Читать книгу Bir Adım Geriden (Хеннинг Манкелль) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Bir Adım Geriden
Bir Adım Geriden
Оценить:
Bir Adım Geriden

5

Полная версия:

Bir Adım Geriden

Käring Caddesi çok uzak olmamakla birlikte arabasına bindi. Doktorun verdiği spor biraz daha bekleyebilirdi. Bellevuevägen’den Käring Caddesi’ne saptı, iki katlı beyaz bir binanın önünde durdu. Bahçe kapısını açarken Lillemor Norman kapıyı açtı. Eva Hillström’ün tersine Lillemor Norman oldukça sağlıklı görünüyordu. Martinson’un dosyasındaki fotoğrafları gözünün önüne getirince Lena Norman’ın annesine çok benzediğini fark etti.

Kadının elinde beyaz bir zarf vardı.

“Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim,” dedi Wallander.

“Lena döndüğünde kocam onunla bir güzel konuşacak. Bu şekilde, kimseye tek bir kelime bile söylemeden çekip gitmeleri olacak şey değil. Tam bir sorumsuzluk.”

“Onlar erişkin insanlar, canları ne isterse yapabilirler,” dedi Wallander. “Ama bu davranışları yüzünden insan elbette hem tedirgin oluyor hem de merak içinde kalıyor.”

Zarfı alıp geri vereceğine söz verdi. Sonra emniyete gitti ve nöbetçi memurun telefonlara baktığı odaya girdi. Wallander içeri girdiğinde polis telefonda konuşuyordu ama Wallander’i görünce ona faks makinelerinden birini işaret etti. Klas Boge söz verdiği gibi kardeşinin mektuplarından birini fakslamıştı. Wallander odasına gidip masanın üstündeki lambayı yaktı. İki mektupla kartpostalları yan yana masanın üstüne dizdi, sonra lambayı bunların üstüne gelecek şekilde ayarlayıp gözlüklerini taktı.

Arkasına yaslandı. İçgüdülerinde yine haklı çıkmıştı. Martin Boge’yle Lena Norman’ın el yazıları kargacık burgacıktı. Üçünden birinin el yazısı taklit edilmek istense Astrid Hillström’ün el yazısı tercih edilirdi. Bu, Wallander’i tedirgin etmişti ama beyni yine de iyi çalışıyordu. Bu ne anlama geliyordu? Aslında bir anlama falan geldiği yoktu. Birinin bu çocuklar adına neden kartpostal yolladığını kesinlikle açıklamıyordu. Ayrıca neden söz konusu bu kişi içlerinden birinin el yazısını taklit etmişti? Buna neden gerek duymuştu? Tüm bu mantıksızlıklara karşın Wallander yine de içindeki yoğun endişeyi bir kenara atamıyordu.

Bu konuyu yeniden ama enine boyuna bir kez daha ele almalıyız, dedi kendi kendine. Eğer çocukların başına bir şey gelmişse aradan iki ay geçti.

Gidip kendisine bir fincan kahve aldı. Onu çeyrek geçiyordu. Martinson’un hazırladığı dosyayı bir kez daha okudu ama yeni bir şey bulamadı. Bir grup yakın arkadaş kendi arasında Yaz Dönümü Bayramı’nı kutlamış, sonra da yolculuğa çıkmışlardı. Gittikleri yerlerden de kart göndermişlerdi. Hepsi buydu işte.

Wallander mektuplarla kartpostalları dosyanın içine yerleştirdi. O gece yapılacak daha fazla bir şey yoktu. Ertesi sabah Martinson ve diğerleriyle konuşacak, son bir kez daha bu Yaz Dönümü Bayramı dosyasını inceleyecek ve kayıp soruşturmasına başlayıp başlamayacaklarına karar vereceklerdi.

Wallander ışığı söndürüp dışarı çıktı. Koridorda Ann-Britt Höglund’un odasından ışık geldiğini gördü. Odanın kapısı aralıktı, Wallander kapıyı yavaşça açtı. Höglund masada gözlerini boşluğa dikmiş duruyordu. Önünde hiç evrak yoktu. Wallander bir an duraksadı. Höglund’un gece geç saatlere kadar emniyette kalma alışkanlığı yoktu. Çocukları küçüktü, kocası da işi gereği sürekli yolculuklara çıkardı, dolayısıyla mesai saatinin bitiminde Höglund doğruca evine giderdi. Genç kadının kantindeki davranışını hatırladı. Şimdi de boş masaya gözlerini dikmiş kıpırdamadan oturuyordu. Belki yalnız kalmak istemişti. Belki de biriyle konuşmaya ihtiyacı vardı.

Yalnız kalmak istediğini bana rahatça söyleyebilir, diye geçirdi içinden Wallander.

Kapıyı yavaşça vurdu, yanıt gelmesini bekledi, sonra da içeri girdi.

“Işığının yandığını gördüm,” dedi. “Genelde bu saatte burada olmadığın için bir şey mi oldu diye merak ettim.”

Höglund karşılık vermeden baktı.

“Yalnız kalmak istiyorsan söyle, hemen giderim.”

“Hayır,” diye karşılık verdi. “Hiç yalnız kalmak istemiyorum. Sen neden hâlâ buradasın? Bir şey mi var?”

Wallander koltuklardan birine geçip oturdu. Kendini gereksiz bir eşya gibi hissediyordu.

“Yaz Dönümü’nde kaybolan gençlerle ilgili.”

“Yeni bir şey mi var?”

“Hayır yok. Yalnızca bir şeyi bir kez daha kontrol etmek istedim ama buna yeniden bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Eva Hillström çok kaygılı.”

“Peki ama başlarına ne gelmiş olabilir?”

“İşte yanıtlanması gereken tek soru da bu.”

“Kayıp ilanı çıkaracak mıyız?”

Wallander ellerini çaresizlikle iki yana açtı. “Bilmiyorum. Buna yarın karar vereceğiz.”

Masa lambasının aydınlattığı oda alabildiğine loştu.

“Ne zamandan beri bu meslektesin?” diye sordu Höglund birden.

“Uzun zamandan beri. Hem de çok uzun zamandan beri. Damarlarımda polis kanı var benim. Bu kan en azından emekli oluncaya kadar da akmayı sürdürecek.”

Bir sonraki sorusunu sormadan önce Wallander’e uzun uzun baktı. “Nasıl idare edebiliyorsun?”

“Bilmiyorum.”

“Hiç bunaldığın, sıkıldığın olmadı mı?”

“Olmaz olur mu, oldu, hem de çok oldu. Neden soruyorsun?”

“Bu sabah sana kantinde söylediklerimi düşünüyorum. Sana kötü bir yaz geçirdiğimi söylemiştim ve söylediklerim doğru. Kocamla bazı sorunlarımız var. Eve neredeyse hiç gelmiyor. Yolculuklarından sonra normal yaşantımıza dönmemiz bir haftamızı alıyor ama hemen sonra yine yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor. Bu yaz ayrılıktan bahsetmeye başladık. İnsanın çocukları olunca bu hiç de kolay bir şey değil.”

“Biliyorum,” dedi Wallander.

“Bir yandan da işimi sorgulamaya başladım. Gazetede Malmö’deki meslektaşlarımızın haraç toplamaktan tutuklandığını okudum. Televizyonu açıyor, polis teşkilatındaki komiserlerin organize suç dünyasıyla ilişkileri olduğunu öğreniyorum. Bunları hem görüyorum hem de sayılarının her geçen gün arttığını duyuyorum. Ben de ister istemez, burada ne yapıyorum, diyorum. Ya da şöyle diyeyim, bundan sonraki otuz yılı nasıl geçireceğimi kestiremiyorum.”

“Bazen insan kendini bıçak sırtında hissediyor,” dedi Wallander genç kadına hak vererek. “Bu uzun bir süreç. Adalet sistemindeki yozlaşma yeni bir şey değil ve her zaman o sınırı geçmeye gönüllü polisler vardır. İşler şimdilerde daha da kötüleşip yozlaştığından senin gibi duyarlı insanlar için bu elbette çok önemli ve tedirgin edici oluyor.”

“Peki ya sen? Sen bu konuda ne düşünüyorsun?”

“Bunlar benim için de geçerli.”

“Peki ama nasıl başa çıkıyorsun?”

Sorusu öfke doluydu. Wallander onu kendine benzetti. Kim bilir kaç kez kendisi de Höglund gibi masasının başına çökmüş, bu görevi nasıl sürdürebileceğini düşünmüştü.

“Sürekli, görevi bırakacak olursam işlerin bensiz daha da kötüleşeceğini söyleyip duruyorum kendime,” dedi Wallander. “Bazen işe yarıyor. Çok iyi bir neden değil ama aklıma başka bir şey gelmiyorsa böyle düşünüyorum.”

Höglund başını iki yana salladı. “İsveç’e neler oluyor?”

Wallander, genç kadının konuşmasını sürdürmesini bekledi ama sürdürmedi. Caddeden geçen bir kamyonun sesi duyuldu.

“Geçen bahardaki o çirkin saldırıyı hatırlıyor musun?” diye sordu Wallander.

“Svarte’dekini mi?”

“On dört yaşındaki iki çocuk on iki yaşındaki bir başka çocuğa saldırmıştı. Ortada hiçbir neden olmadığı gibi herhangi bir kışkırtma da yoktu. Zavallı çocuk yerde baygın yatarken diğerleri göğsüne vurmayı sürdürmüştü. Çocuk kısa süre sonra ölmüştü. Hiç bu kadar çok sarsılmamıştım. İnsanlar her zaman kavga ederdi ama kavga ettikleri kişi yere serildiğinde genellikle kavgayı bırakırlardı. Buna ne isim verirsen ver. Adil dövüş de, ne dersen de ama böyleydi. Ancak artık değil çünkü bu çocuklar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Sanki tüm çocuklar terk edilmiş gibi. Ya da artık kimse çocuklarıyla ilgilenmiyor. Şartlar değiştiğinden polis olmanın ne anlama geldiğini bir kez daha düşünmelisin. Yıllar boyunca edindiğin deneyimlerin artık bir anlamı kalmadı.”

Sustu. Koridordan gelen sesler duydular. Gece nöbetçilerinden biri sarhoş bir sürücüyle konuşuyordu. Kısa süre sonra da ortalık eskisi gibi derin bir sessizliğe büründü.

“Son yıllarda nasıl hissediyorsun?”

“Vurulduğumdan beri mi?”

Evet dercesine başını salladı.

“Sürekli aynı şeyleri düşümde görüyorum,” diye karşılık verdi Höglund. “Kendimi ölmüş olarak ya da kurşun beynime saplanmış gibi görüyorum. Bu daha da korkunç olurdu.”

“İnsanın sinirlerini bozması için böylesi düşler yeter de artar bile,” dedi Wallander.

Höglund ayağa kalktı. “Bir gün ciddi ciddi istifa edeceğimden korkuyorum,” dedi. “Ama henüz o noktaya gelmedim. Uğradığın için teşekkür ederim. Genelde sorunlarımla kendim başa çıkarım ama bu gece biriyle konuşmaya ihtiyacım vardı.”

“Bunu kabul etmek bile güç ister.”

Ann-Britt Höglund ceketini giyip Wallander’e gülümsedi. Wallander uykularının nasıl olduğunu merak ediyordu ama sormadı.

“Şu oto kaçakçıları konusunda yarın biraz konuşabilir miyiz?” diye sordu.

“Öğleden sonraya ne dersin? Sabah şu gençler konusunu görüşeceğimizi unutma.”

Höglund, Wallander’e dikkatle baktı.

“Endişeleniyor musun?”

“Eva Hillström endişeleniyor ve ben de bunu görmezden gelemiyorum.”

Dışarıya birlikte çıktılar. Genç kadın Wallander’in eve bırakma önerisini geri çevirdi.

“Yürümek istiyorum,” dedi. “Hava da çok güzel. Ağustos harika geçiyor.”

“Bunaltıcı sıcaklar var,” diye karşılık verdi Wallander.

Vedalaştılar. Wallander arabasına binip evine gitti. Bir fincan çay içip Ystad Allehanda gazetesine göz gezdirdikten sonra yattı. Hava oldukça sıcak olduğundan yatak odası camını aralık bırakmıştı. Başını yastığa koyar koymaz derin bir uykuya daldı.


Şiddetli bir sancıyla uyandı. Baldır adalesine kramp girmişti. Ayağını yere indirip bükmeye çalıştı. Sancı geçti. Yavaşça yeniden yatağa uzandı. Bacağına yeniden kramp girmesinden korkuyordu. Komodinin üstündeki çalar saat gecenin bir buçuğunu gösteriyordu. Yine düşünde babasını görmüştü. Wallander’in neresi olduğunu çıkaramadığı bir kentin sokaklarında birlikte yürüyorlardı. Birini arıyorlardı. Ancak kimi aradıklarını bilmiyordu.

Pencerenin önündeki perde hafifçe kıpırdadı. Wallander, Linda’nın annesi Mona’yı düşünüyordu. Uzun süre evli kalmışlardı. Oysa Mona şimdi golf oynayan ve büyük bir olasılıkla kan şekeri düzeyi yüksek olmayan başka bir erkekle birlikteydi.

Kafasının içinden binlerce düşünce geçiyordu. Birden Baiba’yla birlikte Skagen’in uçsuz bucaksız kumsallarında el ele yürüdükleri günler geldi aklına. Sonra o da çekip gitmişti.

Uykudan eser kalmamıştı. Yatağında oturdu. Nereden aklına geldiğini bilmiyordu ama bir konu diğer düşüncelerinin arasından sıyrılıp öne çıkıvermişti: Svedberg.

Hastayım diye telefon etmemesi de garipti. Hiç hastalanmadığı gerçeği bir yana bırakılırsa başına bir şey gelmiş olsaydı mutlaka emniyeti arayıp haber verirdi. Bunu daha önce düşünmeliydi. Svedberg onları aramamışsa bunun yalnızca tek bir anlamı vardı: İletişim kurmasını engelleyen bir şey olmuştu.

Wallander endişelenmeye başlıyordu. Elbette bu yalnızca onun hayal ürünüydü. Ayrıca Svedberg’in başına ne gelebilirdi ki? Ancak içini sıkan tedirginlik hissi de alabildiğine güçlüydü. Wallander bir kez daha saate baktıktan sonra mutfağa gitti, Svedberg’in numarasını bulup çevirdi. Birkaç çalıştan sonra devreye telesekreter girdi. Wallander telefonu kapattı. Artık bir şeylerin yolunda gitmediğinden adı gibi emindi. Giyindi, aşağıya inip arabasına bindi. Rüzgâr çıkmıştı ama hava hâlâ sıcaktı. Ana meydana çıkması yalnızca birkaç dakika sürmüştü. Arabasını park ettikten sonra Svedberg’in oturduğu Lilla Norre Caddesi’ne doğru yürüdü. Svedberg’in dairesinde ışık yanıyordu. Wallander bir an için rahatlayıp derin bir soluk aldı ama bu rahatlığı fazla uzun sürmeyerek yerini daha yoğun bir endişeye bıraktı. Svedberg evdeyse neden telefonu açmamıştı? Wallander binanın kapısını itti. Kilitliydi. Kilidin üstündeki güvenlik kodunu bilmiyordu ama ön kapıdaki aralık ona yeterliydi. Cebinden çakısını çıkarıp etrafına bakındı. Sonra da çakıyı kapının aralığından içeri sokup çevirdi ve itti. Kapı açıldı.

Svedberg dördüncü katta oturuyordu. Wallander dördüncü kata ulaştığında soluk soluğa kalmıştı. Kulağını kapıya dayadı ama hiç ses duymadı. Sonra da mektup deliğini eliyle itti. Hiçbir şey göremedi. Zili çaldı, zil boş evde yankılandı. Zili üç kez çaldıktan sonra kapıyı yumruklamaya başladı. Yine hiç ses duyulmadı.

Wallander düşüncelerini toplamaya çalıştı. Yalnız olmaması gerektiğini hissediyordu. Elini cep telefonuna attı ama telefonu evde, mutfak masasında bıraktığını hatırladı. Koşar adımlarla basamakları indi, dış kapının arasına küçük taş koydu. Sonra da köşedeki telefon kulübesine giderek Martinson’u aradı.

“Uyandırdığım için çok özür dilerim,” dedi Wallander, Martinson telefonu açtığında. “Ama yardımına ihtiyacım var.”

“Ne oldu?”

“Bugün Svedberg’le konuştun mu?”

“Hayır.”

“O zaman bir şeyler olmuş olmalı.”

Martinson karşılık vermedi ama Wallander onun iyice açıldığını hissediyordu.

“Lilla Norre Caddesi’ndeki evinin önünde seni bekliyorum,” dedi Wallander.

“On dakika sonra oradayım,” diye karşılık verdi Martinson. “Daha da erken olabilir.”

Wallander arabasının yanına gidip bagajı açtı. Kirli bir plastik torbanın içinde bazı aletler vardı. Torbanın içinden levyeyi alıp Svedberg’in oturduğu binaya doğru yürüdü.

On dakikadan daha kısa bir sürede Martinson’un arabası göründü. Wallander onun pijamasının üstüne ceketini geçirdiğini gördü.

“Sence ne olmuş olabilir?”

“Bilmiyorum.”

Birlikte yukarıya çıktılar. Wallander zili çalması için Martinson’a başıyla işaret etti. Kapı yine açılmadı. Bakıştılar.

“Belki de emniyetteki odasında yedek anahtarı vardır.”

Wallander hayır dercesine başını salladı.

“Bu çok uzun sürer,” dedi.

Martinson bir adım geriledi. Bundan sonra neler olacağını çok iyi biliyordu. Wallander levyeyi sokup sıkıştırdı ve kapıyı itti.

4

8 Ağustos 1996 gecesi Kurt Wallander’in yaşamının en uzun gecesi olmuştu. Lilla Norre Caddesi’ndeki binadan şaşkınlıkla ayrıldığında içinden çıkılması olanaksız bir karabasan görüyormuş hissinden kendini bir türlü kurtaramıyordu.

Ne var ki o gece gördüğü her şey gerçekti ve bu gerçek de son derece ürkütücüydü. Mesleğinde dehşet verici nice cinayetle karşılaşmış olmasına karşın hiçbir olay onu bu denli derinden etkilememişti.

Svedberg’in kapısını kırıp içeri girdiğinde neyle karşılaşacağını bilmiyordu ama yine de levyeyi kapıya soktuğu an kendini en kötüye hazırlamış ve korkularında da haksız çıkmamıştı.

İki polis düşman topraklarına adım atıyorlarmış gibi eve sessizce girmişlerdi. Martinson, Wallander’in hemen arkasındaydı. Oturma odasının ışığı yanıyordu. Kısa bir an kıpırdamadan holde durdular. Oturma odasının kapısında, Wallander o kadar ani geri çekildi ki sert bir şekilde Martinson’a çarptı. Martinson da Wallander’in gördüklerine bakmak için öne eğildi.

Wallander, Martinson’dan çıkan sesi yaşamı boyunca unutamayacağını hissetti. Martinson yerde yatan şeyin gerçek olduğuna inanmakta zorlanan küçük bir çocuk gibi inlemişti.

Yerde yatan Svedberg’di. Bacaklarından biri, kolu kırık koltuktan aşağı sarkıyordu. Bedeni omurgası yokmuşçasına garip bir şekilde bükülmüştü.

Wallander dehşet içinde oturma odasının kapısında kalakaldı. Gördüklerinin gerçek olduğunu yeni yeni algılıyor gibiydi. Uzun yıllardan beri birlikte çalıştığı iş arkadaşı ölmüştü. Artık Svedberg yaşamıyordu. Bir daha asla toplantı odasında her zamanki yerinde oturup kaleminin ucuyla kelini kaşıyamayacaktı.

Svedberg’in artık keli de yoktu. Kafasının yarısı gitmişti.

Cesedin yanında çifte namlulu bir av tüfeği vardı. Devrilmiş sandalyenin arkasındaki beyaz duvarın birkaç metre yukarısına kan sıçramıştı. Wallander birden Svedberg’in artık arı fobisi yaşamayacağını düşündü.

“Burada neler olmuş?” diye sordu Martinson son derece tedirgin bir sesle. Wallander, Martinson’un ağlamak üzere olduğunu gördü. Oysa kendisinin böylesi bir tepki göstermesi mümkün değildi. Daha tam olarak ne olduğunu anlamadığı bir şey karşısında ağlayamazdı. Önündeki bu acı manzaranın neden kaynaklandığını da henüz anlayamamıştı. Svedberg ölmüş olamazdı. Kırk beş yaşında bir polisti ve yarın sabah her zamanki sabah toplantısında yine her zamanki sandalyesinde oturacaktı. Başındaki keli, arılardan çok korkması ve her cuma akşamı emniyetin saunasına girmesiyle tanınan Svedberg’di bu. Yerde yatan kesinlikle Svedberg olamazdı. Bu, ona çok benzeyen başka biri olmalıydı.

Wallander içgüdüsel olarak saatine baktı. İkiyi dokuz geçiyordu. Eşikte birkaç saniye daha durduktan sonra hole döndüler. Wallander holün ışığını yaktı. Martinson’un tüm bedeninin titrediğini fark etti. Kendisinin nasıl göründüğünü merak etti.

“Tüm birimlere kırmızı alarm verilmesini söyle.”

Holde bir telefon vardı ama yanında telesekreteri yoktu. Martinson tamam dercesine başını sallayarak elini ahizeye uzattı. Wallander onu durdurdu.

“Dur,” dedi. “Düşünmeliyiz.”

Düşünecek ne vardı? Belki de bir mucizenin gerçekleşmesini bekliyordu. Belki de Svedberg içeriden gelecek ve tüm gördükleri korkunç bir karabasan olarak kalacaktı.

“Lisa Holgersson’un numarasını biliyor musun?” diye sordu. Deneyimlerinden Martinson’un adresler ve telefon numaraları konusunda çok başarılı olduğunu biliyordu. Bu Tanrı vergisi yeteneğe sahip iki kişi vardı emniyette, biri Martinson diğeriyse Svedberg’di. Şimdi tek kişi kalmıştı.

Martinson numarayı söyledi. Wallander telefonu çevirdi, ikinci çalışta Lisa Holgersson telefonu açtı. Telefon yatağının hemen yanında olmalı, diye geçirdi içinden Wallander.

“Ben Wallander. Uyandırdığım için özür dilerim.”

Holgersson hemen uyanmış gibiydi.

“Bir an önce buraya gelsen iyi olacak,” dedi Wallander. “Lilla Norre Caddesi’nde Svedberg’in evindeyim. Martinson da yanımda. Svedberg ölmüş.”

Wallander, Holgersson’un iç çektiğini duydu. “Ne oldu?”

“Bilmiyorum. Vurulmuş.”

“Bu çok korkunç. Cinayet mi?”

Wallander bir an için oturma odasında yerde duran av tüfeğini düşündü.

“Bilmiyorum,” dedi. “Cinayet ya da intihar, hangisi olduğunu bilmiyorum.”

“Nyberg’i aradın mı?”

“Hayır, önce seni aramak istedim.”

“Giyinip hemen geliyorum.”

“Biz de bu arada Nyberg’i ararız.”

Wallander telefonu Martinson’a uzattı. “Önce Nyberg’i ara,” dedi.

Oturma odasının iki girişi vardı. Martinson telefonda konuşurken Wallander mutfağa gitti. Mutfak dolaplarından birinin çekmecesi yerdeydi. Dolaplardan birinin kapağı da aralıktı. Evrak ve bazı fişler yere saçılmıştı.

Wallander gördüğü her şeyi birer birer kafasına kazıdı. Ystad’ın adli tıp müdürü Nyberg’e olanları anlatan Martinson’u dinledi bir an için. Sonra odalarda dolaşmaya başladı. Adımlarını dikkatle atıyor, bastığı yere dikkat ediyordu. Svedberg’in yatak odasına gelmişti. Komodinin üç çekmecesi de açıktı. Yatak yapılmamıştı ve battaniye yerdeydi. Wallander acı içinde Svedberg’in çiçekli çarşaflarda yattığını fark etti. Yatağı kır çiçeklerinden oluşan bir demet gibiydi. Wallander dolaşmayı sürdürerek yatak odasıyla oturma odası arasındaki çalışma odasına geçti. Burada birkaç raf ve bir de çalışma masası vardı. Svedberg oldukça titiz ve düzenli biriydi. Emniyetteki odası da her zaman düzenliydi ama çalışma odası öyle değildi. Raflardaki kitaplar düzensiz, masada olması gereken şeyler zeminde ve kâğıtlar da yere saçılmıştı.

Wallander bir kez daha oturma odasına gitti ama bu kez diğer girişi kullanmıştı. Şimdi av tüfeğine daha yakındı. Svedberg’in bükülmüş cansız bedenine bakmamaya çalıştı. Kıpırdamadan durdu, gördüğü her şeyi, her ayrıntıyı belleğine kazıdı. Sorular birbirini izliyordu. Silah sesini ya da seslerini duyan olmuş muydu? Olay bir hırsızlık vakasını andırıyordu. Peki ama ne zaman olmuştu? Burada daha başka neler olmuştu?

Martinson oturma odasının diğer girişinde belirdi.

“Geliyorlar,” dedi.

Wallander evde dolaşmayı sürdürdü. Mutfağa döndüğünde bir Alman çoban köpeğinin havlamasını ve Martinson’un heyecanlı sesini duydu. Hızlı adımlarla hole çıktığında bir polis köpeğiyle burun buruna geldi. Diğer dairelerde oturanlar da sırtlarında sabahlıklarıyla kapılarının önüne çıkmışlardı. Köpekli polisin adı Edmundsson’du ve Ystad’a yeni taşınmıştı.

“Biri bir hırsızlık olduğuna ilişkin ihbarda bulunmuş,” dedi Wallander’i görünce şaşkın bir sesle. “Svedberg adında birinin dairesiymiş.”

Wallander, Edmundsson’un Svedberg’in kim olduğunu bilmediğini anladı.

“Güzel. Burada bir şeyler olmuş. Bu arada burası polis memuru Svedberg’in evi.”

Edmundsson’un yüzü birden kireç gibi oldu. “Bilmiyordum.”

“Nereden bilecektin ki? Ama istersen emniyete dönebilirsin. Destek yolda.”

Edmundsson soru sorarcasına baktı. “Neler oldu?”

“Svedberg ölmüş,” diye karşılık verdi Wallander. “Bildiğimiz tek şey bu.”

Bunları söyler söylemez de gereğinden fazla bilgi verdiği hissine kapıldı. Komşular onları dinliyordu. Birileri basına haber verebilirdi. Gazetecilerin evi istila etmesi Wallander’in isteyebileceği en son şeydi. Esrarengiz bir şekilde ölen bir polis memuru gazetecilerin en gözde haberlerinden olurdu.

Edmundsson aşağı inerken Wallander köpeğin adını bilmediğini fark etti.

“Sen komşularla ilgilenebilir misin?” dedi Martinson’a. “Hiçbir şey duymamış olsalar bile silah seslerini mutlaka duymuşlardır. Böylelikle belki ölüm saatini saptayabiliriz.”

“Birden fazla mı ateş edilmiş?”

“Bilmiyorum ama birileri mutlaka bir şeyler duymuş olmalı.”

Apartmanın kapısı hızla kapandı ve üst kata çıkan ayak seslerini duydular. Martinson uykulu ve endişeli gözlerle kendilerini izleyen komşuları yan daireye topladı. Basamakları hızla çıkan Lisa Holgersson soluk soluğa yanlarına geldi.

“Kendini en kötüye hazırlamanı istiyorum,” dedi Wallander.

“O kadar mı kötü?”

“Svedberg’in başına çok yakından av tüfeğiyle ateş edilmiş.”

Holgersson yüzünü buruşturdu, sonra da kendini toparladı. Wallander onun arkasından giderek oturma odasını gösterdi. Holgersson oturma odasının kapısında şaşkınlık içinde durarak hızla geri döndü. Bayılacakmış gibi sendeledi. Wallander koluna girip onu mutfağa götürdü. Holgersson mavi mutfak sandalyesine çökercesine oturdu ve gözlerini iri iri açarak Wallander’e baktı.

“Bunu kim yaptı?” diye sordu.

“Bilmiyorum.”

Wallander bir bardak aldı, suyla doldurup Holgersson’a uzattı.

“Svedberg dün işe gelmedi,” dedi. “Kimseye de haber vermemişti.”

“Bu garip,” diye karşılık verdi Holgersson.

“Hem de çok garip. İçimde kötü bir hisle gece yarısı birden uyandım, doğruca buraya geldim.”

“Sence bu olanlar dün olmadı mı?”

“Olmadı. Martinson alışılmışın dışında bir şeyler görüp görmediklerini anlamak için komşularıyla konuşuyor. Mutlaka birileri bir şeyler görmüş ya da duymuş olmalı. Av tüfeğinin sesi güçlüdür ama biz yine de otopsi raporunun sonucunu beklemeliyiz.”

Kendi sözleri beyninde yankılandı. Midesinin bulandığını hissetti.

“Evli olmadığını biliyorum,” dedi Holgersson. “Annesi babası hayatta mı?”

Wallander düşündü. Svedberg’in annesinin birkaç yıl önce öldüğünü biliyordu. Babasıyla ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Birkaç yıl önce bir cinayet soruşturması sırasında tanıştığı bir akrabasını hatırladı.

“Ylva Brink adında bir kuzeni olduğunu biliyorum. Doğumhane hemşiresi. Başka bir akrabası olup olmadığını bilmiyorum.”

Holden gelen Nyberg’in sesini duydular.

“Ben birkaç dakika daha burada kalacağım,” dedi Holgersson.

Wallander ayakkabılarını çıkaran Nyberg’in yanına gitti.

“Burada neler oldu, Tanrı aşkına?”

Nyberg mesleğinde çok başarılı olmasına karşın sürekli değişken bir ruh hâli olurdu, bu yüzden de onunla birlikte çalışmak kolay değildi. Bu acil durumun bir meslektaşıyla ilgili olduğunu anlamışa pek benzemiyordu. Bir meslektaşı ölmüştü. Belki de Martinson ona bu gerçeği açıklamayı unutmuştu.

“Burası kimin evi, biliyor musun?” diye sordu Wallander dikkatle.

Nyberg ona öfke dolu bir bakış fırlattı.

“Lilla Norre Caddesi’nde bir ev işte,” diye karşılık verdi. “Ama Martinson telefonda pek şaşkındı. Neler oluyor?”

Wallander ona dikkatle baktı. Nyberg onun ciddiyetini fark edince hemen toparlandı.

“Burası Svedberg’in evi,” dedi Wallander. “Svedberg öldü. Galiba öldürüldü.”

“Kalle’nin evi mi demek istiyorsun?” diye sordu Nyberg duyduklarına inanamayarak.

Wallander başını evet dercesine salladı, güçlükle yutkundu. Nyberg, Svedberg’e ilk adıyla hitap eden ender kişilerden biriydi. Adı aslında Karl Evert’di. Nyberg, takma adı olan Kalle’yi kullanmaktan hoşlanırdı.

“İçeride,” dedi Wallander. “Av tüfeğiyle başına ateş edilmiş.”

Nyberg yüzünü acıyla buruşturdu.

“Nasıl göründüğünü sana söylememe gerek yok,” dedi Wallander.

“Evet,” diye karşılık verdi Nyberg. “Söylemene gerek yok.”

Nyberg içeri girdi. Kapının eşiğine geldiğinde o da diğerleri gibi başını çevirdi. Wallander, gördüklerini algılaması için Nyberg’e birkaç dakika süre tanıdı. Sonra yanına yaklaştı.

bannerbanner