Полная версия:
Cem Sultan
Şimdi o ne âlemdeydi? Beyazıt İstanbul’a gelip de tahta çıkarsa masum yeğenini sağ bırakacak mıydı? Yoksa gizli bir kuvvet, Oğuz’un ölüme mahkûm olduğunu ve Murat’ın istikbalde kendine vâris olacağını mı hissettiriyordu?
Cem, işte bu mülahaza ile kederlenmişti, uzakta ve ölüm tehlikesi karşısında bulunan yavrusunu düşünüyordu. Gün doğar doğmaz ilan edilecek saltanat, yapılacak harp, kazanılacak zafer ve hiçbir şey, o yavrunun hayatını kurtaramazdı. Demek ki o, tahta çıkmak için ilkin kendi oğlunun cesedine basmak mecburiyetinde idi. Bu, ne feci bir yükseliş veya ne hazin bir alçalıştı!
Genç prens, gözlerine dolan nemleri eliyle sildi, yavaşça eğilerek küçük Murat’ın yüzünü öptü.
“Elhükmü lillah!” dedi. “Oğuz’u kurtarmak için tahtı feda edemem. O ölürse Üçüncü Murat sağ olsun. Ben de henüz gencim, dincim. Dördüncü, beşinci Muratları da dünyaya getirebilirim. Boş düşüncelerle üzülmek doğru değil!”
Sonra beşiğin örtüsünü çekti, odadan çıktı, yanındakine girdi. Orada da bir iki dakika kalarak beşikteki kızını öpüp okşadı, müteakiben anasının dairesine geçti. Ne Murat’ın ne de küçük kızın odasında onların anneleriyle alakadar olmamıştı. Her ikisi de sayılı güzellerden olan bu biçare anneler, kocalarının ziyaretini ummadıkları için uykuya dalmışlardı, hicranlarını rüyalarla avutuyorlardı. Eğer onlar, Cem’in odalarına geleceğini bilseler, kirpiklerini kırpmadan beklerlerdi ve o geceyi bir şifa gecesi sayarlardı. Fakat saadet, kendilerini renksiz bir rüya gibi ziyaret etmişti!
Cem, İren’in ve kendi zevcelerinin odalarına sellemehüsselam girivermişti. Zaten saray ananesi de öyleydi, oda kapıları kapanmazdı, efendinin istediği zaman girebilmesi için daima açık bulundurulurdu. Aynı anane valide sultanın oda kapısını da açık tutuyordu. Şu kadar ki, o kapının önünde iki harem ağası nöbet bekliyordu, onlar canlı birer kilit gibi kapıyı kapalı bulunduruyorlardı.
Cem, kölenin yanına gelince durdu ve sordu:
“Valide uyuyor mu?”
Birisi yerlere kadar eğildi ve cevap verdi:
“Hayır sultanım, uyumuyorlar, sizi bekliyorlar.”
“Beni mi bekliyorlar, ne münasebet?”
“Sizin buraya teşrifinizi değil, dairenize gelmenizi bekliyorlar. Bize emir buyurdular, avdetinizi kendilerine arz edeceğiz, o zaman istirahate çekileceklerdir.”
“Demek şimdi oturuyor?”
“Evet sultanım!”
Cem, eşiği atladı, kapının perdesini eliyle salladı, hafifçe öksürdü ve izin istedi:
“Valide! Sizi görebilir miyim?”
Cevap, bir ipek hışırtısı ve bir billur ses oldu:
“Anan sana kurban, sultanım. Hoş geldin, safa getirdin.”
Ve perdeyi kaldıran Cem, kollarını açan annesiyle kucak kucağa geldi. Fatih’in nikâhlı dul hayatı yaşayan güzel karısı, mücessem bir şefkat ve mücessem bir muhabbet hâlinde oğlunun saçlarını karıştırıyor, yanaklarını okşuyor ve bu nüvazişler içinde onu, köşe minderine doğru götürüyordu.
Çiçek Hatun o sırada otuz sekiz yaşlarındaydı, lakin otuzunda görünüyordu, o kadar terdi, tazeydi. Dokuz yıldan beri kocasının yüzünü görmemişti, bütün yüreğini oğluna vermişti. Cem için yaşıyordu, Cem’den hayat alıyordu. Çehre itibarıyla en zarif çiçeklerden güzeldi, endamca harika sayılacak bir nefasete malikti. Bakışında dayanılmaz bir letafet, tebessümlerinde baygınlık yaratan bir tatlılık vardı, hakikaten kusursuzdu, tam bir imparatoriçe idi.
Cem, anasının güzelliğine hayrandı, zekâsına büyük bir itimat beslerdi, gençliğini kendi için feda ettiğinden dolayı da ona minnettarlık taşırdı. Padişahlığı olanca ihtirasıyla arzu etmesinin bir sebebi de anasını kürenin en büyük kadını mevkisine çıkarmak içindi. O devirde, kraliçelerin, imparatoriçelerin birçok rakibeleri vardı. Hele Türk sarayında hükümdar kadınları, kocalarının yalnız rüyasını yaşarlardı. Onların en yüksek emelleri “ana” olmaktı, fakat o saadete erince kocalarını kaybederlerdi. Nitekim Çiçek Hatun da ana olduktan sonra kocasını değil, Topkapı Sarayı’ndaki odasını bile arkada bırakmak mecburiyetine düşmüş, ta Konya’ya atılmıştı.
Lakin valide sultanlar, mutlak bir infirat43 içinde hüküm sürerlerdi. Ne gözdeler ne hasekiler ne maşukalar, valide sultanla rekabet edemezlerdi. Onlar, incisine daima koynunu açan bir sedef gibi rakipsiz kalırlardı. Cem’in padişah olmasıyla beraber Çiçek Hatun da valide sultanlık mevkisine geçeceği için tabiatıyla dünyanın en büyük kadını olacaktı.
Cem, anasına işte bu saadeti müjdeleyecekti. Fakat içine bir tereddüt, bir çekingenlik gelmişti. Verilecek haber, bu güzel kadına “dul”luk acısını aşılayacaktı. Genç prens, anasının yüreğine kendi ağzından bu zehrin dökülmesini çok ağır buluyordu.
Ölen adam, filhakika kendisinin de babasıydı, bu sebeple en büyük acıyı, sızıyı ve matemi yine kendisinin duyması lazımdı. Lakin ölüm tac-ü taht getiriyordu ve bu büyük miras, bütün o acıları, hatta ölüye acımak kabiliyetini silip süpürüyordu. Hâlbuki annesi, dolayısıyla yükselse bile bir taraftan yaralanıyordu. Sakatlanıyordu, dul kalıyordu. O vaziyetin ifade ettiği ruh boşluğu, kolay kolay doldurulamazdı, valide sultanlık bile o ruhi uçurumun üstünde nihayet yaldızlı bir tül olabilirdi.
Cem, anasıyla yan yana oturdukları minderin üzerinde bu mülahazayı geçirirken Çiçek Hatun sordu:
“Aslanım, niçin bu vakte kadar oturdun? Sana yazık değil mi?”
Cem, gülümsemeye çalıştı ve anasının yumuşak ellerini hürmetle öperek cevap verdi:
“Ben erkeğim, uykusuzluğa dayanırım. Siz kadınsınız, naziksiniz. Öyleyken uyumuyorsunuz. Sitem caizse ben yapmalıyım!..”
“Beni uykusuz bırakan sensin! Sen uyumalısın ki ben de uyuyabileyim…”
“Doğru değil valide, hiç doğru değil. Bana uyarsanız çabuk solarsınız. Bundan sonra böyle yapmayın. Hem kendiniz üzülmeyin hem beni üzmeyin.”
“Peki aslanım, peki… Bir daha beklemem, uyurum. Tek sen üzülme!..”
Cem, dalgınlaştı. Matemli müjdeyi nasıl vereceğini düşürüyordu. Çiçek Hatun, şu vakitsiz ziyaretin mühim bir sebebe müstenit olduğunu zaten anlamıştı.
Oğlunun düşünceye daldığını görünce o sebebin kendi tahmininden de büyük olduğunu sezdi, meraka kapıldı, şehzadeyi söyletmeye savaştı:
“Düşünüyorsun aslanım, nen var?”
Cem, başını kaldırdı, annesinin ihtiyarlamayan yıldızlara benzeyen parlak gözlerine baktı.
“Bilmem neden…” dedi. “Hatırıma kardeşim Mustafa Sultan44 için söylenen mersiye geldi, yüreğim üzüldü.”
“Allah o yattıkça sana ömür versin. Şimdi öyle şeyler hatırlamakta ne mana var?..”
“Ben hatırlamadım, kendiliğinden zihnime geldi!”
“Zihin senin değil mi? Tatsız düşüncelere yer verme, iyi şeyler düşün!..”
Cem, birdenbire ayağa kalktı, anasını da -ellerinden tutarak- birlikte kaldırdı.
“Dinle…” dedi. “Dinle! O mersiyeyi dinle!”
Ve Çiçek Hatun’un hayretli bakışları arasında okudu:
Dolab-ı çarh döktüğü seyl-i fena imiş,Bağ-ı zemane dopdolu har-i cefa imiş,Ahır kefen değil mi, tutayın ki bezminin:Cam-ı tıraz-ı camına iş-ü safa imiş,Ol şeh kani ki saye salam derdi âleme,Kanmadan uçtu, bilmedik ol hod humâ imiş.Çeşm-i ümidi toprağa girdi yer ehlinin;Ah-ü huruşu göklere çıksa reva imiş!Sesi, kelimelerle beraber ağlıyordu, bitirir bitirmez de annesini kucakladı, haykırdı:
“Bunları kardeşim için yazdılar. Şimdi babam için okuyorlar!..”
Çiçek Hatun’un gözleri irileşti, rengi sarardı, dudakları titredi, dişlerinde bir inilti belirdi:
“Baban için mi, baban için mi?”
“Evet anne, babam için. Çünkü o, artık yaşamıyor!”
Kadın iki elleriyle saçlarını yakaladı, o ipek yığınını koparıp dağıtmak ister gibi bir hareket yaptı, sonra ellerini başından indirerek birleştirdi, parmaklarını kırarcasına sıktı, müteakiben mindere atıldı, dirseklerini dizlerine dayadı. Başını avuçlarının içine aldı, sessizce ağlamaya koyuldu.
Cem, kolları göğsünde, anasına bakıyordu. İşte matemli müjdeyi söylemişti. Artık işin sonunu getirmek lazımdı. Şu akan yaşlar, padişah karılığından ayrılmak felaketini karşılamak için dökülüyordu ve hakiki dulluk hayatının temelini kuruyordu. Biraz sonra aynı çehrede valide sultanlığın tebessümleri dolaşacaktı.
Genç prens, anasının ağlamasına iki üç dakika kadar müsaade edebildi. Daha fazla dayanamadı. Avrupa saraylarında olduğu gibi o da kendi sarayında ve babasının ölümü haberi karşısında “Kral öldü, yaşasın kral!” diye bağırılmasını istiyordu. Dul annesinin matemini gurup eden güneşe yollayıp şen gözlü valide sultanın yeni doğan güneşe bakmasını diliyordu.
Bu duygu ve bu düşünceyle yavaşça sokuldu, ellerini genç dulun omuzlarına koydu.
“Anne…” dedi. “Babam öldü. Fakat ben yaşıyorum!”
Çiçek Hatun yaş dolu gözlerini kaldırdı, evlat gibi değil, padişah gibi konuşan oğluna uzun uzun baktı ve son hıçkırığını dökerek mırıldandı:
“Allah benim ömrümü alsın, sana versin oğlum!”
“Peki ama ağlıyorsun, yüreğimi dağlıyorsun. Hâlbuki ben buraya seninle görüşmeye geldim. Valide sultanların vazifesi alelade kadınlar gibi ağlamak değil, oğullarına kuvvet vermektir. Gözünü sil, başını doğrult, bana tahta giden yolu göster!..”
Çiçek Hatun, mezara düşen taç için döktüğü gözyaşını kâfi gördü, giyilecek taç için harekete geçmek lazım geldiğini anladı, verilen haberin matemli cephesini silerek müjde tarafını göz önüne getirdi, oğlunu yanına oturttu.
“Hakkın var aslanım…” dedi. “Benim borcum kocamı değil, oğlumu düşünmektir. Şüphe yok ki şimdi pasaklı Gülbahar45 da öyle yapıyor, oğlu için çalışıyor.”
Fakat büyük adı, bütün küreyi kaplayan bir kocanın ölümü önünde birdenbire kayıtsız kalmayı, oğlunun arzusuyla da olsa hoş göremediğinden hem vicdanını avutmak hem Cem’i bu çirkin vaziyetin lekesinden korumak için eski hatıralardan yardım aramak ıztırarında kaldı, şu sözleri söyledi:
“Kumamı (ortağımı demek) anınca ömrümün en büyük acısını hatırladım. O acı, şimdi duyduğum acıdan da büyüktür. Çünkü beni senden ayıracak bir hadiseden doğmuştur. Mademki taht için kavgaya hazırlanıyoruz, kinlerimizi de silahlandırmalıyız. İşte ben sana şu sayılı günde en büyük kinimi söylüyorum. Kulağını aç, öcümü almayı kendine borç bil!”
Biraz durdu, gözlerini intikam iştiyakıyla parlatarak anlattı:
“Seni doğurduğum gün ben gülüyordum, Gülbahar Hatun için için ağlıyordu. Çünkü seni kendi oğluna rakip görüyordu. O sırada baban geldi. Bir harp kaybetmiş gibi kızgındı, tahtından atılmış gibi azgındı. Ne selam verdi ne hatır sordu. Hatta yüzüme bile bakmadı, doğru beşiğe yanaştı, seni aldı, dudaklarının hizasına kadar kaldırdı. Ben seni öpeceğini, bağrına basacağını, bana da bir aslan doğurduğum için teşekkür edeceğini sanıyordum, onun ağzından senin yüzüne dökülecek buselerin neşesini emmek için ruhumu açıyordum. Hâlbuki baban iki üç saniye kadar senin gül yüzüne, yumuk gözlerine, pembe dudaklarına baktıktan sonra bana döndü, mutfakta günah işleyip çocuk kazanan pis bir halayığı azarlar gibi bağırdı:
‘Bunu dişi doğuramaz mıydın, üçüncü bir oğlanın bana ne lüzumu vardı?..’
Ben zangır zangır titriyordum, ölüm sancıları çekiyordum. İçime yayılan korku, babanın haykırışından değildi, senin içindi. Çünkü sen pek yüksekteydin, kızgın bir padişahın avcunda bulunuyordun. O avcun açılmasıyla beraber düşecektin, tuz buz olacaktın. İşte bu sebeple korkuyordum, titriyordum. Yalvarmak için dudaklarımda kudret yoktu, dilim donmuş gibiydi, ağzımın içinde dönmüyordu.”
Cem, henüz haber aldığı bu çok eski vakıadan heyecana kapılmıştı, gözlerini aça aça soruyordu:
“Sonra?..”
“Baban sert bakışlarıyla beni bir kere ve bir kere daha kamçıladı, seni de ta başının üstüne yükseltti, oradan yere attı! Baban parslar kadar kuvvetliydi, sen bir gül koncası kadar naziktin. O atılışla darmadağın olacaktın. Ben bu manzara önünde ‘Oğlum!’ diye haykırdım ve bayıldım. Fakat bayılırken ortağımın, güya beni kutlulamak için odama gelip de babanın bu hareketine şahit olan Gülbahar Hatun’un güldüğünü gördüm. Ayıldığım zaman baban gitmişti. Sen, Allah’a şükür yaşıyordun ve Gülbahar’ın o çirkin, o murdar, o hain gülüşü de göz bebeklerimde duruyordu. Aradan yıllar ve yıllar geçti, o gülüşün gözümde yaşattığı sızı geçmedi. Şimdi senin padişahlığını kutlularken bile o sızıyı duyuyorum. Senden de öcümü almanı istiyorum!”46
Cem, annesinin ellerini öptü, teminat verdi:
“Hiç gam yeme, bu öç alınacaktır. Zaten tahtı ele geçirmek, Gülbahar Hatun’u da yıkmak demektir. Elverir ki biz er davranıp bu büyük işi becerelim.”
Çiçek Hatun, gamlı gamlı başını salladı:
“Evet aslanım, erce ve erken davranıp tahtı ele geçirmek lazım. Bunu öbürleri yaparsa ben bir daha yıkılmış olacağım. Belki de senden ayrılacağım.”
“Taht işi baht işidir ama senin benden ayrılmana imkân yok. Bu can tende iken seni ben hicrana kor muyum?”
“Öyle deme aslanım, öyle deme. Taht yolu yalnız padişah ayağı öper, başka ayaklara diken örer. Ne ana ne baba ne kardeş o dikenlerden kendilerini kurtaramazlar.”
Cem, teselli vermek isterken Çiçek Hatun onun ağzını kapadı:
“Düşün ki…” dedi. “Ben Sırp beyzadesiyim, kral kızıyım. Osmanoğulları sarayında Sırp kadınlarının uğursuz bir tarihi var. Büyük deden Yıldırım’ın çıldırasıya sevdiği Olivera da bir Sırp’tı, kocasını kaybettikten sonra sarayın yabancısı sayıldı, kovuldu. Deden Murat’ın başkadın yapıp da güzelliğine tapındığı Marya’yı bizzat baban saraydan çıkardı, kıymetsiz bir kedi gibi sokaklara attı. Babanın anası Miliçça da bir Sırp prensesiydi, Vaccovichio’nun kızıydı. O da sırrolup gitti. Doğurduğu çocuğun, Fatih Sultan Mehmet’in adı dünyanın ağzında gezerken zavallı Miliçça’nın ismini kimse anmadı ve anmıyor.47 Demek Osmanoğulları sarayında Sırp prenseslerinin bahtını karartan bir uğursuzluk yaşıyor. O saraya sevilerek girenler, kovularak çıkıyorlardı.”
Cem, yine anasının ellerini öptü.
“Sen…” dedi. “Hiçbir zaman Olivera veya Marya olmayacaksın, sarayımın güneşi olacaksın ve ben ruhumun ışığını daima senden alacağım.”
Çiçek Hatun, ümitsizliğini ifade eden bir hareket yapmakla beraber münakaşadan çekindi, teslimiyet gösterdi:
“İnşallah öyle olur.”
Ve sonra ciddileşti:
“Şimdi ne yapacaksın, Gülbahar’ın miskin oğlunu nasıl gidereceksin?”
Cem, sağ dizini sol dizinin üstüne geçirdi, ellerini de bu bitişik dizler üzerinde kilitledi.
“Yapılacak şey…” dedi. “Basit. Sabah olur olmaz tellal çıkaracağım, saltanatın bana geçtiğini Konyalılara müjdeleyeceğim, hutbeyi namıma okutturacağım, aynı zamanda her tarafa beyannameler göndereceğim, bana biat olunmasını isteyeceğim, bir taraftan da leşker toplayacağım.”
“Gülbahar’ın oğlu senden büyük. Buna ne diyeceksin?”
“Babamın beni ona tercih ettiğini söyleyeceğim. Zaten elimde vesika da var: Babam onun insanlıktan çıkmış bir afyon budalası olduğunu yazıyor!”
“Kimlerle danışacaksın, kimlere güveneceksin, yanına kimleri alacaksın?”
“Şair Şahidî, Musahip Sadi, Haydar, Kapıcıbaşı Sinan, İmam Nasuhi, Defterdar Ahmet, Sofu Hüseyin, Celal Bey, Şirmert Ağa, Sofu Sadi Bey, Çaşnigirbaşı Ayas, lalam Yakup, Frenk Süleyman… Bunların her biri bir kale, hatta bir ülke değer!”
Çiçek Hatun, biraz düşündü:
“Şu saydığın adamların çoğu söz ehli, saz ehli. Bilgilerine diyecek yok ama ordu yürütmeye güçleri yeter mi şüpheli. Gülbahar’ın oğlu ile savaşa girince lalan Yakup’tan başkası meydanda at oynatamaz. Fakat dünya hâli bu, ona bir zarar erişirse askerini kimin eline vereceksin? Şimdiden düşün de ikinci bir başbuğ bul, yanında yedek dursun!”
“Gedik Nasuh var.”
“Fena değil, o da yavuz dövüşkendir, tam savaş eridir. Lakin lalan kadar sana sadık mı bilmiyorum.”
“Sadakat kolay temin olunur, sadık olmayanlar da yine kolaylıkla giderilir.”
“Sen benden iyi bilirsin ama Gedik Nasuh’a pek bel bağlama. Lalan Yakup’u da hoş tutmaktan geri kalma.”
“Sözünü unutmam, ikisini de idare ederim.”
“Frenk Süleyman’a sakın inanma. O kendini beğenir, herkesten başka türlü görür, başka türlü düşünür. Mümkün ki seni yanlış yola götürsün.”
“Bu sözünü de kulağıma küpe edeceğim. Frenk Süleyman’ın öğütlerini dinlemeyeceğim.”
“Ali Bey’i unuttun. O sana, benim kadar yakındır, başmüşavirin olmalıdır.”
“Dayım mı? Ben onu kendimden ayrı tutmadığım için anmadım. Ak günde de kara günde de yârim, yarigarım odur.”
“Ya Dimitriyos Sofyan?”
“Onu elçilikte kullanacağım.”
“İyi edersin. Dimitriyos sana candan bağlıdır, kendisini emniyetle kullanabilirsin.”
“O hâlde ayrılalım anacığım. İşe başlayalım. Duanı esirgeme, Cem’ini unutma!”
“Sen de öcümü unutma. Haydi Allah yardımcın olsun!”
Ana oğul kucaklaştılar, öpüştüler ve ayrıldılar. Genç prens, yeni tahta çıkan bir padişah inşirahıyla göğsünü şişire şişire dairesine girerken horozlar, gecenin son izlerine ıslık çalıyorlardı!
CEM SAHNEDE
Genç prensin o sabah kurduğu müşavere meclisi pek gürültülü oldu. Mecliste bulunanların hepsi, şehzadeyi padişah ilan etmekte ittifak ediyorlardı. Fakat davanın delilleri üzerinde birleşemiyorlardı, fikir ayrılığına düşüyorlardı. Başta Lala Yakup Bey olduğu hâlde birçokları Cem’in, Beyazıt’a bilgi, kuvvet ve cüret itibarıyla faik olduğunu beyannameye kaydetmek istiyorlardı ve bunu padişahlığa istihkak için kâfi görüyorlardı. Bir kısmı Cem’in henüz çocuk iken babası tarafından padişah vekilliğine layık görüldüğünü ve babasının sağlığında ona vekâlet eden şehzadenin tabiatıyla tahta tevarüs etmesi lazım geldiğini halka anlatmak fikrini güdüyorlardı. Fatih’in Beyazıt için yazdığı mahut mektubu başlı başına bir hüccet olarak neşretmek isteyenler de vardı.
Bu mevzu üzerinde belki iki saat münakaşa edilmekle beraber saltanat beyannamesinin metni bir türlü tespit edilemedi. Halkı kandıracak kuvvetli deliller üzerinde fikirler toplanamıyordu. Yazılacak şeyin hem kısa hem inandırıcı olması lazımdı, bunun için de en sağlam burhanlarla48 davayı süslemek icap ediyordu. Lakin meclis, ihtilaftan kurtulamıyordu.
Cem, bütün münakaşa müddetince ağır davranmış, bahse karışmamış, kendini kardeşine tercih ettirecek sebeplerin meclis tarafından bulunmasını beklemişti. Fikirlerin dağınıklığını görünce canı sıkıldı, bahse hiç karışmamış olan Dimitriyos Sofyan’a döndü.
“Son sözü…” dedi. “Bari sen söyle. Bizim beyler sade kelime geveliyorlar, atı alanın Üsküdar’ı geçmesini bekliyorlar.”
Zeki Rum, üç kere yer öptükten sonra ortaya bambaşka bir fikir attı.
“Amasya valisi hazretleri…” dedi. “Filvaki şevketlu efendimizin biraderidir. Lakin rahmetli hünkârın şehzadeliğinde dünyaya gelmiştir. Hâlbuki efendimiz, cennetmekân pederiniz padişah iken dünyayı şereflendirdiniz. Demek ki biraderiniz, şehzade oğludur; cenabınız padişah oğlusunuz. Saltanat için en büyük hak, efendimize buradan geliyor! Babanızın kanunnamede sizin isminizi anması, sizden bir vâris gibi bahsetmesi de bundandır.”49
Cem, bu fikri beğendi ve onun beğenmesiyle diğerleri de susmak mecburiyetine düştü, münakaşa kapandı, bu esasa müstenit bir beyanname kaleme alması Şair Şahidî’ye havale edildi. Eli kalem tutan her saraylı, bu beyannameden beşer, onar tane istinsah edeceklerdi,50 ulaklar da onları bütün Anadolu’ya dağıtacaklardı. Aynı zamanda Konya sokaklarında davullar, zurnalar çaldırılıyordu. Tellallar, o gürültülü nağmelere kapılıp sokaklarda kümelenen halka, “Fatih’in ölümünü ve Sultan Cem Hazretleri’nin tahta çıktığını” müjdeliyorlardı!
Evvelce de işaret etmiştik; Cem’i bütün Karaman vilayeti halkı severdi, padişahlığını candan dilerdi. Onun nezaketi, cömertliği, güzelliği, gençliği halkın yüreğini kazanan birer amil olmakla beraber bilhassa pehlivanlığı, silahşorluğu herkesin hayraniyetini mucip oluyordu. Şehzadenin, Selçuki Sultanı Alaettin tarafından Konya’da, Larende’de -birer pehlivanlık abidesi olmak üzere- yadigâr bıraktığı ağır gürzleri birer çocuk oyuncağı gibi başının üzerinde fırıl fırıl çevirdiğini görenler, derin bir haz içinde “Barekallah!” diye bağırır ve “Bize böyle bir padişah gerek!” deyip içlerini çekerlerdi. Genç prens, birkaç asrın pehlivanlarını imrendiren o tarihî gürzlere birçok ağır halkalar ilave ettirerek pazısındaki kudreti çelik bir lisanla gelecek nesillere hikâye ettirmek inceliğini de göstermişti.
Cem, uzun boyluydu. Gözleri mavi ve şehla idi. Kalın kaşları burun köküne kadar çatıktı. Ağzı küçük, dudakları kalındı. Burun şahinvari, çenesi ufaktı. Kafası büyük, kulakları küçük, vücudu dolgundu. Kolları, kalçaları, bacakları gayet mütenasipti. Son derece çevik, her türlü meşakkate mütehammil idi. Sıcağa, soğuğa, açlığa dayanırdı. Vücudunu sıcak su ile yıkadıktan sonra soğuk suya dalmak âdetiydi, mükemmel yüzerdi.51
Karaman halkı, onun muhteşem endamına, emsalsiz kuvvetine hayran olduğu gibi bu hususiyetlerini de bilir ve takdir ederdi. Gönüllerde o derece yer tutmuştu ki, kadınlara ve çocuklara kadar herkes, onun çok yemek yediğini, iştahının daima ateşli bulunduğunu, yemekleri çiğnemeden yutan bir obur olduğunu, kızartma eti sevip haşlamadan hoşlanmadığını; kavuna, üzüme, armuda bayıldığını, suyu şeker koyduktan sonra içtiğini, şarabı kokular karıştırarak kullandığını, çok terlediğini bilirlerdi. Dudaklarını ekseriya sol tarafa bükerek dişlerini gösterdiği, sol gözünün kapağını sık sık indirip kaldırdığı da malumdu. Genç kızlar, aralarında şakalaşırken dişlerini parlatarak, gözlerini oynatarak onun taklidini yaparlar ve “şehzadeye benzeyip benzemediklerini” birbirlerine sorarlardı.
İşte bu umumi alaka, çaldırılan davul seslerini bir ezan gibi müessir kıldı ve binlerce halkı, mabede müteveccih adımların hararetiyle, Cem’in sarayına koşturdu.
Saltanatın büyük evlada geçeceğini bildikleri hâlde Karaman eyaleti halkının Cem’e -tereddütsüz ve teemmülsüz-52 iltihak etmelerinde, onun bayrağı altına koşarak canlarını fedaya hazırlanmalarında ruhi bir kırgınlığın da tesiri vardı. Karamanlılar, Fatih tarafından mağlup edilerek umumi ve hususi şekillerde cezalandırılmış olmayı, kendi hükümdar ailelerinin yine onun eliyle nekbete53 uğratılmasını affedemiyorlardı. Menkup54 ve matrut55 ailenin ikbalini iade etmeye imkân yoktu. Bu imkânsızlığı telafi etmek ve Fatih’ten öç almak için onun iki oğlu arasında bir kanlı uçurum yaratmak istiyorlardı.
Fatih’e düşman ve Cem’e dost olmak, tuhaf bir hâlettir. Fakat beşer kütlelerinin şuursuz feveranlarında ekseriya bu tuhaflık görülür. Zaten her harp de aşağı yukarı bir sürü tezatların tesiridir ve yaşamak için ölmeye razı olmak, harbin en iyi tarifidir. Bununla beraber tarih, Beyazıt’a karşı Cem’i iltizam eden Karaman halkının şu hareketinde, Osmanoğulları’na ısınamayan büyük bir zümrenin, mahrem isyanını da sezer. Daha sonraki yıllarda Anadolu’nun muhtelif vesilelerle yaptığı kıyamların hakiki sebebi de budur.
Her neyse; Cem, umduğundan fazla taraftar bulmuştu, nispeten kısa bir zaman içinde büyücek bir ordu kurmuştu. Bu hazırlıklar sırasında İstanbul’dan da haberler alınmıştı. Beyazıt’ın dört bin süvari ile sekiz günde Amasya’dan İstanbul’a geldiği, yeniçeriler tarafından alkışlandığı, tahta çıkıp bahşişler dağıttığı öğrenilmişti.
Bu haberler, Cem için ayrı ayrı muvaffakiyetsizlikler teşkil ediyordu. Çünkü kardeşinin İstanbul’a girmesi, ordu ile anlaşması, kendisini “saltanat davacısı” mevkisine düşürüyordu. Eğer erken davranıp İstanbul’a Beyazıt’tan evvel girebilmiş olsaydı, padişahlık kendisinde, saltanat davacılığı sıfatı kardeşinde kalacaktı. Vaziyet, şimdi tersti, bu da hayra yorulamayacak kadar ağırdı.
Bununla beraber Cem, yeise düşmedi, sükûn içinde ayak atamadığı şehre cebren girmeye karar verdi, kardeşi tarafından işgal olunan tahtı zorla almayı tasarladı ve ordusuna ileri yürümek emrini verdi.
Anasını, karılarını, çocuklarını Konya’da bırakıyordu. Bahtı yâr olup da payitahtı ele geçirirse onları debdebeli alaylarla yanına getirtecekti. Bunu kendilerine de anlattı, her biriyle veda ettikten sonra İren’in odasına yollandı. Aşkı ve hüsnünün ateşi, kan küreyveleri gibi damarlarında dolaşan bu kadınla daha samimi ve daha mahrem surette vedalaşmak istiyordu.
Üstünde yol kıyafeti vardı, zırh giymişti ve birçok silah takınmıştı. Lakin yüreği helecan içindeydi, İren’in vereceği zevkleri düşünüyordu. Dudaklarında binbir iştiha, gözünde dumanlı bir sahne yaşatarak sessiz adımlarla odaya girmişti. Yumuşak gümüşten bir çemberin açılacağını, kendisini müsekkir bir tazyik ile yıkacağını umuyordu ve o tazyikin sarhoşluğunu şimdiden duyarak sendeliyordu.
Fakat odaya girer girmez sarardı, sallandı, perdeye tutunarak kuvvetini toplamak ıztırarında kaldı. Çünkü odada İren yoktu, zarif giyimli bir erkek, dolapları karıştırıyordu.
Harem dairesinde erkek!.. Bu, Cem’in rüyada bile tahammül edemeyeceği bir facia idi. Kendinin tehlikelerle dolu bir maceraya girmek üzere bulunduğu bir anda, İren’den ilahi muskalar kuvvetinde hatıralar toplamak istediği bir demde böyle bir faciaya şahit olmak onu çıldırtmaya kâfi idi. Bu meçhul erkek kimdi, nasıl bir cüretle bu odada bulunuyordu, nasıl bir hakla o dolapları karıştırıyordu ve… İren neredeydi?
Cem, mantığa yer veremeyecek kadar darlaşan beyninin muz-darip kıvranışları arasında muhakemesini kaybetmişti, hançerini çekmişti, İren’in yatağı ucunda dolaşan erkeği parçalamak için ileri atılmıştı. Eli havada yürürken sesinin yıldırımını da adamın üzerine saldırdı: