Полная версия:
Bir Adım Geriden
“Hayır ama yarın sabah sen, ben ve Svedberg bir araya gelmemiz gerek.”
“Kaçta?”
“Sekiz iyi mi? Svedberg’e ben haber veririm.”
Wallander konuşma bittikten sonra tarlanın arkasındaki yolda ağır ağır ilerleyen traktöre bakıp düşüncelere daldı. Martinson’un az önce söylediklerini düşünüyordu. Kendisi de defalarca Astrid Hillström’ün annesiyle karşılaşmıştı. Olayları bir kez daha gözden geçirdi. Yaz Dönümü Bayramı’ndan birkaç gün sonra birkaç gencin kaybolduğu haber verilmişti. Yağmurlu geçen tatilinden döndükten hemen sonra haber emniyete ulaşmıştı. Birkaç iş arkadaşıyla oturup olayı incelemişlerdi. Aslında ortada bir cinayetin işlendiğine ilişkin herhangi bir ipucu yoktu ve üç gün sonra da Hamburg’dan, tren istasyonunun bulunduğu bir kartpostal gönderilmişti. Wallander kartpostalda yazılanları ezberlemişti. Avrupa turuna çıktık. Ağustos ortalarına kadar da dönmeyeceğiz.
7 Ağustos Çarşamba’ydı. Yakında dönmeleri gerekiyordu. Oysa şimdi Astrid Hillström’ün Viyana’dan yolladığı yeni bir kartpostal gelmişti. İlk kartpostalı üçü birden imzalamıştı. Ebeveynleri çocuklarının imzalarını tanımıştı. Yalnızca Astrid Hillström’ün annesi önceleri biraz çekimser davranmış, sonra da diğerlerinin kendisini ikna etmesine ses çıkarmamıştı.
Wallander dikiz aynasından yola baktı ve arabasını çalıştırıp ana yola çıktı. Belki de Martinson yine her zamanki gibi aşırı şüpheci davranmıştı.
Wallander arabasını Maria Caddesi’nde park ettikten sonra bagajdaki karton kutularla babasının beş tablosunu alıp evine gitti. Sonra telefonun yanına geçip oturdu. Doktoruna telefon etti. Karşısına çıkan telesekreter doktorun 12 Ağustos’tan önce dönmeyeceğini, tatilde olduğunu söyledi. Wallander bir an için doktorunun dönmesini beklemeyi aklından geçirdi ama o sabah ölümden kıl payı nasıl kurtulduğunu anımsayınca hemen vazgeçti. Bir başka doktora telefon edip ertesi sabah saat on bir için randevu aldı. Çamaşırhaneden de randevu alıp evi temizlemeye koyuldu. Yatak odasını topladıktan sonra yorgunluktan kıpırdayacak hâli kalmamıştı. Elektrik süpürgesiyle oturma odasını süpürdükten sonra makineyi kaldırdı. Linda’nın geldiğinde kaldığı odaya karton kutularla tabloları taşıdı.
Sürekli susamasından ve yorgunluğundan kaygılanmıştı, mutfağa gidip üç bardak su içti. Nesi vardı?
Öğlen olmuştu. Birden çok acıktığını fark etti. Buzdolabını açtığında yiyecek bir şeyler olmadığını gördü. Ceketini giyip dışarı çıktı. Hava güzeldi. Kent merkezine doğru yürürken üç ayrı emlakçının camında satılık evler gözüne ilişince yaklaşıp fiyatlarına baktı. Robert Åkerblom’un önerdiği fiyatın makul olduğunu gördü. Löderup’taki evi üç yüz bin krondan yükseğe satamayacakları anlaşılıyordu.
Büfelerden birine girip hamburger yedi. Ardından da iki şişe maden suyu içti. Sonra sahibini tanıdığı bir ayakkabı mağazasına gidip tuvalete girdi. Sokağa çıktığında ne yapacağını bir an için kestiremedi. Bu tatil gününü alışveriş yaparak geçirebilirdi. Evde yiyecek bir şey yoktu ama arabaya binip süpermarkete gidecek enerjiyi kendinde bulamıyordu. Hamn Caddesi’ni geçtikten hemen sonra tren vagonlarının bulunduğu yerden karşıya geçip Spanienfarare Caddesi’ne saptı. Limana geldiğinde sahilde yürümeye başladı. Teknelere bakarak aylar boyu denizde kalmanın nasıl bir şey olduğunu düşünmeye koyuldu. Böylesi bir şeyi hiç yaşamamıştı. Tuvalete gitmesi gerektiğini fark edince limandaki kafelerden birine girdi. İşini bitirdikten sonra da bir şişe maden suyu içerek liman işletmelerinin hemen karşısındaki ahşap banklardan birine oturdu.
Buraya en son Baiba’nın gittiği gece gelmişti. Baiba’yı Sturup Havaalanı’na götürdüğünde hava çoktan kararmıştı ve rüzgârda savrulan kar tanecikleri arabanın farına yansıyordu. Arabada ikisi de konuşmamıştı. Baiba pasaport kontrolünden geçip gözden kaybolduğunda Wallander arabasına atlamış, Ystad’a dönüp limana girmiş ve şimdi oturduğu bu ahşap banka geçmişti. Hava buz gibiydi, çok üşümüştü. Yine de orada kalmış ve ilişkilerinin bittiği gerçeğini kabullenmeye çalışmıştı. Baiba’yı bir daha görmeyecekti. Artık ilişkilerine son noktayı koymuşlardı.
Baiba, Ystad’a 1994 yılının Aralık ayında gelmişti. Babası yeni ölmüştü, kendisi de mesleğinin en zorlu soruşturmalarından birini yeni tamamlamıştı. O sonbaharda yıllardan beri ilk kez geleceğe ilişkin planlar yapmıştı. Maria Caddesi’nden şehir dışına bir yere taşınmayı ve bir köpek almayı planlamıştı. Hatta köpek çiftliklerinden birine gidip Labrador yavrularına bile bakmıştı. Yaşamında yeni bir başlangıç yapacaktı. Ayrıca Baiba’nın da evine taşınmasını ve birlikte yaşamalarını istiyordu. Baiba, Noel’de gelmiş ve Linda’yla da iyi anlaşmıştı. Daha sonra Baiba’nın Riga’ya dönmesine birkaç gün kala 1995 yılının yılbaşı gecesi oturup ciddi olarak geleceklerine ilişkin planlar yapmışlardı. Baiba o yaz İsveç’e taşınabileceğini söylemişti. Ev bile bakmışlardı. Svenstorp’un dışındaki eski bir çiftlik evini defalarca görmüşlerdi ama sonra mart ayında bir akşam Baiba, Riga’dan telefon ederek Wallander’i uyandırmış ve birlikte yaşamak konusunda bazı kuşkuları olduğunu söylemişti. Evlenmek, İsveç’e yerleşmek istemiyordu ya da en azından şimdilik. Wallander, genç kadının fikrini değiştirebileceğini sanmıştı ama konuşmaları tatsız bir kavgayla sona ermişti ve ilk kez bir ay boyunca birbirleriyle hiç konuşmamışlardı. Sonunda Wallander ona telefon etmiş ve Wallander’in o yaz Riga’ya gitmesine birlikte karar vermişlerdi. İki haftayı Baiba’nın üniversitedeki arkadaşlarından birinin yazlık evinde, deniz kıyısında geçirmişlerdi.
Sahilde uzun yürüyüşler yapmışlardı. Wallander geleceklerine ilişkin neler planladığını anlatmasını beklemişti. Sonunda Baiba bu konuyu açmış ama net bir şey söylememişti. Yalnızca şimdi değil, daha çok erken gibilerinden bir şeyler söylemekle yetinmişti. Neden işler istediği gibi gitmemişti?
Wallander İsveç’e döndüğünde kendini terk edilmiş, hevesi kırılmış hissetmişti. Geleceğinden artık emin değildi. O sonbahar hiç görüşmemişlerdi. Telefonlaşmışlar, planlar yapmışlar ve birçok seçeneği değerlendirmişlerdi ama hiçbiri gerçekleşmemişti. Wallander kıskanç biri olup çıkmıştı. Riga’da Baiba’nın görüştüğü acaba başka biri mi vardı? Hakkında hiçbir şey bilmediği biri mi? Bazen geceleri geç saatte genç kadını arıyordu. Baiba yalnız olduğunu söylemekle birlikte Wallander onun yanında birinin olduğuna ilişkin bir duyguya kapılıyordu.
Baiba o yıl Noel için Ystad’a gelmişti. Linda arkadaşlarıyla İskoçya’ya gitmeden önce Noel akşamını onlarla birlikte geçirmişti. Yılbaşından birkaç gün sonra da Baiba İsveç’e hiçbir zaman taşınmayacağını açıklamıştı. Uzun zamandan beri bu konuyu enine boyuna düşündüğünü söylemişti ama artık kesin kararını vermişti. Üniversitedeki konumunu yitirmek istemiyordu. İsveç’te, özellikle de Ystad’da ne yapacaktı? Çevirmenlikten başka bir şey yapamayacaktı ve bu da hiç hoşuna gitmiyordu. Wallander genç kadının fikir değiştirmesi için elinden geleni yapmıştı. Ne var ki ikisi de bu ilişkinin artık sona erdiğini çok iyi biliyordu. Dört yıl süren bir ilişkide artık geleceğe uzanan tüm yollar kapanmıştı. Wallander o kış akşamının geri kalan bölümünü daha önce kendini hiç bu denli terk edilmiş ve yalnız hissetmediğini düşünerek geçirmişti ama daha sonra tüm benliğine başka bir duygu hâkim olmaya başlamıştı. Rahatlık duygusu. Şimdi artık en azından nerede durduğunu biliyordu.
Bir motor hızla limandan çıktı. Wallander ayağa kalktı. Yine tuvalete gitmesi gerekiyordu.
İlk günlerde zaman zaman birbirlerine telefon edip hatır soruyorlardı ama bu da bir süre sonra sona ermişti. Altı aydan beri konuşmamışlardı. Bir gün Linda’yla birlikte Visby’de yürürlerken genç kız Baiba’yla ilişkilerinin bitip bitmediğini sormuştu.
“Evet,” diye karşılık vermişti Wallander. “Bitti.”
Linda, babasının sözlerini sürdürmesini beklemişti.
“Bana sorarsan aslında ikimiz de bu ilişkinin bitmesini istemedik ama yine de bu kaçınılmazdı.”
Eve döndüğünde gazetesini okumak için kanepeye uzandı ama uzanır uzanmaz da derin bir uykuya daldı. Bir saat sonra bir düşün tam ortasında şaşkınlık ve heyecanla uyandı. Babasıyla birlikte Roma’daydılar. Rydberg de onlarla birlikteydi ve yanlarında bacaklarına sıkı sıkıya sarılmış, yürümelerini engelleyen cüce benzeri garip yaratıklar vardı.
Düşümde ölüleri gördüm, diye geçirdi içinden. Acaba bu ne demekti? Neredeyse her gece babamı düşümde görüyorum ama o öldü. Bildiğim her şeyi bana öğreten eski dostum ve meslektaşım Rydberg’i de görüyorum. O da öleli neredeyse beş yıl oluyor.
Balkona çıktı. Hava hâlâ sıcak ve sakindi. Ufukta bulutlar toplanmaya başlamıştı. Birden ne denli yalnız olduğu gerçeği bir tokat gibi yüzüne çarptı. Stockholm’de yaşayan ve ara sıra gördüğü kızı Linda dışında hemen hemen hiçbir dostu, arkadaşı yoktu. Zaman zaman birlikte olduğu kişilerse iş arkadaşlarıydı. Onlarla iş dışında görüşmüyordu.
Banyoya gidip yüzünü yıkadı. Aynaya bakınca güneş yanığı teninin açılmadığını ama yorgunluğun alabildiğine belirgin olduğunu gördü. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Saçları dökülmeye başlamıştı. Yaz başından bu yana birkaç kilo vermesine karşın yine de şişman sayılırdı.
Telefon çaldı. Arayan Gertrud’du.
“Rynge’ye geldiğimi haber vermek istedim. Her şey yolunda.”
“Ben de seni düşünüyordum,” dedi Wallander. “Yanında kalmalıydım.”
“Sanırım anılarımla bir süre yalnız kalmaya ihtiyacım vardı ama burada her şey yolunda. Kız kardeşimle çok iyi anlaşıyoruz. Zaten aramız her zaman çok iyi olmuştur.”
“Bir iki hafta sonra seni görmeye geleceğim.”
Telefonu kapatır kapatmaz telefon yeniden çaldı. Bu kez arayan iş arkadaşlarından Ann-Britt Höglund’du.
“Nasıl geçtiğini öğrenmek için aradım,” dedi.
“Ne nasıl geçti?”
“Babanın evini satışa çıkarmak için bugün emlakçıyla görüşmeyecek miydin?”
Wallander ona bu konudan geçen gün söz ettiğini hatırladı.
“İyi geçti,” dedi. “Eğer istersen üç yüz bin krona satın alabilirsin.”
“Görmeme bile gerek yok,” diye karşılık verdi genç kadın.
“Tuhaf bir his bu aslında,” diye konuşmasını sürdürdü Wallander. “Ev artık bomboş. Gertrud taşındı ve hiç tanımadığım birileri gelip eve yerleşecek. Büyük olasılıkla yazlık olarak kullanacaklar. Evi satın alanlar babamla ilgili hiçbir şey bilmeyecekler.”
“Tüm evlerin hayaletleri vardır. Tabii yenilerin dışında.”
“Terebentin ve yağlı boya kokusu bir süre daha orada kalacak,” dedi Wallander. “Ama bu koku da geçtikten sonra o evde bir zamanlar yaşayanlara ilişkin hiçbir şey kalmayacak geride.”
“Evet, işin en üzücü yanı da bu değil mi?”
“Evet, yaşam bu belki de. Yarın görüşürüz. Aradığın için teşekkürler.”
Wallander mutfağa gidip su içti. Ann-Britt çok düşünceli biriydi. Kendisine söylenenleri asla unutmuyor, karşısındakilere ilgi gösteriyordu. Eğer kendisi onun yerinde olsaydı asla onun gibi davranmaz, her şeyi unutur giderdi.
Daha sonra da Löderup’tan getirdiği kutuları açtı. Karton kutulardan birinin dibinde kahverengi bir zarf vardı. Zarfı açınca karşısına eski ve renkleri solmuş birkaç fotoğraf çıktı. Bunları daha önce gördüğünü hiç hatırlamıyordu doğrusu. Fotoğraflardan birinde kendisi de vardı. Dört ya da beş yaşlarında olmalıydı. Büyük bir Amerikan arabasının motor kapağının üstünde oturuyordu. Düşmemesi için babası da hemen yanı başında duruyordu.
Wallander fotoğrafı alıp mutfağa gitti, mutfak çekmecelerinden birini açıp büyüteci çıkardı.
İkimiz de gülümsüyoruz, diye geçirdi içinden. Gözlerimi kameraya dikmiş gururla bakıyorum. Babamın tablolarını akıl almaz fiyatlarla satın alanlardan birinin galerisinde bu arabanın üstüne oturmama izin vermişlerdi. Babam da gülümsüyor ama gözlerini benden ayırmadan.
Wallander elinde fotoğrafla uzunca bir süre oturdu. Bu fotoğraf ona asla bir daha ulaşılamayacak geçmişini anımsatmıştı. Bir zamanlar babasıyla çok yakındılar ama ona polis olacağını söylediğinde bu bağ kopuvermişti. Babasının son yıllarında, yitirdikleri yakınlığı yavaş yavaş geri kazanmaya çalışmışlardı.
Asla eskisi gibi olamadık, dedi kendi kendine Wallander. Bu fotoğrafta olduğu gibi o gülümsemelerimize bir daha asla geri dönemedik. Bunu Roma’da yakalar gibiydik ama yine de hiçbir şey eskisi gibi olmadı bir daha.
Wallander fotoğrafı mutfak kapısına yapıştırdı. Sonra yeniden balkona çıktı. Bulutlar alçalmıştı. Televizyon karşısına geçerek eski bir filmin sonunu izledi.
Gece yarısına doğru yattı. Ertesi gün Svedberg ve Martinson’la toplantı yapacak, sonra da doktora gidecekti. Uzun süre gözlerini karanlıkta tavana dikip durdu. İki yıl önce Maria Caddesi’ndeki bu evden taşınmayı düşünmüştü. Köpek almayı ve Baiba’yla birlikte yaşamayı. Ancak hiçbiri gerçekleşmemişti. Ne Baiba ne yeni bir ev ne de bir köpek. Her şey olduğu gibi aynı kalmayı sürdürmüştü.
Bir şeyler olsun artık, diye geçirdi içinden. Yeniden geleceğimi düşünmemi sağlayacak bir şeyler olsun.
Uykuya daldığında saat gecenin üçü olmuştu.
2
Bulutlar sabahın erken saatlerinde dağılmıştı. Wallander sabahın altısında uyandı. Düşünde yine babasını görmüştü. Birbiriyle bağlantısı olmayan bölük pörçük görüntüler bilinçaltından bilinçüstüne çıkıyordu. Düşünde kendini hem çocuk hem de yetişkin olarak görmüştü. Düşünün elle tutulur bir hikâyesi yoktu. Gördüklerini hatırlamaya çalışması bir gemiyi sisler arasından çekip çıkarmaya benziyordu.
Yataktan kalktı, duş yaptı ve kahve içti. Sokağa çıktığında yazın sıcak havasının hâlâ İsveç’ten ayrılmadığını fark etti. Hava alabildiğine sakindi. Arabasına binip emniyete gitti. Saat daha yedi bile değildi ve emniyette hemen hemen kimse yoktu. Koridorlar bomboştu. Bir fincan kahve alıp odasına gitti. Masasının üstünde birikmiş iş ya da dosyalar yoktu. En son ne zaman böylesine temiz bir masayla baş başa kaldığını anımsamaya çalıştı. Son yıllarda Wallander’in işleri her geçen gün daha da yoğunlaşmıştı. Bir anda birkaç soruşturmayı birlikte götürmek zorunda kalmıştı. Yeterli eleman olmadığından bazı dosyalar açılmadan kapanıyordu. Wallander ellerinde yeterli eleman ve zaman olsaydı böylesi sorunlarla karşılaşmayacaklarını biliyordu.
İşlenen suçun bedeli ödeniyor muydu? Neredeyse İlk Çağlardan beri sorulan bu soruya hâlâ somut bir yanıt bulunamamıştı. Suçun mutlaka cezalandırılmasını savunanlar bile koşullar farklı olduğunda ya da roller değiştiğinde yan çizebiliyorlardı. Wallander suç oranının İsveç’te eskiye nazaran arttığını düşünüyordu. Suçlular artık para ve güç sahipleriyle birlikte olduklarından ya da para ve güç sahipleri suçlu olduklarından yargı sistemi de ipleri onların eline bırakmak zorunda kalmıştı.
Wallander bu sorunları meslektaşlarıyla sıklıkla tartışırdı. Halkın korkularının arttığını o da fark etmişti. Gertrud da bu sorunlardan söz eder olmuştu. Çamaşırhanede karşılaştığı komşuları da bu konulardan konuşuyorlardı. Wallander hemen hemen herkesin korktuğunu ve korkmakta da haklı olduklarını düşünüyordu. Ne var ki bu konularda caydırıcı önlemler de bir türlü alınamıyordu. Tersine polis teşkilatındaki polislerle yargı sisteminde çalışanların sayıları azalmaya devam ediyordu. Ceketini çıkardı, camı açtı ve karşıdaki eski su kulesine baktı.
Son yıllarda İsveç’te Sivil Muhafızlar gibi yasa dışı gruplar yükselişteydi. Bu yeni gelişme Wallander’i korkutuyordu. Adalet sistemi çökmeye başladığında insanların linç güdüleri harekete geçerdi. Adaleti kendi eline alıp önüne geleni kendi kafasına göre yargılamak bir süre sonra insanlara olağan gelmeye başlardı.
Pencerenin önünde ayakta dururken İsveç’te acaba kaç tane yasa dışı silah vardır, diye geçirdi içinden. Birkaç yıl sonra bu rakamın hangi noktaya ulaşacağını da merak ediyordu.
Masasının başına geçip oturdu. Odasının kapısını aralık bıraktığından koridordan gelen sesleri ve bir kadın kahkahası duydu. Wallander gülümsedi. Gülen, polis müdürü Lisa Holgersson’du. Birkaç yıl önce Björk’ün yerine atanmıştı. Wallander’in iş arkadaşlarından çoğu başlarına bir kadının getirilmesine önceleri karşı çıkmışlardı ama Wallander fikirlerini değiştirmelerini sağlamıştı.
Telefon çaldı. Arayan danışma görevlisi Ebba’ydı.
“Nasıl geçti?” diye sordu Ebba.
Wallander onun bir gün önceki olayları sorduğunu anlamıştı. “Evi henüz satamadık,” dedi. “Ama yakında satacağımızı sanıyorum.”
“Bu sabah saat on buçukta acaba birkaç ziyaretçiyle görüşebilir misin diye sormak için aramıştım.”
“Yılın bu zamanında ziyaretçi mi gelirmiş?”
“Bunlar her ağustos ayında Skåne’de buluşan bir grup emekli denizci. Burada bir dernekleri varmış. Kendilerine ‘Deniz Ayıları’ diyorlarmış.”
Wallander doktor randevusunu hatırladı. “Bu kez başka birinden rica etsen iyi olacak,” diye karşılık verdi. “On buçukla on iki arası burada olmayacağım.”
“O zaman ben de Ann-Britt’i arayayım bari. Bu eski kaptanların bir kadın polisle konuşmaktan daha çok hoşlanacaklarına eminim.”
“Haklısın,” dedi Wallander.
Saat sekizde Wallander sandalyesinde oturmuş hâlâ camdan dışarı bakıyordu. Kendini alabildiğine yorgun hissediyor ve doktorun neler söyleyebileceğini düşünürken endişeleri daha da artıyordu. Yorgunluk belirtileri ve kramplar acaba ciddi ve önemli bir hastalığın işaretleri olabilir miydi?
Yerinden kalkıp toplantı salonlarından birine gitti. Martinson gelmişti. Güneş yanığı teniyle oldukça sağlıklı görünüyordu. Wallander’in aklına birden iki yıl önce istifa etmenin eşiğine gelen Martinson’un hâli geldi. Kızı okulun bahçesinde babası polis olduğu için saldırıya uğramıştı. Neyse ki Martinson istifa etmemişti. Aklından çok duygularıyla hareket eden biri olduğundan Wallander onu her zaman teşkilata yeni katılan acemi biri olarak görürdü. Oysa Martinson teşkilattaki polislerin çoğundan daha uzun zamandan beri Ys-tad’da çalışıyordu.
Masa başına geçip oturarak havadan sudan konuşmaya başladılar.
“Svedberg de hangi cehennemde kaldı?” dedi Martinson, beş dakika sonra.
Her zaman randevusuna sadık biri olan Svedberg’in gecikmesi aslında ikisini de şaşırtmıştı.
“Ona haber vermiş miydin?”
“Onu aradığımda çıkmıştı ama telesekreterine not bıraktım.”
Wallander masanın üstündeki telefona bakarak başını salladı.
“Bir kez daha arasan iyi olacak.”
Martinson numarayı çevirdi.
“Neredesin?” diye sordu. “Seni bekliyoruz.”
Ahizeyi yerine koydu. “Yine telesekretere mesaj bıraktım.”
“Gelir birazdan,” dedi Wallander. “Hadi biz başlayalım.”
Martinson önündeki kâğıt yığınını karıştırdı. Sonra kartpostalı bulup Wallander’e uzattı. Viyana’nın merkezinin kuş bakışı çekilmiş bir fotoğrafıydı.
“6 Ağustos Salı günü Hillström ailesinin posta kutularında bulduğu kart bu işte. Senin de gördüğün gibi Astrid Hillström planladıklarından biraz daha fazla kalacaklarını söylüyor ama her şey yolundaymış ve hepsi de sevgilerini göndermiş. Astrid annesinden arkadaşlarını arayıp herkese iyi olduklarını söylemesini de istemiş.”
Wallander kartı okudu. El yazısı ona Linda’nın el yazısını hatırlatmıştı. Bu da kızınınki gibi kuyruklu ve yuvarlaktı. Kartı masanın üstüne koydu.
“Eva Hillström’ün buraya geldiğini söylemiştin.”
“Evet, odamdan içeriye fırtına gibi girdi. Onun aslında sinirli biri olduğunu biliyoruz ama bu kez çok farklıydı. Çok korkmuştu ve haklı olduğundan emindi.”
“Neyden bu kadar emin?”
“Yani çocukların başına bir şeyin geldiğinden. Bu kartı da kesinlikle kızının yazmadığından.”
Wallander bir an için duraksadı. “Kızının el yazısı değil mi? Ya imza?”
“Astrid Hillström’ün el yazısına benziyor ama annesi kızının el yazısını ve imzasını taklit etmenin çok kolay olduğunu söyledi. Bu konuda haklı olduğunu kabul etmeliyiz.”
Wallander not defteri ve kalem aldı. Bir dakikadan daha kısa sürede Astrid Hillström’ün el yazısıyla imzasını taklit etmişti.
“Eva Hillström kızının sağlığından endişelendiğinden polise haber vermiş ama onu endişelendiren el yazısı ya da imza değilse nedir?”
“Bilemiyor.”
“Sen ona bunu sordun, değil mi?”
“Ona her şeyi sordum. Kızının kartta kullandığı sözcükler mi onu tedirgin eden? Yoksa cümle yapıları mı? Bilmiyor ama bu kartı kızının yazmadığından adı gibi emin olduğunu söyledi.”
Wallander yüzünü buruşturarak başını iki yana salladı. “Başka bir şey olmalı.”
Bakıştılar.
“Bana dün ne söylediğini hatırlıyor musun?” diye sordu Wallander. “Bana endişelendiğini söylemiştin.”
Martinson evet dercesine başını salladı. “Yerine oturmayan, eksik bir şeyler var,” dedi. “Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama bir şeyler dönüyor.”
“Soruyu bir de şöyle soralım,” dedi Wallander. “Eğer aniden karar verdikleri bu tatile çıkmadılarsa ne oldu? Neredeler? Bu kartları kim yazıp yolluyor? Arabalarının ve pasaportlarının da ortada olmadığını biliyoruz.”
“Yanılmış olmalıyım,” diye karşılık verdi Martinson. “Büyük olasılıkla Eva Hillström’ün endişeli hâli beni etkilemiş olmalı.”
“Ebeveynler her zaman çocuklarını merak eder dururlar,” dedi Wallander. “Linda’yı kim bilir kaç kez nasıl deli gibi merak ettiğimi bir bilsen. Özellikle dünyanın dört bir yanındaki ülkelerden gelen kartpostallar söz konusu olduğunda.”
“Peki, şimdi ne yapacağız?” diye sordu Martinson.
“Araştırmamızı sürdüreceğiz,” dedi Wallander. “Ama şimdi hiçbir ayrıntıyı atlamamak için işin en başına dönelim.”
Martinson kusursuz belleğinin yardımıyla olayları özetledi. Ann-Britt Höglund bir keresinde Wallander’e Martinson’un kendisini nasıl örnek aldığını, toplantılarda aynen Wallander gibi sunumlar yaptığını fark edip etmediğini sormuştu. Wallander genç kadının sözlerini ciddiye almamıştı ama Höglund son derece ciddiydi. Wallander bunun hâlâ doğru olup olmadığından emin değildi.
Olaylar zinciri aslında çok basitti. 20 ila 23 yaş üç genç Yaz Dönümü Bayramı’nı birlikte kutlamak istemişlerdi. İçlerinden Martin Boge, Simrishamn’da otururken diğer ikisi, Lena Norman ve Astrid Hillström Ystad’ın batısında oturuyordu. Üçü de çok eski arkadaştı ve zamanlarının çoğunu birlikte geçiriyorlardı. Üçünün de ailesi oldukça varlıklıydı. Lena Norman, Lund Üniversitesi’nde öğrenciydi, diğerleri de zaman zaman geçici işlerde çalışıyorlardı. Hiçbirinin başı polisle derde girmemişti, uyuşturucu da kullanmıyorlardı. Astrid Hillström ile Martin Boge aileleriyle birlikte otururken Lena Norman, Lund Üniversitesi’nin kampüsünde kalıyordu. Hiç kimseye Yaz Dönümü partisinden söz etmemişlerdi. Aileleri birbirleriyle bağlantı kurmuştu ama bu partiden haberleri yoktu. Genellikle ne yapacakları konusunda kimseye bilgi vermediklerinden bunda da alışılmışın dışında bir şey yoktu. Kaybolduklarında iki araba kullanıyorlardı: Biri Volvo, diğeriyse Toyota’ydı. Bu arabalar da sahipleri gibi 21 Haziran günü akşama doğru ortadan kaybolmuştu. Daha sonra kimse arabaları görmemişti. İlk kartpostalı 26 Haziran’da Hamburg’dan yollamışlar, Avrupa turuna çıkmaya karar verdiklerini yazmışlardı. Birkaç hafta sonra da Astrid Hillström Paris’ten bir kart yollayarak güneye doğru gideceklerini yazmıştı. Şimdi üçüncü bir kart daha gelmişti.
Martinson sustu.
Wallander arkadaşının söylediklerini bir an düşündü. “Nerede ve nasıl bir terslik çıkmış olabilir?” diye sordu.
“Hiçbir fikrim yok.”
“Ortadan kaybolmalarıyla ilgili olarak alışılmışın dışında herhangi bir şey söz konusu mu?”
“Hayır değil.”
Wallander arkasına yaslandı. “Elimizdeki somut tek şey Eva Hillström’ün yoğun kaygısı,” dedi. “Endişeli bir anne var elimizde.”
“Ve bu endişeli anne de kartları kesinlikle kızının yazmadığını söylüyor.”
Wallander evet dercesine başını salladı. “Kayıp raporu tutmamızı istiyor mu?”
“Hayır. Başka bir şey yapmamızı istedi. ‘Bir şeyler yapmalısınız,’ dedi.”
“Rapor tutmak dışında ne yapabiliriz? Gümrüklere de yazı gönderdik.”
Sustular. Saat dokuza çeyrek vardı. Wallander soru sorarcasına Martinson’a baktı.
Martinson ahizeyi kaldırıp Svedberg’in numarasını çevirdi, sonra telefonu kapattı.
“Yine telesekreter çıktı.”
Wallander kartpostalı Martinson’a uzattı. “Yeni bir şeyler bulacağımızı sanmıyorum,” dedi. “Yine de Eva Hillström’le bir konuşsam iyi olacak diye düşünüyorum. Ondan sonra da bu konuda ne yapacağımıza karar veririz ama onlar için kayıp ilanı çıkarmamızı gerektiren herhangi bir kanıt da yok elimizde, en azından şimdilik.”
Martinson, Eva Hillström’ün telefon numarasını bir kâğıda yazdı. “Muhasebeci.”
“Ya babası?”
“Boşanmışlar. Galiba o da bir kez aradı. Yaz Dönümü Bayramı’ndan hemen sonraydı sanıyorum.”
Martinson notlarını toplarken Wallander ayağa kalktı. Birlikte toplantı odasından çıktılar.
“Belki Svedberg de benim gibi yapıp kimseye haber vermeden bugünü kendine tatil ilan etti.”
“Tatilden daha yeni dönmüştü,” dedi Martinson. “Hiç izni kalmadı ki.”
Wallander ona hayretle baktı. “Sen bunları nereden biliyorsun?”
“Yıllık izninden bir haftayı benimle değiştirmesini istemiştim ama kesintisiz bir tatil yapmak istediğinden bunu kabul etmedi.”