Читать книгу Cem Sultan (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Cem Sultan
Cem Sultan
Оценить:
Cem Sultan

3

Полная версия:

Cem Sultan

“Karamanlı Hacı Çelebi geldi, fermanınızı bekliyor!”

Şehzadenin hayli süzgün görünen gözleri birdenbire sertleşti:

“Hacı Çelebi beni görmek mi istiyor? Sapıtmış olmasın?”

“…”

“Gece yarısı ziyaret mi olur be herif! Bunu düşünüp de derviş gidisini kapı dışarı edemedin mi?”

Uşak, manalı manalı, efendisine baktı, dudaklarını yine onun kulağına yaklaştırdı:

“Mühim bir keşif varmış, efendime söyleyecekmiş!”

“Pirinin emriyle geldiğini anlatmak istemiş. Fakat ben gece yarısı onun pirini de dinleyemem!”

Bunu söylemekle beraber düşünmekten de geri kalmıyordu. O diyarın pek nüfuzlu bir şahsiyeti olan Hacı Çelebi’yi geri çevirmek işine gelmiyordu, onu gece yarısı kabul etmeyi de kendi şerefine uygun bulmuyordu.

Aslanlar inlerinde, padişahlar da halvetinde rahatsız edilemezlerdi! Bu sebeple somurta somurta düşündü, kendini küçültmeyecek ve Çelebi’yi darıltmayacak bir şekil tasarladı. Gedik Nasuh’u çağırdı.

“Bak…” dedi. “Karamanlı Çelebi gelmiş, beni görmek istiyormuş. Galiba herif, tekke ile sarayı bir tutuyor, beni de istedikçe yataktan kaldırılır bir şeyh sanıyor. Sen git de bu sersemi gör, beni niçin rahatsız ettiğini anla. Fakat birdenbire gönlünü kırma, nazik davran. Belki bir haber getirmiştir.”

Gedik Nasuh’un gidip gelmesi, on dakikalık bir iş oldu. Yüzü değişmişti, telaş içindeydi. Odaya koşar gibi girmişti ve şehzadenin kulağına heyecanını dökmüştü:

“Taziyeye gelmiş!”

“Taziyeye mi?”

“Evet!”

Şimdi Cem’in de rengi atmıştı, acı acı yutkunuyordu. Taziye, ağır bir musibetin verdiği elemi dindirmeye çalışmak, o musibetten yaralanan yüreklere teselli katmak demekti. Fakat bu insani vazifeyi yapanların, yapmak isteyenlerin felaket giren evlere böyle vakitsiz gelmeleri âdet değildi. Hacı Çelebi’nin âdet hilafına hareket etmesi nedendi? Acaba sağucu görünüp de saveci mi çıkacaktı?29 Babasının ölümünü söyleyip de kendisine saltanat mı müjdeleyecekti?

Cem’in zihnine bu soru düşer düşmez ihtiyarı yıkıldı, düşünceleri darmadağınık oldu, hemen yerinden fırladı.

“Saz sussun, çengiler dağılsın, herkes yerine çekilsin!” dedi ve birdenbire vücut bulan sessizliği çiğneyerek odadan çıktı, sofaları hızlı hızlı geçti, koridorları sert adımlarla dolaşarak misafirin bulunduğu salona girdi.

Çelebi, en baş köşede oturuyordu, bir şeyler okuyordu, Cem’in içeri girmesini görmemiş göründü, selamını almadı, yerinden kıpırdamadı, okuyup üflemekte devam etti, neden sonra başını kaldırıp uzakça bir yere oturmuş olan Cem’e baktı.

“Aleyna ve aleykümüsselam.” dedi. “Sizi rahatsız ettim, fakat ‘el-memuru mazur’! Âlem-i gayptan işaret aldım, geldim.”

Genç prens, şeyhin dua ile meşgul görünüp ayağa kalkmamasına kızmakla beraber vaziyetteki nezaketi düşünerek güler yüz gösterdi, aynı zamanda haysiyetini korumayı unutmadı, o sırada herkesi kabul edebileceğini gösterir bir eda takındı:

“Ben de uyanıktım, yazı ile uğraşıyordum. Evvelce Şahidî’nin Leyla ile Mecnun’unu Türkçeye çevirip şevketlu babama göndermiştim. Memnun olduklarını anlayınca şevklendim, Hoca Selman’ın Cemşit ve Hurşit’ini tercümeye başladım. Şimdi de onunla meşguldüm. Kim gelse beni uyanık bulacaktı.”

Zeki Çelebi onun ne ile oyalandığını pek iyi anlamıştı, lakin bu anlayışını sezdirmeye lüzum görmedi, maksada geçti:

“Bursa’dan geldik, şehre geç girdik, sabahleyin sizden iltifat göreceğimizi umuyorduk, rahatsız etmeyi hatırdan geçirmiyorduk. Malumunuzdur, hadis var: Yolcu, ziyaret olunur. Fakat bir düş, beni sizin ziyaretinize sevk etti.”

Hacı Çelebi, Kütahya’da Sinan Paşa’ya yaptığı oyunu, hemen aynen tekrarlıyordu, evliya ağzı kullanıp kendi meramını kovalıyordu. Genç prens, böyle dolaplara gelecek adamlardan değildi. Şu kadar ki, Çelebi’nin ağzındaki baklayı şiddetle merak ediyordu. Onun bir düşten bahsetmesi üzerine rengi bozuldu, kaşları çatıldı. Zira taziyeye geldiğini söyleyen şeyhin rüyadan mülhem olmasını gülünç buluyordu. Bununla beraber mutat olan kelimeleri mırıldandı:

“Hayırdır inşallah Çelebi, ne gördünüz?”

“Üçler, yediler, kırklar, Kutbülaktap’ın ardına düşmüşlerdi, bir tabut götürüyorlardı.”

“Ölü, diri haberi getirir, derler. Belki bir yavrumuz veya yavrunuz olur.”

“Erenlerin karıştığı düşler, tevil olunmaz, aynen kabul edilir. Gördüğüm tabut, bir hakikat taşıyordu.”

“Ne gibi?”

“Tabutta örtülü olan şalın üzerinde iki tarih, yazılıydı: 20 Cemaziyelevvel, 857 ve 4 Rebiülevvel, 886…”

“Bu tarihlerin birini bilirim: Babamın İstanbul’a girdiği gündür. Öbürünü anlamadım.”

“Babanın dünyaya veda ettiği gün!”

“Dime şeyhim, damlaya uğrayacağım!”

“Üçler, yediler, kırklar ve Kutbülaktap Hazretleri hayale alet olmazlar. Onlar mutlaka babanın tabutunu taşıdılar ve bana da o vakıayı bildirdiler.”

Cem’in dudakları ve elleri titriyordu. Bir rüya şeklinde olsun, babasının ölümünü işitmek ona yakıcı bir heyecan vermişti. Haberin doğru veya yanlış olması ihtimalleri üzerinde duramıyordu, yalnız saltanatın o dakikada mahlul olduğu noktasına zihni saplanmıştı, karmakarışık düşünceler geçiriyordu.

Hacı Çelebi, genç prensin bu vaziyetini bir müddet gözden geçirdi ve başka bir teraneye geçti:

“Yiğit ol şehzadem, gam yeme. Şah olsun, dilenci olsun, herkes ölecektir. Baban da dünya tahtını bıraktı, Allah’ına kavuştu. Şimdi sen kendini düşün. Malum ya, rahmetli baban, Karamanlı Vezir’e uydu, bir kanun düzdü. Biz de görüp okuduk. O kanunda şöyle bir hüküm var:

‘Her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerini nizam-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmişlerdir. Anınla amil olalar!’30 Gördüğüm düşü belki size de söylemezdim, baykuşluk etmezdim. Lakin bu hükmü hatırlayınca dayanamadım, yanına geldim. Taziyelerime bir de tavsiye katıyorum: Başının çaresine bak!”

Açık konuşmak olursa işte bu kadar olurdu. Koca Çelebi, gaipten duyarak ölüm haberi getirdiği gibi, o haberin evlat yüreğinde açacağı acıyı mühimsemeyerek nasihate de girişiyordu. Bu, belki bir cüretti, tahammül olunmaz bir küstahlıktı. Lakin ruha hitap eden bir hareketti, hedefin tam ortasını bulan taşa benziyordu. Nitekim Cem de bu isabetli hareketin tesirinden kendini kurtaramadı, babası için ağlamayı unutarak öbür mevzuya geçmek ıstırarında kaldı.

“Beli…”31 dedi. “Bilirim. Amasya’dakine saltanat müyesser olursa ömrüm ışığı sönecektir.”

“Allah’ın yaktığı çırayı kul söndüremez. Elverir ki tedbir almakta kusur edilmesin.”

“Nidelim, bilmem ki? Zihnim tartağan32 oldu, bir çare aklıma gelmiyor!”

Cem, burada ihtiyat gösteriyordu. İlk sersemliği geçmişti, Hacı Çelebi’ye yüreğini tamamen açmaktan, planlarını sezdirmekten çekiniyordu. Hatta rüyaya istinat eden şu haberden bile huylanmaya başlamıştı. Çelebi’nin Bursa dönüşünde babasından gizli bir emir telakki etmesi ve kendisinde saltanat hırsı olup olmadığını anlamaya girişmesi de mümkündü. Aile tarihinde zaten misal de vardı. Vaktiyle Birinci Murat, oğullarından Saveci’nin tahta göz dikip dikmediğini böyle umulmaz vasıtalarla tecessüs ettirmiş ve sonunda evladına kıyıvermişti. Osmanoğulları erkânından olup da bu maceraları, babalardan evlatlara gelecek felaketleri bilmemek nasıl kabil olurdu?

Cem, muvazenesi bozulan beynini düzeltmeye çalışarak bütün bunları düşündü, küçük bir falsonun hayatını tehlikeye koyacağını göz önüne getirerek ricat hareketleri yapmaya savaştı. Hâlbuki o, hayli gaflet göstermişti, lüzumsuz gevezelikler yapmıştı. Şimdi gafletini tamire çalışmak manasız bir didinme oluyordu. Bununla beraber Çelebi’ye karşı müteessir tavırlar aldı, sözü yine gerilere çevirdi:

“Tanrı büyüktür, bu halka acır, babamı yok etmez, beni de tasaya düşürmez. Sabah olur olmaz fıkaraya sadaka dağıtalım, kurbanlar kestirelim, gördüğünüz düşün hayra çevrilmesi için Tanrı’ya yalvaralım, şu acıklı sohbeti de gizli tutalım, yâre değil, ağyara da faş etmeyelim.”

Çelebi maksadına ermeden geri dönecek adamlardan değildi. Oraya gelişi keramet taslamak, Şehzade Cem üzerinde nüfuz kazanmak emeline müstenit olmakla beraber candan düşman tanıdığı Karamanlı Vezir’i de lekelemek istiyordu. Kerametfüruş Çelebi’nin İstanbul’daki vakıalardan haberi yoktu, zavallı vezirin öldürüldüğünü bilmiyordu!33 Bu sebeple onu Cem’in gözünden düşürmek azmini besliyordu. Çünkü Cem’in miskin bir tevekkülle emrivakilere boyun eğmeyeceğini takdir ediyordu, saltanat için mücadeleye girişeceğini kuvvetle umuyordu. Bu mücadeleden galip çıkması ihtimali de vardı. Hülasa kendini ona sevdirmek, Karamanlı veziri onun gözünden düşürmek lazımdı ve bu iki hedefi tutmak için olanca kuvvetiyle çalışıyordu.

Hacı Çelebi, genç şehzadenin tereddütler içinde kelime gevelediğini görünce gülümsedi.

“Biz düş görmesek…” dedi. “Siz babanızın ölümünü karşınıza dikilecek cellattan öğrenecektiniz. O zaman da iş işten geçmiş olacaktı…”

Cem, sert bir hareket yaptı, Çelebi’nin sözünü kesti:

“Susunuz, o uğursuz haberi tekrarlamayınız. Tanrı benim ömrümü alsın, babama versin.”

“Belki biz de böyle bir fedakârlık yapardık, şevketlu hünkâr için ömrümüzü peşkeş çekerdik. Ne çare ki, ecel geldi, onu götürdü.”

“Susunuz dedim, susunuz! İçime alev yayılıyor.”

“Ben susarsam baban dirilir mi?”

“…”

“Dirilmez, çünkü o âleme giden bir dahi geri gelmez. Ne yazık ki Karamanlı vezir, size bir haber uçurmadı. Bakın, bugün ayın dokuzu. Kardeşiniz çoktan müjdeyi almıştır. İstanbul’a yollanmıştır. Üç güne varmaz, senin de katlin emri Konya kadısına gelir!”

Beyazıt’ın İstanbul’a yollanması ihtimali Cem’in ihtiyatkârlığını altüst etti, sinirlerini yaktı, gözlerini kararttı ve bağırır gibi bir sesle sordu:

“Mehmet Paşa onu çağırmış mı demek istiyorsunuz?”

“Evet, öyle diyorum ve hatta hükmediyorum. Zira düşümde Amasya’ya doğru giden bir de keklik görmüştüm.”

“Keklik mi?”

“Beli, keklik, ağzında bir de mektup vardı!”

Cem, daha fazla dayanamadı, ayağa kalktı.

“Şeyhim…” dedi. “Beni berbat edip bıraktın, yüreğime kor döktün, zihnime bulut yığdın! Var git, rahat et. Beni de kendi hâlime koy ki, babam için Tanrı’ya yalvarayım.”

Hacı Çelebi, artık gidilmek lazım geldiğini anladı, şehzadeyi selamladı ve öğüdünü tekrarladı:

“Bizim düşümüz yalan çıkmaz, söylediklerime inan, başının çaresine bak, biz duadan geri kalmayız, elimizden gelen yardımı da esirgemeyiz.”

Cem, cevap vermedi, tahtın öbür vârisine yazacağı jurnali zihninde hazırlamakla meşgul olan Çelebi’yi oda kapısına kadar götürdü ve onun uzaklaşmasıyla beraber kendi hareme koştu. Annesiyle görüşmek, ondan hem fikir hem kuvvet almak istiyordu. Koridorları hızlı hızlı geçerken bir odanın eşiğinde Şair Lâlî’yi gördü. Herifçeğiz sızmıştı. Eşiği yastık yaparak upuzun yatıyordu.

Şehzade bir saniye durdu, sızgın şairi gözden geçirdi ve mırıldandı:

“Buna Uğursuz diyorduk, bu gece uğur getirmişe benziyor. Çelebi’nin dediği doğru çıkarsa Lâlî’yi reisüşşuara yaparım, adını da bizim enişte gibi Uğurlu korum!”34

Ve bir şey hatırlamış gibi elini alnından geçirdi.

“Çelebi…” dedi. “Büyük bir bahşiş hak etmişti, alamadı. O bahşişi şu uğurluya vereyim!”

Sonra belindeki lahuri kuşaktan kaim köstekli ve birkaç kubbe camlı güzel bir saat çıkardı, sızgın şairin koynuna soktu, yine yürümeye koyuldu. Artık harem dairesindeydi. Dar koridorlara kanat geren koyu karanlığı, renk renk camlar arkasına saklanan kandillerin korkak işaretleriyle yarabiliyordu. Geçtiği yerler, halayıkların ve harem ağalarının koğuşları idi. Gecenin bu vaktinde onlarda yalnız karanlık, yalnız sessizlik yaşardı ve bu hayatın ninnisini uyuyanların rüyalı mırıltıları söylerdi.

Cem, bir ayak evvel kendi dairesine varmak için adımlarını açmıştı, o ıssız zulmetten içine garip bir ürküntü geliyordu. Cılız kandillerden dökülen soluk benekler, görünmeyen gözlerden dökülen yaşlara benziyordu. Bu yaşlar, gecenin ruhundan dökülmüyormuş, babasının mezarına doğru uçuyormuş gibi onu rahatsız ediyordu. Kendi dairesine varınca bol ziyaya kavuşacak, ağlayan gecenin kucağından kurtulacaktı.

Nihayet oraya yaklaştı, uyumak hakkını kendi ayaklarıyla çiğneyen nöbetçilerle ve telleri ziyadan örülü bir süpürge gibi karanlığı mütemadiyen silip dağıtan avizelerle karşılaştı. Nöbetçiler, habersiz gelen efendilerini korku ile karışık bir hürmetle selamlıyorlar ve yine kendi mıntıkalarında kalıyorlardı. Ona kılavuzluk eden avizeler, fenerler, kandillerdi. Ve Cem, bu parlak kılavuzların nefesleriyle işlenen nur halı üzerinde hızlı hızlı yürüyordu.

O, anasının yanına gitmek istiyordu, prensesin yattığı yer, kendi yatak odasının yanı başında bulunuyordu. Her iki daireye girilecek noktada, büyük dehlizin bitim yerinde başka bir oda vardı. Genç prens, kapısı Türkmen kilimleriyle perdelenen bu odanın önünde birdenbire durdu, Şair Lâlî’nin sızgın gövdesi önünde yaptığı gibi elini alnından geçirdi, düşünmeye daldı. İki adım ileride bir harem ağası, daha ötede diğer bir köle göze çarpıyordu. Onlar, kendi renklerinin tarihini gecenin ağzından dinler gibi siyah bir sükût içinde dimdik duruyorlardı, küçük bir canlılık göstermiyorlardı.

Cem, iki üç dakikalık bir düşünce geçirdikten sonra başını salladı.

“Müjdeyi…” dedi. “İlkin İren’e vereyim. Anam ikinciye kalsın!”

Ve mahzuz bir hamleyle perdeyi kaldırdı, odaya girdi.

Burası bütün eski evlerde, konaklarda, saraylarda olduğu gibi şirvanlı, ocaklı bir yerdi. Tek bir penceresi vardı ve bu pencere aydınlık yolu olmaktan ziyade süs olsun diye yapılmışa benziyordu, açıklara ve göğe değil, dehlize bakıyordu. Dolaplarla, raflarla yer yer zedelenen duvarların yaralarına çini merhemler sürülmüştü. Bu merhemlerin parlak renkleri o hendesi35 yaraları biraz örtüyor gibiydi.

Kapının tam karşısına gelen yataklıkta genç bir kız yatıyordu. Yorgana değil, kendi saçlarına sarınmış görünen bu kız, ilk bakışta beğenilen, gözlerde imrenti uyandıran mahluklardandı. O uyku hâliyle ve o yarı karanlık içinde bilhassa güzel görünüyordu. Başı ucunda yanan iki iri mumun yüzüne aksettirdiği gölgeler, kemalini bulmuş bir ay üzerinde kehkeşanlar dolaşıyor zannını uyandırıyordu. Omuzlarından göğsüne ve daha aşağılara doğru uzanan saçlar o güzel çehreye, altın telden örülme saçaklı bir ağ içine giren mehtap manzarası veriyordu.

Yatağın ayak ucunda ve yerde başka bir kız daha vardı. Bu, bir halayıktı, başını yatağın kenarına iliştirerek uykuya dalmıştı. Gerçi o da güzeldi, lakin berikine göre onun letafeti, tavuslar yanında sülün güzelliğini andırıyordu.

Genç prens, kollarını göğsüne kavuşturarak bir müddet yataktaki kızı süzdü, yanık yanık içini çekti, sonra adımlarını sessizleştirerek ilerledi, genç halayığın yavaşça kulağını çekti ve o, korku ile karışık bir telaş içinde gözlerini açınca parmağını ağzına götürdü, fısıldadı:

“Sus ve çık!”

Halayık, iliklerine kadar yayılan derin bir iç titreyişini sendeleyen ayaklarında toplayarak odadan çıktı, yerini Cem’e bıraktı. Şehzade, tıpkı o halayık gibi yatağın ayak ucuna ilişmişti. Uyuyan bir güneş seyreder gibi kızı gözden geçiriyordu. Babasının ölümüne dair işittiği haberi unutmuşa benziyordu. Çünkü bakışlarında saltanat hırsının ısırıcı siyahlığı yoktu, bilakis güzelliğe hayran bir ruhun munis yumuşaklığı parlıyordu. İhtimal ki şu kız, İren namını taşıyan bu Rum dilberi, masum bir gaflet içinde açık bıraktığı emsalsiz güzellikleriyle Cem’in benliğinde ani bir fırtına koparmıştı ve ona her şeyi unutturup yalnız güzelliğe hayran olmak zevkini yükletmişti.

Beşerî ihtiraslar, aldatıcı renklerden tecrit olunarak layıkıyla tahlil olunsa onların hep bir kaynaktan doğduğu neticesine varılır. Para hırsı, şöhret hırsı, ikbal hırsı, hatta bilgi hırsı güzellikten azami mikyasta istifade etmek hırsının çocuklarıdır. İnsanlar, para kazanmak için -iyi ve kötü- her vasıtaya başvururlar, birçok çukurlara girip çıkarlar. Bu zahmetin, bu didinmenin gayesi altından mezar yapmak değildir, güzelliklerden para kuvvetiyle müstefit olmaktır. Şöhretin, ikbalin, bilginin temin edeceği netice de odur. Meşhur adam, dimdik duran bir mihraptır, önünde en güzel kadın başları eğilir. Âlimlere bilgilerinin mükâfatını veren de okudukları veya yazdıkları kitaplar değil, yakut dudaklardır!

Kâinatın yaratılmasındaki hikmeti “aşk”a atfedenler ve hassasiyetli hayatı aşk cazibesine bağlı sayanlar pek doğru düşünen kimselerdir. İşte Cem de şu uyuyan kızın ayağı ucunda aynı hakikati canlandırıyordu, güzellik nurunu gözleriyle içerek her şeyi ve hatta babasının ölümü meselesini unutuyordu.

Genç prensin hayran temaşası hayli uzun sürdü ve ilkin ruhunu gıcıklayan duygular, yavaş yavaş sinirlerine geçmeye başladı. Artık uyuyan güzelliğin uyanmasını, şu muhteşem heykelin dile gelmesini istiyordu. Bu dilekle biraz uzandı, dudaklarını kızın kulağına yaklaştırdı, yalvarır gibi bir sesle şu beyiti okudu:

Benim sen şah-ı mehrûye kul olmak iledir fahrim,Geda-yi dilber olmak yeğ cihanın padişahından. 36

Kız, ılık bir su gibi kulağına akan şu yalvarışlardan tatlı bir ezinti duyarak gözlerini açarken Cem de geri çekilmişti, şahlanan iştihalarını çiğnemek ister gibi sert hareketler yapıyordu. Çünkü şuursuz bir incizap içinde ağzından dökülüveren o sözler, babasınındı ve şimdi tabii bir tedai37 ile babasının ölümünü düşünüyordu.

Zaten oraya sevişmek için değil, görüşmek için gelmişti. Fakat kızın takat yıkan, tahammül eriten güzelliği önünde heyecana kapılarak her şeyi unutmuştu. Babasının şiiri, kuvvetli bir sünger gibi o heyecanı gidermişti ve gözünün önünde tahta giden dikenli, eğri büğrü, korkunç yollar kıvrılmaya başlamıştı.

Bununla beraber gözü, İren’in açılan gözlerindeydi. Bu açılışta engin ve derin bir ufkun iki yeşil zümrütten doğabileceğini ispat eden mucizevi bir inkişaf vardı. Zarif ve çok zarif kaşların altında mahmur bir naz ile kımıldanan gözler, bir çift canlı zümrüde benziyordu ve bu zümrütler, kibar titreyişler içinde uçsuz bucaksız bir yeşil semaya beşik oluyordu!

Cem kafatasının içinde uzayıp giden saltanat yoluyla gözünün önünde açılıp duran bu parlak ufkun arasında bocalıyordu. O ufkun yeşil bir tebessüme inkılap edivermesi üzerine dayanamadı, saltanat yolunu zihninden bir kere daha sildi ve gülen göğe kapandı.

“Oh, İren!” dedi. “Ne kadar güzelsin!..

Kız, gerinir gibi kollarını açtı ve Cem’i, pamuk bir çember içine alarak şakradı:

“Senin kadar değil!”

Cem’in dudakları, yeşil zümrütlere, gülümseyen haz ufuklarına doğru kayarken gözünün önünde boş bir taht canlandı ve dudaklarındaki iştiha o tahtın ayaklarına aktı. Kız yaklaşan aşkın tereddüdünü sezerek kaşlarını çatıyordu, belki sitem edecek, belki yalvaracaktı. Fakat şehzade, ciddiyetiyle onu susturdu ve haber verdi: “Babam öldü İren; taht, beni bekliyor!”

Âşığını yatarken dinlemekte zevk bulan kız, Osmanlı tahtının namzedini o vaziyette tutmakta tehlike sezmiş gibi hemen yerinden fırladı, saçlarını arkaya attı. İsa’nın resmine yüreğini açan dindar bir Hristiyan gibi dizüstü çöktü, erganunlar kadar tannan38 bir sesle genç prensi kutluladı:

“Mübarek olsun aslanım, uğurlu olsun sultanım. Zaten iki gündür gözüm seğiriyordu, bir müjde bekliyordum. Onu yine senin ağzından duydum, bahtiyar oldum.”

Cem, diz çöken İren’in saçlarını okşayarak anlattı:

“Babama öldü diyorlar. Doğru mu yalan mı bilmiyorum. Fakat ben bahtımı deneyeceğim, gün doğar doğmaz padişahlığımı ilan edeceğim…”

“İyi edersin aslanım, Allah yardımcın olsun. Lakin…”

“Ey, lakin?..”

“Lakin ben ne olacağım? Bir köşede kalıp unutulacak mıyım? Başına giyeceğin taçtan benim de hayatıma bir ışık düşmeyecek mi?”

Cem, elini çenesine götürdü, bir nebze düşündü:

“Babanı Atina dükası yapacağım, sen de taç giyen bir düşes olacaksın!”

Kız, ölüm hükmü almış gibi ürküntü gösterdi, elleriyle yüzünü örttü, inledi:

“Düşes mi? Atina düşesi mi? Ben, Rainer’ın dul karısı değilim, Franko Akçiyauli de değilim. Adımı düşes koyup beni mezara mı atacaksın? İstemem aslanım, istemem, böyle bahşişler istemem…”

Cem güldü:

“Hatırladığın vakalarla benim ikramım arasında münasebet yok. Rainer’ın dul karısı bir düşmandı, öldürüldü. Franko, nihayet bir tüysüz oğlandı, biraz yüz verilip sonra derisi yüzüldü. Sen benim sevgilimsin, biricik İren’imsin!”

“Baban da vaktiyle Erico’nun kızına böyle söylemişti. Fakat onu parçalatmaktan da geri kalmamıştı. Zaten siz padişahlar hep böylesiniz, ‘seviyorum’ dediklerinizi ısırmaktan, hatta kıtır kıtır kestirmekten zevk alırsınız. Şimdi de beni seve seve, okşaya okşaya öldürmeyi kuruyorsunuz!”39

Cem, kaşlarını çattı:

“Aşk, belki hâkim olur, fakat zalim olmaz. Sevilenlerin zulmüdür ki, kendilerini en nihayet mazlum mevkisine düşürür. Siz, sevgimizin kıymetini bildikçe başımızın tacısınız. Aşkımıza hürmette kusur ettiğiniz gün ökçemizin altına düşersiniz…”

“Ben size tapıyorum!”

“Ben de seni çıldırasıya seviyorum!”

“O hâlde beni niçin Atina’ya yolluyorsunuz?”

“Şerefini yükseltmek için!”

“Siz İstanbul’da kalacaksınız, ben Atina’da yaşayacağım, öyle mi? Bu, canımı alıp tenime kürk giydirmek gibi bir şey olur. Ben senin ayağının dibinde yükselmek isterim.”

“Yanlış düşünüyorsun İren. Padişahlardan uzak kalanlar daha fazla sevilirler. Buna inan ve düşes ol!”

Kız, sesine ağlayan bir eda çizdi, tebessümlü bir hıçkırıkla çırpındı:

“İstemem, istemem, istemem!..”

Cem, yeşil zümrütlerdeki durgunluğu eliyle sildi, bahsi başka mecraya çevirdi:

“Hele dur, acele etme. Bir kere tahtı ele geçirelim, sonra konuşuruz. Şimdi sen bana fikrini söyle: Yarın padişahlığımı ilan edeyim mi, etmeyeyim mi?”

“Sen bilirsin aslanım. Fakat babamla konuşsan fena olmaz. O, güngörmüş kölendir, senin uğruna can verir.”

“Babanın sadakatinden eminim, lakin seven gönüller iyi görürler. Ben de senden fikir almak istiyorum.”

“Ben seni padişah görmek isterim”

“Demek ki ortaya atılayım?..”

İren, düşünür gibi başını önüne eğdi, bir müddet o vaziyette kaldı, sonra ellerini Cem’in dizlerine koydu:

“Hiç durma aslanım!” dedi. “Hak senindir, zafer de senin olacaktır.”

“Hazzettim İren. Sözlerin beni bir kat daha cesaretlendirdi. Şimdi anacığımı göreyim, bir de onun fikrini alayım.”

“Babamı görmeyecek misiniz?”

“Onunla sabah görüşürüm!”

Genç prens, Rum dilberinin çenesini okşayarak odadan çıktı, anasının dairesine doğru yürüdü. Eğer bir buse daha almak için içine iştah düşseydi ve geri dönseydi, kendisine tapındığını söyleyen İren’in alelacele eline bir kalem aldığını ve babasına hitaben şu satırları karaladığını görürdü:

Cem babasının öldüğünü müjdeledi. Eğer bu haber sahih ise şimdi bütün kiliselerde, Avrupa’nın her yerinde Angelus duası 40 okunuyor demektir. Fakat bizim vazifemiz oturduğumuz yerde o duaya iştirak etmek değildir. Biz, ırkımızın öcünü almakla mükellefiz. Beklenen saat geldi, çattı. “Patera”da kımıldayan zekâ, şimdi bütün Anadolu’da yürümelidir. 41 Ana Makabe’nin ruhu kılavuzun olsun!42

KADIN KİNİ YAMAN OLUR!

Cem kendi dairesine ayak attığı zaman şehzadelikten padişahlığa geçmiş gibi hissen değişmişti. İren’in sözleri ona hem yürek kuvveti hem gurur vermişti. Başka türlü yürüyordu, başka çeşit bakıyordu. Bu, her gencin ruhunda sık sık beliren gaflet dalgalarıdır. Basit bir imtihana hazırlanan gençler, büyük bir harbe giriyorlarmış gibi heyecanlanırlar ve imtihan sonunda eşsiz bir zaferin gururunu duyarlar. Yine o gençler, kendi hülyalarından hakikat zevki alırlar, boşluklar arasında şişkinlikler tevehhüm ederler. Cem de gençti, henüz yirmi iki yaşlarındaydı. Padişahlık hülyalarını o anda tahakkuk etmiş gibi görerek engin bir sevinç içinde kanatlanıyordu, başka ufuklarda yürüdüğünü sanıyordu. Kendini selamlayan hizmetçilerine bakışında bile bu değişiklik belli oluyordu. Evvelce o hizmetçileri lazımlı birer unsur tanıyarak iltifat ederdi, şimdi birer hiç mesabesinde görüp müstağni bakışlarla çiğneyip geçiyordu.

Anasının dairesiyle kendi dairesi arasında oğlunun ve kızının odaları vardı. Her biri ayrı anadan doğan bu çocuklar, henüz süt emme çağında bulunuyorlardı. Cem, padişahlığa yükselmek üzere bulunduğu bir anda onları da görmek arzusuna kapıldı, ilkin oğlunun odasına girdi. Çocuk beşikte, sütninesi yerde, annesi de yatakta yatıyordu. Şehzade hiçbirini uyandırmadan bir iki adım attı, som gümüşten yapılmış, taşlarla süslenmiş olan beşiğin örtüsünü açtı, mışıl mışıl uyuyan yavruyu uzun uzun süzdü.

“Merhaba evlat!” dedi. “Güle güle uyu, güle güle büyü. Bir gün gelecek, sana üçüncü Murat denecek!”

Fakat birdenbire durakladı, kaşlarını çattı, gamlı gamlı düşünmeye daldı. Şu minimini yavrunun bir gün üçüncü Murat diye anılacağını gelişigüzel söylemişti ve bu söylenişle de onun Osmanlı tahtına namzet bulunduğunu tasrih etmiş oluyordu. Hâlbuki Murat ismini taşıyan bu çocuktan iki yaş büyük bir oğlu daha vardı, adı Oğuz Han’dı, İstanbul sarayında bulunuyordu, Fatih tarafından terbiye ettiriliyordu, yetiştiriliyordu.

bannerbanner