Полная версия:
Bir Adım Geriden
Martinson saatine baktı.
“Evine yakın garajlardan birinde olmalı,” dedi. “Saat on birden önce gidip gelirim.”
Wallander odasına döndü. İnsanlar çiçek göndermeye başlamıştı bile. Ebba’nın gözleri kan çanağına dönmüştü ama Wallander ona bir şey söylemedi. Hızlı adımlarla Ebba’dan uzaklaştı.
Basın toplantısı tam zamanında başladı. Toplantıdan sonra Wallander, Lisa Holgersson’un toplantıyı büyük bir sakinlikle yönettiğini düşündü. Holgersson’a kimsenin böylesi bir toplantıyı bu denli başarıyla yönetemeyeceğini söyledi. Üniformasını giymişti ve önündeki masanın üstünde de iki demet gül vardı. Konuşması açık ve netti. Konuyu dağıtmamıştı. Basın mensuplarına herkesin bildiği gerçekleri açıklamıştı ve bu kez sesi titrememişti. Herkesin sevdiği ve saydığı meslektaşı Karl Evert Svedberg evinde ölü bulunmuştu. Ölüm saatiyle neden öldürüldüğüne ilişkin henüz somut bir bilgi yoktu ama elde edilen bulgular Svedberg’e silahlı birinin saldırdığı yönündeydi. Polisin elinde henüz bir kanıt yoktu. Konuşmasını Svedberg’in kariyer ve karakterinden bahsederek bitirdi. Wallander, Holgersson’un Svedberg’i abartmadan anlattığını düşünüyordu. Müdür konuşmasını tamamladıktan sonra gazeteciler Wallander’e bir iki soru yönelttiler. Nyberg cinayet aletinin Lambert Baron av tüfeği olduğunu açıkladı.
Toplantı yarım saatte bitmişti. Daha sonra Sydntt gazetesinden gelen bir gazeteci Holgersson’la söyleşi yaparken Wallander de akşam gazetelerinden gelen gazetecilerin sorularını yanıtladı. Gazeteciler Lilla Norre Caddesi’ndeki binanın önünde poz vermesini istediklerinde Wallander’in de sabrı tükenmeye başlamıştı.
Öğlene doğru Holgersson soruşturma ekibini evine yemeğe davet etti. Wallander ve Holgersson, Svedberg’le ilgili anılarından söz ettiler. Svedberg’in neden polis olmaya karar verdiğini bilen tek kişi Wallander’di.
“Karanlıktan korkarmış,” dedi Wallander. “Öyle söylemişti. Bu çocukluğundan beri peşini bırakmayan bir korkuymuş ve ne kaynağını ne de bu korkudan nasıl kurtulacağını biliyormuş. Bu korkusuyla baş edebileceğini düşündüğünden polis olmuş ama korkudan yine kurtulamamıştı.”
Saat bir buçukta emniyete döndüler. Martinson, Wallander’le birlikteydi.
“Çok iyi idare etti,” dedi Martinson.
“Lisa işinde çok başarılı,” diye karşılık verdi Wallander. “Ama sen bunu zaten biliyorsun, değil mi?”
Martinson karşılık vermedi.
Birden Wallander’in aklına bir şey geldi. “Audi’yi buldun mu?”
“Binanın hemen arkasında özel bir garaj var. Orada. Gidip gördüm.”
“Bagajında teleskop var mıydı?”
“Bagajda yalnızca yedek bir lastikle bir çift çizme vardı. Torpido gözünde de böcek kovucu bir sprey.”
“Ağustosta arı çok olur,” dedi Wallander.
Emniyete geldiklerinde herkes kendi odasına gitti. Nyberg öğle yemeğinde anahtarları Wallander’e vermişti ama Wallander, Svedberg’in evine gitmeden önce Hedeskoga’ya gitti. Sture Björklund adresi çok güzel vermiş, diye geçirdi içinden, kasabanın hemen dışındaki küçük çiftlik evine saparken. Evin önünde küçük bir havuzla oldukça geniş bir çim alan vardı. Çimin üstünde alçı heykeller göze çarpıyordu. Wallander şaşkınlıkla bu heykellerin tümünün de şeytana benzediğini gördü. Sosyoloji profesörünün bahçesinde başka ne bekliyordum, dedi kendi kendine. Düşünceleri bot giyen, yıpranmış deri ceketli ve kenarları yırtık hasır şapkalı bir adamla karşılaşınca dağıldı. Adam oldukça uzun boylu ve zayıftı. Wallander yırtık şapkanın arasından Svedberg’le kuzeninin birbirine ne kadar benzediğini gördü. İkisi de keldi.
Wallander bir an için şaşırmıştı. Profesör Björklund’u çok daha farklı hayal etmişti. Güneş yanığı yüzü ve birkaç günlük sakalıyla profesör karşısında duruyordu. Wallander, Kopenhag’daki profesörlerin derslerine tıraş olmadan girip girmediklerini merak etti ama sonra henüz ağustos başı olduğunu, güz döneminin henüz başlamadığını ve dolayısıyla Björklund’un büyük olasılıkla başka bir iş için Kopenhag’a gideceğini düşündü.
“Umarım sizi rahatsız etmedim,” dedi Wallander.
Sture Björklund başını arkaya atarak bir kahkaha patlattı. Wallander bu kahkahadaki gizli alayı fark etmişti.
“Her cuma Kopenhag’da bir hanımla buluşurum,” dedi Sture Björklund. “Siz isterseniz buna metres diyebilirsiniz. İsveçli polislerin metresleri var mıdır?”
“Olduğunu sanmıyorum,” diye yanıtladı Wallander.
“İnsanın metresinin olması birçok sorunun çözümünü de beraberinde getirir,” dedi Björklund. “Böylelikle insanlar evliler gibi gece geç saatlere kadar tartışıp birbirlerine bir şeyler fırlatmaz, iş çığrından çıkmaz. Kimse kimseyi ciddiye almaz.”
Yırtık şapkalı adamın insanın tüylerini ürperten kahkahası Wallander’in sinirine dokunmaya başlamıştı.
“Evet ama cinayet ciddiye alınacak bir şey,” dedi.
Sture Björklund onaylarcasına başını sallayıp şapkasını çıkardı. Bu davranışında sanki yas tutmaya hazırlanır gibi bir tavır hissediliyordu.
“İçeri girelim,” dedi.
Wallander daha önce hiç böyle bir ev görmemişti. Dıştan bakıldığında tipik bir İskandinav çiftlik evine benziyordu ama Wallander’in içine girdiği dünya bambaşkaydı. Evde tek bir duvar bile yoktu, ev aslında çatı kirişleriyle tutturulmuş büyük bir oda görünümündeydi. Sağda ve solda kule benzeri demir ve tahtadan yapılmış basamaklar vardı. Evin arka tarafındaki duvarın tamamı bir akvaryumla kaplanmıştı. Sture Björklund, Wallander’i iki yanında bir kilise sırası ve tahta bir tabureyle çevrili büyük bir tahta masaya doğru götürdü.
“Oturacağın yerin her zaman sert olması gerektiğini düşünürüm,” dedi Björklund. “Yemek yerken, düşünürken ya da bir polis memuruyla konuşurken rahat olmayan sıralar işinizi bir an önce bitirmeniz için sizi zorlar.”
Wallander sıraya oturdu. Gerçekten de çok rahatsızdı.
“Eğer duyduklarım doğruysa Kopenhag Üniversitesi’nde profesörsünüz.”
“Sosyoloji dersi veriyorum ama ders yoğunluğumu elimden geldiğince en aza indirmeye çalışıyorum. Araştırmalarımla daha çok ilgileniyorum ve bu araştırmaları evden de yapabilirim.”
“Pek alakası yok ama yine de sormak istiyorum. Şu anda ne üzerinde çalışıyorsunuz?”
“İnsanlığın canavarlarla olan ilişkisi.”
Wallander, Sture Björklund’un şaka yapıp yapmadığını anlayamamıştı. Konuşmasını sürdürmesi için bekledi.
“Orta Çağ’daki canavarlar 18. yüzyıldakilerle aynı değildi. Tıpkı gelecek kuşakların bizlere benzemeyeceği gibi onlar da çok farklıydı. İçinde yaşadığımız bu dünya karmaşık ve büyüleyici. Terör de sürekli boyut değiştiriyor. Ayrıca bu tür çalışmalar fazladan para kazanmamı da sağlıyor ama tek amacım bu değil.”
“Peki amacınız ne?”
“Korku filmleri çeken bir Amerikan film şirketine danışmanlık yapıyorum. İş ticari teröre geldiğinde dünyada en çok aranan danışmanlardan biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Hawaii’de bir Japon var ama ondan hemen sonra da ben geliyorum.”
Wallander karşısında oturan bu adamın deli olup olmadığını düşünürken adam ona masadaki bir resmi uzattı.
“Ystad’da yedi yaşındaki çocuklarla canavarlar hakkında konuştum. Onların canavarlara ilişkin düşüncelerini kendiminkilerle birleştirince ortaya bu şekil çıktı. Amerikalılar buna bayılıyor. Yedi ve sekiz yaşındaki çocukları korkutmayı amaçlayan bir dizi çizgi filmde başrolü oynayacak.”
Wallander kendisine uzatılan resme baktı. Son derece tedirgin ediciydi. Masaya bıraktı.
“Ee, ne düşünüyorsunuz, Komiserim?”
“Bana Kurt diyebilirsiniz.”
“Ne düşünüyorsunuz?”
“Tatsız. Tedirgin edici.”
“Bizler de tatsız ve tedirgin edici bir dünyada yaşıyoruz.”
Şapkasını çıkarıp masaya bıraktı. Wallander birden odaya yayılan ter kokusuyla irkildi.
“Geçenlerde telefonumu kapattırmaya karar verdim,” dedi Björklund. “Beş yıl önce de televizyonumdan kurtulmuştum. Şimdi de telefondan kurtulacağım.”
“Bu size sorun yaratmayacak mı?”
Björklund ona ciddi bir tavırla baktı. “Dış dünyayla nasıl ve ne zaman ilişki kuracağıma karar verme hakkımı kullanacağım. Bilgisayarımı atmıyorum ama telefonu atıyorum.”
Wallander başını onaylarcasına sallayarak konuyu değiştirdi.
“Kuzeniniz Karl Evert Svedberg öldürüldü. Ylva Brink dışında onun tek akrabası sizsiniz. Onu en son ne zaman görmüştünüz?”
“Yaklaşık üç hafta önce.”
“Kesin bir tarih verebilir misiniz?”
“19 Temmuz Cuma günü saat 16.30’da.”
Yanıtın bu denli çabuk gelmesine Wallander çok şaşırmıştı. “Günü ve saati nasıl oldu da bu kadar çabuk hatırladınız?”
“Çünkü o zaman buluşmayı kararlaştırmıştık. Ben bazı arkadaşlarımı görmek için İskoçya’ya gidiyordum, Kalle de her zamanki gibi ben yokken burada kalacaktı. Ben yolculuğa çıkarken ve bu yolculuklardan döndüğümde birbirimizi görebiliyorduk.”
“Neden bu evde kaldı?”
“Burada oturuyordu.”
Yanıt Wallander’i çok şaşırtmıştı ama Björklund’dan kuşkulanmasını gerektiren bir şey de yoktu ortada.
“Bu hep böyle miydi? Yani siz yolculuğa çıktığınızda o gelip sizin evinizde mi kalıyordu?”
“En aşağı on yıldan beri böyleydi. Harika bir düzen kurmuştuk.”
Wallander kısa bir an düşündü. “Ne zaman döndünüz?”
“27 Temmuz’da. Kalle beni havaalanında karşıladı. Arabasıyla buraya geldik. Bir süre sohbet ettik, sonra o Ystad’a döndü.”
“İşlerinin çok yoğun olduğu hissine kapıldınız mı?”
Björklund başını arkaya atıp insanın tüylerini ürperten kahkahasını patlattı.
“Sanırım dalga geçiyorsunuz, ama ölünün arkasından dalga geçmek saygısızlık değil midir?”
“Dalga geçmiyordum. Son derece ciddiyim.”
Björklund gülümsedi. “Kadınlarla yoğun ve tutkulu bir ilişkiye girdiğimizde galiba hepimiz biraz aşırı yoğun çalışıyor gibi görünürüz?”
Wallander şaşkınlıkla Björklund’a baktı.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Ben İskoçya’dayken Kalle sevgilisiyle burada buluşuyordu. Aslında bu da planın bir parçasıydı. Ben İskoçya’ya ya da başka bir yere gittiğimde onlar burada kalırdı.”
Wallander iç çekti.
“Şaşırmış gibisiniz,” dedi Björklund.
“Her zaman aynı kadınla mı birlikte oluyordu? Kadının adı ne?”
“Louise.”
“Soyadı?”
“Bilmiyorum. Onunla hiç karşılaşmadım. Kalle onun hakkında konuşmazdı.”
Wallander şaşkınlık içindeydi. Svedberg’in bir kadınla ilişkisi olduğunu bilmiyordu, hele uzun süreli bir ilişkisi olduğu doğrusu hiç aklına gelmezdi.
“Bu kadınla ilgili başka neler biliyorsunuz?”
“Hiçbir şey.”
“Ama Kalle mutlaka bir şeyler söylemiş olmalı.”
“Söylemedi. Ben de sormadım. Bizler galiba alışılmışın dışında meraksız bir aileyiz.”
Wallander’in başka sorusu yoktu. Şu anda tek gereksinimi az önce duyduklarını hazmedebilmek için gerekli zamandı. Ayağa kalkınca Björklund kaşlarını çattı.
“Hepsi bu kadar mı?”
“Şimdilik, ama yine görüşeceğiz.”
Björklund onu kapıya kadar götürdü. Hava sıcaktı. Rüzgâr yoktu.
“Onu kimin öldürmüş olabileceğini düşünüyorsunuz?” diye sordu Wallander arabasına yaklaştığında.
“Hırsızlık olayı değil mi? Köşe başında kimin kimleri beklediğini nereden bileceksiniz?”
El sıkıştılar, Wallander arabasına bindi. Arabasını çalıştırırken Björklund cama doğru eğildi.
“Bir şey daha var,” dedi. “Louise saçlarının rengini sıklıkla değiştirir.”
“Bunu nereden biliyorsunuz?”
“Lavabonun içi saçla dolu olurdu da ondan. Bir yıl kızıl, ertesi yıl siyah, sonra da sarı. Her zaman farklıydı.”
“Ancak siz onun aynı kişi olduğunu düşünüyorsunuz, değil mi?”
“Ben Kalle’nin ona sırılsıklam âşık olduğunu düşünüyorum.”
Wallander onaylarcasına başını salladı. Sonra da arabayı sürdü. Saat üç olmuştu. Bir tek şey kesin, diye geçirdi içinden Wallander, birkaç gün önce öldürülen arkadaşımız ve meslektaşımız Svedberg’i meğerse hiçbirimiz tanımıyormuş.
Saat üçü on geçe Wallander arabasını kent meydanına park ettikten sonra Lilla Norre Caddesi’ne doğru yürüdü. Nedenini bilmeden adımlarını hızlandırdı. Birden çok önemli bir şey oluyormuş gibi bir hisse kapılmıştı.
7
Wallander bodruma indi. Yüksek basamaklar onda sıradan bir bodrum katından çok daha derin bir yere iniyormuş gibi bir duygu yaratmıştı, sanki yeraltı dünyasına giriyormuş gibi hissetti. Mavi çelik kapının önüne gelince Nyberg’in verdiği anahtarlar arasından bodrum katının anahtarını bulup kapıyı açtı. İçerisi karanlıktı ve rutubet kokuyordu. Arabadan aldığı el fenerini yakıp duvarlara doğru tuttu. Sonunda elektrik düğmesini buldu. Odanın tavanı sanki kısa boylular için yapılmışçasına alçaktı. Dar koridorda ilerleyip her iki yanında da ızgaralar olan depo alanına geldi. İsveç’teki bodrum katlarında bulunan depoların, içinde tutuklu yerine eski kanepelerin, kayakların ve bir dizi valizlerin bulunduğu hücrelere benzediğini unutmuştu. Svedberg’in deposu koridorun ucundaydı. Deponun kapısında çelik kol demiri vardı. Kol demirinin iki ucuna da asma kilit takılmıştı. Bu kilitleri Svedberg koymuş olmalı, diye geçirdi içinden. İçeride yitirmekten korktuğu bir şey mi var acaba?
Wallander plastik eldivenleri eline geçirip kilidi dikkatle açtı, sonra da depo bölümünün ışığını yakıp çevresine bakındı. Bir depoda olabilecek her türlü eşya Svedberg’in deposunda da vardı. Depoyu baştan sona incelemesi bir saatini almıştı. Olağan dışı bir şey bulamadı. Sonunda yerinde doğrulup bir kez daha baktı. Pahalı bir teleskop gibi orada mutlaka olması gerektiğine inandığı bir şeyi arıyordu gözleri ama ne yazık ki yoktu. Bodrum katından dışarı çıkıp kapıyı kilitledi.
Gün ışığına geri dönmüştü. Çok susadığından ana meydanın güneyindeki kafeye gidip maden suyuyla kahve içti. Çörek almamak için elinden geleni yaptı ama iradesine yenilip bir de çörek yedi.
Yarım saatten daha kısa bir süre içinde Svedberg’in evinin kapısına geri gelmişti. İçeride ölümcül bir sessizlik vardı. Wallander içeri girmeden önce soluğunu tuttu. Her zamanki gibi kapı polis kordonu altına alınmıştı. Kordonu hafifçe kaldırdı, cebinden evin anahtarını çıkarıp kapıyı açtı ve içeri girdi. Girer girmez de caddeden gelen beton karıştırıcının sesini duydu. Oturma odasına gitti, istemeyerek Svedberg’in cesedinin yattığı noktaya baktı, sonra da penceyere yaklaştı. Beton karıştırıcı binaların arasındaydı. İnşaat malzemeleri büyük bir kamyondan yere indiriliyordu. Birden aklına bir şey geldi. Evden dışarı çıkıp sokağa çıktı. Gömleğini çıkarmış orta yaşlı bir adam karıştırıcının içine su katıyordu. Başıyla Wallander’i selamladı. Wallander onun ânında kendisinin polis olduğunu anladığını fark etti.
“Orada olanlar korkunç,” diye bağırdı adam karıştırıcının sesini bastırmak istercesine.
“Konuşmalıyız,” diye bağırdı Wallander.
Adam gölgede sigara içen daha genç bir işçiye seslendi. Genç yanlarına gelip adamın elinden hortumu aldı. Sonra Wallander’le birlikte daha sessiz olan yan köşeye gittiler.
“Neler olduğunu biliyor musun?” diye sordu Wallander işçiye.
“Svedberg adında bir polis öldürülmüş.”
“Evet doğru. Burada ne zamandan beri çalışıyorsun? İnşaat yeni başlamış gibi?”
“Pazartesi başladık. Binanın girişini yeniliyoruz.”
“Karıştırıcıyı kullanmaya ne zaman başladınız?”
İşçi düşündü. “Salı olmalı,” dedi. “Sabah on bir sularında.”
“O günden beri de çalışıyor mu?”
“Çalışıyor sayılır. Sabah yediden beşe dek çalıştırıyoruz. Bazen biraz daha fazla da çalışabiliyor.”
“İnşaat başladığından beri karıştırıcı hep burada mı?”
“Evet.”
“O hâlde binaya giren ve çıkanları net olarak gördün demek.”
İşçi birden Wallander’in sorusunun ciddiyetini kavrayınca yüzünde çok ciddi bir ifade oluştu.
“Burada oturanları herhâlde tanımıyorsun,” dedi Wallander. “Ama bazılarını bir kereden fazla görmüş olmalısın.”
“Polis memurunun nasıl biri olduğunu bilmiyorum, eğer bunu sormak istiyorsanız.”
Bu Wallander’in aklına gelmemişti.
“Şimdi bir arkadaşımı arayıp onun fotoğrafını getirmesini söyleyeceğim,” dedi. “Adın ne senin?”
“Nils Linnman, televizyonda şu belgesel programları yapan adamın adı gibi.”
Wallander elbette Nils Linnman’ı çok iyi tanıyordu. Aslında onu herkes tanırdı.
“Burada çalıştığın süre içinde olağan dışı bir şey gözüne ilişti mi?” diye sordu Wallander, bir an önce bir ipucu bulma umuduyla.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Oldukça tedirgin görünen biri ya da çok acelesi varmış gibi koşar adımlarla yürüyen biri gibi. Bazen insan gördüğü bir şey karşısında tedirgin olur ya, onun gibi bir şey işte.”
Linnman düşünceye daldı. Wallander bekledi. Yine tuvalete gitmesi gerekiyordu.
“Hayır,” dedi sonunda Linnman. “Hatırlamıyorum ama Robban bir şeyler görmüş olabilir.”
“Robban mı?”
“Benim yerime karıştırıcının başına geçen genç, ama pek sanmıyorum. Onun için varsa yoksa motosiklet, başka bir şeyle ilgilendiği yok.”
“Bir de ona soralım,” dedi Wallander. “Bu arada aklına bir şey gelirse lütfen hemen beni ara.”
Wallander cebinden kartını çıkarıp uzattı, Linnman kartı iş tulumunun cebine attı.
“Robban’ı göndereyim.”
Robban’la görüşmesi kısa sürmüştü. Gerçek adı Robert Tarn-berg’di ve o binada birinin öldürüldüğünü laf arasında duymuştu. Garip bir şey dikkatini çekmemişti. Wallander karşıdan karşıya bir fil geçse onun da farkında olmayacak, diye içinden geçirdiği için ona kartını vermeye gerek duymadı. En azından kimsenin silah sesini neden duymadığına ilişkin tatmin edici bir yanıt vardı artık elinde.
Mutfağa gidip emniyeti aradı. Emniyette yalnızca Höglund vardı. Wallander inşaat işçilerine göstermek için Svedberg’in bir fotoğrafını alıp gelmesini istedi ondan.
“Orada elinde Svedberg’in fotoğrafı kapı kapı dolaşan polislerimiz var,” dedi Höglund.
“Ama işçilerle görüşmedikleri anlaşılıyor.”
Wallander hole çıktı, sonra durup, konuyla ilgisi olmayan düşüncelerden kendini arındırmaya çalıştı. Yıllar önce Wallander, Malmö’den Ystad’a taşındığında Rydberg ona şu öğüdü vermişti: Tüm dış etkenlerden kendini yavaş yavaş soyutla. Katil her zaman arkasında ipucu bırakır, bir şekilde görmeye çalış.
Wallander ön kapıyı açar açmaz en azından bir ayrıntının doğru olmadığını gördü. Holdeki aynanın hemen altındaki sepette bir yığın gazete vardı, Svedberg’in abone olduğu yerel gazetelerden Ystad Allehanda’ydı bunlar. Ancak en azından birinin orada olması gerektiği hâlde, posta deliğinin altında tek bir gazete bile yoktu. Aradan iki ya da üç gün geçmişti. Belki de biri yerdeki gazeteleri toplamıştı. Mutfağa gidince çarşamba ve perşembe günlerinin gazetelerinin tezgâhın üstünde olduğunu gördü. Cumanın gazetesiyse masanın üstünde duruyordu.
Wallander cep telefonundan Nyberg’i aradı. Nyberg hemen telefona yanıt verdi, Wallander konuşmasına beton karıştırıcıdan başladı. Nyberg’in sesi kuşku doluydu.
“Ses içeri doğru geliyor,” dedi. “Beton karıştırıcı çalıştığında sokaktaki insanların içeriden gelen silah seslerini duymaları pek olası değil ama binanın içi dersen o ayrı bir konu. Ses binalarda farklı şekillerde yansır. Bunu bir yerde okumuştum.”
“O zaman belki de ses deneyleri yapsak iyi olacak,” dedi Wallander. “Beton karıştırıcıyla ve onsuz. Tabii bu deneyleri yaparken de komşulara kesinlikle bir şey söylemeyeceğiz.”
Nyberg karşı çıkmadı.
“Ama ben seni aslında gazete için aramıştım,” dedi Wallander. “Ystad Allehanda.”
“Mutfak masasının üstüne ben koydum,” dedi Nyberg. “Ama tezgâhın üstündekilerden başkası sorumlu.”
“Parmak izlerini almalıyız,” dedi Wallander. “Gazeteleri oraya kimin koyduğunu bilmiyoruz.”
Nyberg bir an için konuşmadı. “Haklısın,” dedi sonra da. “Nasıl oldu da ben bunu atladım?”
“Onlara dokunmam,” dedi Wallander.
“Orada ne kadar kalacaksın?”
“En azından iki ya da üç saat.”
“Beni bekle.”
Wallander mutfaktaki çekmecelerden birini açtı, çekmedeki kalemlerle not defterlerini görünce bunları daha önce de gördüğünü anımsadı. Nils Linnman’la Robert Tarnberg’in adlarını yazdıktan sonra birinin gazeteleri getiren kişiyle konuşması gerektiğini not etti. Sonra da hole döndü. İpuçları, izler ve gölgeler demişti Rydberg ona. Gözleri holü tararken soluğunu tuttu. Svedberg’in yaz kış üstünden çıkarmadığı deri ceketi kapının yanında asılı duruyordu. Wallander ceketin ceplerini karıştırınca Svedberg’in cüzdanını buldu.
Nyberg amma da dikkatsizmiş, diye geçirdi içinden.
Mutfağa geri gidip cüzdanı masanın üstüne boşalttı. Cüzdandan 847 kron, bir banka kartı, benzincinin kartı ve bazı kartvizitler çıkmıştı. Komiser Svedberg, yazıyordu tüm kimliklerin üstünde. Polis kimliğiyle ehliyeti karşılaştırdı. Ehliyetteki fotoğraf daha eskiydi. Svedberg kameraya sıkıntılı bir ifadeyle bakmıştı. Fotoğraf yazın çekilmişe benziyordu çünkü Svedberg’in keli güneşten yanmıştı.
Louise sana şapka takmanı söylemeliydi, diye geçirdi içinden Wallander. Louise. Onun varlığından yalnızca iki kişi söz etmişti. Svedberg ve canavarcı profesör kuzeni. Ama onu görmemişti, yalnızca lavaboya dökülen saçlarını biliyordu. Wallander yüzünü buruşturdu. Mantıklı değildi.
Telefona uzanıp hastaneden Ylva Brink’i aradı. Telefonu açan görevli Ylva’nın hastaneye akşam geleceğini söyledi. Wallander bir kez de evden denedi ama telesekreter çıktı.
Yeniden cüzdandakilere döndü. Polis kimliğindeki fotoğraf daha yeni çekilmişe benziyordu. Svedberg’in yüzünde yine bir öncekine benzeyen sıkıntılı bir ifade vardı. Wallander cüzdanın içinde birkaç tane de pul buldu. Hepsi bu kadardı. Bir poşet alıp hepsini içine attı. Sonra üçüncü kez hole çıktı. İzleri bul, tüm gizemi çöz, demişti Rydberg ona.
Wallander banyoya gitti. Rahatlamıştı. Sture Björklund’un farklı saç renklerine ilişkin söylediklerini hatırladı. Svedberg’in yaşamındaki kadınla ilgili olarak yalnızca saçlarını boyadığını biliyordu. Oturma odasına gidip yere düşmüş sandalyenin yanında durdu. Sonra fikrini değiştirdi. Rydberg olsaydı, Acele ediyorsun, derdi. Cinayet izlerinin özenle aranması gerekir, aceleyle değil.
Mutfağa gidip bir kez daha Ylva Brink’i aradı. Bu kez ona ulaşabilmişti.
“Seni rahatsız etmiyorum umarım,” dedi. “Gece nöbette olduğunu biliyorum.”
“Geç saatlere dek uyuyamıyorum ki,” diye karşılık verdi.
“Aklıma birçok soru takıldı ve bazılarını sana hemen şimdi sormak istiyorum.”
Wallander ona Sture Björklund’la yaptığı konuşmayı ve Björklund’un Svedberg’in Louise adında bir kadınla ilişkisi olduğunu söylediğini anlattı.
“Bana bunlardan hiç söz etmemişti,” diye karşılık verdi Ylva Brink, Wallander sözlerini tamamladığında.
Wallander bu bilginin onu biraz tedirgin ettiğini hissetmişti.
“Hangisi sana bunlardan söz etmemişti? Kalle mi yoksa Sture mi?”
“İkisi de.”
“İşe Sture’yle başlayalım. Aranız nasıl? Sana bu ilişkiden söz etmemesine şaşırdın mı?”
“Pek inandığımı söyleyemem.”
“Peki ama neden yalan söylesin?”
“Bilmiyorum.”
Wallander bu konuşmanın yüz yüze yapılması gerektiğini hissediyordu. Saatine baktı. Altıya yirmi vardı. Evde daha bir saatlik işi vardı.
“Galiba en iyisi yüz yüze konuşmamız,” dedi. “Saat yediden sonra serbestim.”
“Emniyette buluşalım mı? Hastaneye de yakın. İşe giderken emniyete uğrarım.”
Wallander telefonu kapatıp oturma odasına gitti. Yere yuvarlanmış kırık sandalyeye yaklaştı, olanları gözünün önünde canlandırmaya çalışıp çevresine bakındı. Svedberg hemen burada vurulmuştu. Nyberg katil silahı kalça ya da göğüs seviyesinde tuttuğundan kurşunun başın biraz altından girebileceğinden söz etmişti. Duvardaki kan izleri bu mermi yolunun yukarıya doğru olduğunu onaylıyordu. Svedberg sol tarafa düşmüş olmalıydı, düşerken de sandalyeyi beraberinde sürüklemişti. Zaten bu yüzden de sandalyenin ayaklarından biri kırılmıştı. Peki ama o anda Svedberg oturuyor muydu yoksa ayakta mıydı?
Wallander bunun ne denli önemli olduğunun farkındaydı. Svedberg sandalyede oturuyorduysa katilini mutlaka tanıyordu. Yok eğer içeri giren kişi hırsızsa ne oturabilir ne de oturduğu yerde sakin kalabilirdi.
Wallander av tüfeğinin bulunduğu noktaya gitti. Arkasını dönüp bulunduğu açıdan odaya baktı. Bu noktadan ateş edilmiş olmayabilirdi ama kurbana yeterince yakındı. Kıpırdamadan Rydberg’in dediği gibi gölgeleri gizlendikleri yerden özenle çıkarmaya çalıştı. Bu olayla ilgili içini kemiren o garip his yeniden yoğunlaşmıştı. Svedberg hole gelip hırsızı gafil mi avlamıştı? Öyle olsaydı cesedi de holde olmalıydı. Hırsızın elinde silah hazır bir şekilde kurbanını beklemesi mantık dışıydı. Svedberg hiç zaman yitirmeden ona saldırırdı. Karanlıktan korkuyor olabilirdi ama gerektiğinde harekete geçmekten hiç korkmazdı.
Beton karıştırıcı birden durdu. Wallander çevreyi dinledi. Trafiğin sesi yoğun değildi.
Bu da bir diğer seçenek, diye geçirdi içinden. Eve gelen kişiyi Svedberg tanıyordu. O denli iyi tanıyordu ki elindeki silah bile onu tedirgin etmemişti. Sonra bir şey oldu, Svedberg öldürüldü ve kimliği bilinmeyen saldırgan evde kavga dövüş olmuşçasına eşyaları kırıp yere attı.
Belki de olaya hırsızlık süsü vermek istedi. Wallander’in aklına yine teleskop gelmişti. Evde yoktu ama başka şeylerin de olmadığını kim bilebilirdi? Belki Ylva Brink bu konuda yardımcı olabilirdi.