Полная версия:
Cem Sultan
“Bre melun, sen kimsin?”
Cem’in odaya girdiğini sezmeyen, sezemeyen adam bu çılgın haykırış üzerine telaşsızca başını çevirdi ve genç prensi bulunduğu yerde mıhladı. Parmaklarında ecel taşıyan çılgın el kıvrılmış, hançer yere düşmüştü. Küstah bir âşık, pervasız bir gönül hırsızı sanılan erkek, bizzat İren’di; kafesi destar ile örtülü şık başlığı altında, sipahi kebesini andıran kısa kaftanı içinde fıkır fıkır gülüyordu.
Cem, ilkin hayret, sonra hayraniyet gösterdi, efsanelerin hikâye ettiği en güzel erkek timsallerinden daha güzel olan bu yalancı erkeğin karşısında cezbeye tutuldu.
“Oh, kâfir!” dedi. “Yusuf olmuşsun, onu da geçmişsin, başka bir afet olmuşsun!”
İren, güllerle, sümbüllerle, karanfillerle bezenen ve yürüyen mucizevi bir fidan gibi gözlerini güldürerek, yanaklarını gülleştirerek, dudaklarını çilekleştirerek ilerledi, Cem’in önünde diz çöktü, ellerini öptü ve bu buselerin sarhoşluğunu çoğaltan baygın bir sesle sordu:
“Beğendin, değil mi? Öyleyse Yusuf’unu kuyuya atma, zindan karanlığında bırakma, beraber götür!”
“Beraber mi?”
“Evet, beraber. Atının nalı olup yerlerde sürünmeye razıyım. Tek sana yakın olayım, sesini işitip kokunu alayım.”
“Kabil mi, iyi düşün İren, kabil mi?”
“Sen istersen her şey mümkün olur.”
“Anam burada, çocuklarım burada. Sen de burada kalmalısın, ben ava gitmiyorum, harbe gidiyorum. Seni kendi elimle tehlikeye atabilir miyim?”
“Kendini, kendi canını ateşe atıyorsun. Benim ne değerim var ki üzülüyorsun?”
“Sen benim sıhhatimsin, ömrümsün, neşemsin.”
“İyi ya aslanım, sıhhat bedende, hayat tende, neşe yürekte olur. Beni burada bırakmak, onları birbirinden ayırmak değil midir?..”
Cem, erkek kıyafetindeki İren’le konuşurken kızın o kılığa girmekle kazandığı yepyeni güzelliği de derin bir incizapla tetkik ediyordu. Aynı zamanda baht denilen hayata hâkim kuvvetin güzel veya çirkin şekillerde tecessüm ettiğini söyleyen masalları hatırlıyordu.
Eğer kendi bahtı, İren’in şu kıyafetinde temessül ediyorsa hayatının daimî ve müselsel56 saadetlerden ibaret olacağına şüphe yoktu. Bu kadar güzel talihe malik olan bir fâninin nasibi elbette bahtiyarlık olacaktı!57
Cem, böyle düşündü, güzel kızı kendi bahtının timsali olarak kabul etti ve ayağına kapanan bu nefis timsali elemlendirmekten çekindi, uzun düşüncelere kapılmadan müspet cevap verdi:
“Peki İren, dediğin olsun… Benimle bile gel. Fakat üzülürsen suç benim değil. Çünkü yolumuzun dikenli olduğunu söyledim.”
“Senin yolundaki diken bana gül gelir!”
Ve sonra izahat verdi, efendisinin harbe hazırlandığı günden beri gözüne uyku girmediğini, sabahlara kadar yatakta kıvranarak bu ağır hicrandan kurtulmak çareleri aradığını, nihayet erkek kıyafetine girip orduya karışmayı tasarladığını anlattı.
“Ben…” dedi. “Odama geleceğini ummuyordum. İşin çok, başın karışık. Lakin hazırlanmıştım, babama yalvarıp bir de at hazırlatmıştım. Kolayını bulup buradan savuşacaktım, gölgen olup sana kavuşacaktım. Galip geleceğin güne kadar da kendimi saklayacaktım, şimdi sırrım faş oldu ama gönlüm daha hoş oldu. Yola izninle çıkıyorum.”
Cem, İren’in zarif kavuğunu biraz çarpıttı, perçemlerini düzeltti, kaftanının düğmelerini, belindeki şalın kıvrımlarını evirip çevirdi.
“Vallahi…” dedi. “Memnunum. Sen bana bir alay çeri kadar kuvvet vereceksin. Fakat senin erkekliğine kim inanacak? Burası zihnimi gıcıklıyor!”
“Hiç üzülme aslanım. Ben ata binip inmekte çok erkeği alt ederim. Zaten babamla düşüp kalkacağım, onun çadırında yatacağım. Sen çağırmayınca yanına gelmeyeceğim. Yüzümü de sarılı tutarsam kimse işkillenmez.”
“İnşallah!..”
İki saat sonra Cem, bütün Konya kadınlarının candan yükselttikleri dualar arasında, ordusunun başında şehri terk ediyordu, güzel İren de ordunun gerisinde ve babasının yanında at oynatarak âşığını takip ediyordu!
***Cem’in hedefi Bursa idi. Bu yeşil şehrin payitahtlığı kaybetmesinden beri çok yıllar geçmişti. Öyleyken ananevi kıymetini muhafaza ediyordu. Oraya sahip olanlar Osmanlı saltanatına vaziyet etmiş58 olacaklarını sanıyorlardı. Bu kanaat, pek de boş değildi. Bursa, Anadolu’nun Rumeli yakasına en yakın olan büyük şehriydi. Orada kurulan hâkimiyet, gerileri elde tutan ve Marmara’yı da geçmek istidadını taşıyan bir kuvvet demekti. Bu sebeple Cem, ordusunu Bursa üzerine yürütüyordu. Orayı ele geçirirse bütün Anadolu’nun hâkimi mevkisine geçecekti, kardeşiyle de saltanatı yarı yarıya paylaşmış olacaktı. Bu vaziyette son kozu oynamak, Rumeli ile Anadolu’yu güreştirmek daha kolaydı!
Planlar çizilmiş, vazifeler ayrılmış ve herkes oynayacağı rolü bellemişti. Savaş günü askerin kumandanlığını Lala Yakup Bey’le Gedik Nasuh yapacaktı. Şimdilik ordu, Cem’in emri altında yürüyordu. Harp, her zaman olduğu gibi, o devirde de paraya ihtiyaç gösteriyordu. Bu ihtiyacın temini yükü de Defterdar Ahmet Bey’in omzundaydı. On beşinci asrın bu hudayinabit59 iktisatçısı yol boyundaki ve yakınındaki köylere, kasabalara, şehirlere “Cem Sultan vergisi” adlı bir salgın koyarak lüzumu kadar para topluyordu.
Verginin tahsildarları yirmi otuz bin kişilik bir ordu idi! İstenilen parayı istenildiği anda veremeyen köy yahut şehir, bu otuz bin ağızlı tahsil memurunu birkaç gün doyurmak mecburiyetine düşerdi. Bu ikram, o vergiden daha ağır olduğu için halk, varını yoğunu ortaya koyup Sultan Cem vergisini ödemekte istical gösteriyordu. Bizzat şehzade de o zaman tabirince “mütemevvil” denilen şöhretli zenginlere fermanlar yazarak külliyetli para getirtiyordu!
Şurası muhakkaktır ki, ordunun geçtiği yerler halkı, ağır bir vergi ödemelerine rağmen, Cem’in muvaffakiyetini istiyorlardı. Beyazıt, onlar için meçhul bir sima idi. Gözlerinin önünde parıldayan cesur ve genç şahsiyeti o meçhule tercih etmekte tereddüt göstermiyorlardı. Bu sebeple de Cem’in ordusu, yuvarlandıkça büyüyen bir kar topu gibi gün geçtikçe irileşiyordu.
Şehzade giriştiği teşebbüste muvaffak olacağına emindi. Kardeşinin hiçbir tarafta ve hiçbir zümre arasında sevilmediğine zahipti. Onu padişah olarak tanımış olan yeniçerilerin de kendisiyle karşılaşır karşılaşmaz fikirlerini değiştireceklerini umuyordu. O vakit, Anadolu ile Rumeli arasındaki su, yeşil bir çimen gibi göğsünü kendine açacak ve Beyazıt, kim bilir nerelere kaçacaktı?..
Cem’in şairleri, musahipleri, kâtipleri de aynı kanaati besliyorlardı, galibiyetin kendilerinde kalacağına, saltanat zevkinin aralarında paylaşılacağına inanıyorlardı. Her uğradıkları yerde, yapılan alkışlar, yükselen dualar da bu kanaati kuvvetlendirmekten geri kalmıyordu.
Yalnız Lala Yakup Bey, bu sürüden ayrı idi, başka türlü düşünüyordu. Esasen o, Fatih’in bendelerindendi. Cem’e hizmet etmekle beraber yüreğinde asıl efendisinin muhabbetini yaşatırdı ve Cem’in açık surette padişahlık hırsı taşımasına için için kızardı. Şu kadar ki, bu hırsı, çocukça bir dilek saydığı için İstanbul’a bir şey yazmazdı, sadece tarassutla60 iktifa ederdi. Fakat Fatih’in ölümü tahakkuk edip de Cem’in silahla sahneye çıktığını görünce fena hâlde üzülmüştü. Bir kere bu teşebbüste büyük bir haksızlık görüyordu, küçüğün büyüğe silah çekmesini ananeye, ahlaka, doğru özlülüğe uygun bulmuyordu. Sonra Cem’in iyi bir padişah olacağına da itimadı yoktu.
Onun şairlerle diz dize gelip ve kafayı tütsüleyip mey diye, mahbup diye bangır bangır bağırmasından, sabahlara kadar saz çaldırıp köçek oynatmasından hiç de hoşnut değildi. Beyazıt’ın fazla afyon kullanmakla beraber, çok dindar olduğunu biliyordu. Onun en büyük zevki din kitapları okumak, müneccimlik yapmak, elmas tıraş etmekti. Gerçi kadınlardan hoşlanırdı, fakat Cem gibi her güzele gönül vermezdi, haftanın yedi gecesini halvetlerde geçirmezdi.
Bütün bunlar Yakup Bey’i hissen Beyazıt’a meclup61 bulunduruyordu. Lakin Cem’in yanında bu düşüncelerini, bu duygularını açığa vuramazdı, kafasının koparılmasından korkardı. Uhdesine verilen kumandanlığı da aynı korku ile reddedememişti. Fakat büyük bir azap içinde kıvranıyordu, için için ızdırap çekiyordu.
Lala Bey’in elemini ziyadeleştiren bir sebep de bütün ordu arasında kendine uygun bir kafa bulamayışı idi. Herkes Cem’i pohpohluyor, Cem’i alkışlıyor, Cem’i haksızlığa sevk ediyordu. Yanlış bir istikameti kabul etmekte ittifak eden bu kalabalık içinde kendisi, pek bikesti.62
Çok defa atının başını başka taraflara çevirip savuşmayı, haksız bir teşebbüsün başında bulunmak acılığından nefsini kurtarmayı düşünüyordu. Fakat bu kaçışına korkaklık manası verilmesinden çekinerek yine vazife başında, endişeleri arasında kalıyordu. Bu adam, dertleşecek tek bir adam bulsa sıkıntısı biraz azalacaktı, lakin bu bahtiyarlığa eremiyordu.
Ordu, bir tenezzüh63 alayı gibi gülerek, eğlenerek ilerliyordu. Tek bir köy, tek bir kasaba ve tek bir şehir, Cem’in padişahlık hakkını inkâra kalkışmıyordu, hep bu hakkı kabul etmiş görünerek vergilerini veriyorlar, dualarını okuyorlar, hatta orduya asker de katıyorlardı. Bu, Yakup Bey’in büsbütün sinirlerini bozuyordu, içini bulandırıyordu.
Nihayet Bursa’ya yaklaşıldı. İki üç gün sonra yeşil şehir görünecekti ve Sultan Cem, bir payitaht sahibi olacaktı. Ordu, zahmetsizce elde edilmiş görünen bu parlak neticenin zevkiyle şenlik yapıyordu, gülüp oynuyordu, Cem de Bursa’nın ne suretle tesellüm edileceğini, orada neler yapılacağını kararlaştırmak üzere bir meclis toplamıştı. Lala ve kumandan sıfatıyla ilk söz, Yakup Bey’indi. Cem, ona hitap ederek sormuştu:
“Lala Bey, Bursa’ya yaklaştık. Uludağ bize bakıyor ve bizi selamlıyor. Şehrin kapılarını açacağına şüphe yoksa da şayet karşı koymak isterlerse tedbirin nedir?”
“Açılmayan kapı kırılır!”
“Demek hücum edeceğiz?”
“Dönecek değiliz ya, elbet saldıracağız.”
“Bursa Kalesi sağlamdır, kolayca düşer mi?”
“Orası ordunun gayretine bağlı. Yerinde ölmeyi bilen askerin düşüremeyeceği kale yoktur.”
“Bu gayreti bizim ordudan umuyor musun?”
“Orasını defterdar beye sormalı.”
Lala Yakup Bey, yeniçeriler gibi askerî ruh taşımayan bu derme çatma ordunun ancak bol bahşiş ve bol ikramla gayrete gelebileceğini ima ediyordu. Lakin Cem, bu fikri beğenmedi, fedakârlığı para ile satın alınabilecek bir orduya sahip gibi gösterilmekten bir nevi küçüklük tevehhüm etti, yüzünü ekşiterek şu sözleri söyledi:
“Beni seven, ardıma düşüp can pazarına gelen erlere, savaştan evvel para dağıtmak çirkin olur. Ben bahşişimi kelle getiren yiğitlere veririm.”
Yakup Bey, biraz müstehzi cevap verdi:
“Kelle getirmeye gidenler, kellelerinin de gidebileceğini hesaplarlar. Bu hesabı bozmak için onların kesesini doldurmak gerek…”
Cem, Lala Yakup Bey’i hoş tutması için anasının verdiği nasihati hatırladı ve gevşeyen sinirlerini bu tahatturla64 düzelterek Gedik Nasuh’a döndü:
“Sen ne dersin, Nasuh Bey… Şimdiden askere para dağıtmak doğru mu?”
“İlkin iş, sonra bahşiş!”
“Sen ne düşünüyorsun Süleyman Bey?”
Frenk Süleyman diye anılan bu dönme adam, yediği ekmeğin şükranını çiğnemeyen temiz yaradılışlı insanlardandı, Cem’e candan bağlıydı. Paranın, ürkekleri de cesur edeceğine kanaati vardı, tereddütsüz Yakup Bey’e hak verdi, onun mülahazasını tekrarladı:
“Bir akçe bazen bir kılıç olur. Askerlerinizi bu silahla da kuvvetlendiriniz!”
Fakat ekseriyet Gedik Nasuh’un fikrine iştirak etti, bu suretle de herhangi bir muharebeden evvel askere para dağıtılmaması, dil65 ve baş getirenlere bahşiş verilmekle iktifa edilmesi kararlaştırıldı.
Lala Yakup, fikrinin kabul edilmemesinden dolayı kızmış ve kırılmış değildi. Hatta için için memnun oluyordu. Çünkü askerin şevksiz kalmasını emeline, henüz bir şekil veremediği o müphem emeline uygun buluyordu.
Evet, Aştin oğlu Lala Yakup Bey, kendi duygularını bir türlü tahlil edemiyordu, düşüncelerine muayyen bir istikamet veremiyordu. Fakat tahteşşuurunda66 daimî bir kargaşalık vardı, saltanat için kavgaya çıkan iki kardeş yüzünden binlerce ve binlerce Türk’ün ölüme sürüklenmesi -dille söylenemeyen bir dert gibi- ruhunu yakıp kavuruyordu.
Cem de memnundu, meclis kararının kendi haysiyetini korumuş olduğuna zahipti. Frenk Süleyman’ın reyini suya düşürdüğünden dolayı da ayrıca haz alıyordu. Anası, bu adama emniyet etmemesini, sözüne kıymet vermemesini söylememiş miydi? Cem, bu ana öğüdünü hatırlayarak Frenk Süleyman’ın reyi hilafına harekette isabet görüyordu. Zaten ekseriyet de kendisiyle beraberdi. Sadık bir itaatle “İlkin iş, sonra bahşiş!” diyorlardı. Bu sebeple neşeli neşeli müzakereye nihayet verdi.
“Yarın…” dedi. “Yürüyüşe devam edelim, Bursa’ya varalım. Hürmet görürsek ikram ederiz, karşı konulursa şehri yıkarız. Şimdilik dağılalım…”
Meclise iştirak edenlerin yer öpüp çıkmalarını müteakip bir köleye emir verdi:
“Dimitriyos’u çağırın!”
Ve köle çıkarken ilave etti:
“Çift gelsin!”
Köle, dudaklarına kadar gelen tebessümü göstermemek için ayaklarını hızlandırdı. Çünkü Dimitriyos’un çift gelmesi, Konya’dan beri yanında bulundurduğu delikanlıyı huzura getirmesi demekti. Köleler ve uşaklar, hemen her gece yarısı bu Rum eskisi ile o gencin uygunsuz bir çift hâlinde Cem’in çadırına geldiklerini, bir müddet sonra Dimitriyos’un başka bir çadıra geçerek Cem’i o esrarlı gençle baş başa bıraktığını görüyorlardı.
Beylerin, kumandanların, bu yarı gece ziyaretlerinden belki haberleri yoktu, olsa da tecahül gösteriyorlardı, bilmez görünüyorlardı. Lakin uşaklar arasında, “Çift geldi, tek çıktı! Tekti, çift oldu!” gibi sözler, bir nevi açık bilmece gibi dönüp dolaşıyordu.
Dimitriyos, uşakların gözlerinde gülümseyen istihzaları kör bir kayıtsızlıkla çiğneyerek kızıyla birlikte çadıra girdiği vakit Cem, ayaktaydı. Zekâsını kendi emrine ve kızını da kendi iştihasına hizmetkâr yapmış olan geniş düşünceli Rum’u görünce elini uzatıp öptürdü.
“Dostum…” dedi. “Bu gece çok şey konuşuldu.”
“Sonu hayrola padişahım!”
“Yarın Bursa’ya varıyoruz.”
“Mübarek ola padişahım!”
“Bursalılar kale kapısını açarlar mı açmazlar mı? Bunu konuştuk. Bizim Lala Bey, harp olabilir dedi. Askere para dağıtılmasını istedi. Reddettim.”
“İsabet buyurmuşsunuz padişahım. Taht üstünde doğanlar tahta doğru giderken kimseye rüşvet vermezler.”
“Doğru eğri, öyle karar verdik. Savaştan evvel para dağıtmayı hoş bulmadık.”
“Keramet göstermişsiniz padişahım.”
“O hâlde sen de zarafet göster, bizi yalnız bırak…”
“Ferman sizindir padişahım!”
Cem ve İren, âdet edindikleri eğlenceye daldılar, uzun bir saat görüştüler, gülüştüler ve sonra mahmur bir musafaha ile ayrıldılar. Şehzade, esneye esneye yatağında kaldı. İren, gülümseye gülümseye babasının yanına gitti.
Âdetleri, çadırlarına dönmekti. Fakat Dimitriyos, büyük otağ mıntıkasından ayrılır ayrılmaz durdu.
“İren!” dedi. “Lala Bey’e gidelim.”
“Sırası geldi mi?”
“Tohum ekmenin tam sırası… İyi ekin biçmek için tohumu vaktinde saçmalı!”
“Lala Bey tarladır, sen de çiftçisin. Ben ne yapacağım?”
“O tarla suyu, ışığı senden alacak!”
Kız yüzünü ekşitti, istikrah gösterdi:
“Oh, baba… Ben o adamı hiç sevmiyorum.”
“Dereler, besledikleri toprağa âşık olmazlar çocuğum. Güneş de ısıtacağı yerin güzelliğini, çirkinliğini aramaz.”
“Fakat ben insanım, yürek taşıyorum.”
“En temiz yürek, kinini bilen yürektir. İlkin öç, sonra sevgi!..”
“Kinimi unutmuyorum, pot kırmaktan korkuyorum.”
“Cem’in yanında böyle düşünmüyorsun, vazifeni pekâlâ yapıyorsun.”
“O genç ve güzel. Üstelik prens. Beni okşarken kalbim iğrense bile kalıbım zevk alıyor.”
“Lala Bey de bizi hedefe çıkaracak kıymetli bir merdivendir. Onu adım adım çiğnemekte, yavaş yavaş merama ermek zevki vardır.”
“Meram, meram, meram! Bu ne tükenmez yol?..”
“Tükenmeyen ömür gibi tükenmeyen yol da yoktur. Hüner, sendelemeden yürümekte!”
“İşte ben, o sendeleyişten korkuyorum.”
“At kuyruğuna bağlanıp parçalanmak istemiyorsan adımlarını dikkatli atacaksın, dediklerimi yapacaksın. Küçük bir şüphe, ikimizi de mezara götürür.”
Kız, dudaklarını ısırdı, eliyle yüzünü kapadı, inledi:
“Ben yaşamak istiyorum!”
“Yaşamak için Cemleri, Lalaları, Nasuhları, daha sonra Gedik Ahmetleri, Beyazıtları düşürmek lazım. Biz bu büyük işin fedaileriyiz!..”
“İki cılız fedai!”
“Belki öyle. Fakat arkamızda koca bir Avrupa var. Birçok saraylar, adımlarımıza eğilmiştir, bizi takip ediyorlar. Papanın gözü bile topuklarımızda!”
“Onlar, sade bakmakla kalmasalar, yola çıkıp bize yoldaş olsalar daha iyi olmaz mı?”
“Bazen tek bir adam, heybetli bir ordudan fazla iş görür. Güllelerin yıkamadığı vücutları bir kadın eli devirir. Kılıcın kesemediği ömürleri bir tebessüm parçalar!”
Baba ile kız, hem yürüyorlardı hem yavaş sesle ve Latince konuşuyorlardı. Lala Yakup Bey’in çadırı önüne gelince durdular, muhaverelerini67 -tam bir anlaşma ifade eden karşılıklı bakışlarla- kapadılar. Çadır kapısında iki nefer nöbet bekliyordu. Dimitriyos, bunların yanına sokuldu.
“Merhaba yoldaşlar!” dedi. “Lala Bey Hazretleri’ni görebilir miyiz?”
Nöbetçilerden biri, uyku dolu gözlerini ovuşturdu, vakitsiz ziyaretçilerin yüzüne baktı, homurdandı:
“Mumlar söndü, bey uyudu, siz sohbete geliyorsunuz!”
“Öyle icap etti, Lala Bey’i mutlaka görmek lazım. Sen zahmet et de içeri gir, Dimitriyos’un geldiğini söyle.”
Dimitriyos, herkesin tanıdığı bir sima idi. Kimi bu adamın Nuh tufanında bilinmez bir dille ve bilinmez bir yazı ile yazılmış bir kitabı uzun yıllar çalışarak, Allah’tan da ilham alarak okuyup imana geldiğini kimi de kızını Cem’in sarayına peşkeş çekip hazineler düzmeye koyulduğunu söylerdi. Fakat onun büyük bir nüfuza malik olduğu biliniyordu. Bu sebeple nöbetçi çadırdan içeri girdi, bir post üzerine uzanarak kara kara düşünceler geçirmekte ve bir türlü uyuyamamakta olan Lala Yakup Bey’e haber verdi:
“Dönme Rum geldi, yanında biri daha var. Sizi görmek istiyor…”
Yakup Bey postun üzerinde doğruldu, taaccüp gösterdi:
“Dimitriyos mu geldi, ne münasebet?..”
“Ben de öyle dedim ama ayak diredi, beni zorla içeri gönderdi.”
Lala bir nebze düşündükten sonra emir verdi:
“Mumu uyandır, onu da çağır.”
Dimitriyos Sofyan, Cem’in talihini elinde tutan sert tabiatlı kumandanı hürmetle selamladı, vakitsiz ziyaretinden dolayı özürler dileyerek söze başladı:
“Sizi rahatsız ettim, affınızı dilerim. Fakat içim içime sığmıyor, yüreğimden kan gidiyor. Derdimi size de dökmezsem mutlaka çıldıracağım, inmeye uğrayacağım.”
Lala Yakup Bey, büyük bir hayret içinde, Dimitriyos’a oturmasını işaret etti ve telaşla sordu:
“Ne var, ne oluyor, fena bir haber mi aldınız?”
Dimitriyos, İren’i göstererek anlattı:
“Şevketlu efendimiz, Latince bir kitap bulmuşlar, merak edip tercüme ettirmek istemişler. Bu çocuğu gönderdim. Kitap Türkçeye çevrilirken ne deseler iyi?..”
“Ne demişler?”
“ ‘Evlat! Hazır ol, yarın savaş var!’ buyurmuşlar.”
“Ne çıkar bundan?..”
“Ne mi çıkar? Galiba latife ediyorsunuz, benimle eğleniyorsunuz…”
“Hayır. Ne eğleniyorum ne de şaka yapıyorum. Yalnız ne demek istediğini anlamıyorum.”
“Yarın savaş varsa efendimiz için tehlike var demektir.”
“Neden?..”
“Çünkü her savaşın sonu iki şekilden biri olur: Kazanmak, kaybetmek. Allah etmesin, biz kaybedersek ne olur?”
“Burasını düşünmek gülünçtür. Biz, icap ederse çarpışırız. Kazanırsak ne âlâ, bozulursak bahtımıza!”
“Kulunuz öyle düşünmüyorum, şevketlu efendimizin mutlaka kazanmalarını istiyorum!”
Lala Yakup Bey, acı acı güldü:
“Kazanmak, istemekle olsaydı şimdiden kendimizi galip sayardık, donanma kurardık. Ne yapalım ki yenmek ve yenilmek takdire bağlı!”
“Takdirin yanında tedbir de vardır. Biz velinimetimizi tehlikeden korumalıyız. Savaştan evvel etrafı kollayıp kendimize yardımcılar bulmalıyız.”
“Büyü mü kuralım, sihir mi düzelim, efsun mu okuyalım, ne yapalım?”
Dimitriyos iki dizüstü geldi:
“Lala Bey! Evvela can, sonra canan derler. Ben de ilkin sağlık, sonra şahlık diyorum. Şevketlu efendimizin sağ olması ve sağ kalması her şeyden üstündür. Taht meselesi ikinci kalır. Eğer biz, tahtı ön safa geçirip de hemen savaşa girersek efendimizin hayatını tehlikeye atmış oluruz.”
Lala Yakup Bey yüzünü ekşitti, Dimitriyos’un sözünü kesti:
“Peki ama ne yapalım? Onu söyle.”
“Söyleyeceğim beyim, söyleyeceğim. İlkin müsaade buyurun da geçmiş günleri düşünelim: Osmanoğulları’nda post kavgası yeni başlamıyor. Birinci Murat’ın oğlu Saveci Bey, yüz elli sene evvel bu çığırı açtı, babasının elinden saltanatı almak istedi, kellesini verdi. Çelebilerin boğuşması on bir sene sürdü. Süleyman, Musa, İsa bu uğurda can verip gitti. Büyük Mustafa, Küçük Mustafa, İkinci Murat’ın talihini yenemediler, taht yerine ağaç dalına çıktılar, asıldılar.68 Şimdi efendimiz o yok olası kardeşiyle karşılaşıyor. İkisinden birisinin ölmesi muhakkak!”
“Allah’ın dediği olur, ezelde yazılan yerini bulur!”
“Ben şevketlu efendimizin yaşamasını isterim.”
“Ben de isterim ama Azrail ile dostluğum yok ki Beyazıt’ın canını aldırayım, Cem Sultan’ı bin yıl yaşatayım. Bir kılıca hükmüm geçer, onu da Cem uğruna çekmiş bulunuyorum, kellem koltuğumda savaşa hazırlanıyorum.”
“Siz isterseniz efendimizi koruyabilirsiniz.”
“Hâlâ benim isteyip istemediğimi soruyorsun, canımı sıkıyorsun. Uzun lafı bırak da düşündüğünü söyle…”
“Düşündüğüm şudur: Savaşın önüne geçmek.”
“Nasıl geçelim, bu kalabalığı alıp geri mi dönelim? Yaydan çıkan ok, bir dahi tutulur mu?”
“Beyazıt’a dost görünüp kendisini kandırabilirsiniz, muharebeyi savsaklarsınız, sonra onun yanındakilerle anlaşmak yolunu bulursunuz, muharebesizce işi halledersiniz. Çelebi Mehmet’in Düzme Mustafa üzerine gönderdiği Beyazıt Paşa da öyle yaptı, ordusuyla beraber Mustafa tarafına geçti. Beyazıt’ın yanında yeni yeni Beyazıtlar yok mudur?”69
Yakup Bey bir kahkaha kopardı:
“Ne iyi fikir, ne iyi misal! Ben de Beyazıt Paşa gibi yapayım, onun gibi asılayım, öyle mi?”
“Yapmayın, yaptırmak yolunu bulun. Fakat icap ederse ve velinimetimizin menfaatine uygun düşerse bizzat da o işi yapmalısınız.”
Lalanın tahteşşuurunda kaynaşan müphem fikirler, emeller, arzular, ihtiyaçlar şimdi sıra sıra beynine yükseliyor, şekil alıyor ve nizam altında harekete geçiyordu. Beyazıt’la uyuşmak!.. Bu, ceffelkalem70 reddolunacak bir mülahaza değildi. Gerçi Dimitriyos’un teklifi, tamamen açık bulunmuyordu, uyuşmak kelimesiyle neyi istihdaf ettiği layıkıyla anlaşılmıyordu. Lakin şu fikir, etraflı surette işlenirse müspet neticeler elde edilebilirdi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Çepük çalmak: Alkışlamak. (e.n.)
2
Ödek: Korkak. (e.n.)
3
Tefelsüf etmek: Filozoflaşmak. (e.n.)
4
Çermik: Kaplıca, ılıca. (e.n.)
5
Murakabe etmek: Denetlemek. (e.n.)
6
Sellemehüsselam: Ulu orta, çekinmeden, destursuz. (e.n.)
7
İstinaf: Mahkemenin verdiği kararı kabul etmeyerek bunu istinaf mahkemesine götürme. (e.n.)
8
Taylasan: Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salınan ucu. (e.n.)
9
Müdahene: Dalkavukluk. Menfaat beklediği bir kimseyi yüzüne karşı medhetmek. Koltuklamak. Bir kimsenin yüzüne karşı iyi görünmek. (e.n.)
10
Cerrar: Zorla para alan kimse. Dilenci. (e.n.)
11
Lahuti: İlahi. (e.n.)
12
Tehalük: Can atma, çok isteme. (e.n.)
13
Sıhri: Evlilik yoluyla meydana gelen (akrabalık). (e.n.)
14
Lise muallimlerinden bir zat, talebeden çoğunun cennetle cehennem mefhumlarından bihaber olduğunu söylüyor. Cennetin mamur bir vatandan, cehennemin de ümrana, refaha ve ittihada ermeyen yurttan ibaret olduğunu anlatarak ve aziz memleketimizin on yıldan beri cehennemlikten çıkıp cennet olmaya namzetliğini söyleyerek o mefhumları lisanımızda yine yaşatmak lazımdır. Dilimizde yerleşen cennetle cehennemi bilmeyen nesil, Hızır kelimesinden de bir şey anlamazsa ayıp değildir. Onun için Hızır’ın İslam mitolojisinde ölmeyen, ihtiyarlamayan, temiz yürekli insanlara daima yardım eden kutsi ve muhayyel bir şahsiyet olduğunu tasrih etmek ihtiyacını duydum! (y.n.)
15
Ilgım salgım, serabın halis Türkçesidir. (y.n.)
16