Полная версия:
Elçine Armağan
“Ben şu anda bu mahallede kimi arıyordum? “Geçmişe yolculuk”, bu sadece bizim kitaplarda yarattığımız bir ifadedir. Aslında geçmiş hiç kimseyi kabul etmiyor, geçmiş kendi işini görüp bitirmiş, kapısında da ebedî bir kilit var. Ziba teyzenin kapısındaki o paslı kilit gibi, Aliabbas kişinin kapısındaki o kocaman kilit gibi…”73
Paslı kilidi açmak nasıl kilidin kırılmasını gerektirecek kadar zorsa ve kolayca paslı kilidi açıp kilidin koruduğu nesnenin içine girmek mümkün değilse mazinin kilidini açıp eskiye dönmek de aynı şekilde mümkün değildir. Sosyal zaman değişmiştir. Sadece iki katına mahallelinin sığabileceği on bir katlı kocaman bir bina yapılmıştır, eski binalarda farklı insanlar oturmaktadır, bu mahallede şimdi başka insanların gündelik hayatları yaşanmakta, bu binalarda oturan çocuklar kırk yıl öncesinin çocukları gibi otomatik kaleme mucize nazarıyla bakmayıp sıradan bir yazma aracı olarak çantalarında yer vermektedirler. Çocukluğundan kalan mahalleli, şimdinin ellisini devirmiş Aliekber’ini tanımaz. Örnek olarak Safure Teyze, kendisini tanıtmasına rağmen onu hatırlamaz.
Aliekber’in anlatısında sadece tanıdık simaları anmak, mahalle ruhunu yansıtmak ve mahallelinin kişi üzerindeki etkisini ortaya koymak adına maziye gidiş söz konusu değildir; romanda II. Dünya Savaşı sırasında Azerbaycan’da cephe gerisini yansıtmak suretiyle yakın siyasî ve sosyal tarihe de temas edilir. II. Dünya Savaşı cephe gerisi ile yansıtılırken arka arkaya mahalleye gelen ölüm haberleri romanda ortak bir kaderin de belirleyicisi olur. Bu ortak kader romana adını veren ve Balakerim’in dilinden düşürmediği Ak Deve ile temsil edilir. Romanda leitmotif olarak karşımıza çıkan Ak Deve ölülümün sembolüdür. Bahattin Ögel’in Türk Mitolojisi adlı kitabında “Erkem Aydar” adlı Kırgız destanında yer aldığı şekliyle Allah u Teala’nın ak devesinin sütünün öleni diriltecek derecede güçlü bir şifa kaynağı olarak gösterilir; ancak ak deveyi gören kişinin hemen öldüğü belirtilir.74 Balakerim’in anlattığı hikâyelerde Ak Deve önünde durduğu her kapıya ölüm getirir. Bir gün herkesin kapısında duracak olan Ak Deve, romanda ölümle özdeşleşmiş ve aynı mahallede farklı hayatlar yaşayan insanlar için ortak kader olmuştur.
Sonuç
Ak Deve romanının aynı mahallenin sakini olan kahramanları geniş bir ailenin mensupları gibidirler. Herkes birbirini tanır, herkes birbirinin derdini bilir. Kendi içine kapanmış, yabancıyı kolay kabullenmeyen mahalle, savaş başlayana kadar adeta kendi kendini yöneten bir yapıya sahiptir. Bağlı olduğu ülke ya da şehrin varlığı sosyalist rejimin adamlarının mahallede ikamet etmeye başlamasıyla ya da mahallenin bazı sakinlerinin rejime hizmet etmeyi ailelerine tercih etmeleriyle hissedilir. Baskın bir karakter olan altı erkek çocuk annesi Hanım Teyze oğullarının yanı sıra tavrıyla, az ve öz konuşmalarıyla, olayların seyri sırasında verdiği sert ve otoriter, disiplinli ve tavizsiz tepkilerle, mahalleliyi yönlendirmesiyle bu mahallenin yöneticisi konumundadır. Balakerim de anlattığı hikâyelerle, çaldığı kavaldan yaydığı duygularla mahallenin manevi önderi gibidir. Mahalleli savaş başlayana kadar Hanım Teyze’nin liderliğinde ortak bir kimlik sergiler. Sadece Muhtar, İbadullah ve Aliabbas Kişi’nin oğlu Mehmetbakır bu ortak kimliğe dahil olamazlar.
Mahallenin en belirgin yerleri Aliekber ve Hanım Teyze’nin aynı avluya bakan evleri, Aliabbas Kişi’nin işlettiği hamam ve oğlunun ihbarıyla sosyalist rejimin adamları tarafından basılan evi, mahallenin çocuklarının toplaşıp Bala-kerim’in çaldığı kavalı dinledikleri kara dut ağacı, Muhtar’ın balkonda çiçekler olan evidir. Burası çoğunluğun Müslüman olduğu ve geleneksel hayatın yaşandığı bir mahalle olsa da merkezde cami yoktur. Geleneksel çizgideki bir Müslüman mahallesinin merkezinde bir camiin olmayışı, Kuran-ı Kerim’in evde gizli bir bölmede saklanması, sistemin kölesi Muhtar’ın ve Mehmetbakır’ın davranışları, Kübra’nın dinî tören yapılmadan gömülmesi sosyalist rejimin savaş öncesinde kendisini nasıl hissettirdiğini ortaya koymaktadır.
Savaşla birlikte mahallenin homojen yapısı bozulmaya başlar. Mahallenin yaşlıları uzaklaşır, fiziksel engeli olmayan erkekleri cepheye gider. Kalanlar cephe gerisinde yaşanabilecek her türlü sıkıntıyla mücadele ederler. Ak Deve teker teker mahallelinin kapısını çalar ve cepheden arka arkaya ölüm haberleri gelir.
Romanın yazarı Elçin Efendiyev her ne kadar rejimin üst düzey siyasi aktörlerinden biri olsa da Ak Deve sosyalist rejime angaje olmuş, güdümlü bir kitap değildir. Özellikle santimantalist bir kahramanı anlatıcı olarak kullanıp bu başkahramanın gözünden ve kabullerinden hareketle hem onun hem de mahalleli ile mahallenin iç dünyasına psikolojik bir dikkatle nüfuz etmesiyle, insanı tamamen iyi ya da tamamen kötü göstermeyip olumlu ve olumsuz taraflarını birlikte vererek gerçek insan kimliğiyle yansıtmasıyla, belli bir olay örgüsü olmadan kahramanların akıbetleri hususunda okuyucuda uyandırdığı merak duygusuyla ve içerdiği sosyolojik verilerle başarılı olduğunu söylemek gerekir
Kaynakça
Adıgüzel Sedat. “Azerbaycan Edebiyatında Postmodernist-Yeni Tarihselci Yaklaşımın Romanı: Kafa”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, S 48, 2019, s. 7-26.
Bayramova Nergiz Laden. Elçin Nesrinin Poetikası, Ozan Neşriyyatı, Bakü 2003.
Demir, Yavuz. Anlatıcılar Tipolojisi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2002.
Efendiyev Elçin. Ak Deve, Akt. Ali Duymaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1999.
Meriç Cemil. Meriç, Kırk Ambar, Cilt I, İletişim Yayınları, İstanbul 1998.
Mutafoğlu Merve (y.t.y) “Otobiyografik Bellek ve Kültür İlişkisi”, Onto Psikoloji Dergisi, Sayı 19, https://www.ontodergisi.com/sayilar/otobiyografik-bellek-ve-kultur-iliskisi.
Ögel Bahattin. Türk Mitolojisi, Cilt II, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2010.
Öztürk Mehmet. Elçin Efendiyev’in Romanlarında Sosyal ve Kültürel Meseleler, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Celal Bayar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Manisa 2016.
Stevıck Philip. Roman Teorisi, Çev. Sevim Kantarcıoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 2004.
Yoska Erhan-MAĞARA Aydın. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, Volume 51, 2021, s. 59-70.
ELÇİN’İN ÖLÜM HÜKMÜ ROMANI ÜZERİNDEN SOVYET SİSTEMİNE BAKIŞ 75
Doç. Dr. Mehdi Genceli76 Furkan Abir77
Giriş
Bu çalışma Azerbaycan edebiyatında Sovyet dönemi devlet ve toplumunu farklı açılardan detaylı olarak anlatan Ölüm Hükmü romanını tarihsel gerçekliğin edebiyata yansıması bağlamında ele almaktadır. Doğu Bloku ülkeleri yazarları Sovyet döneminde sansür ve kısıtlamalardan dolayı özgürce yayın yapamaz. Bu durum Sovyet devlet ve toplum sisteminin eleştirisinin Batılı yazarların tekeline girmesine sebep olur. Soğuk Savaş döneminin ardından Doğu Bloku ülkelerindeki yazarlar yetmiş yıllık bir dönemin öz eleştirisini yapma gereği hisseder. Ölüm Hükmü bu anlayışın tezahürüdür ve sunduğu tarihsel perspektif birçok açıdan analize müsaittir. Çalışmamızın ana noktası Ölüm Hükmü romanında baskı ve yozlaşmanın sistemi hangi vasıtalarla ele geçirdiğinin anlaşılmasıdır. Sistemin iliklerine kadar işleyen bir yandan da farklı şekillerde sürekli yeniden üretilen baskı ve yozlaşma unsurlarının bireysel-toplumsal bazda yarattığı çatışma da çalışmamızın ele aldığı bir diğer problemdir.
Tarihî Roman ve Tarihsel Gerçeklik
Tarihî romanın kurmacayla ilişkisinin ne olduğu/olması gerektiği ve objektif tarih yazımının ne kadar mümkün olduğu, üzerinde durulması gereken meselelerdir. İngiliz tarihçi Carr’a göre, “Tarihin olguları bize hiçbir zaman arı olarak gelmezler, çünkü arı biçimde var olmazlar: Her zaman kayıt tutanın zihninden kırılarak yansırlar.”78 Bilimsel tarih yazımının dahi gerçekliği tam olarak yansıtması söz konusu olamazken tarihî romanın her anlamda gerçeği yansıtmasını beklemek yersiz bir arayış olur. Bu yüzden tarihî roman yazarının da ele aldığı olay ya da döneme tamamen nesnel yaklaşabilmesi güçtür. Olaylar ve kişiler yazarın bakış açısından, dünya görüşünden okuyucuya yansır. Bu durum, roman karakteri hâline gelmiş olan tarihî şahsiyetlerin idealleştirilmesi yahut düşkünleşmesi sonucunu da getirir.
Tarihî roman kavramı 19. asırda ortaya çıkmıştır.79 Üzerine tartışmalı tanımlar yapılan bu kavram, en genel ifadeyle konusunu ve karakterlerini tarihten alan roman olarak bilinmektedir. Bu türün ilk örneği İngiliz edebiyatında Walter Scott tarafından verilmiştir.80 Tarihsel romanlarda kişiler gerçek veya kurgu olabilir, ancak konu tarihsel bir gerçekliğe dayanır. “Scott ilk kez bilinen bir tarihsel gerçekliğe, ana dokusunu değiştirmeden, kurmaca bir öykü monte etmeyi denemiştir. Onun bu denemesi tarihsel romanın fiksiyonla[81] belki de ilk tanışması olarak nitelendirilebilir.”82 Scott’a göre tarihsel roman ya gerçek bir tarihsel olayın içine kurmaca bir öykü monte edilerek ya da bilinen tarihsel bir gerçeklik üzerine bütünüyle kurmaca figürlerin ve figürler etrafında anlatılan olayların aktarılmasıyla oluşturulur.83 Ölüm Hükmü, konusunu tarihten almakla beraber tarihî gerçeklikleri düşsel karakterler üzerinden işlemesiyle Scott’un ikinci tanımına uygundur. Tarihsel romanın en belirgin özelliği, geçmişi bugüne getirmesi ve geçmişi bugünün gözüyle değil, o günlerin gözüyle, o günlerin havasıyla vermesidir.84 Kurgu, çoğu zaman tarihî romanlarda tarihsel olayların ve dönemin zihniyetinin halkın bilincinden aktarılmasında araç olarak kullanılmıştır. Burada önemli olan tarihî olaylar karşısında halkın düşüncesinin aktarılmasıdır ve Ölüm Hükmü romanında da bu dikkatin gözetildiği görülür. İyi bir tarihsel romanda tarihî malzemeler ve tarihî atmosfer roman içi bir yaşantıya dönüştürülebilmelidir.85 Elçin, bir devrin sosyal hayatı ile roman karakterlerini bütünleştirerek roman içi yaşantıyı oluşturur ve tarihsel gerçeklik-kurgu ilişkisini kurar.
Ölüm Hükmü ve Sovyet Sisteminin EleştirisiRoman, Bakü’de bulunan Tilki Geldi Mezarlığı’nın tasviriyle başlar. Okur, mezarlığı Salakça adlı köpeğin gözünden izler. Yazar, bu köpeğin mezarlığa geliş hikâyesi vasıtasıyla mekânın çalışanları ve müdürü Abdul Gaffarzade hakkında bilgi verir. Yapılan tasvir ve verilen bilgiler romanın ilerleyen bölümleri için temel teşkil eder. Çünkü Tilki Geldi Mezarlığı işleyişi ve çalışanlarıyla Sovyetler Birliği’nin minyatürü gibidir.86 Mezarlığın bekçisi Eflatun; çıkarcı, yalaka ve ahlâkî değerlerden yoksun bir adamdır. Yazar, Eflatun’un fizikî çirkinliğini de betimleyerek onun maddi ve manevi özelliklerini birleştirir. Mezarlık müdürü Abdul Gaffarzade ilk bölümde güçlü ve sözünü geçiren bir karakter olarak karşımıza çıkar: “Tilki Geldi Mezarlığı’nın Abdul Gaffarzade gibi bir sahibi varken kimden korkacaktı ki? Brejnev’in mi yoksa Abdul Gaffarzade’nin mi daha güçlü olduğu bile tartışılırdı aslına bakılırsa.”87
Pasaj, bekçi Eflatun’un gözünden Abdul Gaffarzade’yi göstermesi bakımından dikkate değerdir. Abdul Gaffarzade, çalışanlarının gözünde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği başkanıyla boy ölçüşebilecek kadar güçlüdür. Bu güç sayesinde korkulan bir adamdır ve sözünden asla çıkılmaz. İlk günler Abdul Gaffar-zade’nin ilgisine mazhar olan ve bekçi Eflatun tarafından bakılan Salakça, zaman içinde müdür tarafından unutulur. Gaffarzade’nin ilgisini kestiği köpeğe bekçi tarafından zaman zaman eziyet edilir ve Salakça doğumundan beri ilk kez mezarlıktan çıkarak kendisini bekleyen meçhul dünyaya doğru yol alır.
İkinci bölüm Bakü’nün fakir bir mahallesinin ve burada yaşayanların tasviriyle başlar. Romanın başkarakterlerinden filoloji öğrencisi Murat Yıldırım’ın ev sahibi Hatice Kadın ölmüştür ve onun cenaze merasimiyle uğraşılmaktadır. Murat Yıldırım içine kapanık bir insandır. Kalabalıklardan hoşlanmaz ve şehir yaşantısına uyum sağlamakta güçlük çeker. O, birçok kişiyi tanır, ancak kendisini tanıyan insan sayısı çok azdır. Yalnızlığını din ile ilgili araştırmalar yaparak gidermeye çalışsa da kendisini Allah’ın bile terk etmiş olduğuna inanır. Yazar, Murat Yıldırım vasıtasıyla Sovyet döneminde dinlere olan olumsuz bakışı da sezdirir: “Devrimden sonra Kuran’ın Azericeye tercümesi yayınlanmamıştı, bu nedenle de kütüphanelerde Azerice Kuran bulmak imkânsızdı. Rusça neşirden yararlanmak için bile özel bir izin gerekiyordu ve talebe Murat Yıldırım büyük bir zorlukla o izni almayı başarmış bulunuyordu.”88
Din, tarihsel gerçekliğe uygun olarak eserde de Sovyet yönetimi tarafından komünist topluma ulaşma yolundaki büyük bir engel olarak görülür. “Yeni Sovyet insanı, kendini burjuva etkilerinden arındırarak, verimli bir şekilde komünist bir toplumun inşa edilmesine katkı sağlayacaktır ve bu değişimin bir parçası olarak eski batıl inançlarından kurtulacaktır.”89
İşçi ve köylü sınıfını sömürü düzeninden kurtaracağını ve insanlara, öteki dünyada değil bu dünyada cenneti yaşatacağını vadeden düzen giderek yozlaşır. Hanedan ve aristokrat sınıfı lağvedilerek eşitlik getirildiği söylense de sistem kendi içinde yine ayrıcalıklı ve üstün bir zümre yaratır. Bu zümre, Komünist Parti ve onun yönetici sınıfıdır. Devlet ve ideoloji adeta yeni bir din hâline gelerek bireyselliği yok eder, farklı bir sömürü düzeni ortaya çıkarır.
Murat Yıldırım’ın benliğine dünyanın geçiciliği ve ölüm duygusu hâkimdir. O, bütün mahalleli cenaze hazırlıkları yaparken kendi kendine hayallere ve düşüncelere dalar. Mahalleli, Hatice Kadın’ı mutlaka Tilki Geldi Mezarlığı’na defnetmek ister. Çünkü bu mezarlığa tek alternatif olan Yeni Mezarlık’ta Müslüman, Yahudi ve Hristiyan mezarları beraber bulunur ve Hatice Kadın’ı oraya gömmek mahallenin aşağılanması anlamına gelir. Toplumun asırlardır yerleşmiş olan hayat görüşünden tamamen kopamadığı açıktır.
Romanın bu bölümünde eğitim ve liyakat sisteminin nasıl ayaklar altına alındığı da gözler önüne serilir. Her alanda olduğu gibi eğitimde de rüşvet ve adam kayırma olağan hâle gelir. Liseyi bitirip üniversite sınavına hazırlanan Murat Yıldırım, yazılı sınavlarda başarılı olmasına rağmen sözlü sınavlarda bir türlü başarılı olamaz. Sınava birinci girişinde bütün soruları yanıtlamasına rağmen Azizimin Cefası adlı romanın yazarını bilemediği için elenir. Romanı kütüphanelerde araştırır, ancak bulamaz. Dahası böyle bir roman yazılmamıştır. Murat Yıldırım bir sene hazırlıktan sonra şansını tekrar dener. Yazılı sınavdan tam not alır. Sözlü sınavda da tüm soruları yanıtlar: “Geleceğin üniversite talebesi anlatmayı bitirince, hoca ‘Çok güzel!’ deyivermişti. ‘Sen iyi bir edebiyat bilgini olacaksın ileride! Şimdi ünlü Rus şairi Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in büyük oğluyla küçük kızının isimlerini söyle bakalım.”90 Murat Yıldırım yine elenir ve bir daha beş sene Bakü’ye adımını atmaz. O, üniversiteye girerken bile uygulanan rüşvet zincirinden henüz haberdar değildir. Köy kütüphanesinde çalışmaya başlar. Bu sırada Bakü’de polislik yapan bir hemşehrisi köye geri gelir ve onu aydınlatır:
“Üniversiteye gitmek istiyorsan boşu boşuna kalkıp Bakü’ye gitmenin ne anlamı var? Boşu boşuna üniversite mi olur be adam? Her şeyin bir bedeli var. Seninkinin bedeli on iki bin ruble mesela! Fiyatı elli bin ruble olan bölümler de var! Başkanın küçük oğlu yok mu, işte onun girdiği bölüm mesela!”91
Polisin anlattığı rüşvet zincirine göre bu on iki bin ruble profesöre gidecek, profesör bir kısmını alıp kalanını bir üst makama verecek, o da aynı şekilde yapıp parayı bakanına verecek, o da bir kısmını alıp geri kalanını Komünist Merkez Kurulu’ndaki yöneticilere verecek, onlar da bir kısmını alıp kalan parayı Moskova’ya göndereceklerdir. Çünkü rejimin işleyişini sağlayan aslında bu kirli çarktır. Polis bu sistemi garipsemek veya eleştirmek yerine Murat Yıldırım’ın torpil veya rüşvet olmadan sınavlara girmesine şaşırır. Bu sert ve soğuk atmosferde romantik/ idealist davranışlar büyük hayal kırıklıklarıyla neticelenir.
Bürokrasideki yozlaşma topluma da yansır. Bireyler; çıkarcı, iş bilir, kurnaz kimseler hâline gelir. Para ve güç ahlâkî değerlerin yerini alır. Toplumun en alt katmanından devletin en üst kademesine kadar her şey maddiyatın etrafında şekillenir.
Ahlâksızlıkla zengin olan kişilere karşın halkın geneline yoksulluk hâkimdir. Geriye dönüş tekniğiyle Hatice Kadın’ın henüz hayattayken, oğlu Balaniyaz’dan bir tabak eti kıskandığı için ona yalan söylediğine şahit oluruz. Meteliğe kurşun atan üniversite talebesi Murat Yıldırım ve onun yaşadığı mahalle fakirliğin sembolüdür. İnsanlar temel beslenme ihtiyaçlarını bile zor karşılar duruma gelmişlerdir:
“Devlete ait mekânlardan et almak zaten sorundu üstelik. Bakü’de et kişi başına bir kilo karneyle satılıyordu uzunca zamandan beri. Tereyağı da kişi başına yarım kilo olmak üzere karneyle satılıyordu yine (son kez 7 Kasım kutlamaları dolayısıyla tereyağını kişi başına bir kilo olmak üzere satmışlardı). Mahalle halkı hem et hem de tereyağı konusunda bayağı sıkıntı çekiyordu yani, ama böyle günlerde her ne suretle olursa olsun, bir deve fiyatına bile mâl olsa (fırıncı Ağabala gibi durumu iyi olan insanların sayesinde pek tabii) taze et bulmak icap ederdi.”92
Romanda dikkat çeken bir husus, devlet tarafından kurulan örgütler aracılığıyla küçük yaşlardaki çocukların sisteme ve ideolojiye bağlılığının sağlanması yolundaki gayrettir. Oktyabryat ve Pioner adlı bu örgütlere yaşları 7 ile 15 arasında değişen çocuklar dahil edilir. Nazilerin HitlerJugend (Hitler Gençliği) adlı yapılanmasını hatırlatan bu örgütler, birer beyin yıkama vasıtasıdır. Eserde vurgulandığı gibi, sisteme doğrudan veya dolaylı en ufak bir eleştiride bulunan kimseler halk düşmanı damgasıyla sürülmekte ya da idam edilmekte iken bu beyin yıkama merkezleri aracılığıyla sistem kutsanır ve gençlik eleştirel düşünme kabiliyeti olmayan, mankurtlaşmış kişiler olarak yetiştirilir. Yazarın, Brejnev’in Bakü’ye gelişini betimlediği sahnede bu örgütlerde yetişen çocukların müstakil şahsiyetlerinin olmadığına, adeta bir makinenin dişlisi gibi hareket ettiklerine tanık oluruz. Öte yandan Brejnev’in Bakü ziyareti elbette bazı fırsatları da beraberinde getirir:
“Yoldaş Brejnev’i herkesten daha coşkulu alkışlayıp herkesten daha sevinçli olduğunu gösterebilen bir talebenin önünde birtakım olanaklar açılması ihtimali yok değildi: onu fakülte (hatta üniversite) komsomol kuruluna üye yapabilirlerdi mesela (yani rektörlüğe çağırarak komsomol kuruluna üye olduğunu söyleyebilirlerdi kendisine!), bu ise ileride Bakü’de bir göreve atanabileceği, komsomol örgütü içinde mesafe kat ederek oradan partiye atlayabileceği, daha sonra ise hem kendi işlerini, hem de bütün sülalesinin durumunu düzeltebileceği anlamına gelirdi.”93
Romanın üçüncü bölümü başkarakterlerden Abdul Gaffarzade’ye ayrılmıştır. Abdul Gaffarzade’nin oğlu Orduhan altı yıl önce ölmüş ve Abdul’un eşi Karatel bu ölümün etkisiyle hayattan ümidini adeta kesmiştir. Abdul ve Karatel’in diğer çocuğu Sevil, Ömer isminde bir piyanistle evlidir. Sevil ve Ömer’in Abdul Ali isminde bir de çocukları vardır. Abdul Gaffarzade; zengin, nüfuzlu ve güçlü bir adamdır. Ailesi ve hatta dünürü Mürşit Gülcihani için imkânlarını kullanmaktan kaçınmaz.
Abdul Gaffarzade, Komünist Parti yöneticileri tarafından takdir edilir, ancak onların arkasından iş çevirmekten de geri durmaz. Aylık geliri 135 ruble olmasına rağmen Karun kadar zengindir. Zenginliğini sistemin bozukluğuna borçludur ve yozlaşmış değerlere en ufak bir bağlılık duymaz. Sistemin kutsadığı ilkeleri kendi lehine kullanır:
“Abdul Gaffarzade o mücerret gelecek uğruna çalışmayı (ve ölmeyi) en anlamsız ve en aptalca bir iş olarak görüyordu; bazı geceler, uykuya dalmadan önce dünya işleri ve o aydınlık gelecek hakkında düşündükçe, ‘İnsanoğlu masallar ve efsaneler uydurduğu gibi, işbu rejim de mücerret bir gelecek mefhumu uyduruvermiş ve bu mefhum sayesindedir ki yüz milyonlarca insanı yönetebilmektedir’ diye bir karara varıyordu adam. Toplumun bu kadar bozulmasının nedeni de buydu işte. Abdul Gaffarzade’nin herkesten daha iyi bildiği bir şey vardı: işte bu kürsüde partiyle de, hükümetle de, rejimle de böyle alay edebiliyorsa üstelik salondakilerden -ki çoğu parti ve komsomol örgütü mensubu insanlardır- alkış da alıyorsa, bundan daha büyük bir toplumsal ahlâk bozukluğu düşünülemez. Böyle bir şey kölelik düzeninde bile mevcut olmamış, Roma İmparatorluğu’nda bile görülmemiştir. Kürsülerden atılan nutukların, gazetelerde yazılan yazıların gerçek düşüncelere ve davranışlara böylesine zıt olduğuna hiçbir toplumda rastlanmış değildir.”94
Sovyetler Birliği’nde devletten maaş alan insanların en az yüzde altmışının kapitalist bir ülkede açlıktan öleceğini düşünen Abdul Gaffarzade, köy muhtarlığından parti üyeliğine bütün makamların rüşvetle alındığını, bütün toplantı ve kurultayların tiyatro olarak sahnelendiğini düşündükçe ülkeye acıyacak gibi olur, fakat Gaffarzade’nin kişiliği aslında sistemin tam da kendisidir.
Romanın dördüncü bölümü Murat Yıldırım ve ev arkadaşı Hüsrev Hoca’nın Hatice Kadın’a mezar yeri ayarlayabilmek amacıyla Tilki Geldi Mezarlığı’na gidişiyle başlar. Hüsrev Hoca; zayıf, uzun boylu eski bir Rusça öğretmenidir. Bu ikili mezar yeri için mezarlık çalışanlarıyla konuştuklarında kendilerinden rüşvet istenir. Bunun üzerine mezarlık müdürü Abdul Gaffarzade’nin odasına girerler. Gaffarzade içeride polis binbaşısı Memmedov ile oturmaktadır. Murat Yıldırım polis binbaşısının da orada olmasını fırsat bilerek mezarlıktaki yolsuzluğu müdürün yüzüne çarpmak ister. Ancak Gaffarzade tarafından alaylı bir tavırla kovulur. Talebe, kendilerine haksızlık yapıldığını ve bu durumun Sovyetler Birliği yasalarına aykırı olduğunu haykırır. Mezarlık müdürü, polis binbaşısına: “Kalk da Sovyetler Birliği’nin yasalarını anlat şuna”95 diye emreder. Hak arayan talebe, kanunları uygulamakla yükümlü olan polis tarafından sertçe dışarı atılır ve bir kez daha hayal kırıklığına uğrar. Romanın atmosferinde kanunlar kâğıt üstünde yazılı olan maddeler değil, gücü elinde bulunduran kimselerin ağzından çıkan sözlerdir.
Romanın beşinci bölümünde geriye dönüş tekniğiyle 1929 yılına gidilir. Bu bölümde yine romanın aslî kişilerinden olan Hüsrev Hoca’nın geçmişi hakkında bilgiler verilir. Üç çocuk babası Hüsrev Hoca’nın mutlu bir evliliği vardır. Rusça öğretmenliği yapmaktadır, yardımseverliğiyle Hadrut halkının saygısını kazanmıştır.
Yazar, Hüsrev Hoca’nın öğretmen olması vasıtasıyla eğitim sistemi hakkındaki görüşlerini dile getirir. Hüsrev Hoca her sene onlarca hatta yüzlerce okulun açılmasına bir yandan sevinse de niceliğin niteliği etkilediğini ve eğitimin kalitesinin düştüğünü görerek üzülür. Bu yüzden işini hakkıyla yapan öğretmenlerin sayısı da azalmakta ve gerçek öğretmenler git gide köşeye sıkıştırılmaktadır. Hüsrev Hoca, hükümetin eğitim politikalarının yanlış olduğunu düşünmektedir: “Lenin, ‘Eğitim, eğitim, yine de eğitim!’ demişti gerçi, ama ‘Nasıl bir eğitim?’ konusu bugün cahil ellerde şekilleniyordu.”96
Hüsrev Hoca bir konferans için Hadrut’tan ayrılır. Bir gün sonra kasabada bir taun salgını baş gösterir. Bölgeye hemen idarî temsilciler ve sağlık profesörleri sevk edilir. Rejimin siyasî temsilcisi distopyaları aratmayacak şekilde taunu kasabada yayan halk düşmanlarının, geceleri mezarları açarak cesetlerden parçalar aldığını ve taunu daha da yaydıklarını söyler. Bölgedeki en yetkili sağlık görevlisi olan Prof. Zilber’in böyle bir şeyin gerçekleşemeyeceğine dair yaptığı bilimsel açıklamaları kat’i surette reddeder: “Siz çok iyi bir profesörsünüz ama halk düşmanlarının neler yapabileceğinden haberdar değilsiniz.” der. “Olup bitenler hep düşmanlarımızın başının altından çıkıyor. Bu işlerin arkasında İngilizler bulunuyor! Hadrut’taki taun salgını doğal bir afet değil, sınıflar arasındaki çatışmadan kaynaklanan bir sabotajdır.”97
Fanatizm ve körü körüne bağlılık yükseldiğinde insanların gerçekle olan bağları kopmaya başlar. İnsanlarıyla, hayvanlarıyla neredeyse bütün bir kasaba taun salgınından telef olmuşken Baş Siyasi İdare Yetkilisinin aklından şu düşünceler geçer: “Hiçbir taun salgını komünizmin zaferini önleyemezdi! Gelecek, komünizm rejiminin ellerinde olacaktı! Vladimir İliç Lenin beş sene önce ölmüştü ama bunun da hiçbir önemi yoktu ve gelecek Vladimir İliç Lenin’in ellerinde olacaktı!”98
Taun salgınının daha fazla yayılmaması için ölenler bir meydanda yakılır. Alınan bütün önlemlere rağmen halk ateşin başına kadar gelir. Ailelerinin, akrabalarının cesetlerinin yakıldığını gören insanlar çılgına döner. Ancak askerlerin mukavemetiyle ve Baş Siyasi İdare Yetkilisinin olağanüstü çabasıyla halk ateşe yaklaştırılmaz ve felaket önlenir. Bu kalabalık içinde eşinin ve üç çocuğunun cesetlerinin yanışını dizlerinin üstüne çökmüş vaziyette inleyerek izleyen Hüsrev Hoca da vardır.