Читать книгу Bir Adım Geriden (Хеннинг Манкелль) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Bir Adım Geriden
Bir Adım Geriden
Оценить:
Bir Adım Geriden

5

Полная версия:

Bir Adım Geriden

“Bir sorum var,” dedi. “Hem de çok önemli bir soru. Senin de gördüğün gibi silah cesetten en az iki metre uzakta. Sorum şu, Svedberg eğer intihar etmişse silah bu kadar uzağa gidebilir mi?”

Nyberg bir an düşündü ama hemen sonra da hayır dercesine başını salladı. “Hayır, gidemez,” dedi. “Mümkün değil. Av tüfeğiyle intihar eden birinin bedeni silahtan bu kadar uzakta olamaz.”

Bir an için Wallander üstünden büyük bir yük kalkmış gibi hissetti. Svedberg demek intihar etmemiş, dedi kendi kendine.

İnsanlar holde toplanmaya başlamıştı. Doktorla birlikte Hansson da gelmişti. Teknisyenlerden biri çantasını açıyordu.

“Lütfen herkes beni dinlesin,” dedi Wallander. “Burada yerde yatan kişi meslektaşımız, polis memuru Svedberg. Öldü, büyük olasılıkla da öldürüldü. Az sonra göreceklerinizin oldukça tatsız ve acı verici olduğunu bilmenizi ve kendinizi buna hazırlamanızı istiyorum. Hepimiz onu tanıyorduk ve onun için yas tutacağız. İş arkadaşımız olduğu kadar da dostumuzdu, bu da işimizi daha da zorlaştırıyor.”

Wallander sustu. Daha fazla bir şeyler söylemesi gerektiğini hissediyordu ama aklına da bir şeyler gelmiyordu. Uygun sözcükleri bulamıyordu. Nyberg’le yardımcıları çalışmaya başlarken Wallander de mutfağa döndü. Holgersson hâlâ mutfak masasının başında oturuyordu.

“Svedberg’in kuzenini aramalıyım,” dedi Holgersson. “Eğer yaşayan en yakın akraba oysa tabii.”

“Ben ararım,” dedi Wallander. “Onu tanıyorum.”

“Bana durumun bir özetini çıkar. Burada neler oldu?”

“Bu konuda Martinson daha çok yardımcı olur. Onu çağırayım.”

Wallander dışarı çıktı. Yan dairenin kapısı aralıktı. Kapıyı hafifçe vurup içeri girdi.

Martinson oturma odasında dört kişiyle birlikteydi. İçlerinden biri giyinmişti ama diğerlerinin üstünde hâlâ sabahlıkları vardı. İki kadın, iki erkektiler. Eliyle işaret ederek Martinson’u yanına çağırdı.

“Lütfen buradan ayrılmayın,” dedi diğerlerine.

Svedberg’in mutfağına geçtiler. Martinson’un yüzü kireç gibiydi.

“En başından başlayalım,” dedi Wallander. “Svedberg’i en son kim gördü?”

“En son ben görmüş olamam sanırım,” dedi Martinson. “Ama çarşamba sabahı saat on bir civarında onu kantinde görmüştüm.”

“Nasıl görünüyordu?”

“Üstünde durmadığıma göre her zamanki gibi olmalı.”

“Beni o gün öğleden sonra aradın ve perşembe sabahı toplantı yapmaya karar verdik.”

“Seninle konuştuktan hemen sonra Svedberg’in odasına gittim ama yoktu. Danışmadaki görevli eve gittiğini söylemişti.”

“Saat kaçta gitmiş?”

“Doğrusu sormadım.”

“Peki sonra sen ne yaptın?”

“Evine telefon ettim, telesekreterine toplantıyla ilgili not bıraktım. Daha sonra da birkaç kez aradım ama yanıt alamadım.”

Wallander yüksek sesle düşünüyordu. “Çarşamba günü öğleden sonra Svedberg emniyetten ayrılır. Her şey olağan gibi görünüyordur. Perşembe günü işe gelmez. Telesekretere bırakılan mesajlara karşın gelmemesi garip bir durum. Svedberg asla haber vermeden bir yere gitmezdi.”

“Bu da olayların çarşamba günü gerçekleştiği anlamına geliyor,” dedi Lisa Holgersson.

Wallander onaylarcasına başını salladı. Acaba hangi noktada normal anormal olmaya başlıyor, diye geçirdi içinden. İşte araştırmamız gereken nokta bu.

Birden aklına Martinson’un kendi telesekreterinin çalışmadığına ilişkin söyledikleri geldi.

“Bir dakika bekleyin,” diyerek mutfaktan çıktı.

Svedberg’in çalışma odasına gitti. Telesekreteri masanın üstünde duruyordu. Wallander oturma odasına döndü. Nyberg’i av tüfeğini incelerken buldu. Onu çalışma odasına götürdü.

“Telesekreterdeki mesajları dinlemek istiyorum ama herhangi bir ipucu olabilecek bir şeyi de berbat etmek istemiyorum.”

“Bunu halledebiliriz,” dedi Nyberg. Elinde lastik eldiven vardı. Wallander başını salladı, Nyberg düğmeye bastı. Telesekreterde Martinson’dan gelen üç mesaj vardı. Her defasında da aradığı saati bırakmıştı. Başka mesaj yoktu.

“Svedberg’in kendi mesajını da dinlemek istiyorum,” dedi Wallander.

Nyberg bir başka düğmeye bastı.

Wallander, Svedberg’in sesini duyunca hafifçe sendeledi. Nyberg de duygulanmıştı.

“Şu anda evde değilim. Lütfen mesajınızı bırakın.” Hepsi bu kadardı.

Wallander mutfağa döndü. “Mesajların hâlâ duruyor,” dedi. “Ama bu mesajları birinin ya da birilerinin dinleyip dinlemediğinden emin değiliz.”

Mutfakta çıt çıkmıyordu. Herkes Wallander’in az önce söylediklerini düşünüyordu.

“Komşular ne diyor?” diye sordu.

“Kimse bir şey duymamış,” diye karşılık verdi Martinson. “Oldukça garip. Kimse silah sesi duymamış ama öte yandan hemen hemen herkes evdeymiş.”

Wallander kaşlarını çattı. “Kimsenin bir şey duymaması olanaksız.”

“Onlarla görüşmeyi sürdüreceğim.”

Martinson yerinden kalktı. Bir polis mutfağa geldi.

“Dışarıda bir gazeteci var,” dedi.

Lanet olsun, diye geçirdi içinden Wallander. Demek birileri hiç zaman yitirmeden basına haber vermişti. Holgersson’a baktı.

“Öncelikle akrabalarını aramalıyız,” dedi Holgersson.

“Bu işi öğleye kadar bitirmeliyiz,” diye karşılık verdi Wallander.

Mutfak kapısında bekleyen polise döndü. “Şu anda hiçbir açıklama yapılmayacak,” dedi. “Ama daha sonra yapacağız.”

“Sabah saat on birde,” diye ekledi Holgersson.

Polis arkasını dönüp uzaklaştı. Nyberg’in, oturma odasında birine bağırdığını duydular. Sonra her şey yeniden eski sessizliğine büründü. Nyberg’in öfkesi saman alevi gibiydi. Wallander çalışma odasına gitti, yere düşmüş telefon defterini alıp mutfağa döndü. Ylva Brink’in numarasını bulup soru sorarcasına Holgersson’a baktı.

“Sen ara,” dedi Holgersson.

Hiçbir şey birine yakın bir akrabasının ölüm haberini vermek kadar zor değildir. Böylesi durumlarda Wallander koşullar elverdiğince bu acı haberi yalnız vermez, yanına bir de polis alırdı. Böylesi durumları sayısız kez yaşamasına karşın yine de hâlâ alışamadığını hissediyordu. Ylva Brink, Svedberg’in tek yakın akrabası olmasa bile işi yine de çok zordu. Telefon çalmaya başlayınca tüm bedeninin gerildiğini hissetti.

Ylva Brink’in telesekreteri devreye girerek gece vardiyasında hastanede çalıştığı mesajını iletti. Wallander ahizeyi yerine koydu. İki yıl önce Svedberg’le birlikte Ylva Brink’i görmeye hastaneye gittikleri birden aklına geldi. Ama ne yazık ki Svedberg artık yaşamıyordu. Wallander gerçeği henüz tam olarak algılayabilmiş değildi.

“Hastanede,” dedi. “Gidip onu görmeliyim.”

“Evet, bunu bir an önce yapmakta yarar var,” dedi Lisa Holgersson. “Svedberg’in bilmediğimiz başka akrabaları da olabilir.”

Wallander evet dercesine başını salladı. Holgersson haklıydı.

“Benim de gelmemi ister misin?” diye sordu Holgersson.

“Gerek yok,” diye karşılık verdi.

Wallander yanında Ann-Britt Höglund’un olmasını yeğlerdi. Genç kadını düşününce ona haber vermedikleri aklına geldi.

Oysa o da burada diğerleriyle birlikte çalışıyor olmalıydı, diye geçirdi içinden.

Holgersson yerinden kalkıp mutfaktan çıktı. Wallander onun boşalttığı sandalyeye oturup Höglund’un numarasını çevirdi. Uykulu bir erkek sesi telefonu açtı.

“Ann-Britt’le konuşmak istiyorum. Ben Wallander.”

“Kim?”

“Kurt. Emniyetten.”

Adamın sesi hâlâ uykuluydu ama öfkelenmişti de.

“Neler oluyor?”

“Orası Ann-Britt’in evi değil mi?”

“Burada bu isimde bir kaltak oturmuyor,” diye homurdanarak telefonu kapattı adam. Wallander yanlış numara çevirdiğini fark etti. Yeniden ama bu kez ağır ağır numaraları çevirdi. Höglund, Holgersson gibi ikinci çalışta telefona yanıt verdi.

“Ben Kurt.”

Genç kadının sesi uykulu çıkmıyordu. Belki de uyanmıştı. Sorunları onu uyutmamış olabilirdi. Şimdi sorunlarına bir tane daha eklendi, diye geçirdi içinden Wallander.

“Ne oldu?”

“Svedberg öldü, öldürüldü.”

“Olamaz.”

“Ne yazık ki oldu. Lilla Norre Caddesi’ndeki evinde öldürülmüş.”

“Nerede oturduğunu biliyorum.”

“Buraya gelebilir misin?”

“Hemen geliyorum.”

Wallander telefonu kapattı, yerinden kalkmadı. Teknisyenlerden biri başını mutfak kapısından içeri uzattı ama Wallander eliyle ona gitmesini işaret etti. Birkaç dakika bile olsa düşünmek istiyordu. Tüm bu olaylarda garip bir şeyler olduğunu seziyordu. Birbirine uymayan, garip şeyler. Teknisyen yeniden içeri girdi.

“Nyberg sizinle konuşmak istiyor.”

Wallander yerinden kalkıp oturma odasına gitti. Görevliler burada tedirgin bir şekilde acı içinde çalışıyorlardı. Svedberg renkli biri değildi ama herkes onu severdi. Artık ölmüştü.

Doktor cesedin yanına çömelmişti. Odanın içinde zaman zaman flaşlar patlıyordu. Nyberg not tutuyordu. Kapının eşiğinde duran Wallander’in yanına geldi.

“Svedberg’in silahı var mıydı?”

“Av tüfeği mi demek istiyorsun?”

“Evet.”

“Bilmiyorum ama olduğunu sanmıyorum.”

“Katilin silahı burada bırakması garip.”

Wallander evet dercesine başını salladı. Bu onun da aklına ilk gelen şey olmuştu.

“Burada daha başka garip bir şeylere rastladın mı?”

Nyberg gözlerini kıstı. “Bir meslektaşımızın kafasının havaya uçurulması yeterince garip değil mi?”

“Ne demek istediğimi biliyorsun.”

Wallander, Nyberg’in yanıtını beklemedi. Arkasını dönüp uzaklaştı. Holde Martinson’la karşılaştı.

“Nasıl geçti? Zamanı öğrenebildin mi?”

“Kimse bir şey duymamış ama öğrendiğime göre pazartesiden beri binada sürekli birileri var. Ya bu katta ya da aşağı katta.”

“Ve kimse bir şey duymamış, öyle mi? Bu olanaksız.”

“Ağır işiten emekli bir öğretmen dışında hepsi de sağlıklı ve genç.”

Wallander anlayamıyordu. Biri mutlaka silah sesini ya da seslerini duymuş olmalıydı.

“Araştırmaya devam,” dedi. “Ben hastaneye gidiyorum. Svedberg’in kuzeni Ylva Brink’i hatırlıyorsun, değil mi?”

Martinson evet dercesine başını salladı.

“Ylva Brink büyük olasılıkla Svedberg’in tek akrabası.”

“Västergötland’da oturan bir teyzesi yok muydu?”

“Ylva’ya sorarım.”

Wallander aşağı indi. Temiz havaya gereksinimi vardı. Kapının önünde bir gazeteci bekliyordu. Wallander, onun Ystad’ın günlük gazetelerinden birinde çalıştığını hatırladı.

“Neler oluyor? Tüm birimler gece yarısı Karl Evert Svedberg adındaki bir polis memurunun evine çağrıldı, neden?”

“Şu anda hiçbir şey söyleyemem,” dedi Wallander. “Sabah saat on birde basına bir açıklama yapacağız.”

“Söyleyemez misiniz yoksa söylemeyecek misiniz?”

“Söyleyemem.”

Adı Wickberg olan gazeteci başını tamam dercesine salladı.

“Bu, birinin öldürüldüğü ve yakın akrabasına haber verilinceye dek sizlerin herhangi bir şey söyleyemeyeceği anlamına mı geliyor?”

“Eğer dediğin gibi olsaydı söz konusu yakın akrabaya hemen telefon ederdim, değil mi?”

Wickberg düşmanca bir tavırla gülümsedi.

“Sizde işlerin böyle yürümediğini biliyoruz. Öncelikle polis müdürünü ararsınız. Demek Svedberg öldü, ha?”

Wallander öfkelenemeyecek kadar kendini yorgun hissediyordu.

“Canın ne isterse ona inanmakta özgürsün,” dedi. “Sabah on birde açıklama yapacağız. Ondan önce de ağzımı açıp tek bir şey bile söylemeyeceğim.”

“Nereye gidiyorsunuz?”

“Hava almaya.”

Wallander, Lilla Norre Caddesi’nden çıkıp birkaç blok yürüdü, sonra arkasına baktı. Wickberg onu izlemiyordu. Wallander hemen Sladder Caddesi’ne doğru sağa saptı, sonra sola dönüp Stora Norre Caddesi’ne gitti. Susamıştı ve tuvalete gitmesi gerekiyordu. Etrafta tek bir araba bile yoktu. Bir binanın yanına yaklaşıp çişini yaptı. Sonra da yürümeyi sürdürdü.

Ters bir şeyler var, diye geçirdi içinden. Bu olayda garip bir şey var. Ne olduğunu bilmiyordu ama içini kemiren bu his gittikçe güçleniyordu. Karnında yoğun bir sancı vardı. Svedberg neden vurulmuştu? Başından vurulmuş birinin görüntüsü kadar korkunç bir görüntü olamazdı.

Wallander hastaneye gelmişti, acil servise yaklaşıp zili çaldı. Sonra doğumhaneye gitmek için asansöre bindi. İki yıl öncesini hatırlamıştı. Svedberg’le birlikte Ylva Brink’i görmeye gittikleri dün gibiydi sanki. Ne var ki artık Svedberg yaşamıyordu. Sanki hiç yaşamamış gibiydi.

Camdan çift kapının arasında birden Ylva Brink’i gördü. Bir an için göz göze geldiler. Ylva Brink onun kim olduğunu anımsamaya çalıştı. Sonra yerinden kalkıp kapıya yaklaştı. Wallander tam o sırada Ylva Brink’in bir tatsızlık olduğunu hissettiğini anladı.

5

Hemşirelerin dinlenme odasına geçip oturdular. Saat gecenin üçüydü. Wallander her şeyi anlattı. Svedberg ölmüştü. Bir av tüfeğiyle öldürülmüştü. Katilin kim olduğunu, bu cinayeti neden ve ne zaman işlediğini henüz bilmiyorlardı. Daha ayrıntılı bilgi vermekten kaçınmıştı Wallander.

Sözlerini tamamladığında gece nöbetçisi hemşirelerden biri odadan içeri girip Ylva Brink’e bir şey sormak istediğini söyledi.

“Daha sonra soramaz mısınız?” dedi Wallander. “Ben az önce ona yakın bir akrabasının ölüm haberini verdim.”

Hemşire odadan çıkarken Wallander ondan bir bardak su getirmesini rica etti. Ağzı o denli kurumuştu ki güçlükle konuşuyordu.

“Hepimiz şoktayız,” dedi Wallander hemşire çıktıktan sonra. “Olanları kimsenin aklı almıyor.”

Ylva Brink karşılık vermedi. Yüzü kireç gibi olmuştu ama kendini kaybetmemişti. Hemşire elinde bir bardak suyla geri geldi.

“Başka bir şey ister misiniz?” dedi.

“Hayır, teşekkür ederim,” diye karşılık verdi Wallander.

Suyu bir dikişte bitirdi ama susuzluğu hâlâ geçmemişti.

“Anlamakta zorlanıyorum,” dedi Ylva Brink. “Neden Svedberg?”

“Ben de aynı soruyu kendime sorup duruyorum,” diye karşılık verdi Wallander.

Ceketinin cebindeki kalemi aldı ama her zaman olduğu gibi bu kez elinde not defteri yoktu. Sandalyenin hemen yanında bir çöp kutusu duruyordu. Birinin üstüne bir dizi rakam karaladığı buruşuk kâğıt parçasını aldı, düzeltti, sonra masadaki dergilerden birinin üstüne koydu.

“Sana bazı sorular sormam gerekiyor,” dedi. “Svedberg’in en yakın akrabası kim? Doğrusunu söylemem gerekirse ben onun tek akrabası sen olduğunu düşünüyorum.”

“Annesiyle babası öldü, kardeşi de yok. Tek çocuktu. Benim dışımda bir kuzeni daha var. Ben onun baba tarafından kuzeni oluyorum, diğeri de anne tarafından. Adı Sture Björklund.”

Wallander ismi kâğıda yazdı.

“Ystad’da mı oturuyor?”

“Hedeskoga’nın dışında bir çiftliği var.”

“Demek çiftçi?”

“Kopenhag Üniversitesi’nde profesör.”

Wallander şaşırmıştı. “Svedberg’in ondan söz ettiğini hiç hatırlamıyorum.”

“Pek görüşmezlerdi. Eğer Svedberg’in hangi akrabasıyla görüştüğünü soracak olursan yalnızca benimle görüşürdü.”

“Yine de bu profesöre haber vermemiz gerek,” dedi Wallander. “Senin de tahmin edebileceğin gibi bu olay basında geniş yankı uyandıracak. Bir polisin vahşi bir cinayete kurban gitmesi oldukça ilginç bir haber.”

Ylva Brink ona dikkatle baktı. “Vahşi bir cinayet mi? Ne demek istiyorsun?”

“Yani öldürüldü demek istemiştim.”

“Evet, zaten başka ne olabilir ki?”

“Bu da benim ikinci sorum olacaktı,” dedi Wallander. “Sence intihar etmiş olabilir mi?”

“İntihar her zaman bir olasılık değil mi? Tabii geçerli koşullar altında demek istiyorum.”

“Evet.”

“Cesede bakarak bunun bir intihar mı yoksa cinayet mi olduğunu anlayamaz mısınız?”

“Evet genellikle anlarız ama bazı soruların da rutin gereği mutlaka sorulması gerekiyor.”

Ylva Brink karşılık vermeden bir süre düşündü.

“Zor zamanlar geçirdiğimde bunu ben de düşündüm. Neler yaşadığımı sadece Tanrı bilir. Ancak Karl’ın böylesi bir şey yapacağını asla düşünmezdim. İntihar etmiş olabileceğini sanmıyorum.”

“İntihar etmesi için hiçbir nedeni olmadığını mı söylemek istiyorsun?”

“Svedberg bence hiç de mutsuz biri değildi.”

“Ondan en son ne zaman haber almıştın?”

“Geçen pazar telefon etmişti bana.”

“Nasıldı?”

“Son derece olağandı.”

“Neden aramıştı?”

“Haftada bir mutlaka konuşurduk. O aramazsa ben arardım, ben aramazsam o arardı. Bazen de bana yemeğe gelirdi. Zaman zaman ben de ona giderdim. Belki hatırlarsın, kocam bir petrol gemisinde çalıştığı için genellikle evde olmaz. Çocuklar da büyüdü.”

“Svedberg yemek pişirir miydi?”

“Neden pişirmesin ki?”

“Onu mutfakta yemek pişirirken gözümün önüne getiremiyorum.”

“Hem de çok iyi bir aşçıydı, özellikle balık konusunda uzmandı.”

Wallander biraz gerilere döndü. “Demek pazar günü seni aradı. O gün 4 Ağustos’tu ve her şey yolundaydı, değil mi?”

“Evet.”

“Nelerden söz ettiniz?”

“Havadan sudan. Bana ne denli yorgun olduğunu söylediğini hatırlıyorum. İşlerin çok yoğun olduğunu söylemişti.”

Wallander ona dikkatle baktı. “İşlerin çok yoğun olduğunu mu söylemişti?”

“Evet.”

“Ama izinden daha yeni dönmüştü.”

“Doğru, haklısın.”

Wallander bir sonraki sorusunu sormadan önce kısa bir an duraksadı. “Tatilde ne yaptığını biliyor musun?”

“Ystad’dan uzaklaşmaktan hiç hoşlanmadığını bilmem biliyor musun. Genellikle evde otururdu. Ya da birkaç günlüğüne Polonya’ya giderdi.”

“Peki ama evde ne yapardı? Hiç dışarı çıkmaz mıydı?”

“Kendince bazı hobileri vardı.”

“Ne gibi?”

Ylva Brink başını iki yana salladı. “Herhâlde sen de benim gibi Svedberg’in iki büyük tutkusu olduğunu biliyorsun. Amatör astronomi ve Kızılderili tarihçesi.”

“Kızılderili konusunu ve ara sıra Falsterbo’ya kuşları izlemeye gittiğini biliyorum ama astronomiyi doğrusu bilmiyordum.”

“Bir de çok pahalı bir teleskobu vardı.”

Wallander evde teleskop gördüğünü hatırlamıyordu.

“Teleskobu evde nerede?”

“Çalışma odasında.”

“Demek tatillerinde bu hobileriyle zaman geçiriyordu? Yıldızlara bakarak ve Kızılderililerle ilgili kitaplar okuyarak.”

“Öyle sanıyorum ama bu yaz biraz daha farklı geçmişti.”

“Ne gibi?”

“Yazları genellikle kışlara oranla daha sık görüşürdük ama bu yaz onun pek zamanı olmadı. Defalarca yemeğe çağırmama karşın işi olduğu için gelemedi.”

“Nedenini söylemiş miydi?”

Ylva Brink yanıt vermeden önce kısa bir an duraksadı. “Galiba zamanı yoktu.”

Wallander çok önemli bir noktaya yaklaştığını hissediyordu.

“Nedenini açıklamadı?”

“Evet.”

“Bu da seni şaşırtmış olmalı.”

“Pek şaşırtmamıştı doğrusu.”

“Davranışlarında bir değişiklik fark etmiş miydin? Kendisini tedirgin eden bir şeyler var mıydı?”

“Hayır, her zamanki gibiydi. Tek şey zamanın yetmediğinden şikâyetçi olmasıydı.”

“Bunu ne zaman fark ettin?”

Bir an düşündü. “Yaz Dönümü’nden kısa süre sonra, tatile çıkmak üzereyken.”

Az önceki hemşire başını içeri uzattı. Ylva Brink ayağa kalktı.

“Hemen geleceğim,” dedi.

Wallander tuvalete gitti. İki bardak su daha içti, artık daha iyi hissediyordu. Odaya geri geldiğinde Ylva onu bekliyordu.

“Gitsem iyi olacak,” dedi. “Diğer soruların acelesi yok.”

“İstersen Sture’yi ben arayıp haber veririm. Cenaze hazırlıklarına başlamamız gerek.”

“Bu birkaç saat içinde ararsan iyi edersin,” dedi Wallander. “Basın açıklamasını saat on birde yapacağız.”

“Hâlâ inanamıyorum,” dedi Ylva.

Gözleri dolu dolu olmuştu. Wallander de ağlamamak için kendini güç tutuyordu. Bir süre ağlamamaya çalışarak oturdular. Wallander duvardaki saatin tik taklarına odaklanmaya çalışarak saniyeleri saymaya başladı.

“Son bir soru daha,” dedi Wallander kısa süre sonra. “Svedberg bekârdı. Yaşamında bir kadın olduğundan söz ettiğini hiç anımsamıyorum.”

“Öyle biri olduğunu sanmıyorum,” diye karşılık verdi Ylva.

“Bu yaz bir aşk yaşamış olabilir mi?”

“Bir kadınla tanıştığını mı söylüyorsun?”

“Evet.”

“Bu yüzden mi yoğun çalışıp duruyordu?”

Wallander sorusunun ne denli saçma olduğunu yeni fark etmişti. “Bunlar rutin gereği sormak zorunda olduğum sorular,” dedi bir kez daha. “Aksi hâlde bir arpa boyu yol alamayız.”

Ylva Brink cam kapıya kadar onunla geldi.

“Svedberg’i öldüren kişiyi mutlaka bulmalısınız,” diyerek Wallander’in kolunu hafifçe sıktı.

“Bulacağımıza söz veriyorum,” diye karşılık verdi Wallander. “Svedberg bizdendi. Onu öldüren kişiyi buluncaya dek aramayı sürdüreceğiz.”

El sıkıştılar.

“Evinde büyük miktarda para bulundurup bulundurmadığını biliyor musun?”

Ylva Brink ona hayretle baktı. “Büyük miktarda parası yoktu ki. Her zaman maaşının düşük olmasından şikâyet ederdi.”

“Bu konuda yerden göğe kadar haklı.”

“Bir hemşirenin ayda ne kadar kazandığından haberiniz var mı?”

“Yok.”

“Söylemesem daha iyi.”

Wallander hastaneden çıkınca derin bir soluk aldı. Dışarıda kuşlar cıvıldaşıyordu. Saat gecenin dördü olmuştu. Hafif bir rüzgâr dışında hava sıcak sayılırdı. Lilla Norre Caddesi’ne doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Sorulardan biri diğerlerinden çok daha önemli gibiydi. Tatilden yeni dönen Svedberg neden çok fazla çalıştığını söylemişti? Bu sözlerin cinayetle bir ilgisi olabilir miydi?

Wallander dar sokakta birden durdu. Kafasında Svedberg’in evine ilk girdiği, bu felakete ilk tanık olduğu ânı yeniden canlandırdı. Martinson hemen arkasında duruyordu. Yerde bir cesetle bir av tüfeği görmüştü ama öncelikle bir şeylerin yolunda gitmediği duygusunu yoğun hissetmişti. Acaba bu duygunun kaynağı neydi? Bir kez daha gördüklerini yeniden gözünün önüne getirmeye çalıştı ama başarılı olamadı.

Sabırlı olmalıyım, dedi kendi kendine. Uzun bir gece olmuştu ve henüz bitmemişti.

Tekrar yürümeye koyuldu. Bir yandan da ne zaman uyuyabileceğini ve doktorun verdiği perhize ne zaman başlayabileceğini düşünüyordu. Bir kez daha durdu. Birden aklına bir şey gelmişti.

Ya kendisi de Svedberg gibi aniden ölürse? Beni kim arar, kim sorar? İnsanlar acaba arkamdan neler der? İyi bir polis olduğumu söylerler mi? Beni ben olarak özleyecek biri çıkar mı? Ann-Britt? Belki Martinson?

Bir güvercin başının hemen üstünden uçup gitti. Birbirimizle ilgili hiçbir şey bilmiyoruz, dedi kendi kendine. Svedberg hakkında ne düşünüyorum? Onu gerçekten de özleyecek miyim? İnsan tanımadığı birini özler mi?

Yeniden yürümeye başladı ama bu soruların yakasını bırakmayacağını da biliyordu.


Svedberg’in evine yeniden gitmek bir karabasana dönmekle eş değerdi. Yazın, güneşin ve kuş cıvıltılarının verdiği o hafiflik ve mutluluk duyguları çoktan uçup gitmişti. Evde flaş ve spotların aydınlattığı oturma odasında yalnızca ölüm vardı.

Lisa Holgersson emniyete dönmüştü. Wallander, Höglund ile Martinson’a mutfağa gelmelerini söyledi. Az kalsın Svedberg’i görüp görmediklerini soracaktı. Tümü de bembeyaz bir yüzle mutfak masasının çevresine geçip oturdular. Wallander nasıl göründüğünü merak ediyordu.

“Nasıl gidiyor?” diye sordu.

“Hırsızlıktan başka bir şey olabilir mi?” diye sordu Höglund.

“Birçok şey olabilir,” diye karşılık verdi Wallander. “İntikam olabilir, bir akıl hastası, iki akıl hastası, üç akıl hastası bir araya gelip kendilerince bir nedenden ötürü intikam almak istemiş olabilirler. Bilmiyoruz ve bilmediğimiz sürece de görebildiğimiz, algılayabildiğimiz her şeyi sonuna dek incelemek zorundayız.”

“Bir şey daha var,” dedi Martinson yavaşça.

Wallander, Martinson’un ne söyleyeceğini sezerek başını onaylarcasına salladı.

“Svedberg’in polis olduğu gerçeği,” dedi Martinson.

“Herhangi bir ipucu buldunuz mu?” diye sordu Wallander. “Nyberg’in çalışmaları nasıl gidiyor? Tıbbi rapor ne diyor?”

İkisi de tuttuğu notları karıştırdı. İlk olarak Höglund söze başladı.

“İki saçma da kullanılmış,” diye okudu notlarından Höglund. “Patologla Nyberg peş peşe ateş edildiği konusunda görüş birliği içinde. Svedberg’in başına çok yakından ateş edilmiş.”

Höglund’un sesi titriyordu. Derin bir soluk alıp konuşmasını sürdürdü. “Ateş edildiğinde Svedberg’in koltukta oturup oturmadığına ve silaha olan uzaklığına karar vermek mümkün değil. Mobilyaların yerinden ve oturma odasının boyutundan olaya baktığımızda dört metreden fazla olmaması gerekiyor ama çok daha yakından da ateş edilmiş olabilir.”

Martinson ayağa kalktı, bir şeyler mırıldanıp banyoya gitti. Dönmesini beklediler. Beş dakika sonra da döndü.

“İşten iki yıl önce ayrılmalıydım,” dedi.

“Bize eskisinden çok daha fazla gerek duyuluyor,” dedi Wallander sert bir sesle ama Martinson’un ne demek istediğini de çok iyi anlamıştı.

“Svedberg giyinikti,” diye sürdürdü konuşmasını Höglund. “Bu da yataktan zorla kaldırılmadığı anlamına geliyor ama saat kaçta ateş edildiğini hâlâ bilmiyoruz.”

Wallander, Martinson’a baktı.

“Bu noktayı defalarca vurgulamama karşın komşulardan hiçbiri hiçbir şey duymadığını söyleyip duruyor,” dedi Martinson.

“Peki ya sokaktan gelen sesler silah sesini bastırmışsa?” diye sordu Wallander.

“Sokaktan gelen seslerin silah sesini bastırabileceğini sanmıyorum. Hem de iki kez.”

“Demek ki cinayet saatini saptayamıyoruz. Svedberg’in giyinik olduğunu biliyoruz, bu da bize cinayetin çok geç saatlerde işlenmediğini gösteriyor. Ben nedense Svedberg’in her zaman erkenden yatan biri olduğunu düşünmüşümdür.”

bannerbanner