Полная версия:
Bir Adım Geriden
“Daha önce böyle uzun bir tatile çıktığını hiç sanmıyorum,” dedi Wallander.
Martinson’un odasının önünde ayrıldılar. Wallander kendi odasına gitti. Masasının başına geçip Martinson’un verdiği numarayı çevirdi. Telefonu Eva Hillström açtı. O gün öğleden sonra emniyete gelmeyi kabul etti.
“Bir şey mi var?” diye sordu Eva Hillström.
“Hayır,” diye karşılık verdi Wallander. “Sizinle konuşmamda yarar olduğunu sanıyorum yalnızca.”
Telefonu kapatıp tam kahve almak için ayağa kalkarken Höglund başını kapıdan içeri uzattı. Tatilden yeni dönmesine karşın yüzü kireç gibi bembeyazdı. Wallander onun bu solgun hâlinin iç dünyasından kaynaklandığını düşündü. İki yıl önce vurulmasının etkisinden hâlâ kendini tam olarak kurtaramamıştı. Fiziksel olarak iyileşmişti ama Wallander onun duygusal açıdan iyileşip iyileşmediğinden emin değildi. Bazen genç kadının hâlâ çok korktuğunu düşünüyordu. Buna da şaşmamak gerekirdi. Hemen hemen her gün kendisi de bıçaklandığı ânı düşünmüyor muydu? Üstelik bu olay yirmi yıl önce olmuştu.
“Girebilir miyim?”
Wallander masasının hemen yanındaki sandalyeyi eliyle gösterdi. Genç kadın geçip oturdu.
“Svedberg’i gördün mü?” diye sordu Wallander.
Höglund başını hayır dercesine salladı.
“Bu sabah Martinson ve benimle birlikte toplantıya katılacaktı ama gelmedi.”
“Svedberg toplantıları asla kaçırmaz.”
“Haklısın ama bugün kaçırdı işte.”
“Evden aradın mı? Kim bilir, belki de hastadır.”
“Martinson telesekreterine birkaç mesaj bıraktı. Ayrıca Svedberg hiç hastalanmaz.”
Bir süre Svedberg’in yokluğu üstüne tahminde bulunmaya çalıştılar.
“Benimle konuşmak istediğin konu neydi?” diye sordu Wallander.
“Şu Baltık araba kaçakçılarını hatırlıyor musun?”
“Nasıl unutabilirim? Onları yakalamak için tam iki yıl uğraşmıştım.”
“Galiba yeniden işe başladılar.”
“Liderleri hapisteyken mi?”
“Galiba birileri boşluğu doldurmaya karar vermiş ama bu kez Göteborg merkezli değiller. Sürülen izler diğer yerlerin yanı sıra Lycksele’yi gösteriyor.”
Wallander şaşırmıştı. “Laponya mı?”
“Günümüz teknolojisiyle dünyanın dört bir yanından iş yapabilirsin artık.”
Wallander başını iki yana salladı ama Höglund’un haklı olduğunu biliyordu. Organize suçlular her zaman en son teknolojiyi kullanırlardı.
“Her şeye yeniden başlayacak enerjim yok artık benim,” dedi. “Araba kaçakçılarının peşine düşmek benim işim değil artık.”
“Lisa görevi benim üstlenmemi istedi. Çalıntı arabalardan ne denli sıkıldığını sanırım sonunda o da fark etti ama bana konuyla ilgili bilgi vermeni istiyorum.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Ertesi gün bu konuyu görüşmek üzere anlaştılar, sonra kantine gidip açık pencerenin önündeki masalardan birine oturarak kahve içtiler.
“Tatilin nasıl geçti?” diye sordu Wallander.
Genç kadının gözleri birden yaşlarla doldu. Wallander onu rahatlatmak için bir şeyler söylemeye hazırlanırken Höglund onu eliyle durdurdu.
“Pek harika sayılmazdı,” dedi kendini toparlamaya çalışırken. “Ama bu konuda konuşmak istemiyorum.”
Kahve fincanını alıp ayağa kalktı. Wallander genç kadının arkasından baktı. Höglund’un verdiği az önceki tepkiyi düşünerek bir süre daha oturdu.
Birbirimiz hakkında fazla bir şey bilmiyoruz, diye geçirdi içinden. Onlar benimle ilgili hemen hemen hiçbir şey bilmiyorlar, ben de onlarla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Birlikte çalışıyoruz, yaşantımızın büyük bölümü burada geçiyor ama birbirimiz hakkında ne biliyoruz? Hiçbir şey.
Saatine baktı. Daha çok zamanı vardı, yine de doktorunun muayenehanesinin bulunduğu Kapell Caddesi’ne doğru yürümeye karar verdi. Endişeliydi.
Doktoru gençti. Adı Göransson’du ve Kuzeyliydi. Wallander ona şikâyetlerini anlattı. Sürekli yorgun hissetmesinden, susamasından ve sık sık tuvalete gitmesinden söz etti. Ayrıca geceleri bacaklarına giren krampları da anlattı.
Doktor hiç zaman yitirmeden tanısını açıkladı.
“Sanırım şekerin yükselmiş,” dedi.
“Şeker mi?” diye sordu Wallander şaşkınlıkla.
“Diyabet. Şeker hastalığı.”
Wallander bir an için tüm kanının donduğunu hissetti. Şeker hastası olabileceği hiç aklına gelmemişti.
“Kilonuza da dikkat etmelisiniz,” dedi doktor. “Şeker hastası olup olmadığınızı bazı testler yaptıktan sonra anlayacağız ama önce kalbinizi dinlemek istiyorum. Tansiyonunuz yüksek mi?”
Wallander hayır dercesine başını salladı. Sonra da gömleğini çıkarıp muayene masasına uzandı.
Nabzı normaldi ama tansiyonu oldukça yüksekti. Basküle çıktı. Tam 92 kiloydu. Doktor onu idrar ve kan tahlillerinin yapılması için laboratuvara gönderdi. Hemşire gülümsedi. Wallander onu kız kardeşi Kristina’ya benzetti. Hemşire kan aldıktan sonra Wallander yeniden doktorun yanına gitti.
“Kan şekeri düzeyinin normal değeri 90 ila 120 arasıdır,” dedi Göransson. “Oysa sizinki 200. Oldukça yüksek yani.”
Wallander midesinin bulandığını hissetti.
“Bu da neden yorgun hissettiğinizi açıklıyor,” diye sürdürdü konuşmasını Göransson. “Ayrıca susamanızı ve bacaklarınıza kramp girmesini de buna bağlıyoruz. Sıklıkla tuvalete gitmenizin nedeni de yüksek şeker.”
“İlaçla tedavi edilebilir bir hastalık mı bu?” diye sordu Wallander.
“Öncelikle beslenme alışkanlıklarınızı değiştirerek şekeri denetim altına almaya çalışacağız,” dedi Göransson. “Tansiyonunuzu da düşürmemiz gerekiyor. Düzenli olarak spor yapar mısınız?”
“Hayır.”
“O zaman hemen spora başlamanız gerekiyor. Diyet ve spor. Bunların bir yararı olmazsa o zaman başka yöntemlere başvuracağız. Bu kan şekeri düzeyinizle tüm sisteminizi yoruyorsunuz.”
Şeker hastasıyım, diye geçirdi içinden Wallander. O anda bunun son derece utanç verici bir şey olduğunu düşünüyordu.
Göransson onun içinde bulunduğu ruh hâlini sezmişti. “Bizim kontrol edebileceğimiz bir durum,” dedi. “Bu yüzden ölmeyeceksiniz. En azından şimdilik.”
Biraz daha kan aldılar, Wallander’e beslenme konusunda uzunca bir liste verildi ve doktor pazartesi günü kendisini yeniden görmek istediğini söyledi.
Wallander saat on bir buçukta klinikten ayrıldı. Mezarlığa gidip ahşap banklardan birine oturdu. Doktorun kendisine az önce söylediklerini düşündü. Aslında söylenilenleri tam olarak algılamamıştı. Cebinden gözlüğünü çıkarıp doktorun verdiği beslenme listesini okumaya başladı.
Saat on iki buçukta emniyete döndü. Kendisini birkaç kişi aramıştı ama hiçbiri de acil değildi. Koridorda Hansson’la karşılaştı.
“Svedberg geldi mi?” diye sordu Wallander.
“Neden sordun, burada değil mi yoksa?”
Wallander karşılık vermedi. Saat bir civarında Eva Hillström gelecekti. Martinson’un odasının aralık kapısını hafifçe vurdu ama içeride kimse yoktu. O sabahki toplantıda görüştükleri konuları içeren ince dosya masasının üstünde duruyordu. Wallander dosyayı alıp kendi odasına gitti. Dosyaya bir göz attı, üç kartpostala yeniden baktı ama kendini işine bir türlü veremiyordu. Doktorun söyledikleri aklından çıkmıyordu.
Danışma görevlisi Ebba arayıp Eva Hillström’ün geldiğini haber verdi. Wallander odasından çıkıp konuğunu karşılamaya gitti.
Bir grup şen şakrak adam emniyetten çıkıyordu. Wallander onların emniyeti görmeye gelen emekli denizciler olduklarını anladı.
Eva Hillström uzun boylu ve zayıf bir kadındı. Yüzünden ne düşündüğü belli olmuyordu. Wallander görür görmez onun her zaman olayların en kötüsünü düşünen biri olduğu izlenimine kapılmıştı. Konuğunun elini sıkıp odasına götürdü. Koridorda, kahve içmek isteyip istemediğini sordu.
“Kahve içemem,” dedi Eva Hillström. “Mideme dokunuyor.”
Gözlerini Wallander’den ayırmadan masanın hemen karşısındaki ziyaretçi koltuklarından birine geçip oturdu.
Ona yeni bir şeyler söyleyeceğimi sanıyor, diye geçirdi içinden Wallander. Söyleyeceklerimin kötü şeyler olduğunu düşünüyor.
Wallander yerine geçip oturdu. “Meslektaşımla dün görüşmüşsünüz,” dedi. “Kızınızın imzasıyla Viyana’dan postalanan ve birkaç gün önce size ulaşan kartpostalı da beraberinizde getirmişsiniz ama bu kartın kızınız tarafından yazılmadığını ileri sürüyorsunuz. Doğru mu?”
“Evet,” dedi kadın güçlükle.
“Martinson neden bu şekilde düşündüğünüzü bir türlü açıklayamadığınızı söyledi.”
“Evet, doğru, açıklayamıyorum.”
Wallander dosyadan kartı çıkarıp masanın üstüne koydu.
“Kızınızın el yazısıyla imzasının kolaylıkla taklit edilebileceğini söylemişsiniz.”
“İsterseniz siz de deneyin, göreceksiniz.”
“Denedim bile. Size katılıyorum, kızınızın el yazısını taklit etmek hiç de zor değil.”
“O zaman neden aynı şeyleri sorup duruyorsunuz?”
Wallander karşısındaki kadına bir an için baktı. Martinson’un da söylediği gibi çok gergindi.
“Verdiğiniz bilgileri onaylamak için bu soruları soruyorum,” dedi. “Bazen buna gerek oluyor.”
Eva Hillström sabırsızlıkla başını salladı.
“Bu kartları Astrid dışında birinin yazdığına inanmamız için elimizde somut bir nedenimiz yok,” dedi Wallander. “Kuşkularınızı haklı çıkartabilecek geçerli bir nedeniniz var mı?”
“Hayır yok ama haklı olduğumu biliyorum.”
“Hangi konuda haklı?”
“Kızımın ne bunu ne de diğer kartları yazdığı konusunda.”
Birden ayağa kalkıp Wallander’e bağırmaya başladı. Wallander böyle saldırgan bir tepkiye doğrusu hiç de hazırlıklı değildi. Kadın masadan Wallander’e uzanmış, kolundan yakalayarak bir yandan haykırıyor, bir yandan da onu sarsıyordu.
“Neden eliniz kolunuz bağlı oturuyorsunuz? Neden hiçbir şey yapmıyorsunuz? Bir şeyler yapmanız gerekiyor. Kızımın ve arkadaşlarının başına korkunç şeyler gelmiş olabilir.”
Wallander kolunu onun elinden güçlükle kurtarıp ayağa kalktı.
“Sakinleşseniz iyi olacak,” dedi.
Ne var ki Eva Hillström bağırmayı sürdürüyordu. Wallander kapısının önünden geçenlerin neler düşünebileceklerini merak etti. Kadının yanına yaklaşarak onu omuzlarından sıkıca tutup koltuğa oturttu, kıpırdamamasını söyledi. Kadının öfkesi başladığı gibi birden sönüvermişti. Wallander masasına döndü. Eva Hillström bakışlarını yere indirdi. Wallander şaşkınlık içinde onun konuşmasını beklemeye koyuldu. Kadının tepkisinde, bu inançlı duruşunda karşısındakine de bulaşan bir şey vardı.
“Sizce neler olmuş olabilir?” diye sordu sonunda daha fazla beklememeye karar vererek.
Eva Hillström başını iki yana salladı. “Bilmiyorum.”
“Bir kaza ya da başka bir şey olduğuna ilişkin herhangi bir ipucu yok.”
Kadın, Wallander’e baktı.
“Astrid’le arkadaşları daha önce de yolculuklara çıkmışlar,” dedi Wallander. “Belki bu seferki kadar uzun değil ama yine de çıkmışlar. Arabaları, paraları ve pasaportları da yanlarında. Meslektaşlarım bu konuyu daha önce de araştırmışlardı. Ayrıca hepsi de on sekiz yaşın üstünde. Benim de Astrid’den birkaç yaş büyük bir kızım var. Gençlerin nasıl davrandığını gayet iyi biliyorum.”
“Burada ters bir şeylerin olduğunu biliyorum,” dedi Eva Hillström. “Kötümser yapıda biri olduğumu da biliyorum ama bu kez hislerimde haklıyım. Bunu yüreğimde hissediyorum.”
“Diğer çocukların aileleri sizin kadar endişeli değil ama. Martin Boge’yle Lena Norman’ın ailesi neden sizin gibi tepki vermiyor?”
“Onları anlayamıyorum.”
“Kaygılarınızı ciddiye alıyoruz,” dedi Wallander. “Bu zaten bizim işimiz. Durumu bir kez daha inceleyeceğime söz veriyorum.”
Wallander’in bu sözleri kadını biraz rahatlatmıştı ama bu rahatlık uzun sürmedi. Yüzünden ne denli endişeli olduğu kolayca görülüyordu. Wallander ona acıdı.
Konuşmaları bitmişti. Eva Hillström ayağa kalktı, Wallander onunla birlikte danışmaya kadar gitti.
“Bir an kendimi yitirdiğim için özür dilerim,” dedi.
“Bir annenin kızı için endişelenmesi kadar doğal bir şey yoktur,” diye karşılık verdi Wallander.
Wallander’in elini sıkıp telaşla cam kapıdan çıkıp gitti.
Wallander odasına dönerken Martinson odasından başını uzatıp ona merak dolu bakışlarla baktı.
“Az önce neler oldu?”
“Çok korkmuş,” dedi Wallander. “Gerçekten kaygılı. Bu konuda bir şey yapmamız gerekiyor ama ne yapalım bilmiyorum doğrusu.” Wallander düşünceli bir tavırla Martinson’a baktı. “Yarın herkesin daha rahat olduğu bir zaman bu olaya bir kez daha bakmak istiyorum. Bu kişilerin kayıp olduklarını kabul edip etmemeye karar vermeliyiz. Bu konu bir şekilde beni de tedirgin ediyor.”
Martinson onaylarcasına başını salladı. “Svedberg’i gördün mü?” diye sordu.
“Hâlâ aramadı mı?”
“Hayır. Sürekli karşıma telesekreter çıkıp duruyor.”
Wallander yüzünü buruşturdu. “Svedberg böyle yapmazdı.”
“Bir daha deneyeyim.”
Wallander odasına gitti. Kapıyı kapatıp Ebba’yı aradı. “Bana yarım saat telefon bağlama,” dedi. “Ha, bu arada Svedberg’den bir haber var mı?”
“Olması mı gerek?”
“Onu çok merak ediyorum.”
Wallander ayaklarını masanın üstüne koydu. Yorulmuştu, ağzı da çok kurumuştu. Birden yerinden fırlayıp ceketini kaptığı gibi dışarı çıktı.
“Ben çıkıyorum,” dedi Ebba’ya. “Bir ya da iki saat sonra dönerim.”
Hava hâlâ sıcaktı ve rüzgâr esmiyordu. Wallander, Surbrunnsvägen’deki kent kütüphanesine gitti. Biraz uğraştıktan sonra kütüphanenin sağlık bölümüne bakarak sonunda aradığını, şeker hastalıklarıyla ilgili kitabı buldu. Masanın başına geçip oturdu, gözlüklerini taktı ve kitabı okumaya başladı. Bir buçuk saat sonra şeker hastalığına ilişkin az da olsa bir bilgi edinmişti. Bu hastalığa yakalanmasının tek nedeninin kendisi olduğunu fark etti. Yediği yiyecekler, spordan uzak durması ve ara sıra canı istediğinde yaptığı perhiz hastalanmasına neden olmuştu. Kitabı yerine kaldırdı. Kendini başarısız biri gibi hissediyordu. Şeker hastalığından artık kurtuluşu olmadığını anlamıştı. Yaşam tarzına ilişkin somut bir şeyler yapması gerekiyordu.
Emniyete döndüğünde saat dört buçuk olmuştu. Masanın üstünde, Svedberg’den hâlâ bir haber yok, yazılı Martinson’un bıraktığı notu gördü.
Wallander üç gencin kaybolmasıyla ilgili vakanın özetini bir kez daha okudu. Üç kartı yeniden inceledi. Tam olarak göremediği bir şeyler olduğuna ilişkin o his yine gelmişti işte. Hâlâ bunun ne olduğunu tam olarak anlayamıyordu. Göremediği şey neydi?
Kaygılarının arttığını hissetti. Eva Hillström’ü yeniden görüyor gibiydi. Birden olayların önemini kavradı. Aslında her şey son derece basitti. Kadın, kızının o kartı yazmadığını biliyordu. Bunu nasıl bildiğiyse hiç önemli değildi. Emindi ve bu da yeterliydi. Wallander yerinden kalkıp pencerenin önüne gitti. Gençlerin başına bir şey gelmişti. Sorulacak soru bunun ne olduğuydu.
3
Wallander kendisine önerilen perhizi o akşam denemeye karar verdi. Akşam yemeğinde yalnızca et suyuna çorbayla salata yedi. Kendini perhize o denli kaptırmıştı ki çamaşırhaneden sıra aldığını tamamıyla unutmuştu. Hatırladığındaysa çok geç olmuştu.
Olanları olumlu açıdan değerlendirmesi gerektiğini söyleyip duruyordu kendine. Kan şekerinin yüksek düzeyde olması ölüm ilanı anlamına gelmezdi, uyarılmıştı o kadar. Eğer sağlıklı bir yaşam sürdürmek istiyorsa bazı basit önlemler alması gerekiyordu. Öyle ağır ve zor önlemler değildi bunlar ama bu önlemler sayesinde yaşamında çok önemli değişiklikler yapabilecekti.
Yemeğini bitirdikten sonra doymadığını fark edince bir domates yedi. Sonra da mutfak masasından kalkmadan daha sonraki günler için yeni bir beslenme planı yapmaya çalıştı. Ayrıca bundan böyle işe yürüyerek gitmeye karar verdi. Hafta sonları da kumsala gidecek, orada uzun yürüyüşler yapacaktı. Bir zamanlar Hansson’la badminton oynamayı düşündüklerini hatırladı. Belki bu konuyu yeniden ele alabilirlerdi.
Saat dokuzda masadan kalkıp balkona çıktı. Rüzgâr güneyden esiyordu ama hava hâlâ ılıktı. Bunaltıcı sıcaklar başlamıştı.
Wallander sokakta yürüyen gençlere baktı. Beslenme planı ve doktorun önerdiği kilo tablosu üzerinde yoğunlaşması kolay olmayacaktı. Kendini Eva Hillström’ün tepkisinden bir türlü kurtaramıyordu. Kadının öfkesi onu sarsmıştı. Kızının ortadan kaybolmasına ilişkin duyduğu korkuyu görmemek olası değildi ve kadın duygularında içtendi. Rol yapmıyordu.
Bazen aileler çocuklarını tanımıyor, diye geçirdi içinden, ama bazen de çocukları ebeveynlerden daha iyi kimse tanımıyor ve içimden bir ses de bana Eva Hillström’ün kızını gerçekten çok iyi tanıdığını söylüyor.
İçeri girdi. Balkon kapısını kapatmadı. Bu olayda nasıl ilerlemeleri gerektiğini gösterecek bir şeyi gözden kaçırdığı hissine kapıldı. Eva Hillström’ün kaygılarında haklı olup olmadığını ortaya çıkaracak bir şey vardı ama neydi bu?
Kahve yapmak için mutfağa gitti. Suyun ısınmasını beklerken mutfak masasını sildi. Telefon çaldı. Arayan Linda’ydı. Çalıştığı restorandan arıyordu. Oysa Wallander restoranın yalnızca gündüzleri açık olduğunu sanıyordu. Kızının sesini duyunca şaşırmıştı.
“Restoran sahibi çalışma saatlerini değiştirdi,” dedi Linda. “Akşamları daha çok para kazanıyorum. Bir şekilde benim de yaşamam gerek.”
Wallander telefondan gelen konuşma sesleriyle tabak bıçak seslerini duydu. Linda’nın gelecek için ne tür planları olduğunu bilmiyordu. Linda bir gün iç dekorasyonla ilgileneceğini söylerken başka bir gün de tiyatro dünyasında vazgeçilmez bir yıldız olmayı düşlüyordu. Bir süre önce bu tiyatro sevdası sona ermişti.
Linda sanki babasının aklından geçenleri okumuştu. “Yaşamımın sonuna kadar garsonluk yapacak değilim elbette,” dedi. “Şu an önümüzdeki kış yolculuğa çıkabilmek için para biriktiriyorum.”
“Nereye gideceksin?”
“Daha karar vermedim.”
Bu konuyu ayrıntılarıyla tartışmanın zamanı olmadığından Wallander, Gertrud’un taşındığını ve büyükbabasının evinin satılığa çıkarıldığını haber verdi.
“Keşke satmak zorunda kalmasaydık,” dedi Linda. “Keşke satın alacak param olsaydı.”
Wallander, kızının ne demek istediğini anlıyordu. Linda büyükbabasıyla çok yakındı. Onları zaman zaman çok kıskanmıştı.
“Kapatmak zorundayım,” dedi Linda. “Nasıl olduğunu merak etmiştim.”
“Her şey yolunda,” diye karşılık verdi Wallander. “Bugün doktora gittim. Beni çok iyi buldu.”
“Zayıflamanı söylemedi mi?”
“Onun dışında her şeyin çok iyi olduğunu söyledi.”
“Anlaşılan senin bu doktorun çok kibar. Tatildeki gibi yine yorgun hissediyor musun?”
Aklımdan geçenleri okuyor, diye geçirdi içinden Wallander çaresizlikle. Neden ona doğruyu, diyabet hastası olmak üzere olduğumu ya da düpedüz şekerim olduğunu söyleyemiyorum ki? Neden bunda utanılacak bir şey varmış gibi davranıyorum?
“Yorgun değilim,” dedi. “Gotland’da geçirdiğimiz o hafta başkaydı.”
“Sen öyle diyorsan öyledir,” diye karşılık verdi Linda. “Kapatmam gerek. Eğer akşamları beni aramak istersen numaramız değişti.”
Wallander, kızının verdiği telefon numarasını bir çırpıda ezberledi. Sonra da telefonu kapattı.
Kahvesini aldı, oturma odasına gidip televizyonu açtı. Televizyonun sesini kısıp kızının verdiği numarayı telefon defterine yazdı. Yazdığını kendinden başkasının okuması olanaksızdı. İşte tam o sırada kendisini neyin tedirgin ettiğini anladı. Kahve fincanını bir kenara itip saatine baktı. Dokuzu çeyrek geçiyordu. Bir an Martinson’u aramayı düşünerek duraksadı ama arayacak olursa harekete geçmek için ertesi sabahı beklemek zorunda kalacaktı. Mutfağa gidip telefon rehberini aldı, mutfak masasına geçip oturdu.
Ystad’da Norman soyadı olan dört aile vardı ama Wallander, Martinson’un kâğıtları arasında gördüğü adresi hatırlıyordu. Lena Norman ve annesi hastanenin kuzeyinde, Käring Caddesi’nde oturuyorlardı. Babasının adı Bertil Norman’dı ve adının hemen yanı başında da CEO yazılıydı. Wallander, Bertil Norman’ın prefabrik evlere ısınma tesisatı kuran bir şirketin sahibi olduğunu biliyordu.
Numarayı çevirdi, telefonu bir kadın açtı. Wallander elinden geldiğince dostça bir sesle konuşmaya çalışarak kendisini tanıttı. Kadını endişelendirmek istemiyordu. Özellikle mesai saatinden sonra polisin telefon etmesinin ne denli kaygı verici bir şey olduğunu bilirdi.
“Lena Norman’ın annesiyle mi görüşüyorum?”
“Ben Lillemor Norman.”
Wallander bu adı hatırlamıştı.
“Aslında sizi yarın sabah da arayabilirdim,” dedi. “Ama öğrenmem gereken bir şey var ve polisler ne yazık ki yirmi dört saat çalışıyor.”
Kadın endişelenmemişti. “Size nasıl yardım edebilirim? Ya da kocamla konuşmak ister misiniz? Hemen çağırırım. Oğlumuzun matematik ödevine yardım ediyor.”
Kadının yanıtı Wallander’i şaşırtmıştı. Okullarda hâlâ ev ödevi verildiğini bilmiyordu.
“Buna gerek yok,” dedi. “Ben yalnızca Lena’nın el yazısını merak ediyorum. Ondan gelen herhangi bir mektup var mı yanınızda?”
“Kartpostallar dışında mektup falan gelmedi. Polisin bunu zaten bildiğini sanıyordum.”
“Ben eskiden yazmış olduğu bir mektup demek istemiştim.”
“Bunu neden istiyorsunuz?”
“Rutin çalışmalarımızdan biri yalnızca. Bazı el yazısı örnekleriyle kıyaslamamız gerekiyor. O kadar önemli bir şey değil.”
“Polisler böylesine önemsiz konular için de mi insanları gece yarıları arayıp rahatsız eder?”
Eva Hillström korkuyor, diye geçirdi içinden Wallander. Öte yandan Lillemor Norman her şeyden kuşkulanıyor.
“Acaba bana yardım edecek misiniz?”
“Lena’dan gelen birçok mektup var.”
“Bir tane yeter de artar bile. Yarım sayfa bile olsa yeter.”
“Bulurum. Acaba birini gönderip aldırabilir misiniz?”
“Ben kendim geleceğim. Yirmi dakika sonra oradayım.”
Wallander telefon rehberini yeniden aldı. Simrishamn’da oturan “Boge” adında yalnızca tek bir kişi vardı. Bir muhasebeci. Wallander numarayı çevirip telefonun açılmasını sabırsızlıkla bekledi. Tam kapatmak üzereyken telefon açıldı.
“Klas Boge.”
Telefona yanıt veren ses oldukça gençti. Wallander bunun Martin Boge’nin kardeşi olabileceğini düşündü. Ona kendisini tanıttı.
“Annen baban evde mi?”
“Hayır ben yalnızım. Golf kulübünün yemeğine gittiler.”
Wallander konuşmayı sürdürüp sürdürmemesi gerektiğini kestirememişti ama delikanlı ona yeterince olgun biri gibi gelmişti.
“Ağabeyin Martin sana hiç mektup yazdı mı? Onun yazdığı herhangi bir şeyi saklamış olabilir misin?”
“Bu yaz bir şey yazmadı.”
“Daha önce?”
Delikanlı bir an düşündü. “Geçen yıl Amerika’dan bana yolladığı mektup var.”
“El yazısıyla mı yazılmıştı?”
“Evet.”
Wallander, Simrishamn’a arabayla ne kadar sürede gidebileceğini hesapladı. Belki de ertesi sabahı beklese daha iyi olacaktı.
“Neden ağabeyimin mektuplarını istiyorsunuz?”
“Onun el yazısını görmemiz gerekiyor.”
“İstiyorsanız hemen fakslayabilirim size.”
Delikanlı oldukça pratikti. Wallander emniyetteki fakslardan birinin numarasını verdi.
“Bu konudan ailene söz etsen iyi olur,” dedi.
“Şimdi yatmayı düşünüyordum. Onlar geç gelecek.”
“Peki onlara yarın söyler misin?”
“Martin mektubu bana yollamıştı.”
“Yine de söylersen sevinirim,” dedi Wallander sabırla.
“Martin ve diğerleri yakında dönecekler,” dedi delikanlı. “Bayan Hillström’ün neden bu denli kaygılandığını anlayamıyorum doğrusu. Bizi her gün arıyor.”
“Sizinkiler endişeli değil mi?”
“Bana sorarsanız Martin’in gitmesinden memnunlar. En azından babam çok memnun.”
Wallander delikanlının sözünü sürdürüp sürdürmeyeceğini şaşkınlıkla bekledi ama sürdürmedi.
“Yardımların için teşekkürler,” dedi Wallander sonunda.
“Her şey oyun gibiydi,” dedi delikanlı.
“Ne demek istiyorsun?”
“Farklı bir zaman boyutuna geçtiklerini varsayıyorlardı. Erişkin insanlar olmalarına karşın maskeli baloya gider gibi giyiniyorlardı.”
“Ne demek istediğini anlayamadım,” dedi Wallander.
“Tiyatro oynuyorlarmış gibi rol yapıyorlardı ama onlarınki gerçekti. Aslında var olmayan bir şeyi bulmak için Avrupa’ya gitmiş olabilirler.”
“Yani bu onlar için oldukça doğal bir şey, öyle mi? Bana kalırsa Yaz Dönümü Bayramı kutlaması oyun gibi bir şey değil. Diğer partilerde olduğu gibi yemek yenir, dans edilir.”
“Ve de içki içilir,” dedi delikanlı. “Ama kostüm giyildiğinde başka bir şeylerin de söz konusu olması gerekmez mi?”
“Onlar böyle mi yapmışlardı?”
“Evet ama daha fazlasını bilmiyorum. Bu onların kimseye söylemek istemediği bir sırdı. Martin bu konuda hiç ağzını açmadı.”
Wallander delikanlının anlattıklarını tam olarak anlayamamıştı. Saatine baktı. Lillemor Norman kendisini bekliyordu.
“Yardımların için teşekkürler,” dedi konuşmaya son noktayı koyarak. “Ailene aradığımı ve sana söylediklerimi aktarmayı unutma.”
“Tabii,” diye karşılık verdi delikanlı.
Üç farklı tepki söz konusu, diye geçirdi içinden Wallander. Eva Hillström korkuyor. Lillemor Norman alabildiğine kuşkulu. Martin Boge’nin ailesiyse oğulları gittiği için huzura kavuşmuşlar ve kardeşi de ana babasının evde olmalarını istemiyor. Ceketini giyip dışarı çıktı. Binadan çıkarken çamaşırhaneye uğrayıp cuma günü için kendisine bir makine ayırttı.