Читать книгу Cem Sultan (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Cem Sultan
Cem Sultan
Оценить:
Cem Sultan

3

Полная версия:

Cem Sultan

Öbürü zaten böyle hadiselere alışıktı. Karaman’ın köylerinden değil, saatlerce uzak yerlerden bile Çelebi’nin yüzünü görüp sözünü işitmeye gelenler vardı. Bunların çoğu o nimete erdikten sonra postu dergâha sererler, boğaz tokluğuna uşaklık ederlerdi. Şu ulak kılıklı atlı da aynı şeyi yapıyordu, kulaktan aşka tutulup Çelebi’ye kul olmak istiyordu.

Hacı Çelebi hakkında durup dinlenmeden malumat veren, onu yarı ilahlaştıran adam, bu kanaatle hiçbir hayret eseri göstermedi.

“İyi edersin.” dedi. “Bizim sürüye katılırsan ahiretin mamur olur. Biz hep öbür dünyada bir köşk sahibi olmak için bu hizmeti kabul ettik, Çelebi’ye bağlandık.”

Leylek, açılıp kapanan ayla meşguldü, o ayın ışığına gönül vermişti, yine o ışıktan uzak kalmamak için Çelebi’ye kapılanmayı tasarlıyordu. Şimdilik ahiretle alakası yoktu, hele tahtırevandaki nur parçasını geri koyup da öbür âlemde köşk kazanmayı hatırına bile getirmiyordu, bu sebeple için için güldü.

“Hele bir yol…” dedi. “Çelebi’yi görelim, yüreğimizi aydınlatalım, ahireti sonra düşünürüz.”

Beriki dindar bir ısrar gösterdi:

“Cennetin yolu, Çelebi’nin eşiğinden başlar. Oraya yüz süren, cennetin de kokusunu alır.”

“Ben şimdilik o kokuyu alıyorum, hurileri bile görüyorum. Bir iki saate kadar dileğime kavuşmazsam, sizin sürüye karışmazsam ölürüm!”

Büyük bir kalabalık, Kütahya’nın kenarında kafileyi karşılamaya çıkmıştı. Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa da onların arasındaydı, Karamanlı Çelebi’nin elini öpmeye hazırlanıyordu. En önde yürütülen süslü bir tahtırevandaki Çelebi, karşılayıcılardan haberdar edilince emretti, kafile durdu ve başta Sinan Paşa olmak üzere yüzlerce adam, tahtırevanın penceresi önüne yığıldı. Herkes aşkla, şevkle, keramet ehli yolcunun elini öpüyordu, hayır duasını alıp sevine sevine geri çekiliyordu. Yalnız Sinan Paşa, dudaklarında getirdiği sevgileri, saygıları, Çelebi’nin zayıf eline bıraktıktan sonra da ayrılmamıştı, kalabalığın dağılmasını bekliyordu. O, el öpme işine koşan Kütahyalıları murakabe ediyormuş5 gibi dikkatli dikkatli bakınıyordu. Ziyaretçilerin ağızlarından çıkan sözleri kelime kelime dinliyordu ve onlara verilen cevapları da âdeta ezber ediyordu. Bu iş biter bitmez ilerledi, Çelebi’nin elini bir kere daha öptü.

“Üç gün…” dedi. “Benim konuğumsun, evimin nurusun. Aziz başına ant içiyorum: Bırakmam!”

Çelebi gülümsedi:

“Çokluğuz, sizi rahatsız ederiz. Bu gece sohbet edip yarın izninle yola çıkalım.”

“Olmaz, vallahi olmaz, tallahi olmaz. Seni gökte ararken yerde buldum. Nasıl olur da çarçabuk bırakırım?”

“Peki paşam, üzülme, dediğin olsun!”

Şimdi kafile, Anadolu valisinin konağına doğru yürüyordu. Leylek Murat da kısa bir an içinde dostlaşmış olduğu atlı ile atbaşı bir yürüyerek kafileyi takip ediyordu. Oraya gelinceye kadar olduğu gibi, el öpme merasiminin cereyan ettiği sırada da gözünü mahut tahtırevandan ayırmamıştı. Yoldaş tuttuğu adamla konuşur gibi göründüğü hâlde mütemadiyen tahtırevandaki kadınla meşgul olmuştu. Hizmetçi mi, hanım mı olduğu belli olmayan o parlak yüzlü mahluk da onunla alakadardı, ikide bir perdeyi aralıyordu, gözlerini Leylek Murat’ın pos bıyıklarına, geniş omuzlarına dikiyordu. Bu bakışlar o kadar ustalıklı yapılıyordu ki, Leylek’in yanı başındaki adam, farkında olmuyordu. Belki tahtırevan içinde bulunan diğer kadınlar da bu mücrim hareketi sezemiyorlardı.

Leylek Murat, ne yapacağını tasarlamış değildi, kör körüne yürüyordu, şimdilik tek bir şey düşünüyordu: Kafileden ayrılmamak! Bu suretle cazibesine tutulduğu güzelin yakınında bulunmuş olacaktı. Ondan ötesini tesadüfe, daha doğrusu bahtına bırakıyordu. Gerçi o bahtın bu gibi işlerde hiç de lütufkâr olmadığını biliyordu. Lakin tahtırevan güzelinin gülümseyen bakışları, zalim bahtın artık merhamete geldiğini ispat ediyordu ve Leylek Murat, sellemehüsselam6 atıldığı bu yeni maceranın hoş neticeler vereceğini umuyordu!

Onunla konuşan ve şöhretli Çelebi’nin hizmetkârları arasına girmeye teşvik eden adam, kafilenin konuk olarak şuraya buraya dağıtılmasına başlandığı vakit yaklaştı, elini Leylek Murat’ın omzuna koydu.

“Sen…” dedi. “Benimle bile kal. Şu gürültü savulsun, herkes yerine dağılsın. Seni ben Çelebi’nin yanına götürürüm, el öptürüp daireye yazdırırım!”

Bu, iyi bir yardımdı ve tahtırevandaki kadınlar, kendilerinin götürüldüğü konağın harem dairesine indirildikleri için Leylek Murat’ın başka yere gitmesine zaten imkân da yoktu. Bu sebeple tereddütsüz kabul etti, atını öbür atlının hayvanını bağladığı ahıra götürdü ve yine o atlı ile beraber kendilerine tahsis olunan odaya girdi, silahlarını duvara astı, aynı odada bulunan Çelebi’ye mensup diğer adamlar gibi bir posta uzandı, kılavuzunun harekete geçmesini beklemeye koyuldu. Konya ve Cem Sultan, tamamıyla zihninden silinmiş gibiydi, yalnız tahtırevan güzelini düşünüyordu, onunla mutlaka anlaşacağına kanaat besliyordu!

***

O zamanlar dört beş Türk bir araya gelince mutlaka attan, silahtan ve savaştan söz açarlardı. Çünkü hayat, muayyen bir çerçeve içinde geçiyordu. O tarihte kahve yoktu, tütün yoktu, oyun kâğıdı yoktu, satranç varsa da yüksek tabakaya mahsustu. Günahlardan koku ve ses çıkmamasına çok dikkat edildiği için içki kullananlar ağızlarını ve sevda çekenler dudaklarını sımsıkı kaparlardı. Aşk kaldırımlarda dolaşmaz ve şarap sarhoş olup sokaklarda nara atmazdı.

Hayat böyle mahdut ve hele mukayyet olunca sohbet mevzuları da tabiatıyla darlaşırdı. Şu kadar ki o dar mevzular, değişikliklerle doluydu. Mesela at mevzusu alabildiğine değişirdi. Herkesin birkaç atı ve her atın birçok hikâyesi vardı! Harp mevzusu da öyleydi. Her yıl ve hatta her gün harp eden bir milletin menkıbelerine nihayet mi olur? Hülasa o zamanların yaşayışı bizim havsalamıza sığmayacak şekildeydi. Beşikteki çocuklar, ninniden ziyade at kişnemesi, silah şakırtısı ve harp hikâyesi dinlerlerdi. Gençler, ilk neşeyi cirit meydanlarında ve ilk heyecanı harp sahnelerinde duyarlardı.

Leylek Murat’ın da içlerine karıştığı Sinan Paşa konukları da aynı şeyleri konuşuyorlardı. Koğuşumsu geniş odada birer posta uzanmışlardı, çorba gelinceye kadar çene yarışı yapıyorlardı. Hacı Çelebi’nin adamları dervişliğe bel bağlamış kimseler olmakla beraber yine attan ve silahtan anlarlardı, savaş hikâyelerinden zevk alırlardı. Çünkü onlar da Türk’tü. Zaman zaman teberlerini omuzlayarak gazaya giderlerdi, ya Mora’dan ya Sırbistan’dan mürşitlerine canlı ve cansız armağanlar getirirlerdi.

Bu yiğitliğe vurgun ve bizzat yiğit adamlar, şimdi de dil birliği yapmışlardı, Midilli’nin nasıl alındığından, Belgrat önünde nasıl çarpışıldığından, Mora’nın nasıl altüst edildiğinden, Kazıklı Voyvoda Vlad’la nasıl boy ölçüşüldüğünden, Arnavutluk’ta nasıl at oynatıldığından tutturarak son yarım asrın harp menkıbelerini birer birer anlatıyorlardı.

Bu anlatışta ve dinleyişte, gökten indiğine inanılan ayetleri okuyanlarla dinleyenlerdeki o büyük cezbe, o derin heyecan göze çarpıyordu. Riya yoktu, mübalağa yoktu, süs yoktu. Sade ve basit konuşuluyordu, lakin o sadelikte sinir yakan, gözlere ışık dolduran bir hususiyet vardı. Mesela Arnavutluk’ta Akçahisar önünde Kumandan Balaban Bey’in ölüşünü anlatan yolcu, gözlerini kapayarak, sesini yavaşlatarak gamlı bir terane gibi bildiklerini anlatıyordu; dinleyenler de sanki vakayı gözleriyle görüyorlarmış gibi teessür duyuyorlardı, bambaşka bir hâl alıyorlardı. Hikâye şöyleydi:

“Keçi yollarından geçtik, kayalardan atladık, uçurumlardan aştık, güç bela Akçahisar’a ulaştık. Rahmetli Balaban, bir teke gibi en önde gidiyordu. Fakat ne teke!.. Kaplandan yiğit, aslandan atılgan. Onun adım atışına baktıkça imreniyorduk, mübarek adam, yürümüyordu, sıçrıyordu. İşte biz onun ardından yol aldık, Paşadağı’na vardık. Yunus Bey’i beklemeye koyulduk. Onun getireceği yoldaşlarla birleşip sel gibi şehre akacaktık. Meğer Arnavutlar, Yunus Bey’i pusuya düşürmüşler, yakalamışlar. Bizim bu uğursuzluktan haberimiz yok. Dikenden, çalıdan parçalanan ayaklarımıza tımar yapıyoruz, kılıçlarımıza cila veriyoruz, bekliyoruz. Dağa çıktığımızın sabahı, gün doğar doğmaz, ne görelim: Yunus Bey’le oğlu Hızır Bey, zincirler içinde dağın ortasına getirilmemiş mi?.. Artık Balaban’daki coşkunluğu sorma. Yavrusu öldürülen kurt gibi homurdanıyordu, saçları dimdikti, gözleri kıpkırmızıydı. Hakkı da vardı. Zincire vurulan Yunus, onun kardeşi, Hızır da yeğeni idi.

Biz de onun kadar acı duymuştuk, kabımıza sığamaz olmuştuk, saldırmak için emir bekliyorduk. Balaban, çok sürmedi, bu emri verdi, yine kendi önde olduğu hâlde dağdan aşağı atıldık. Tam şehrin varoşu önünde Balaban şöyle bir durakladı, iki tarafına sallandı, sonra geri döndü, eliyle bize kaleyi göstererek yıkıldı. Tam boğazından bir tüfek yarası almıştı!..”

Birisi sordu:

“Siz ne yaptınız?”

“Yürüyen kaya dönmez ya, ilerledik, ezerek, kırarak yürüdük, şehre girdik. Ne çare ki aldığımız palanga, Balaban’ın tırnağına değmezdi.”

Bu hikâyeyi Otlukbeli tepelerinde çarpışan başka bir adamın söylediği menkıbeler ve onu, İzonzo suyunu yüzerek geçen bir başkasının hatıraları takip ediyordu. Yalnız Leylek Murat susuyordu, dinler gibi görünüp tahtırevan güzeliyle meşgul oluyordu. Kırk yıllık âşıkmış gibi muzdaripti, üzüntü geçiriyordu, kendisini Hacı Çelebi ile görüştürecek olan adamın henüz harekete geçmemesinden dolayı da ayrıca sinirleniyordu.

Bir saat, iki saat işte böyle geçti, nihayet sofralar kuruldu, konuklara etli pilav ve bol ayran ikram edildi, arkasından da namaz işareti verildi. Leylek Murat, tahtırevan güzelini mihrap ve mabut mevkisine koyarak ve hep onu düşünerek yoldaşlarla birlikte namazını kıldı, duasını yaptı. Doğrusunu söylemek lazım gelirse dua hususunda en samimi olan o idi. Candan, yürekten yalvarıyordu, yüzünü yarı görüp de henüz adını öğrenmediği sevgiliye kavuşabilmek için Allah’tan, yana yakıla yardım diliyordu.

Bu iş bittikten sonra yine odaya döneceklerdi, yatsıyı bekleyeceklerdi, Leylek Murat’ta ise daha bir dakika dayanmak kudreti kalmamıştı, bu sebeple yoldaşlaştığı adama sokuldu.

“Hani ya…” dedi. “Beni Çelebi’ye götürecektin?”

“Ha, evet, götürecektim, fakat paşa ile konuşuyorlar diye geciktirdim, istersen şimdi gidelim.”

Biraz sonra Çelebi’nin oturduğu yere varmışlardı. Kılavuz, orada kümelenen adamların arasına girdi, içlerinden biriyle üç dört kelime konuştu ve Leylek Murat’ı göstererek son vazifeyi yaptı:

“Çelebi’ye sevgisi olan yiğit budur, elini öpüp hizmetinde bulunmak istiyor. Bu sevabı da sen kazan, arkadaşı götürüp tanıt!..”

Hacı Çelebi, Karaman diyarının hakiki hükümdarı idi. Binlerce ve binlerce adamın yüreğinde saltanat sürüyordu, küçük bir işaretiyle koca bir vilayet ayağa kalkardı, yine bir işaretiyle o halk kuzulaşırdı. Maddi ve manevi hastalıkların hekimi, büyük ve küçük davaların kadısı, geçinemeyen karı kocaların öğütçüsü hep o idi. Üfürür, muska verir, hüccet yazar, öğüt dağıtırdı. Dualarının müspet netice verdiği bilinmezse de bağ ve bahçe davalarında, miras işlerinde, gönül meselelerinde verdiği hükümlerin istinaf7 ve temyiz edilmesine imkân yoktu, bu hükümler mutlak bir itaatle kabul olunup gidiyordu.

Devrin hususiyetlerinden istifade ederek hükûmet içinde hükûmet kurmuş ve hazineler düzmüş olan zeki Çelebi, her şeyden evvel adamlarını çoğaltmak isterdi. Bunun için propagandalar yaptırır, gün başına birçok adam kandırırdı. Yine o maksatla, uzaktan, yakından yanına gelenlere güler yüz gösterir ve icabına göre paraca da fedakârlığa katlanırdı. Adamlarına, gelenlerin kim olursa olsun geri çevrilmemesini emretmişti. Vezirleri, beylerbeyileri kapısında bekleten Çelebi, yalın ayak bir ziyaretçiyi hemen huzuruna kabul ederdi.

Leylek Murat da kendisiyle çarçabuk karşılaştı. Sinan Paşa, kudretli ve kıymetli misafirini, rahat etsin diye, yalnız bırakarak içeri çekilmişti, o da kendi hesaplarıyla uğraşıyordu. Leylek’in yanına getirilmesi üzerine taylasanlı8 sarık altında büsbütün büyük görünen başını kaldırdı, zeki gözlerini ulak kılıklı ziyaretçiye dikti.

“Gel bakalım evlat…” dedi. “Elimi öp!”

Leylek Murat, Çelebi’nin saçlı, sakallı çehresinde de tahtırevan güzelini görüyordu, uzatılan eli öperken de onun yumuşak ellerini öpüyormuş gibi tuhaf bir haz alıyordu.

Çelebi, misafirin bakışından ve dudaklarındaki titrek alevden bir şeyler sezinsemekte gecikmedi, şu sözleri söyledi:

“Aşk, en iyi kılavuzdur. Sevenler, sevebilenler murada ererler, Mevla’yı bulurlar.”

Leylek Murat’ın yüzü birdenbire kızardı, Çelebi’nin, kendi yüreğini okuduğuna, hatta kendi adını da keramet kuvvetiyle bildiğine zahip olmuştu. Hâlbuki o, şu iri kıyım adamın sevda taşıdığını sezinsemekle beraber o sevdanın kendi yanındaki kadınlardan birine taalluk ettiğini elbette tahmin etmiyordu. Yalnız, ziyaretçinin aşk ızdıraplarını, hicran acılarını, ruhi elemlerini avutmak ve unutmak için kendi dergâhına intisap etmek istediğine hükmetmişti. Murat kelimesini kullanması ise tesadüfi idi.

Şimdi o, Leylek Murat’ın kılığını, kıyafetini gözden geçiriyordu. Onun âşık olduğuna şüphe yoktu, aşktan bahsedilirken kızarması da bu hakikati ispat ediyordu. Lakin şu kıyafetin bir âşığa ne münasebeti vardı? Yahut bir ulağın bir şeyhe kapılanmak istemesi ne demekti?

Hem ulak hem mürit?.. Zeki Çelebi, bu iki zıt sıfatı birbirine yaklaştırmak istiyordu. Ulaklar, ancak padişah ve vezir adamı olabilirlerdi. Mürit ise onlarla alakasız insanlardı. O hâlde bu sevdalı adam, ne yaman bir ateşe tutulmuştu ki, vaziyetini unutup şeyhler kapısına yanaşıyordu.

Hacı Çelebi, ilkin bu ciheti halletmek istedi, kurnaz bir soruşla Leylek Murat’ı söyletmeye girişti:

“Bize yanaşan meramına yanaşmış olur. Elverir ki sözü doğru, özü doğru olsun. Nasıl, kendine güveniyor musun?”

Zavallı Leylek, tahtırevan güzelinin baygın gözlerini hatırlayarak hemen cevap verdi:

“Özüm de sözüm de doğrudur.”

“Öyleyse tanışalım: Adın ne?”

“Bildiniz ya, Murat!”

Çelebi, onun adını ne suretle bilmiş olacağını düşünmeye lüzum görmedi. Çünkü o, aklından bile geçmeyen şeylerin kendisinden zuhur ettiğine hükmedildiğini bilirdi. Alelade sözlerinin halk ağzında renk renk tefsirlere uğradığını da görüp duyuyordu. Bu sebeple hay-retsiz ve tereddütsüz sözlerine devam etti:

“Nereden gelip nereye gidiyorsun?”

“Gebze’den yola çıktım, Konya’ya gidiyorum, ününü duydum, gönül verdim, kapına geldim.”

Ulak Murat, işte burada leylekliğini gösterdi, taşıdığı aşkın verdiği sersemlikle her şeyi apaçık söyledi, Vezir Karamanlı Mehmet Paşa’nın kendini gece yarısı otağa çağırdığını, Cem Sultan’a verilmek üzere eline bir kâğıt tutuşturduğunu, alelacele yola vurduğunu birer birer anlattı, mektubu da koynundan çıkarıp şeyhin önüne koydu.

“İşte…” dedi. “Bu kâğıt için ulak oldum, lakin ayaklarım artık kösteklendi, senden ayrılıp da ileri gidemem, varsın mektup beş gün sonra yerini bulsun. Ben seninle bile gideceğim.”

Çelebi’nin kaşları çatılmıştı, kafasında bir sürü mülahazalar kaynaşıyordu, Karamanlı Mehmet Paşa, Cem Sultan isimleri ayrı ayrı iki burgu hâlinde zihnini oyuyordu. Çünkü o, Nişancı Vezir’in amansız bir düşmanı idi, Cem Sultan’ı da günahı kadar sevmezdi. Vezir ile düşmanlığı çocukluklarından başlamıştı. Her ikisi de Karamanlı ve bir mahalleli idiler. Küçükken sık sık dövüşürlerdi ve bu dövüşmeler daima Çelebi’nin dayak yemesiyle nihayetlenirdi.

Biri şeyhlikle, diğeri devlet adamlığı ile hayat yolunda yükseldikçe çocukluk kini başka bir istikamet almış ve sönmez bir husumet hâline geçmişti. Nişancı Vezir, devletçi gözü ile onu tahlil ve takip ediyordu, tehlikeli bir unsur sayarak hakkında bazı mahrem tedbirler almaya savaşıyordu. Çelebi de vaktiyle kendisini döven, hırpalayan mahalle komşusunun şimdi imparatorluğu idare etmek mevkisine geçmesini kıskanıyordu, her yerde onun aleyhinde lisan kullanıyordu, şerefini kırmaya çalışıyordu. Bu gidişle bir gün bunların karşı karşıya geleceklerinde şüphe yoktu. Ya Karamanlı Paşa, bir fırsatını bulup onu ordularla ezecekti. Yahut Hacı Çelebi, padişaha hulul ederek rakibini kündeden atacaktı.

Çelebi’nin Cem Sultan’ı sevmemesi de yine Nişancı Vezir yüzündendi. Genç prensle şöhretli vezir arasında gizli bir dostluk bulunduğunu adamları sayesinde öğrenmişti. Düşmanının dostu kendisinin düşmanı olacağı için Cem Sultan’dan huylanıyordu. Onun, içine amber karıştırıp şarap içmesini, delikanlılarla güreş tutmasını, ırmaklarda yüzüp kumda yatmasını vesile yaparak kulaktan kulağa dedikodular yürütüyordu ve şehzadeyi kötülemeye, kötü göstermeye uğraşıyordu.

İşte bu vaziyette bir adamla, Leylek Murat’la karşılaşmış, mahrem bir mektuptan haberdar olmuş ve hatta o mektubu ele geçirmiş bulunuyordu. Artık gaflet ve tereddüt gösteremezdi, mutlaka bu fırsattan istifade edecekti. Fakat telaşa kapılmıyordu, kayıtsız görünüyordu. Leylek Murat’ın mektubu önüne koyması üzerine husule gelen şaşkınlığı da bir lahza içinde gidermişti, zihnini işletip planlar sıralıyordu. Gafil âşığın hikâyesi bittikten sonra gülümsedi.

“İyi ama evlat…” dedi. “Emanete hıyanet olmaz. Sen bu mektubu bana vermek için değil, Cem Sultan’a götürmek için aldın. Vazifeni yapmalısın.”

Leylek, hafakanlar içindeydi. Uğursuz mektubu götürmek, Çelebi’nin kafilesinden ayrılmak demekti. Bu ayrılış ise aziz sevgiliyi kaybetmekten başka bir şey değildi. Leylek, böyle bir felakete tahammül kudretini nefsinde bulamıyordu. Lakin mektubu götürmemek cihetini de birdenbire ileri süremiyordu. Böyle bir hareketin, Çelebi tarafından da söylenildiği veçhile, emanete hıyanet sayılacağını ve bizzat Çelebi’nin bu kayıtsızlığı hoş görmeyeceğini düşünüyordu. Tükürüğüne sakalla bıyık arasında hedef bulamayan alıklar gibi yutkunup duruyordu!..

Çelebi, aşk yüzünden pot üstüne pot kıran ulağın donuk donuk bakışından, sık sık yutkunuşundan tam bir sersemliğe düştüğünü anladı, işi kendi çıkarına göre idare etmeye koyuldu:

“O kadar sıkılma oğul…” dedi. “Bu dünyada yalnız ölüme çare bulunmaz, başka her derdin dermanı vardır. Baba ile evlat gibi konuşup anlaşarak bu mektup maslahatını da kitaba uydururuz, hesaba sığdırırız. Sen bana işin içyüzünü deyiver.”

Hangi işin içyüzü?.. Leylek Murat, bu kelimelerden tahtırevan güzeline gönül verişinin sorulduğunu zannetti. Dervişin fikri neyse zikri de odur derler. Alık Murat da kulağına çarpan her sesin yüreğinde yanan emelle alakadar olduğunu sanıyordu. Fakat o gönül sırrını açığa vurmaya da cüret gösteremiyordu. Yine yutkunuyordu, ellerini ovuşturuyordu.

Çelebi, maksadını izaha lüzum gördü:

“Bir kere bana haber ver: Şevketlu hünkâr nicedir?”

“Hastadır.”

“Hasta mı? İyi biliyor musun?”

“Üsküdar’da mizacını bozdu, ata binemez oldu, tahtırevana kondu. Hünkârçayırı’na öyle geldi!”

“Allah şifalar versin. Ya Nişancı Vezir?”

“Turp gibidir!..”

“Sana bu kâğıdı verirken ne dedi?”

“Üç günde Konya’ya gideceksin buyurdu.”

“Seninle bile çıkan başka ulak var mıydı?”

Leylek Murat, başını eğip düşündü. Sadrazamın otağına girerken Keklik Mustafa’nın bir kapı yoldaşına, “Bana yol göründü kardeş, Allah’a ısmarladık.” dediğini hatırladı. Vezirin huzuruna çıkmakta acele ettiği için o zaman bu sözlere ehemmiyet vermemişti. Ancak şimdi manalarını anlıyordu ve Çelebi’ye de anlatıyordu:

“Gaibi Allah bilir ama Keklik Mustafa da benim gibi yola çıkarılmış olsa gerek!”

“O nereye gitti dersin?”

“Bilemem.”

Leylek Murat bilmeyedursun, Hacı Çelebi keyfiyeti, kendi gözü önünde cereyan etmişçesine anlayıvermişti. Onun uzun uzadı düşünmeye lüzum görmeden tertip ettiği kıyas şuydu: Hünkâr, ya ölmüştür ya ölmek üzeredir. Nişancı Vezir, bu mühim hadiseden veliahdı da Cem Sultan’ı da haberdar etmek için yola iki ulak çıkarmıştır. Bundan maksadı da tahtın iki vârisine birden hoş görünmek, hulus çakmaktır.

Çelebi, yalnız bir noktayı halledemiyordu. Karaman valisi olan Cem Sultan’ı bulmak için Konya’ya gidecek olan ulak yolunu bırakıp da kendinin yanına niçin geliyor? Bu, şöhretine karşı hakikaten gönül kaptırmaktan mı ileri gelen bir hareketti, yoksa pek saf ve hatta âşık görünen bu adamın gizli ve kirli bir maksadı mı vardı?

Bu noktanın aydınlanması lazım olmakla beraber Çelebi kuvvetin şimdilik kendisinde olduğunu, maslahatı dilediği şekle sokabileceğini düşünerek daha fazla üzülmedi, çarçabuk kararını verdi, önünde duran mektubu Leylek Murat’a uzattı.

“Bunu al…” dedi. “Koynuna koy, yerine git, rahat et. Yarın yine görüşürüz, yapılacak işi kararlaştırırız. Sen artık benimsin, benim adamımsın. Ne hacetin varsa görülür, gam yeme, sıkılma!..”

Alık Leylek, muradına ermiş olmak zevkiyle hemen koştu, Hacı Çelebi’nin elini öptü ve artık tahtırevan güzelinden ayrılmayacağını, onu göre göre, onun nurunu içe içe yolculuk yapacağını düşünerek odadan çıktı, yatacağı koğuşa gitti. Oradakiler hep uyumuşlardı, o da hemen bir posta uzandı, heybesini başının altına koyarak gözlerini kapadı, hülyalarına sarıla sarıla uyumaya koyuldu.

Beri tarafta Hacı Çelebi, Sinan Paşa’ya haber göndermişti, mutlaka görüşmek lazım geldiğini bildirmişti. Paşa, günün yorgunluğunu çıkarmakla meşguldü, yuttuğu afyonun sarhoşluğu ile genç ağızlardan masal dinliyordu ve bu masallardan aldığı ilhamlarla birtakım sahneler yaratıp duruyordu. Çelebi’nin davetini işitince yüzünü ekşitti, okkalı bir küfür savurdu, lakin o davete icabet etmemeyi de beceremedi, mahmur mahmur kalktı, kürküne büründü, selamlığa çıktı, Çelebi ile yüzleşir yüzleşmez de dilbazlığa girişti:

“Yine keramet gösterdiniz, gönlümü okudunuz. Odamda hep sizi düşünüyordum, sohbetinizin iştiyakını çekiyordum, yüzümü kızartıp yanlarına gitsem mi diyordum. Lütfettiniz, beni meramıma erdirdiniz.”

Çelebi, çok ciddi idi, bu müdaheneye9 karşı tebessüm bile göstermedi, paşaya yanı başında yer gösterdi.

“Hele oturun…” dedi. “Bir keşfimiz var!”

Sinan Paşa’nın gözlerinde bir hoşnutsuzluk parlayıp söndü. O, şeyhlerin keşiflerini çok görmüş ve çok duymuş bir adamdı. Bir tekke yaptırmak yahut da yapılı bir tekkeye köy bağışlatmak için gaipten emirler getiren bu cerrar10 keşşafların hünerleri birbirinin aynı idi. Hacı Çelebi ihtimal ki böyle bir teklifte bulunacak ve kendisini lüzumsuz bir masrafa sokacaktı. Fakat keşif demek, lahuti11 âlemlerden haber vermek demek olduğu veya o suretle telakki edildiği için hoşnutsuzluğunu belli etmedi, bilakis memnun göründü ve sahte bir tehalükle12 memnuniyetini mırıldandı:

“Hayırdır inşallah, uğurdur inşallah!”

Çelebi, küçük bir peygamber gibi ağırlaştı, dudaklarını paşanın kulağına yaklaştırdı:

“Deminden dualarımızı, niyazlarımızı bitirmiştik, seccade üzerinde şöyle bir dalar gibi olmuştuk, Süheybi Rumi Hazretleri’ni gördük, şevketlu hünkârın dünyadan el çekmekte bulunduğunu söyledi.”

Sinan Paşa’nın rengi attı. Bu keşif, yaman bir keşfe benziyordu, çünkü devlet idaresinde büyük bir inkılap vukuya geleceği söyleniyordu. Padişah ölürse saltanat değişiyor demekti, saltanat değişince valilikler filan da değişecekti, o hâlde kendisinin de mukadderatında iyi veya kötü değişiklikler vukuya gelecekti. Acaba şeyh, bu değişikliği de haber verebilecek mi idi?..

Paşa bu düşünce ve büyük bir heyecanla kulaklarını dikmişti. Çelebi de tekerlemelerine devam ediyordu:

“Doğrusu, pek iyi anlayamadım, Süheybi Rumi’ye de soramadım, onun için hünkârın henüz sağ mı yahut ölü mü olduğunu söyleyemem. Yalnız şurası muhakkak ki Sultan Mehmet hastadır, hem de ağır hastadır. Nişancı Vezir telaşa düşüp Amasya’ya, Konya’ya ulaklar çıkarmıştır.”

Sinan Paşa’nın ağzında hayret belirdi ve dişlerinde üç kelime çıtırdadı:

“Konya’ya mı, ne münasebet?..”

“Süheybi Rumi Hazretleri ancak hadiseleri haber verdiler, bu hadiselerin sebeplerini söylemediler, yine o mübarek zat, Konya’ya gidecek ulağın şu dakikada Kütahya’da bulunduğunu, Cem Sultan için vezirin yazdığı mektubu da koynunda taşıdığını söyledi!”

Keşfin bu kadarını ummayan paşa, garip bir ürküntü içindeydi. Eğer bu sözler sahih ise, Karamanlı vezirin Cem Sultan’a yolladığı ulak Kütahya’da bulunuyorsa Hacı Çelebi’nin keramet ehli olduğuna artık şüphe kalmıyordu. Bununla beraber onun büyüklüğü, küçüklüğü sonra düşünülecek bir mesele idi. İlkin yapılacak şey, ulakla mektubu yakalamaktı. Paşa, bu düşünceyle yerinden fırladı.

“İzin ver şeyhim…” dedi. “Herifi buldurayım. Keşfiniz doğru ise büyük bir felaketin önünü almış olacağız.”

“Orasını siz bilirsiniz. Biz ancak gaipten aldığımız haberi söyleriz, ilerisine karışmayız.”

Hemen kaydedelim ki, Sinan Paşa, Fatih’in büyük oğlu Beyazıt’ın eniştesidir. Gerçi Cem Sultan da onun kayınbiraderiydi. Lakin nikâhında bulunan kadın, Beyazıt’la ana baba bir kardeştir, Cem’le anaları ayrıdır, bu sebeple Sinan, kendini yalnız Beyazıt’ın eniştesi tanır. Onun şu uydurma, fakat hakikate uygun keşiften heyecana kapılması da bu yüzdendir, Nişancı Vezir’in saltanatı Cem Sultan’a vermek istemesinden kuşkulanmasındandır.

Böyle bir yakınlık, sıhri13 münasebet de olmasa Sinan Paşa, ulak meselesine kayıtsız kalamazdı. Padişahın ölmek üzere bulunmasının veliahttan evvel diğer bir şehzade tarafından haber alınmasına mâni olmak isterdi, çünkü böyle bir hareket, kendisini yeni hünkâra sevdirmiş olacaktı. Hülasa şahsi ve siyasi sebeplerle Cem Sultan aleyhine cephe almak mecburiyetinde bulunuyordu. Zaten Hacı Çelebi’nin planı da onun bu hususiyetine istinat ediyordu. Kurnaz şeyh, Sinan Paşa’nın Beyazıt’a taraftar olacağına emindi ve Nişancı’nın çevirmek istediği entrikayı bozmak için bu taraftarlıktan istifade etmek istiyordu. Kuvvetle umduğu gibi Sinan, ulağın elindeki mektubu alır ve esrarı meydana çıkarırsa Nişancı için felaket muhakkak demekti. Çünkü Sinan Paşa’nın öğrendiği şeyleri Beyazıt’a bildirmesi gayet tabii idi.

bannerbanner