Полная версия:
Bir Adım Geriden
Martinson da bu görüşe karşı çıkmadı.
“Katil eve nasıl girdi? Bunu biliyor muyuz?”
“Kapıda zorlandığına ilişkin herhangi bir şey yok.”
“Hatırlarsan biz de çok kolay içeri girdik,” dedi Wallander.
“Peki ama katil neden silahı evde bıraktı? Paniğe kapılıp kaçtı mı?”
İkisinin de Martinson’un bu sorularına verecek yanıtları yoktu. Wallander alabildiğine yorgun ve sinirli görünen arkadaşlarına baktı.
“Ne düşündüğümü söyleyeyim size,” dedi. “Evin önüne geldiğimde garip bir şeyler olduğuna ilişkin bir hisse kapılmıştım. Bunun ne olduğunu bilmiyorum. Hırsızlıktan ötürü işlenmiş olabilecek bir cinayet söz konusu ama ya hırsızlık değilse, o zaman ne? İntikam mı? Biri buraya bir şeyler çalmak için değil de bir şeyler bulmak için gelmiş olabilir mi?”
Ayağa kalktı, mutfak tezgâhının üstündeki bardaklardan birini alıp su doldurdu.
“Ylva Brink’le konuşmak için hastaneye gittim,” dedi. “Svedberg’in pek bir yakını yokmuş. İki kuzeni varmış, bunlardan biri de Ylva. Birbirlerine yakın oldukları anlaşılıyor. Ylva benim oldukça garibime giden bir şey söyledi. Geçen pazar Svedberg’le telefonda konuştuğunda Svedberg’in çok çalıştığından ötürü yakındığını söyledi ama daha yeni tatilden dönmüştü. Bu bana bir hayli garip ve saçma geldi.”
Höglund ve Martinson konuşmasını tamamlamasını beklediler.
“Bunun bir anlama gelip gelmediğini bilmiyorum ama neden bu şekilde konuştuğunu mutlaka öğrenmemiz gerek,” dedi Wallander.
“Bunun Svedberg’in üstünde çalıştığı soruşturmayla bir ilgisi olabilir mi?” diye sordu Höglund.
“Şu kaybolan gençler konusu mu?” dedi Martinson.
“Başka bir şey olmalı,” dedi Wallander. “Çünkü o gençlerin olayı henüz yasal bir şekle bürünmedi. Svedberg tatile çıktıktan birkaç gün sonra gençlerin ailesi bizlerle bağlantı kurmuştu.”
Kimse bir şey söylemedi. Söyleyecek bir şeyleri yoktu.
“İkinizden biri Svedberg’in ne üstünde çalıştığını öğrensin,” dedi Wallander.
“Sence bir sırrı falan olabilir mi?” diye sordu Martinson.
“Herkesin bir sırrı yok mudur?”
“Bunu mu araştıracağız? Svedberg’in sırrını mı?”
“Onu öldüren kişiyi arayacağız. Hepsi bu.”
Sabah sekizde emniyette buluşmaya karar verdiler. Martinson hiç zaman yitirmeden komşularla görüşmesini sürdürmek için yandaki daireye geri gitti. Höglund mutfakta kalmıştı. Wallander, genç kadının yorgun ve bitkin yüzüne baktı.
“Telefon ettiğimde uyanık mıydın?”
Bu soruyu sorar sormaz da pişman oldu. Uyanık olup olmaması onu hiçbir şekilde ilgilendirmezdi ama Höglund bu soru karşısında kızmamıştı.
“Evet,” diye karşılık verdi. “Uyanıktım.”
“Buraya o kadar çabuk geldin ki kocanın evde çocuklarla kaldığını düşündüm.”
“Sen aradığında tartışıyorduk. Öylesine aptalca bir konuydu ki anlatmaya bile değmez.”
Bir süre konuşmadan oturdular. Ara sıra Nyberg’in sesi içeriden geliyordu.
“Anlayamıyorum,” dedi Höglund. “Kim Svedberg’i öldürmek ister?”
“Ona en yakın kişi kimdi?” diye sordu Wallander.
Höglund şaşırmışa benziyordu. “Ben sen olduğunu sanıyordum.”
“Hayır. Ben onu o kadar iyi tanımazdım.”
“Ama sana çok güvenir ve saygı duyardı.”
“Buna inanamıyorum.”
“Sen inanmayabilirsin ama ben bunu biliyorum. Belki diğerleri de bunu fark etmişti. Haksız olduğunda bile hep senin tarafını tutardı.”
“Bu yine de bizim sorumuzu yanıtlamıyor,” dedi Wallander ve sorusunu bir kez daha yineledi. “Ona en yakın kimdi?”
“Kimse ona yakın değildi.”
“Öyleyse şimdi ona yakınlaşmamız gerekiyor. Ölmüş olsa bile.”
Nyberg elinde bir fincan kahveyle mutfağa geldi. Wallander onun, gece yarısı çağrılabileceği düşüncesiyle elinin altında her zaman bir termos dolusu kahve hazır bulundurduğunu çok iyi bilirdi.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Hırsızlık gibi geliyor,” dedi Nyberg. “Yalnızca katilin, silahını neden burada bıraktığını çözemedik.”
“Ölüm saatini biliyor musun?” diye sordu Wallander.
“Bu patoloğun işi.”
“Ben yine de senin görüşünü almak istiyorum.”
“Tahminde bulunmaktan hoşlanmam.”
“Biliyorum ama bu tür konularda çok deneyimlisin. Söyleyeceklerine bel bağlamayacağıma söz veriyorum.”
Nyberg tıraşsız yüzünü sıvazladı. Gözleri kan çanağına dönmüştü.
“Belki yirmi dört saat olmuştur,” dedi. “Daha kısa bir zaman olacağını sanmıyorum.”
Sözlerini sindirmeye çalıştılar. Demek çarşamba akşamı ya da perşembe sabahı oldu, diye geçirdi içinden Wallander. Nyberg esneyerek mutfaktan çıktı.
“Evine gitsen iyi olacak,” dedi Wallander, Höglund’a. “Saat sekizde soruşturmayı toparlamak için hepimizin emniyette olması gerekiyor.”
Duvardaki saat beşi çeyrek geçiyordu. Höglund ceketini giyip çıktı. Wallander mutfakta kaldı. Pencere kenarında bir dizi fatura duruyordu. Faturaları karıştırdı. İşe bir yerden başlamak zorundayız, diye geçirdi içinden. Daha sonra da Nyberg’in yanına gidip lastik eldiven istedi. Mutfağa dönüp çevresini incelemeye başladı. Mutfak çekmeceleriyle dolapları düzenli bir şekilde incelemeye koyulduğunda Svedberg’in evinin de iş yeri gibi düzenli olduğunu gördü. Mutfaktan çıkıp çalışma odasına gitti. Teleskop neredeydi? Masanın arkasındaki koltuğa oturup çevresine bakındı. Nyberg içeri girip Svedberg’in cesedini götürmek üzere olduklarını haber verdi. Cesede bir kez daha bakmak ister miydi? Wallander hayır dercesine başını salladı. Kafasının yarısı uçmuş Svedberg’in bu korkunç görüntüsü kafasına zaten iyice kazınmıştı. Bu görüntüyü yaşamının sonuna dek unutmayacağını biliyordu. Çevresine bakındı. Telesekreter, kalem kutusu, birkaç tane eskimiş oyuncak asker ve bir cep takvimi vardı masanın üstünde. Takvimi alıp sayfalarını teker teker çevirmeye başladı. 11 Ocak günü saat 09.30’da Svedberg’in dişçi randevusu vardı. 7 Mart Ylva Brink’in doğum günüydü. Svedberg 18 Nisan’a “Adamsson” adını yazmıştı. Aynı isme 5 ve 12 Mayıs’ta da rastlanılıyordu. Haziran ve temmuz aylarınaysa hiçbir şey yazılmamıştı. Svedberg yıllık iznini kullanmıştı. İzinden döner dönmez de çok çalıştığından şikâyet etmişti. Wallander artık takvimin sayfalarını daha yavaş çevirmeye başlamıştı ama sayfalar boştu. Svedberg’in yaşamının son günlerine hiçbir şey yazılmamıştı. 18 Ekim Sture Björklund’un doğum günüydü ve Adamsson adı 14 Aralık’ta bir kez daha ortaya çıkmıştı. Hepsi bu kadardı. Wallander cep takvimini aldığı yere bıraktı, sonra da son derece rahat olan koltukta arkasına yaslandı. Yorgun hissediyordu, susamıştı. Gözlerini kapatıp Adamsson’un kim olduğunu düşündü. Daha sonra masanın ucuna doğru uzanıp kahverengi not defterinin arasındaki kartları aldı. Göteborg’daki Boman’ın Sahafı’nın, Malmö’deki bir Audi galerisinin kartı vardı. Svedberg sadık bir müşteriydi, her zaman Audi kullanmıştı. Wallander de Peugeot’su eskidiğinde bunu mutlaka yenisiyle değiştirir, başka bir markayı denemezdi bile. Wallander not defterini bir kenara koyup mektuplarla kartpostalları incelemeye koyuldu. Mektupların çoğu on yıllıktı ve hemen hemen hepsi de Svedberg’in annesinden gelmişti. Mektupları bir kenara koyup kartpostallara baktı. Kartlardan birini Skagen’den kendisinin yolladığını şaşkınlıkla fark etti. Buradaki kumsallar olağanüstü, diye yazıyordu kartta. Wallander bir süre karta bakakaldı.
Üç yıl önceydi. Wallander o sırada bir daha polisliğe dönemeyeceğini düşünerek doktor raporu almıştı. Uzun bir süreyi Skagen’in sonbahar manzarasında ve terk edilmiş kumsallarında geçirmişti ama kart attığını hiç hatırlamıyordu. Yaşamının o dönemine ilişkin pek bir anısı yoktu. Bir süre sonra Ystad’a dönmüş, işinin başına geçmişti. Tatilden işe ilk döndüğü günü anımsıyordu. Björk, Wallander’e hoş geldin demiş ve toplantı odasında derin bir sessizlik olmuştu. Kimse onu beklemiyordu. Odadaki sessizliği ilk bozan Svedberg olmuştu. Wallander onun neler söylediğini hâlâ çok iyi anımsıyordu. “Sensiz bir lanet gün daha idare edemezdik.”
Wallander bu sözleri hiç unutmamış ve Svedberg’i daha yakından tanımaya çalışmıştı. Svedberg oldukça içine kapanık biriydi ama gergin ortamlarda havayı ilk yumuşatan da yine o olurdu. İyi bir polisti, olağanüstü yetenekleri yoktu, yine de oldukça iyiydi. İnatçı ve vicdanlı biriydi. Müthiş bir hayal gücü yoktu, başarılı bir yazar da değildi. Raporlarını genellikle çok kötü yazardı, savcılar da buna çok sinirlenirdi ama ekibin çok önemli bir parçasıydı.
Wallander yerinden kalkıp Svedberg’in yatak odasına gitti. Teleskop orada da yoktu. Yatağa oturup komodinin üstündeki kitabı eline aldı. Siyu Kızılderililerinin Tarihçesi adında İngilizce bir kitaptı bu. Svedberg İngilizce konuşmakta iyi sayılmazdı ama okumasının daha iyi olduğu anlaşılıyordu.
Wallander boş bakışlarla kitabı karıştırdı. Bir süre sonra yerinden kalkıp banyoya gitti. Aynalı dolabı açtı ama şaşırmasına neden olabilecek herhangi bir şey bulamadı. Kendi banyo dolabı da bunun bir benzeriydi.
Şimdi geriye yalnızca oturma odası kalmıştı. Oraya bakmamayı yeğlerdi ama bunu yapamazdı. Mutfağa gidip bir bardak su içti. Saat sabahın altısına geliyordu ve çok yorgundu.
Sonunda oturma odasına gitti. Nyberg ve adamları duvara dayalı siyah deri kanepenin arkasına çömelmiş çalışıyorlardı. Sandalyeyi düzeltmemişlerdi, av tüfeği de olduğu yerde duruyordu. Oturma odasında artık olmayan tek şey Svedberg’in cansız bedeniydi.
Wallander çevresine bakınarak olayları yeniden gözünün önünde canlandırmaya çalıştı. Tetik çekilmeden önce, o çok önemli anda neler olmuştu? Hiçbir şey göremiyordu. Birden çok önemli bir şeyi göz ardı ettiği hissine kapıldı. Kıpırdamadan durup düşüncelerini bu önemli şeyin üstünde yoğunlaştırmaya çalıştı ama somut bir şey yakalayamadı.
Nyberg yanına yaklaşıp ona baktı.
“Olanları anlayabiliyor musun?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye karşılık verdi Nyberg. “Garip bir tablo gibi.”
Wallander, ona dikkatle baktı. “Tablo gibi derken ne demek istedin?”
Nyberg burnunu sildikten sonra mendilini özenle katlayıp cebine koydu.
“Her şey karmakarışık,” dedi. “Sandalyeler yere devrilmiş, perdeler çekilmiş, kâğıtlar ve porselenler etrafa dağılmış. Sanki bu karışıklık biraz abartılmış gibi.”
Wallander onun ne demek istediğini anlamıştı, yine de ne tür bir sonuca ulaşacağını kestiremiyordu.
“Sence tüm bunlar bilerek mi yapıldı?”
“Bu elbette yalnızca bir varsayım. Bu varsayımımı destekleyecek somut bir şey yok elimde.”
“Bu hisse neden kapıldın?”
Nyberg yerde duran küçük bir porselen horozu gösterdi.
“Bence bu horoz şu rafta duruyordu,” diyerek eliyle rafı gösterdi. “Başka nerede olabilir ki? Yere düştü çünkü biri perdeleri hızla çekmiş ve horozu da yere düşürmüş. Başka bir nedenden ötürü onun yerde olması olanaksız gibi geliyor bana.”
Wallander onaylarcasına başını salladı.
“Belki de bunun çok daha mantıklı bir açıklaması vardır,” dedi Nyberg. “Eğer varsa bunu açıklayacak kişi de sensin, ben değil.” Wallander bir şey söylemedi. Birkaç dakika daha oturma odasında kaldıktan sonra evden çıktı. Sokağa çıktığında hava aydınlanmıştı. Binanın hemen dışında bir polis aracı duruyordu ama kimse etrafına toplanmamıştı. Wallander polislere basına herhangi bir açıklama yapmamaları emri verildiğini düşündü.
Kıpırdamadan durarak derin derin soluk aldı. Hava güzel olacaktı. Hava dışında her şey çok kötü ve acımasızdı. Svedberg’in ölümü nedense ona kendi ölümünü düşündürtmüştü. Ölüm bu kez çok yakına gelmişti. Babası öldüğünde böyle hissetmemişti. Bu da onu çok ürkütüyordu.
9 Ağustos Cuma günü saat altı buçuktu. Wallander ağır adımlarla arabasına doğru yürürken uzaklardan gelen beton karıştırıcının sesini duydu.
On dakika sonra emniyetin kapısından içeri giriyordu.
6
Saat sekizde toplantı odasında toplandılar. Toplantıya başlamadan önce Svedberg için saygı duruşunda bulundular. Lisa Holgersson, Svedberg’in her zaman oturduğu yere bir mum yakmıştı. Emniyet çalışanlarının tümü de toplantı odasına gelmişti. Hepsi şaşkın ve üzgün görünüyordu. Holgersson ağlamamak için çaba harcayarak birkaç şey söyledi. Odadaki herkes Holgersson’un ağlamaması için dua ediyordu. Aksi hâlde onunla birlikte ağlayacaklardı. Lisa Holgersson konuşmasını bitirdikten sonra da bir dakikalık saygı duruşunda bulundular. Wallander’in gözünün önünden o tedirgin edici görüntüler gitmiyordu. Svedberg’in yüzünü gözlerinin önüne getirmekte zorlanıyordu. Aynı şey hem babası hem de Rydberg öldüğünde de olmuştu. İnsanlar ölümü unutmamalarına karşın yine de sanki ölüm hiç yokmuş gibi davranıyorlar, diye geçirdi içinden.
Tören bittikten sonra emniyet çalışanları birer ikişer odadan ayrılmaya başladılar. Odada soruşturma ekibi dışında Holgersson kalmıştı. Masaya geçip oturdular. Martinson pencerelerden birini kapatırken mumun alevi titredi. Wallander soru sorarcasına Holgersson’a baktı ama o yalnızca başını hayır dercesine sallamakla yetindi. Konuşma sırası kendisindeydi.
“Hepimiz çok yorgunuz,” diye söze başladı. “Üzgün, şaşkın ve acı doluyuz. Hepimizin en çok korktuğu şey sonunda başımıza geldi. Genelde cinayetleri, hatta en vahşice işlenmiş olanları bile çözmeye çalışırız. Bu bizim işimiz ve kurbanlar da kendi dünyamız dışındaki insanlar olur. Ne var ki bu kez içimizden biri öldürüldü ama bu cinayete de sıradan bir olay gibi yaklaşmalıyız. Duygularımızı asla karıştırmamalıyız. Olayı aklımızla çözmeliyiz.”
Durup çevresine bakındı. Kimse bir şey söylemedi.
“Şimdi elimizdekilere bir bakalım,” dedi Wallander. “Sonra da stratejimizi saptarız. Bu olayda fazla bir şey bilmiyoruz. Svedberg çarşamba akşamıyla perşembe akşamı arasında bir saat diliminde öldürüldü. Cinayet evinde işlendi ama evde içeriye zorla girildiğine, kapının zorlandığına ilişkin herhangi bir işaret yok. Oturma odasında yerde duran av tüfeğinin cinayette kullanılan silah olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Eve hırsızlık süsü verilmiş. Belki de Svedberg silahlı birinin saldırısına uğradı. Bunu tam olarak bilemiyoruz ama bu da olasılıklardan biri. Diğer senaryoları da göz ardı edemeyiz. Soruşturmamızı olabildiğince geniş bir yelpazede sürdürmeliyiz. Svedberg’in polis olduğunu da asla göz ardı etmemeliyiz. Bu önemli olabilir de olmayabilir de. Ölüm saatini henüz öğrenemedik, öte yandan komşuların herhangi bir silah sesi duymadıkları gerçeğini de bir kenara atmamalıyız. Şimdilik otopsi raporunu beklemekten başka çaremiz yok.”
Önündeki bardağı suyla doldurup bir dikişte bitirdi.
“Bildiklerimiz şimdilik bu kadar. Bunlara Svedberg’in perşembe günü işe gelmediğini de eklemeliyiz. Hepimiz bunun ne denli alışılmışın dışında bir şey olduğunu biliyoruz. Gelemeyeceğini bildirmek için arayıp haber de vermemişti. Demek ki işe gelmesini engelleyecek bir şey söz konusuydu. Bunun ne anlama geldiğini de ne yazık ki artık hepimiz biliyoruz.”
Nyberg elini kaldırıp Wallander’in sözlerini kesti.
“Ben patolog değilim,” dedi. “Ama Svedberg’in çarşamba günü öldüğünü sanmıyorum.”
“O zaman Svedberg dün neden işe gelmedi? Bu sorunun cevabını bulmalıyız,” dedi Wallander. “Neden telefon etmedi? Ne zaman öldürüldü?”
Wallander odadakilere Ylva Brink’le yaptığı görüşmeyi anlattı. “Svedberg’in görüştüğü tek akrabası olduğunu belirtmesinin yanında bana oldukça garip gelen bir şey daha söyledi. Son birkaç haftadan beri Svedberg’in, işlerinin yoğun olmasından ötürü şikâyet ettiğini söyledi ama Svedberg tatilden daha yeni dönmüştü. Özellikle onun tatillerde alabildiğine tembellik yaptığını bilen biri olarak bu sözlere bir anlam veremedim.”
“Tatillerde bir yerlere gitmez miydi?” diye sordu Martinson.
“Pek gitmezdi. Günübirliğine Bornholm’e ya da birkaç günlüğüne feribotla Polonya’ya giderdi. Ylva Brink de bunları onayladı. Zamanının büyük bir bölümünü hobileriyle geçirirdi. İki hobisi vardı: bunlardan biri Kızılderililerin tarihçesini incelemek, diğeri de amatör olarak astronomi ile ilgilenmek. Ylva Brink onun çok pahalı bir teleskobu olduğunu söyledi ama teleskobu henüz bulamadık.”
“Kuşları izlemeye gittiğini sanıyordum,” dedi Hansson uzun zamandan beri ilk kez konuşarak.
“Bazen giderdi ama sık değil,” diye karşılık verdi Wallander. “Ylva Brink’in onu çok iyi tanıdığını kabul etmeliyiz ve ona göre de yıldızlarla Kızılderililer çok önemliydi.”
Çevresine bakındı. “Neden çok çalıştığını söyledi? Bu ne anlama geliyor? Belki de sandığımız gibi önemli bir nedeni yoktu ama bunu düşünmekten de kendimi alamıyorum.”
“Toplanmadan önce onun en son ne üstünde çalıştığına baktım,” dedi Höglund. “Tatile çıkmadan önce kaybolan gençlerin aileleriyle konuşmuş.”
“Hangi gençlerin?” diye sordu Holgersson şaşkınlıkla. Wallander konuyu açıkladıktan sonra Höglund sözlerini sürdürdü.
“Tatile çıkmadan önceki son iki günü Norman, Boge ve Hillström aileleriyle görüşerek geçirmiş. Masasını baştan sona aramama karşın söz konusu bu görüşmelere ilişkin herhangi bir not bulamadım.”
Wallander ve Martinson bakıştılar.
“Bu doğru olamaz,” dedi Wallander. “Üçümüz de bu ailelerle görüştük. Ortada bir cinayet ya da bir suç olmadığından ailelerle daha fazla görüşmenin bir anlamı olmayacağına karar vermiştik.”
“Öyle ama o yine de gidip görüşmüş,” dedi Höglund. “Takvimine de görüşmelerinin saatini yazmış.”
Wallander bir an düşündü. “Bu da Svedberg’in bizlere haber vermeden konuyla tek başına ilgilendiğini gösteriyor.”
“Hiç de onun tarzı değil,” dedi Martinson.
“Doğru,” diye karşılık verdi Wallander. “Bu da işe gelmeyeceğini haber vermemesi kadar garip.”
“Bu bilgiyi kolayca doğrulayabiliriz,” dedi Höglund.
“Bunu lütfen sen üstlen,” dedi Wallander. “Ayrıca Svedberg’in ne tür sorular sorduğunu da öğren.”
“Her şey çok garip,” dedi Martinson. “Çarşamba gününden beri bu gençlerle ilgili Svedberg’i arayıp durduk ama şimdi artık o yaşamıyor ve biz hâlâ onlar hakkında konuşuyoruz.”
“Yeni bir gelişme mi var?” diye sordu Holgersson.
“Gençlerden birinin annesinin aşırı derecede kaygılanması dışında yeni bir şey yok. Kızı bir kart daha yollamış.”
“Peki ama bu iyi bir şey değil mi?”
“Kadına göre biri kızının el yazısını taklit etmiş.”
“Bunu kim, neden yapar ki?” diye sordu Hansson. “İnsan neden birinin yazısını taklit edip kart göndermeye kalkar ki? Çek olsaydı anlardım ama kartpostalları anlamak kolay değil.”
“Bence şimdilik bu iki olayı birbirinden ayrı değerlendirmeliyiz,” dedi Wallander. “Öncelikle Svedberg’in katilinin ya da katillerinin izini nasıl süreceğimiz üzerinde yoğunlaşalım.”
“Birden fazla katilin olduğunu gösteren bir delil yok,” dedi Nyberg.
“Olmadığından emin olabilir misin?”
“Hayır.”
Wallander ellerini iki yana açtı. “Şu an hiçbir şeyden emin değiliz,” dedi. “Onun için de olayı çok geniş bir yelpazede değerlendirmeliyiz. Birkaç saat içinde Svedberg’in ölümünü duyuracağız, ondan sonra somut adımlar atmak zorundayız.”
“Bunun en önemli önceliğimiz olduğunu belirtmeme gerek olmadığını sanıyorum,” dedi Holgersson. “Diğerleri bekleyebilir.”
“Basın toplantısı,” dedi Wallander. “Şimdi onu ele alalım.”
“Bir polis öldürüldü,” dedi Holgersson. “Basına, olanları olduğu gibi anlatalım. Elimizde somut bir şey var mı?”
“Yok,” dedi Wallander.
“O zaman biz de basına bunu söyleyeceğiz.”
“Ne kadar ayrıntı verelim?”
“Çok yakından ateş edilmiş. Cinayet aletini bulduk. Bu bilgiyi saklamanın bir gereği var mı?”
“Yok,” dedi Wallander ve arkadaşlarına baktı. Kimse buna karşı çıkmamıştı.
Holgersson ayağa kalktı. “Senin de orada olmanı istiyorum,” dedi. “Aslında hepiniz olsanız iyi olur. Hem meslektaşımız hem de bir dostumuz öldürüldü.”
Basın toplantısından on beş dakika önce buluşmaya karar verdiler.
Holgersson toplantı odasından ayrıldı. Kapı kapanınca mum söndü. Höglund mumu yeniden yaktı. Bildikleri şeylerin üstünden bir kez daha geçtiler ve iş bölümü yaptılar. Tekrar çalışma havasına girmişlerdi. İşleri bitmek üzereydi, Martinson bir konuya daha parmak bastı.
“Gençlerin şimdilik bir kenara bırakılıp bırakılmaması konusunda bir karar vermemiz gerekiyor.”
Wallander bu konuda kararsızdı ama son kararı kendisinin vermesi gerektiğini de biliyordu.
“Şimdilik o konuyu bir kenara bırakalım,” dedi. “En azından birkaç gün. Svedberg olağanüstü sorular sormamışsa gençlerin aileleriyle yeniden görüşürüz.”
Saat dokuzu çeyrek geçiyordu. Wallander bir fincan kahve alıp odasına gitti. Masanın üstünden bir not defteri alıp ilk sayfaya Svedberg diye yazdı. Hemen altına da bir çarpı işareti koydu. Daha ileriye gidemedi. O gece aklına gelen tüm düşünceleri kâğıda dökmek istiyordu ama başaramamıştı. Kalemi bırakıp pencereye doğru gitti. Ağustos sabahı güneşli ve sıcaktı. Bu olayda bazı taşların yerine oturmadığına ilişkin o duyguyu yeniden hissetti. Nyberg eve hırsızlık süsü verildiğini düşünüyordu. Öyleyse bu süsü kim, neden vermişti?
Telefon rehberinden Sture Björklund’un numarasını bulup çevirdi. Telefon çalıyordu.
“Başınız sağ olsun,” dedi Wallander.
Sture Björklund’un sesi mesafeli ve soğuktu.
“Sizin de. Büyük olasılıkla kuzenimi benden daha iyi tanıyordunuz. Ylva bu sabah saat altıda telefon edip olanları anlattı.”
“Ne yazık ki bu olay basında geniş yer alacak,” dedi Wallander.
“Biliyorum. Ailemizde ikinci cinayet bu.”
“Öyle mi?”
“Evet, ilki 1847’de, daha doğru söylemem gerekirse 12 Nisan 1847’de Karl Evert’in büyük-büyük-büyük amcası, Eslöv dışında bir yerlerde baltayla öldürülmüş. Katil Brun adında ordudan atılan eski bir askermiş. Cinayeti para için işlemiş. O zamanlar ailemiz çok varlıklıymış.”
“Sonra neler olmuş?” diye sordu Wallander sabırsızlığını gizlemeye çalışarak.
“Polis, belki o dönemler için polis yerine şerif demem gerek, her neyse yardımcısıyla birlikte cinayetten birkaç gün sonra yoğun bir çalışma sonucu Danimarka’ya kaçmakta olan Brun’u yakalamış. Ölüme mahkûm edilmiş. Birinci Oskar kral olunca selefi On Beşinci Charles’ın kaldırdığı idam cezasını tekrar yürürlüğe koymuş ve tahta çıkar çıkmaz on dört tutukluyu idam ettirmiş. Brun’un da Malmö dışında bir yerde boynu kesilmiş.”
“Ne garip bir durum.”
“Birkaç yıl önce atalarımızla ilgili bazı araştırmalar yapmıştım. Brun olayıyla Elsöv’deki cinayeti zaten biliyordum.”
“Eğer sizin için bir sakıncası yoksa en kısa zamanda gelip sizinle görüşmek istiyorum.”
Sture Björklund hemen savunmaya geçmişti.
“Ne hakkında?”
“Karl Evert hakkında.” Svedberg’in ilk adını kullanmak Wallander’e çok tuhaf gelmişti.
“Onu doğru dürüst tanımıyordum ki. Ayrıca bugün öğleden sonra Kopenhag’a gideceğim.”
“Bu çok acil ve inanın bana, fazla zamanınızı almayacak.”
Telefonun diğer ucundaki adamdan ses çıkmadı. Wallander bekledi.
“Kaçta?”
“Öğleden sonra iki iyi mi?”
“Kopenhag’a telefon edip bugün gelemeyeceğimi bildireyim.”
Sture Björklund, Wallander’e adresi verdi. Evi kolay bulacağını tahmin etti.
Telefon konuşmasından sonra Wallander olayın bir özetini çıkarmak için yarım saat uğraştı. Svedberg’i yerde yatarken ilk gördüğünde hissettiği o duygunun nereden kaynaklandığını anlamaya çalışıyordu. Nyberg’i de tedirgin eden aynı duyguydu. Bu işte bir terslik vardı. Wallander meslektaşlarından birinin cesediyle karşılaşınca insanın bu tür anlaşılması güç tepkiler vermesinin doğal olabileceğini düşündü. Yine de kendisini alabildiğine tedirgin eden duygunun kaynağını araştırmayı sürdürüyordu.
Saat on gibi kahve almak için dışarı çıktı. Kantin doluydu. Herkes şaşkındı. Wallander bir iki trafik polisiyle sohbet edip bir süre kantinde oyalandı. Sonra odasına dönüp Nyberg’i cep telefonundan aradı.
“Neredesin?” diye sordu Wallander.
“Nerede olabilirim?” diye karşılık verdi ters bir sesle Nyberg. “Hâlâ Svedberg’in evindeyim.”
“Oralarda bir teleskop gözüne ilişti mi?”
“Hayır.”
“Başka bir şey var mı?”
“Av tüfeğinin üstünde birçok parmak izi bulduk. İnceliyoruz.”
“Bunların veri tabanında olmasını umalım, o hâlde.”
“Evet.”
“Hedeskoga’nın dışında oturan Svedberg’in diğer kuzeniyle görüşmeye gidiyorum. Sonra daha fazla inceleme yapmak için Svedberg’in evine geleceğim.”
“Sen geldiğinde bizim işimiz bitmiş olur herhâlde. Basın toplantısına ben de katılmak istiyorum.”
Wallander, Nyberg’in daha önce herhangi bir basın toplantısına katıldığını hatırlamıyordu. Belki Nyberg bu şekilde ne denli üzgün olduğunu ifade ediyor, diye geçirdi içinden. Wallander duygulanmıştı.
“Anahtarları buldunuz mu?” diye sordu kısa bir süre sonra.
“Araba anahtarlarıyla bodrumdaki deponun anahtarı var.”
“Tavan arasında bir şey yok mu?”
“Depo olarak tavan arasını değil bodrumu kullanmış. Basın toplantısına geldiğimde anahtarları veririm.”
Wallander telefonu kapatıp Martinson’un odasına gitti. “Svedberg’in arabası nerede?” diye sordu. “Şu Audi var ya?”
Martinson bilmiyordu. Hansson’a sordular, onun da haberi yoktu. Höglund odasında değildi.