünmektedir.

Sisianov’un hatırladığı olaylardan biri 10 Ocak 1775 tarihinde Moskova’da Yemelyen Pugaçev’in idam edilmesidir. Bu, Sisianov’a çok tesir eden olaylardan biri olmuştur. Romanda o gün yaşananlar çok canlı ve etkileyici bir biçimde anlatılmaktadır. Üzerinden otuz yıl geçmiştir. Sisianov henüz o zamanlar genç bir subaydır. Bir hainin cezalandırıldığını düşünmektedir.

Sisianov’un hatırladığı olaylar arasında Bakû’ya yürümeden hemen önce gördüğü bir rüya da vardır. Uykusuz geçirdiği bir gecede gördüğü bir rüyada Sisianov’un karnına bir hançer saplanmış, o da hemen uyanmıştır. Bu rüya onu çok etkilemiş, Sisianov bu etkiden kurtulamamıştır. Sık sık bu rüyayı düşünmektedir.

Sisianov’un katıldığı muharebeler yine onun anlatımıyla romanda yer alıyor. 1804 Mayısında Knez Sisianov, 20.000 kişilik ordusuyla İrevan Hanlığına saldırmış, kalenin kuşatması üç ay sürmüş, fakat kaleyi alamamıştır. 2 Aralık 1805 tarihinde yapılan Austerlitz savaşı ve Rusya’nın bu savaşta yenilmesi de Sisianov’u etkileyen muharebelerden biridir. Sisianov, Napolyon’un Rusya’ya tekrar saldıracağını düşünmektedir.

Sisianov’un hayatı savaş meydanlarında ve orduda geçmiş, bu arada birtakım duygusal beraberlikler yaşamışsa da bir aile kuramamıştır. Bunlar arasında unutamadığı bir kadın vardır. Bu, daha sonra Lafoncen’le evlenen Natalya’dır. Sisianov, onun kendisine yazdığı mektupları hatırlar. Sisianov bir mektubunda Gence Hanı Cevat Hanla yaptığı muharebeyi ve onu nasıl yendiğini anlatıyor. Sisianov, bu savaş sonunda Gence’yi Rusya’ya bağlamıştır. Sisianov’un hatırladığı savaş sahnelerinden biri de İzmail kalesi için Osmanlılarla vuruşmasıdır. Pis Türkleri yok edelim, diyerek Hasan Paşa’yı yenmişlerdir. Kaleye Rus bayrağını asan da kendisidir.23 Romanda yine onun vasıtasıyla, Bakû’nun son yüzyıllarda Osmanlılar ile Safeviler arasında nasıl el değiştirdiği anlatılır. Rusya birkaç kere Bakû’yu ele geçirmeyi başarmış ama her defasında da terk etmek zorunda kalmıştır. Sisianov Bakû’yu almak konusunda nasıl büyük bir gayret gösterdiğini ayrıntılarıyla anlatmaktadır.

Romanın kuruluşu enteresandır. Romanın çerçeve kahramanı General Sisianov’dur (Tam adı Pavel Dmitriyeviç Tsitsianov’dur). Romanın başında Sisianov, Bakû hanlığını teslim almak üzere Bakû kalesine gittiğinde atılan kurşunlarla öldürülüyor. Sisianov’un ruhu, bedeninden ayrılıyor ve roman boyunca cereyan eden olaylar, Sisianov’un bakışıyla anlatılıyor. Bu arada Sisianov, öldükten sonra hayatının önemli olaylarını hatırlar ve onları anlatır, diğer taraftan kendi kafasının kesildiğini ve Tahran’a götürülüşünü izler.

Roman zamansız ve mekânsız bir yerin tasviriyle başlıyor. Bu, sanki düşünce dünyasında, zihinde yaratılmış ütopik ve fantastik bir görüntüdür. Bu tasvir insanda, ruhun boşlukta gezinmesi veya insanın rüyada gezinmesi gibi bir duygu yaratıyor. Kesik başı uzaktan seyreden bir ruhun hatırlamaları ile roman başlar.

Bu ruhun başlangıçta hafızası yoktur, hiçbir şey hatırlayamaz. Fakat bir müddet sonra hafızası yavaş yavaş yerine gelir. Ve hafızası yerine geldikçe görünen mekândaki sahneler birbirini takip eder. “Hafızasında yeşermeye başlayan ve hafızasının dışında kalan, kendisinin doğrudan doğruya tanık olmadığı, fakat bir vesileyle görünen ve hemencecik de tanıdığı (Kim, ne, neresi, geçmiş mi yoksa gelecek mi?) sahneler de bunlarat” karışmıştır. “O, görünen mekândaki tüm bu sahneleri görmek” istemez, “ne var ki yerine gelen hafızası şeffaf ve yerçekimsiz varlığının neyi isteyip neyi istemediğine bağlı” değildir.24

Romanda Sisianov’un ruhu, iç dünyası çok tesirli bir şekilde verilmektedir. Bakû’ya girerken taşıdığı gurur, büyüklenişi, ilerisi için yaptığı planlar çok canlı anlatılıyor. Fakat aniden kendisine ateş edilmiş ve Sisianov hayatını kaybetmiştir. O andan itibaren ruhu bedeninden ayrılmış, bedeni uzaktan seyretmeye başlamıştır. Olayları görmekte ama artık müdahale edememektedir.

Romanın bundan sonraki kısmı, Sisianov’un hatırladıklarına göre düzenlenmiştir. Sisianov’un hayatı gözünün önünden geçer ve kendisine tesir eden hadiseler hatırlanır ve anlatılır.

Sisianov’a tesir eden şeylerden biri de kesilen kafalardır. Pugaçev’in idamının giyotinle yapılması ve Pugaçev’in kafasının kesilmesi onu düşündürmüştür. Bir de çocukluğunda gördüğü iki kesik kafanın etkisinden kurtulamamaktadır. Onları daima hatırlar ve onların gözlerini üzerinde hisseder. O iki kesik kafanın alkollü kavanozlar içindeki duruşlarını ve birbirine baktıklarını unutamaz.

Sisianov’un ruhu roman boyunca kafilenin peşindedir. Kendi kafasının bir heyet tarafından Tahran’a götürülüşünü sessizce izler. Böyle bir şeye rızası yoktur ama artık onun neyi isteyip neyi istemediği hiçbir şeyi etkilememektedir. O “şeffaf ve yerçekimsiz varlık” olarak tanımlanır. Bu varlık yeryüzünde olanlara, dünyada olup bitenlere karışamaz ve engel olacak güçte değildir. Dünya “görünen mekân” diye isimlendirilmiştir. Sisianov, içinde bulunduğu ortamla dünyadaki mekânı karşılaştırır ve birbirlerinden çok farklı olduğunu düşünür. İçinde bulunduğu yerde, dünyadaki ölçülerin ve kavramların hiçbir manası bulunmamaktadır. Bu ayrılık ve farklılık şöyle tasvir ediliyor:

“Zavallı ve cahil insan, çok ne demek, büyük ne demek biliyor musun?

Görünen mekânda bu çokluğu karşılayacak bir rakam ya da sözcük yoktu ve asla da olmayacaktı.

O’nun şeffaf ve yerçekimsiz varlığından geçen tüm düşüncelerde tam bir kesinlik vardı.

A sersem ihtiyar molla, böylesi çokluğa kıyasla, görünen mekân, Abşeron kumsalındaki bir kum taneciğinin sonsuz rakamlara bölünmüş olan parçacığından daha küçüktür.

Fakat kendisi böyle bir bilgiyi nereden edindi?

Bunca büyüklük ve bunca küçüklük ne anlama geliyor?

Bu ne zaman açıklık kazanacak?

Lakin bu şeffaflık ve yerçekimsizlikte zaman da yok…”25

Bu anlatımda azlık çokluk, büyüklük küçüklük, mekân zaman gibi kavramların yalnızca bu dünyaya ait olduğu, öldükten sonra hiçbir anlam ifade etmediği anlatılıyor.

Sisianov’un hatırlamaları devam eder. Bu arada savaş alanlarının çok etkili ve canlı tasvirleri yapılıyor. Sisianov görünen mekânda ne çok vatan var ve bunları savunmak ve bunlara sahip olmak uğruna ne çok savaş yapılıyor ve ne çok kan dökülüyor, diye düşünür.26 Fakat bütün bunlar kendisi için artık anlamsızdır, bunlara müdahale etmek imkânı da bulunmamaktadır. Ayrıca içinde böyle bir istek de duymamaktadır. Şimdi tek istediği, buralardan kaçmaktır. Onun bu arzusu şöyle anlatılıyor:

“Varlığını tamamen sarmış olan duygu, uçup gitmekti, ne var ki görünen mekândaki geçmişe, şimdiye ve geleceğe ait olaylardan kopamıyor, uçup gidemiyordu. Görünen mekân O’nu bırakmıyordu sanki…

Şeffaf ve yerçekimsiz varlığı, görünen mekândan uzak bir sahaya, tertemiz bir kubbeye uçmayı istiyordu ve o kubbenin tertemiz olduğu konusunda şeffaf ve yerçekimsiz varlığında kuşku yoktu. Yalnız duygulardan müteşekkil varlığı, böyle bir sahanın, böyle bir kubbenin varlığını, uçarak bu kubbeye yükselmesi gerektiğini söylüyordu. Yükselecekti elbette, ama bir türlü yükselemiyordu…”27

Romanın sonunda çok canlı ve tesirli bir tabiat tasviri yapılıyor. Artık ilkbahar gelmiş, tüm varlıklar uyanmıştır. Kelebeğin kozasından çıkışı ve uçmaya başlamadan evvel bülbülün onu yutuşu lirik bir şekilde anlatılıyor. Tabiatın acımasız kanunu böylece hükmünü icra etmektedir. Sisianov’un havada uçan ruhu, yani “şeffaf ve yerçekimsiz varlığı”, bütün bunları seyreder. Ama artık bu mekânda kalması mümkün değildir, uçar gider. Bu uçup gitme, tam da bülbülün kelebeği yuttuğu anda gerçekleşmiştir. Böylece yazar tabiatın kanunu ve devamlılığı konusunda bir uyum ve düzen, bir bütünlük olduğunu hatırlatmak istemiştir:

“Yine aynı anda, görünen mekân hızla uzaklaşmaya başladı, uzaklaşarak kayboldu ve O, aslında görünen mekânın uzaklaşmadığını, şeffaf ve yerçekimsiz varlığının, kendisini baştan beri çeken güce doğru yükselmekte olduğunu sonradan anladı. Görünen mekân artık kendisini tutamadı, artık uçuşuna engel olamadı ve O, uçtu gitti…”28

Romanın özelliklerinden biri, ölüm ve hayat olgularına bakışa, felsefi boyut kazandırılmasıdır. Bu felsefî bakış ve düşünüş, Sisianov’un “şeffaf ve yerçekimsiz varlık” diye tasvir edilen ruhu vasıtasıyla yapılmaktadır. Hayatta da, görünen mekânda da tek gerçek ölümdür ve insan bütün hayatı boyunca sadece ölüme ulaşmak için didinmekte, ölüme doğru koşmaktadır. Onun dışında her şey boş ve anlamsızdır.

“Şeffaf ve yerçekimsiz varlığında, insanoğlunun, görünen mekânda doğduğu andan başlayarak anlamadan ve bilmeden, bilinçaltında yalnızca ölüme ulaşmaya çalıştığına, çünkü insanoğlunu görünen mekândaki boşluktan, birbirini takip eden anılardaki ve sahnelerdeki anlamsız çekişmelerden, anlamsız tutku ve isteklerden, anlamsız mutluluklardan ve yine mutsuzluklardan, anlamsız neşelerden ve acılardan bir tek ölümün kurtarabileceğine dair bir duygu vardı.

Fakat görünen mekân böylesine bir anlamsızlıktan ibaretse, kendisinin orada ne işi vardı ve şimdi de bu yerde (bu yer nereyse artık) böylesine şeffaflık ve yerçekimsizlik dinginliği içinde bulunmasının nedeni neydi?

O, neden hem yok, hem de vardı?

Şeffaf ve yerçekimsiz varlığı, birbirini takip eden anılardaki, manzaralardaki insanları da günün birinde böylesi bir şeffaflık ve yerçekimsizliğin beklediğine emindi.

Fakat bunun anlamı nedir?

Neden önce oradaydı ve neden şimdi burada (burası neresiyse artık)?”29

Yukarıdaki metinde yokluk ve varlık meselesinin de tartışıldığı görülüyor. Bir şeyin aynı zamanda hem yok hem de var olması mümkün değildir. Ama bu imkânsız görünen şey, Sisianov’un ruhu vasıtasıyla gerçekleşmiş bulunuyor. İşte bu anda o “hem yok hem de vardır.” Fakat artık bu durumun anlamını kavrayacak durumda değildir.

Sisianov artık hiçbir şey hissetmez. Tamamen bilinmezlik içindedir. Hiçbir şeyin anlamı kalmamıştır. Ama bu anlamsızlık arasında yine de “niçin” diye düşündüğü bazı şeylerin varlığını hissetmiştir.

“Hiçbir şey hissetmiyordu. Ne ağrı, ne açlık, ne susuzluk, ne acı, ne huzursuzluk.

Bu durum şeffaflığını ve yerçekimsizliğini daha dingin, daha özgür kılıyordu sanki.

Bir tek, gitgide şaşkınlığa dönüşen bir ilgi ve aynı şaşkınlıkla beraber giderek artan hüzün aynı dinginlik ve özgürlüğe asla uymuyordu. Şimdi büsbütün uyanmış olan hafızasından geçen her şeyde, görünen mekândaki tüm anılarında bu şaşkınlık ve hüzün bir anlamsızlığa dönüşüyor, O’nu niçin’in bilinmezliğine çekiyordu”30

Romanda anlatılan diğer siyasi ve tarihi olaylar şunlardır: Nadir Şah 1747’de öldürüldükten sonra ülke hanlıklara bölünmüştür. Karışıklık ve çatışma uzun süre devam eder. 1789’da Ağa Muhammet Şah Kaçar devletin başına geçer ve Kaçar hanedanını kurar. Ama bölgedeki karışıklık ve çatışmalar devam eder. Bakû, Gence, Karabağ, Guba, Şirvan, Lenkeran, Şeki hanlıkları ortaya çıkmıştır. Ayrıca Gürcistan’da da karışıklıklar vardır ve Gürcü prensleri taht kavgalarına devam etmektedirler. Sisianov Gürcistan’ın tamamını zapt etmiş, ayrıca Gence, Karabağ gibi Azerbaycan hanlıklarını da ele geçirmiştir. Kuzey Azerbaycan’da kurulan bu hanlıklar, Ağa Muhammet Şah Kaçar’dan korkuları yüzünden Rusya’dan medet umar hâle gelmişlerdir. “Kuzey Azerbaycan’ı sarmış olan Ağa Muhammet Şah Kaçar korkusu yüzünden o yıllarda en beceriksiz ve acemi Rus generaller bile çoğu zaman hiç kan akıtmadan küçük yerel zaferler” kazanmakta, “bu küçük zaferler büyütülerek Majestelerine birer kahramanlık örneği olarak” sunulmakta “ve bunlar sayesinde büyük mevkiler elde” edilmektedir.31

Bu olaylar Sisianov’dan başka Hacı Muhtar Bey, Hüseyin Kulu Han, Mahmut Bey vasıtasıyla da anlatılıyor. Romanda Hüseyin Kulu Hanın düşünceleri vasıtasıyla siyasi durum ve içinde bulundukları çıkmaz verilmektedir. Han yıllardır Rusya ile Kaçarlar arasında bir seçim yapmaya zorlanmış ve bu baskılar arasında bunalmıştır. Hafızası birkaç yıl öncesine gider: Ağa Muhammet Şah Kaçar, hanedanını kurunca bütün Kuzeydeki Azerbaycan hanlıklarının da güneydekiler gibi kendi emrine girmesini istemiştir. Hüseyin Kulu Han onu oyalayarak zaman kazanmak ister. Fakat gaddar ve çok akıllı olan Muhammet Şah Şamahı’yı zapt ederek yağmalar. “Bakü’den de o kadar yüklü bir tazminat, para, altın ve mücevher aldı ki hanlığın top atsan yıkılmayacak olan hazinesi tamtakır kaldı.”32

Romanda devrin havasını verebilmek için bazı küçük ve önemsiz olaylardan da bahsedildiği görülüyor. Bunlar o devrin halkını, o yıllarda hâkim olan ortamı hissettirmek için anlatılmış olaylar gibi görünüyor. Bunlardan birinde Cafer adlı birinden bahsediliyor. At hırsızlığı yapan Cafer, çaldığı atları satarak geçimini temin etmektedir. Rus ordusu geldikten sonra da işine devam eder. Yakalanmamak için hep uzak yerlere gitmeyi tercih eden Cafer bir gün Ruslara yakalanır. İyice bağlanarak uyuz bir eşeğe bindirilir. Köyüne yaklaştığı bir sırada Cafer debelenir ve eşekle beraber uçuruma yuvarlanarak hayatını kaybeder. Bir diğeri Harami Ovasında yaşayan Sarı Çoban’dır. Sarı Çoban’ın kızını Abbas Mirza almıştır. Sarı Çoban’ın daha sonra sık sık ovada melekle karşılaşması anlatılır (Burada Tepegöz hikâyesini hatırlatan bir başlangıç bulunuyor ama yazar bu hikâyeyi burada bırakmış, devam ettirmemiştir).

Kafa İmajı: Burada kafa kelimesinin yarattığı anlamlar üzerinde düşünmek lazımdır. Yazar romanına da bu adı koymuştur. Kafa kelimesinin burada birden fazla anlam taşıdığını düşünebiliriz. Kafa ölümün sembolü olarak, ölümü çağrıştıracak biçimde kullanılmıştır, çünkü aynı zamanda idamı hatırlatmaktadır (Bu yıllarda idamların giyotinle yapıldığını hatırlamak lazımdır). Aslında burada kafa, kelle manasına gelmektedir. Ama bir roman adı olarak kelle kelimesi çok itici olurdu. Burada kafa kelimesi yerinde görünüyor. Ayrıca kafa kelimesinin hem fiziki hem de mecazi bir manası bulunuyor. Romanda “kafa”, gerçek manasıyla kullanılmakla beraber, ona bir imaj anlamı da yüklenmiş olmaktadır.

Romanda ölüm olgusu ile kafanın gövdeden ayrılması konusunun birbirinden farklı olduğu söylenmek istenmiştir. Ölüm bir bakıma normal karşılanabilecek bir olgudur. Özellikle böyle bir tarihî romanda, savaşların ve çatışmaların hâkim olduğu bir olaylar zincirinde ölüm, alışılmış ve sıradan karşılanabilen olağan bir durumdur. Ama öldükten sonra veya ölüm anında kafanın kesilmesi insana bambaşka duygular verebilir ve insanın düşünmesine ve irkilmesine yol açabilir. Kesilen bir kafa daima insanı ürküten ve insana dehşet duyguları veren bir olgu, bir görüntüdür. Romanda idamların olması ve bunların giyotinle yapılması da bu dehşeti artıran bir durum olarak karşımıza çıkıyor.

Romanda Sisianov’un kesik başı, insana dehşet ve korku veren görüntüsünden çok daha derin ve felsefî anlamlar yüklenmiştir. Onu gören her insanın bütün korkuları, düşünceleri, duyguları ve hırsları ortaya dökülüyor. Dünyanın faniliğini, her şeyin geçiciliğini, bütün isteklerin önemsiz ve anlamsız olduğunu düşündürmektedir. Kafayı gören insanın bütün iç dünyası ortaya dökülmekte, hiçbir şeyi gizli kalmamaktadır. Bu bakımdan kafa, insanın beynine tutulmuş bir röntgen makinası görevini taşımaktadır. İnsanlar bu kafanın karşısında kontrollerini kaybetmiş ve çözülmüş bir durumda kalmışlardır. Kafa, onların iç dünyalarındaki kötülükleri ve fırtınaları gösteren, sınırsız ihtiraslarını itiraf ettiren bir obje hâline gelmiştir. Bütün bunlara rağmen bu insanların bu tavırlarından hızla kurtulmuş ve kendi ihtiraslarına kaldıkları yerden devam etmiş olduklarını da görmekteyiz. Kesik kafanın görüntüsünden etkilenmeyen tek kişi Ağabegüm Ağa’dır. O, dehşete kapılmamış, şaşkınlığa uğramamış, ne düşünüyorsa onu söylemiştir.

Sisianov’un kafası karşısında etkilenenlerden biri Abbas Mirza’dır. Herkesi dışarı çıkardıktan sonra çadırda yalnız kalmış, Sisianov’un kesik kafası karşısında düşünmeye başlamıştır. Onun düşünceleri ve yorumları şöyle anlatılıyor.

“Büyük Rusya ülkesinin büyük komutanının kesik kafası aylarca, yıllarca devam eden bu savaşların, bu uykusuz gecelerin, bu iktidar hırslarının, bu toprak kavgalarının, kırda, bayırda, dağda kurulan kamplarda günlerce, hatta aylarca kalmak zorunluluğunun miskinliğini anlatıyordu sanki. Bazı geceler uykuya dalmadan önce kendini babasının tahtında hayal edişi ve bu hayalin sıcaklığı içinde uykuya dalışı şimdi şu kesik kafayla çadırda yalnız kalan Veliaht’in gözünde yeryüzünün en saçma rüyasına dönüştü. Sonrası nedir? Er ya da geç ölüp gideceksin. Senden hiçbir şey kalmayacak geriye. Ne kalacak? Saltanat mı? Dünya yaratıldığı günden beri nice saltanatlar kuruldu, sonra da yok oldu gitti… Az önce çadırdan çıkan şu Bakülü genç, tüm Türklerin bir araya gelerek büyük bir Türk devleti kurmasından bahsediyordu. Türk birliğinden bahseden aptal Bakü beyi! Azerbaycan’ın şu cüce hanlıklarının birbirine neler yaptığını görmüyor musun? Ağa Muhammet Şah gibi bir fatih tüm Azerbaycan hanlıklarını birleştirmek için çalıştı da ne oldu, Şuşa’da kendisini öldürenler kimlerdi? Şimdi senin gibi hastalıklı bir cahil muhayyilesinde Türk devleti kuruyor! Senin Türkçülüğün kadın düşkünlüğü, şarap düşkünlüğü, kuşbazlık gibi bir bağımlılık a sersem!

bannerbanner