Читать книгу Bir Adım Geriden (Хеннинг Манкелль) онлайн бесплатно на Bookz (8-ая страница книги)
bannerbanner
Bir Adım Geriden
Bir Adım Geriden
Оценить:
Bir Adım Geriden

5

Полная версия:

Bir Adım Geriden

Wallander pencereye yaklaşıp sokağa baktı. Nils Linnman aletleri topluyordu. Robert Tarnberg gitmiş olmalıydı. Birkaç dakika önce bir motosiklet sesi duymuştu.

Kapı çaldı. Wallander boş bulunup yerinden sıçradı. Kapıyı açınca karşısında Ann-Britt Höglund’u gördü.

“İşçiler paydos etti,” dedi Wallander. “Geciktin.”

“Onlara Svedberg’in fotoğrafını gösterdim,” diye karşılık verdi. “Kimse onu görmemiş ya da en azından hatırlamıyor.”

Mutfağa geçip oturdular ve Wallander ona Sture Björklund’la yaptığı görüşmeyi anlattı. Höglund dikkatle onu dinliyordu.

“Eğer söyledikleri doğruysa Svedberg’le ilgili tüm düşüncelerimiz feci şekilde değişecek,” dedi Höglund, Wallander sözlerini tamamladıktan sonra.

“O kadını neden bunca zaman saklamış dersin?”

“Belki kadın evliydi.”

“Kaçamak bir ilişki mi? Yalnızca Björklund’un evinde buluştuklarını mı düşünüyorsun? Bu bana pek olası gelmiyor. Björklund bir yerlere gittiğinde onun evinde yılda yalnızca birkaç kez kalıyorlardı. Kimseye görünmeden buraya gelmesi olanaksız.”

“Ne olursa olsun onu mutlaka bulmalıyız,” diye karşılık verdi Höglund.

“Ben başka bir şey daha düşünüyorum,” dedi Wallander yavaşça. “Bu kadını bir sır gibi sakladığına göre acaba bizden daha başka neleri gizliyordu?”

Wallander, genç kadının, düşüncelerini algıladığını görüyordu.

“Sence bu bir hırsızlık olayı değil, öyle mi?”

“Değil gibi. Teleskop kayıp. Ylva Brink belki bize daha başka nelerin kaybolduğunu söyleyebilir. Ortada garip şeyler dönüyor.”

“Banka hesaplarına baktık,” dedi Höglund. “En azından bulabildiklerimize. Önemli bir şey yok. Ne borcu var ne de alacağı. Arabası için 25.000 kron borç almış bankadan ama banka müdürü Svedberg’in taksitleri her zaman gününde ödediğini söyledi.”

“Ölünün arkasından kötü konuşulmaması gerektiğini biliyorum ama doğruyu söylemem gerekirse ben onun çok cimri biri olduğunu sanıyordum.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Dışarı çıktığımızda hesabı her zaman paylaşırdık ama bahşiş bırakan hep ben olurdum.”

Höglund yavaşça başını salladı. “İnsanları olduklarından farklı değerlendirmemiz çok ilginç. Svedberg’in böyle biri olduğunu bilmiyordum.”

Wallander ona beton karıştırıcıdan söz etti. Sözlerini bitirdiğindeyse kapının anahtarla açıldığını duydular. Nyberg boğazını temizleyinceye dek ikisi de taş kesilmiş, heyecan içinde bekleşiyordu.

“Şu lanet olasıca gazeteler,” dedi. “Nasıl görmediğime hâlâ inanamıyorum.”

Gazeteleri poşete koyup ağzını kapattı.

“Parmak izlerine ilişkin bilgiyi ne zaman alabiliriz?” diye sordu Wallander.

“En erken pazartesi.”

“Ya otopsi raporunu?”

“Onunla Hansson ilgileniyor,” dedi Höglund. “Ama kısa zamanda elimizde olacağını sanıyorum.”

Wallander, Nyberg’e oturmasını söyledikten sonra ona da Louise’i anlattı.

“İnanamıyorum,” dedi Nyberg. “Ben Svedberg’in her zaman yalnız biri olduğunu sanırdım. Peki ya cuma akşamları hiç sektirmeden gittiği sauna? Onunla ilgili bir bilgi var mı?”

“Kopenhag Üniversitesi profesörlerinden birinin bize yalan söylemesi çok da iyi olmaz,” dedi Wallander. “Onun için doğruyu söylediğine inanmalıyız.”

“Ya Svedberg bu Louise olayını uydurmuşsa? Seni doğru anladıysam kimse Louise’i görmemiş.”

Wallander bir an düşündü. Louise, Svedberg’in yarattığı bir hayal ürünü olabilir miydi?

“Peki ama Björklund’un lavabosuyla banyo küvetindeki saçlara ne demeli? Bunların uydurma olmadığı ortada.”

“İnsan neden böyle bir şey uydurur ki?” diye sordu Nyberg.

“Yalnızlıktan,” diye karşılık verdi Höglund. “İnsanlar yalnızlıktan ötürü birçok şeyin özlemini duyduklarından gerçekmiş gibi hayal kurmaktan kendilerini alamaz.”

“Banyoda hiç saç teli gözüne ilişti mi?” diye sordu Wallander.

“Hayır,” diye yanıtladı Nyberg. “Ama istersen bir kez daha bakarım.”

Wallander yerinden kalktı. “Benimle gelin,” dedi.

Oturma odasına gittiler ve Wallander aklına gelen düşünceleri onlara anlattı.

“Bu olayda bir şekilde kesin olmasa da bir başlangıç noktası yakalamaya çalışıyorum,” dedi. “Eğer burada gerçekleşen bir hırsızlık olayıysa o zaman birçok konunun açıklığa kavuşması gerekiyor. Katil içeri nasıl girdi? Elinde neden silah vardı? Svedberg hangi noktada ortaya çıktı? Teleskobun yanı sıra daha başka neler çalındı? Peki Svedberg neden vuruldu? Kavga olduğuna ilişkin herhangi bir delil yok. Hemen hemen her oda darmadağınık ama katilin Svedberg’i evde kovaladığını hiç sanmıyorum. Bulmacanın birçok parçası eksik olduğundan hırsız tezini bir kenara bıraktığımızda acaba neler oldu diye sorup duruyorum kendime. O zaman karşımıza çıkan manzara ne? Bu bir intikam meselesi mi? Bir anlık bir kendini kaybetme sonucu mu? Artık elimizde bir de kadın olduğuna göre kıskançlık konusunu da göz ardı etmemeliyiz ama bir kadın Svedberg’i yüzünden vurabilir mi? Sanmıyorum. Başka ne olasılıklar söz konusu dersiniz?”

Kimse konuşmadı. Onların sessizliği Wallander’in bu olayda somut bir mantık olmadığına ilişkin izlenimini güçlendirmişti. Bu cinayeti adi bir hırsızlık, tutku veya aşk cinayeti ya da başka bir şey olarak sınıflandırmak kolay değildi. Svedberg’in öldürülmesi için somut bir neden yoktu.

“Artık gidebilir miyim?” diye sordu Nyberg sonunda. “Bu akşam bitirmem gereken bazı raporlar var.”

“Yarın sabah toplantımız var.”

“Kaçta?”

“Dokuzda başlamayı düşünüyoruz.”

Nyberg onları oturma odasında bırakıp gitti.

“Her bir yanı sıkıca örtülmüş bir dramı ortaya çıkarmaya çalıştım az önce,” dedi Wallander. “Ne görüyorsun?”

Höglund’un keskin görüşlü olduğunu ve analitik düşünebilme becerisini biliyordu.

“Evin durumuyla başlayalım.”

“Peki.”

“Evdeki karmaşanın olası üç açıklaması var. Telaşlı ya da son derece tedirgin bir hırsız. Ne aradığını bilmemesine karşın bir şeyler arayan biri. Ya da etrafı dağıtmaktan hoşlanan vahşi ve yıkıcı biri. Vandalizm.”

Wallander, genç kadını dikkatle dinlemişti.

“Dördüncü bir olasılık daha var,” dedi. “Öfkesine hâkim olamayan biri.”

Bakıştılar, ikisi de birbirinin ne düşündüğünü biliyordu. Svedberg zaman zaman kontrolünü yitirebilecek kadar öfkelenirdi. Neden öfkelendiğini de anlamak olanaksızdı. Bir keresinde öfkeden odasını darmadağın etmişti.

“Bunu Svedberg de yapmış olabilir,” dedi Wallander. “Bunu da olasılıklarımıza katmalıyız. Daha önce benzeri bir olay yaşadığımızı unutmayalım. Bu da bizi çok önemli bir soruyla karşı karşıya bırakıyor?”

“Neden?”

“Evet. Neden?”

“Svedberg odasını darmadağın ettiğinde yanındaydım ama neden o şekilde davrandığını bir türlü anlamamıştım.”

“O zaman Björk emniyet müdürüydü. Svedberg’i bazı çok önemli eşyalara el koymakla suçlamıştı.”

“Ne tür eşyalara?”

“Çok değerli ikona ve başka şeylere,” diye yanıtladı Wallander. “Büyük bir kaçakçılık olayından ele geçirilen şeylerdi bunlar.”

“Demek Svedberg bunları çalmakla suçlandı?”

“Hayır, görevini tam olarak yerine getirmemekten aslında ama ona güvenilmediği belliydi.”

“Sonra ne olmuştu?”

“Svedberg buna çok içerlemiş ve odasındaki her şeyi paramparça etmişti.”

“İkonalar bulundu mu?” diye sordu Höglund.

“Hayır ama kimse Svedberg’in çaldığını da kanıtlayamadı. Soyguncular da içeri atıldılar.”

“Ama Svedberg buna çok içerledi, öyle mi?”

“Evet.”

“Ne yazık ki bu bir işimize yaramaz. Svedberg kendi evini darmadağın ediyor ama sonra ne oluyor?”

“Bilmiyoruz,” dedi Wallander.

Oturma odasından çıktılar.

“Svedberg’in tehdit aldığını duydun mu hiç?” diye sordu hole geldiklerinde Wallander.

“Hayır.”

“Tehdit edilen var mı?”

“Bunun nasıl olduğunu bilirsin, garip ve imzasız mektuplar ve kimliği belirlenemeyen telefonlar işimizin bir parçası oldu artık,” diye karşılık verdi. “Ama bunlar doğal olarak kayıtlarda var zaten.”

“Son zamanlardaki kayıtlara bir baksana,” diye önerdi Wallander. “Ayrıca Svedberg’e gazete getiren kişiyle de konuşmanı istiyorum.”

Höglund, Wallander’in söylediklerini not defterine yazdı.

“Şu lanet teleskop nerede?” dedi Wallander.

“Louise adındaki kadını nasıl bulacağız?” diye sordu Höglund merakla.

Wallander sokak kapısını açtı.

“Silahın Svedberg’e ait olmadığından emin olabiliriz,” dedi Höglund. “Kayıtlı silahı yoktu.”

“Bunu bilmek iyi oldu.”

Höglund basamakları inmeye başladı. Wallander mutfağa döndü. Bir bardak su içtikten sonra bir şeyler yemesi gerektiğini düşündü. Yorulmuştu. Başını duvara dayadı, gözlerini kapatıp uykuya daldı.

Düşünde kendini karla kaplı dağlarla çevrili bir yerde gördü. Güneş pırıl pırıldı. Kayak takımı, Svedberg’in bodrum katında gördüklerine benziyordu. Gittikçe daha hızlı gidiyordu ve dümdüz kalın bir sis tabakasına doğru ilerliyordu. Aniden önünde bir uçurum açıldı.

Wallander şaşkınlıkla uyandı. Mutfak saatine bakınca topu topu on bir dakika uyuduğunu fark etti.

Kıpırdamadan durarak sessizliği dinledi. Birden telefon sesiyle irkildi. Martinson arıyordu.

“Orada olacağını tahmin etmiştim.”

“Bir şey mi oldu?”

“Eva Hillström beni yine görmeye geldi.”

“Ne istiyormuş?”

“Bir şey yapmazsak olayı basına taşıyacağını söyledi.”

Wallander bu sözleri yanıtlamadan önce bir an durdu. “Ben galiba bu sabah olayı yanlış yönlendirdim,” dedi. “Bunu yarın sabah toplantıda gündeme getirmeyi düşünüyordum.”

“Neyi?”

“Doğal olarak Svedberg önceliğimiz, ama kayboldukları söylenen o gençleri de göz ardı edemeyiz. Bir şekilde her iki mesele için de zaman ayırmalıyız.”

“Bunu nasıl yapacağız?”

“Bilmiyorum, ama işlerimizin bu denli yoğun olması ilk kez başımıza gelmiyor.”

“Bayan Hillström’e seninle konuştuktan sonra onu arayacağıma söz vermiştim.”

“Güzel. Onu sakinleştirmeye çalış. Meseleyle ilgileneceğiz.”

“Buraya gelecek misin?”

“Biraz sonra. Önce Ylva Brink’i görmeliyim.”

“Svedberg cinayetini çözebilecek miyiz dersin?”

Wallander, Martinson’un kaygılarını anlayabiliyordu.

“Evet,” dedi. “Elbette çözeceğiz, ama çok karmaşık şeyler çıkabilir karşımıza.”

Telefonu kapattı. Pencerenin önünden birkaç güvercin uçarak geçti. Birden Wallander’in aklına bir şey geldi.

Höglund cinayette kullanılan silahın Svedberg adına kayıtlı olmadığını söylemişti. Bu da Svedberg’in silahı olmadığı anlamına geliyordu ama gerçek böylesine mantıklı olmayabilirdi. İsveç’te ruhsatsız birçok silah vardı. Bu da polisin çaresini bulamadığı sorunlardan biriydi. Bir polisin de sıradan bir vatandaş gibi ruhsatsız bir silaha sahip olması olası değil miydi? Bunun anlamı neydi? Silah ya gerçekten Svedberg’e aitse? Wallander içindeki yoğun tedirginlik duygusunu yeniden hissetti. Telaşla yerinden kalkıp dışarı çıktı.

8

István Kecskeméti başarısız bir devrimden sonra ülkelerinden ayrılmaya zorlanan Macar göçmenlerle birlikte 40 yıl önce İsveç’e gelmişti. Üç küçük kardeşi ve ebeveyniyle Trelleborg’a geldiğinde on dört yaşındaydı. Mühendis olan babası 1920’li yılların sonuna doğru Stockholm’ün hemen dışındaki Separatör fabrikalarını ziyaret etmişti. Orada kendine uygun bir iş bulmayı ümit etmişti. Ne var ki Trelleborg’dan öteye gidememişlerdi. Feribot terminalinin dik merdivenlerini tırmanırken kalp krizi geçirmişti. İsveç topraklarıyla ikinci karşılaşmasıysa bedeninin ıslak asfalta düşmesiyle gerçekleşmişti. Trelleborg mezarlığında toprağa verilmişti. Ailesi Skåne’de kalmıştı ve István şimdi 54 yaşındaydı. Ystad’da, Hamn Caddesi’ndeki pizzacılardan birinin hem sahibi hem de müdürüydü.

Wallander, István’ın öyküsünü uzun zaman önce duymuştu. Wallander zaman zaman yemeğini orada yerdi ve içerisi çok kalabalık olmadığında da István yanına gelip otururdu.

İçeri girdiğinde saat altı buçuktu, Ylva Brink’le görüşmesine daha yarım saat vardı. Tahmin ettiği gibi içeride kimse yoktu. Mutfaktan gelen radyonun sesi duyuluyordu. István barın yanındaki telefonda konuşuyordu, köşedeki masaya oturan Wallander’e el salladı. Sonra ciddi bir ifadeyle Wallander’in yanına geldi.

“Duyduklarım doğru mu? Bir polis mi öldürülmüş?”

“Ne yazık ki doğru,” diye karşılık verdi Wallander. “Karl Evert Svedberg. Onu tanır mıydın?”

“Buraya geldiğini sanmıyorum,” dedi István. “Bira ister misin? Benden.” Wallander hayır dercesine başını salladı.

“Acelem var, hazırda ne varsa onu getiriver,” dedi. “Kan şekeri yüksek birine uygun bir şeyler olsun.”

István kaygıyla ona baktı.

“Şeker hastası mı oldun?”

“Hayır, ama şeker düzeyim çok yüksek.”

“O zaman şeker hastasısın.”

“Belki ama kalıcı bir hastalık değil. Çok acelem var.”

“Az yağda bonfile soteyle salataya ne dersin?”

“Güzel.”

István gidince Wallander neden şeker hastalığı utanılacak bir şeymiş gibi davrandığını anlamaya çalıştı. Bunda garip bir şey yoktu ki. Şişmanlığından hiç hoşnut değildi, hatta bundan nefret ediyordu. Böylesi bir sorun yokmuş gibi davranmak istiyordu.

Her zamanki gibi yine bir çırpıda yemeğini bitirdi. István bir grup Polonyalı turistin masalarına oturmasını beklerken Wallander kahvesini içiyordu. István’ın Svedberg’in ölümüne ilişkin sorularına yanıt vermek zorunda kalmadığına seviniyordu. Hesabını ödedikten sonra restorandan çıktı.

Saat yedide emniyete gitti. Ylva Brink henüz gelmemişti. Wallander doğruca Martinson’un odasına gitti. Hansson da oradaydı.

“Nasıl gitti?” diye sordu.

“Yeni bir şey yok.”

“Lund’dan bir haber var mı?”

“Yok,” diye karşılık verdi Hansson. “Pazartesiye kadar beklemek zorundayız.”

“Ölüm saatini öğrenmemiz gerekli,” dedi Wallander. “Bunu öğrenir öğrenmez de bir başlangıç noktamız olacacak.”

“Dosyaları inceledim,” dedi Martinson. “Ne cinayet ne de soyguna benziyor.”

“Soygun amaçlı olup olmadığından emin değiliz,” dedi Wallander.

“Başka ne olabilir ki?”

“Bilmiyorum. Şimdi gidip Ylva Brink’le görüşmeliyim. Yarın sabah dokuzda görüşürüz.”

Odasına gidince kendisiyle hemen görüşmek istediğini belirten Lisa Holgersson’un notunu gördü. Wallander onu aradı ama bulamadı, danışmaya gitti. Ebba gitmişti.

“Lisa eve gitti,” dedi danışmadaki polis.

Wallander akşam daha geç bir saatte onu evden aramaya karar verdi. Danışmanın önünde bekledi, birkaç dakika sonra Ylva Brink geldi. Wallander odasına giderlerken kahve isteyip istemediğini sordu ama kadın istemedi.

Bu görüşmede teyp kaydı almaya karar vermişti. Genelde Wallander konuşmaların banda alınmasından yana değildi, bu ona iki kişi arasındaki konuşmaların üçüncü bir kişi tarafından çaktırılmadan dinlenmesi gibi gelirdi ama bu kez Ylva Brink’le yapacağı görüşmenin her sözcüğünü kaydetmek istiyordu. Ylva Brink’e bir sakıncası olup olmadığını sorunca yok yanıtını aldı.

“Bunu bir sorgulama gibi düşünme,” dedi. “Konuştuklarımızı kelimesi kelimesine hatırlamak istiyorum. Bu cihaz benim belleğimden çok daha iyi.”

Kayıt düğmesine basınca bant dönmeye başladı. Saat yediyi on dokuz geçiyordu.

“9 Ağustos 1996, Cuma,” dedi Wallander. “Komiser Karl Evert Svedberg’in kasten ya da kaza sonucu öldürülmesine ilişkin Ylva Brink’le yapılan görüşme.”

“Başka ne tür olasılıklar söz konusu?” diye sordu Ylva Brink.

“Polis terminolojisinde bu tür ağdalı ifadeler çoktur,” dedi Wallander. Kulağa yapmacık geldiğinin bilincindeydi.

“Birkaç saat geçti, bu arada biraz düşünmüş olabilirsin. Büyük olasılıkla sen de bizler gibi neden diye sorup duruyorsundur kendine. Cinayet, cinayeti işleyen kişinin dışında herkese genellikle anlamsız gelir.”

“Hâlâ onun öldürüldüğüne inanamıyorum. Birkaç saat önce eşimle konuştum, gemilerde uydu telefonları var biliyorsun. Kafayı yediğimi düşündü ama olayı kocama anlatırken kendi sesimi duyunca tüm bunların gerçek olduğunu anladım.”

“Seninle aradan biraz zaman geçtikten sonra konuşmayı yeğlerdim ama ne yazık ki soruşturmaya bir an önce başlamamız için şimdi konuşmak zorundayım. Katili en kısa zamanda yakalamak zorundayız. İçimizde bir yara açıldı ve bu yara her geçen dakika daha da büyüyor.”

Ylva Brink onu dikkatle dinliyordu.

“Şu Louise denen kadın,” dedi Wallander. “Karl Evert’in onunla yıllardan beri görüştüğü anlaşılıyor. Onu hiç gördün mü?”

“Hayır.”

“Svedberg sana ondan söz eder miydi?”

“Hayır.”

“Sana ilk kez ondan söz ettiğimde ilk tepkin ne olmuştu?”

“Doğru olduğuna inanmakta zorlanmıştım.”

“Peki, şimdi ne düşünüyorsun?”

“Doğru olduğu ortada ama anlamakta zorlanıyorum.”

“Mutlaka bir ara sen ve Karl Evert neden hiç evlenmediği konusunda bir şeyler konuşmuş olmalısınız. Neden evlenmedi?”

“Bekâr olmaktan çok mutlu olduğunu her fırsatta söylerdi.”

“Bu sözleri söylerken tavrı nasıldı? Garip miydi?”

“Ne demek istiyorsun?”

“Tedirgin miydi? Buruk muydu? Ya da yalan söylüyor gibi miydi?”

“Son derece inandırıcıydı.”

Wallander, Ylva Brink’in sesinde belli belirsiz bir duraksama olduğunu fark etmişti.

“Şu anda aklına bir şey geldiğini sanıyorum.”

Brink bunu hemen yanıtlamadı. Teyp belli belirsiz bir hışırtıyla çalışıyordu.

“Ara sıra onun bir şekilde farklı olduğunu…”

“Yani eşcinsel olduğunu mu demek istiyorsun?”

“Evet.”

“Neden böyle düşünürdün?”

“İnsan her türlü olasılığı düşünmeli.”

Wallander de zaman zaman Svedberg hakkında böyle düşündüğünü hatırladı.

“Doğru, haklısın.”

“Bir keresinde bu konu açılır gibi olmuştu. Birkaç yıl önce bir Noel yemeğine çağrılmıştı. Onu davet eden kişiyi ikimiz de tanıyorduk ve onun eşcinsel olup olmadığını tartışmıştık. Svedberg’in bu konuya nasıl bir tepki verdiğini dün gibi hatırlıyorum.”

“Arkadaşınızın eşcinsel olmasına mı tepki göstermişti?”

“Genel bağlamda eşcinsellikle ilgili tepki göstermişti. Çok tatsız bir konuşmaydı. Oysa ben onun her zaman anlayışlı ve hoşgörülü biri olduğunu sanırdım.”

“Sonra ne oldu?”

“Hiçbir şey. Bu konuyu bir daha açmadık.”

Wallander bir an düşündü. “Şu Louise’i nasıl bulabiliriz dersin?”

“Hiçbir fikrim yok.”

“Svedberg hiçbir zaman Ystad’dan ayrılmadığına göre Louise de burada ya da buraya çok yakın bir yerde oturuyor olmalı.”

“Öyle anlaşılıyor.”

Ylva Brink saatine baktı.

“Kaçta işbaşı yapman gerekiyor?” diye sordu Wallander.

“Yarım saat sonra. İşe geç kalmaktan hoşlanmam.”

“Aynen Karl Evert gibi. O da çok dakikti.”

“Evet, öyleydi. Nasıl derler, ha, saat gibi.”

“Svedberg nasıl biriydi?”

“Bu soruyu daha önce de sormuştun.”

“Evet, yine soruyorum.”

“İyi bir insandı.”

“Ne demek istiyorsun?”

“İyi. İyi bir insan. Onu daha başka nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum. Zaman zaman öfkelenen iyi bir insandı ama bu çok da sık olmazdı. Biraz da utangaçtı. İşine sadıktı. Bazıları onun sıkıcı biri olduğunu düşünebilir. Soğuk, mesafeli ve yavaş biri olabilirdi ama çok zekiydi.”

Wallander, Ylva Brink’in Svedberg’i çok güzel tanımladığını düşündü, roller değişseydi o da Svedberg için hemen hemen aynı şeyleri söylerdi.

“En iyi arkadaşı kimdi?”

Ylva Brink’in yanıtı Wallander’i çok şaşırtmıştı.

“Sen olduğunu sanıyorum.”

“Ben mi?”

“Her zaman ‘Kurt Wallander benim en iyi arkadaşım,’ derdi.”

Wallander çok şaşırmıştı. Oysa Svedberg onun için her zaman bir iş arkadaşı olmuştu. İş dışında hiç birlikte olmamışlardı. Rydberg’le olduğu gibi asla onunla dost olmamıştı. Aslında Höglund, Rydberg’in yerini alıyordu.

“Bu beni çok şaşırttı,” dedi sonunda Wallander. “Böyle düşündüğünü bilmiyordum.”

“Sen ne düşünürsen düşün o seni en iyi arkadaşı olarak görmüş demek.”

“Evet.”

Wallander birden Svedberg’in ne denli yalnız olduğunu fark etti. Svedberg’in dostluk anlayışı içini burkmuştu. Bakışlarını bir an için teybe çevirdi ama hemen sonra konuşmayı sürdürmesi gerektiğine karar verdi.

“Birlikte zaman geçirdiği başka arkadaşları var mıydı?”

“Kızılderili kültürüyle ilgili çalışmalar yapan bir dernekle bağlantı hâlindeydi. Derneğin adı da yanılmıyorsam ‘Kızılderili Bilimi’ydi ama genelde yazılı iletişim kurarlardı.”

“Başka?”

“Zaman zaman da kasabada oturan emekli bir banka müdüründen söz ederdi. O da astronomiye ilgi duyuyormuş.”

“Adını hatırlıyor musun?”

Ylva Brink bir an düşündü. “Sundelius. Bror Sundelius. Onunla hiç karşılaşmadım.”

Wallander bu adı not defterine yazdı.

“Aklına gelen başka birileri var mı?”

“Ben ve kocam.”

Wallander konuyu değiştirdi.

“Son haftalarda tavırlarında farklı, alışılmışın dışında bir şeyler gördüğünü hatırlıyor musun? Kaygılı mıydı, yoksa dalgın ya da içe kapanık mıydı?”

“Aşırı çalıştığı dışında kayda değer başka bir şey söylememişti.”

“Peki neden çok çalıştığını da söylemiş miydi?”

“Hayır.”

Wallander bir şey sormayı unuttuğunu fark etti. “Aşırı çalıştığını söylemesi seni şaşırtmış mıydı?”

“Hayır.”

“Genelde duygularından söz eder miydi?”

“Bu daha önce aklıma gelmeliydi,” dedi Ylva Brink. “Onu tanımlarken bir şeyi unuttum. Hastalık hastasıydı. Küçük, basit bir ağrı onu perişan edebilirdi. Ayrıca mikroplardan da çok korkardı.”

Wallander ellerini yıkamak için Svedberg’in ne denli sıklıkla lavaboya gittiğini çok iyi hatırlıyordu. Nezle olanlarla konuşmamaya, iletişim kurmamaya özen gösterirdi. Ylva Brink bir kez daha saatine baktı. Zaman daralıyordu.

“Silahı var mıydı?”

“Bildiğim kadarıyla yoktu.”

“Bana söylemek istediğin, önemli olabileceğini düşündüğün bir şey var mı?”

“Onu özleyeceğim. Belki harika biri değildi ama tanıdığım en şerefli insandı. Onu çok özleyeceğim.”

Wallander teybi kapatıp Ylva Brink’in arkasından kalktı. Ylva çaresizlikle ellerini iki yana açtı.

“Cenaze konusunda ne yapacağımı bilmiyorum,” dedi. “Sture küllerinin rahip ve cemaat olmadan rüzgârla birlikte uçuşması gerektiğine inanıyor ama Svedberg’in bu konuda ne düşündüğünü bilmiyorum.”

“Vasiyeti yok mu?”

“Bildiğim kadarıyla yok. Olsaydı mutlaka bana söylerdi.”

“Bankada kasası var mı?”

“Yok.”

“Olsaydı sana söyler miydi?”

“Evet.”

“Polis de cenazeye katılacak,” dedi Wallander. “Lisa Holgersson’a seni aramasını söylerim.”

Ylva Brink cam kapıdan dışarı çıktı. Wallander odasına döndü. Bir isim daha ortaya çıkmıştı: Bror Sundelius. Wallander rehberde numarayı ararken bir yandan da Ylva Brink’le yaptığı konuşmayı düşünüyordu. Kendisinin bilmediği bir şey söylemiş miydi? Şu Louise denilen kadın gerçekten de iyi saklanmış bir sırdı. Hem de çok iyi saklamış, diye geçirdi içinden Wallander. Bazı şeyleri not etti. İnsan bir kadını neden bunca zamandan beri sır gibi saklar? Ylva Brink ona Svedberg’in eşcinsellere karşı abartılı tavrından ve hastalık hastası olduğundan söz etmişti. Ayrıca emekli bir banka müdürüyle zaman zaman bir araya gelip gökyüzünü incelediklerini de söylemişti. Wallander kalemini masaya bırakıp arkasına yaslandı. Svedberg’le ilgili düşünceleri bu konuşmadan sonra pek değişmemişti. Bilmediği ve çok şaşırdığı tek şey Louise olayıydı. Bu söylenenlerin hiçbiri de bu ölümü açıklayamıyordu.

Birden tüm dramın açık seçik gözlerinin önünde canlandığını hissetti. Svedberg o gün işe gelmemişti çünkü ölmüştü. Evine giren hırsız onu ânında öldürmüş ve kolunun altına sıkıştırdığı teleskopla evden kaçıp gitmişti. Bu kasten öldürme değildi, tersine son derece sıradan ve ürkütücü bir cinayetti. Bu olayın başka olası bir açıklaması da yoktu.


Saat sekizi on geçe Wallander, Lisa Holgersson’u evinden aradı. Holgersson cenaze töreniyle ilgili bir şeyler konuşmak istediğini söyleyince Wallander ona Ylva Brink’i aramasını söyledi. Sonra da o gün öğleden sonra öğrendiklerini anlattı. Ayrıca soygun teorisine inanmak üzere olduğunu da sözlerine ekledi.

“Emniyet Genel Müdürü aradı,” dedi Holgersson. “Başsağlığı dileyip üzüntülerini iletti.”

“Bu söylediğin sırayla mı konuştu?”

“Evet.”

Wallander ertesi sabah saat dokuzda toplantı yapılacağı ve herhangi bir gelişme olursa kendisine hemen haber verileceğini söyledi. Wallander telefonu kapattıktan sonra bu kez Sundelius’un numarasını çevirdi ama telefon açılmadı. Telesekreter de yoktu.

Ahizeyi yerine koyarken bir kez daha içinde garip bir duygu hissetti. Bu noktadan nereye gitmesi gerekiyordu? Sabırsızlığının gitgide arttığının farkındaydı ama öncelikle otopsi raporuyla adli tıbbın delillerini beklemesi gerektiğini de biliyordu.

Ylva Brink’le yaptığı konuşmayı banttan bir kez daha dinlemeye hazırlanırken Ylva’nın gitmeden önce Svedberg’in son derece şerefli biri olduğuna ilişkin söyledikleri aklına geldi. Kapı vuruldu ve Martinson içeri girdi.

“Kapıda bir grup sabırsız gazeteci bekleşiyor,” dedi. Wallander yüzünü buruşturdu.

“Onlara söyleyecek yeni bir şeyimiz yok.”

“Bence onlara daha önce söylediklerimizi yinelesek de olur, yeter ki biri çıkıp onlarla konuşsun.”

“Onlardan kurtulamaz mısın? Elimize somut bir şey geçtiğinde basın toplantısıyla bunu açıklayacağımıza söz ver.”

bannerbanner