
Полная версия:
Seyahatü'l Kübra
Yarımada üzerindeki iç kalenin Enderun kıyısında yatan Arap Dede hakkında yeterli bir bilgi bulunmamaktadır. İsminden dolayı Mevlevi dedelerinden olduğu anlaşılmaktadır. Diğer memleketlerdeki kale kapısında yatan ve yalnız Kesikbaş Dede namıyla bilinen şehitlerden olduğu kanaati vardır. Anadolu’da yaşayan büyük din önde gelenlerinin tamamına ayırmaksızın evliya anlamına gelen dede lafzını kullanırlar. Yumrutaş tarafında da “Eli kepçeli” namlı bir ziyaret vardır. Eğirdir’de yatan dini şahsiyetlerin en eskisi olan bu zat Emevî halifeleri döneminde her tarafı sarsan istila ordularının bıraktıkları şehitlerdendir.
Emevî sultanı Abdülmelik zamanında Hicri 69’da Eğirdir Kalesi’ni kuşatma altına alındığı gün İslam ordusunun mutfak yeri bu şehidin yattığı yermiş. Karadan kuşattıkları kaleyi dönemin harp usulü gereği topluca saldırıya geçen gaziler Yukarı Belen adı verilen mevkiye kadar ilerledikleri esnada, dağın uçurum kısmına yerleşen düşmanların sürekli yuvarladıkları iri kayalar savaş düzenini darmadağınık ederek çok sayıda dindaşımızın ölümüne sebep olmuştur. Bu nedenle gerilemeye başlandığı esnada aşçılık görevi yapan bu gayretli zat bozulan askerî düzenden cesaret alarak ilerleyen kâfirlere karşı koymak amacıyla sahibi şehit düşen bir atın üstüne çıkarak elindeki kepçe ile kızgınlıkla saldırıya geçmiştir. Bu hareketiyle saldırıyı yeniden başlattığına şahit olan cesaretli Araplar “Unzur fi yed’ulmalik” (Eli kepçeliye bakın!) sözünü şaşkınlıkla söylemeleri üzerine Eli kepçeli namını almıştır. Kendisi bu vakanın yaşandığı yerde şehit düşüp oraya defnedilmiştir. Oluklacı Dağı’nın güney kısmına düşen tepenin yamacında biriken ve daha önce bahsedilen volkanik maddeler asırlardan beri yüksek yerden korkunç çığlar şeklinde uçarak Yumrutaş merası ile Köşkler mezarlığının kapladığı zamanla bu muhterem şehidin kabrinin etrafından tepeler meydana gelir. Böyle dönemlerde dahi kabrinin üzerine bir çakıl dahi sıçramadığına şaşkınlıkla şahit olanlardan biri de benim. Nis’te yatan manevi şahsiyetlerden Şeyh Müslihiddin hazretlerinin bağlı oldukları manevi tarikatın hangisi olduğunu hatırlamıyorum. Bu zahit kişinin kabrini ziyaret ettiğimde mezarı önünde yığılı duran taşların ne olduğu Nislilere sordum.
Vaktiyle Taşmedrese’de zahirî ve bâtıni ilimleri öğreten ve çok samimi bir mümin olan bu mübarek zatın gelmesinin amacı keramet iddiasındaki rahipleri susturup onların dinlerinden dönmelerini sağlamaktı. Manevi anlamda karşılık veremeyen kâfirler onu devamlı taşlamaları üzerine keramet göstermek durumunda kalmıştır. Üzerine yağdırılan kayrakları henüz havada iken kapıp elleri ile hamur gibi sıkarak düşmanlarına doğru göndermiştir. Bunu görme bahtiyarlığına erişmekle övünen oradaki müminler bu taşları bereket olur düşüncesiyle topladıklarını ve vefatından sonra kabrinin başına koyduklarını soruma cevap olarak söylediler.
Hicri sekizinci yüzyılın ortasında Eğirdir’e de uğradığı daha önce bahsedilen seyyah İbn Batuta’yı yanında misafir eden müderris işte bu mübarek zattır. Kabri önünde şu an dahi yığılı bir hâlde bulunan taşları elime alarak dikkatli bir şekilde defalarca inceledim. Bir insan sulanmamış hamurdan yapılan meleksiyi15 ya da bilinenin dışında sertleşmemiş çamurdan tasarlanan topu avuçlayıp sıktığı zaman tazyikin gücüyle parmakları arasından nasıl çıkar ise bu zatın elleri içerisinde bu taşlar da o şekilde dışarı çıkmış. Öyle ki avucunun içindeki çizgiler ve derisindeki gözeneklere kadar üzerlerine nakşolmuştur. Mevcut ziyaretlerin en bilineni ve meşhuru bunlar ile İmaret Mahallesi’nde yatan Kabasakal adındaki veli zattır.
EĞİRDİR’İN SUYU VE HAVASI
Her türlü ihtiyaçlarda kullanılan başlıca suların bir tanesi bir buçuk fersah16 ileride Camiliyayla yakınında bulunan Akpınar köyü üstündeki kaynağından büyük yürütmeler ile getirilip bütün çeşmelere paylaştırılan meşhur Yılankıran Suyu, diğeri de her tarafı taşlık ve çakıllık olan gölün lezzetli suyudur.
İçkale’nin iç tarafı ile diğer basık yerlerde bulunan mahallelerde eski ve yeni, birçok kuyu mevcuttur. Bu suların soğuk olmaktan başka özel bir yanları yoktur.
Kasabanın güney tarafında kalan Taşlıburun ile ırmak arasındaki bataklıklar ile Kuruköprü kaldırımlarının sağ ve solundaki bataklıklar, doğusu kuzeyi güneydoğusu ufuklara kadar açık olan bu şahane manzaralı şehrin havasının güzelliğine bazen zarar vermektedir. Her ne kadar bu bataklıklar bir saat mesafe uzaklıkta olsalar da haziran ayının ortasından ağustos ayının ortasına kadar üzerlerine çöken zehirli havayı güney rüzgârının estiği zamanlarda kasabaya kadar taşmaktadır. Bu da şehrin havasının bir miktar ağırlaşmasına sebep olmaktadır.
Ortalarından geçen ırmak eğer bu bataklıkların sularını kısmen de olsa akıtmayıp suları tamamen durgun olsaydı temizliğini bozdukları havayı soluyanlar mutlaka zehirlenirdi. Gölün ortaya çıkardığı bu bataklıkların kapladıkları devasa alan Eğirdirlilerce barba adı verilen sarızambaklarla baştan başa doludur. Bu nedenle o geniş alan altın rengi sırma dallı yeşil atlas ile tefriş edilmiş sahranın âşık olunacak çok güzel bir manzarası karşımıza çıkar. Eylül ayında tamamen çekilmektedir. Öyle ki bu bataklıklarda bazı yıllar çamurdan eser kalmasa da o güzelim eşsiz yeşillikleri olduğu gibi kalmaktadır.
Burası, kuzeyi göl, güneyi üzüm bağları, doğu ve batısı zümrüt gibi dağlar ile çevrili olması nedeniyle zemini yeşil çinilerle süslenmiş ve meydan gibi üstü açık bir büyük alana altın hazinesi serpilmiş gibi görünmektedir. Bu kusursuz ovayı göz alabildiğince sımsıkı dolduran o sarıçiçekli bitkiler 1 metreden daha fazla boy saldıkları için göl tarafından hafifçe esen poyrazın sürekli kımıldatması sayesinde muntazam bir şekilde dalgalanarak insanı heyecanlandıran tabiat manzarasını meydana getirir ve sevenlerini kendisine daha da bağımlı yapar. Kuruköprü’yü güney taraftan bağlara ve kuzeyden ise deniz kıyısına bağlayan uzun kaldırımın yukarı kısmında bulunan bataklığın diğerleri arasında en zararlısı olmasının sebebi oradan toprak kaldıran çömlekçi ve kiremitçi esnafıdır. Bunların kaldırdıkları toprak kadar, dört adım uzaklıktaki göl kenarından toprak alıp getirerek o yere dökmeleri mecburiyeti enfiye içicisi belediye çalışanlarının aklına hiçbir zaman gelmez.
EĞİRDİR’DE YAŞANAN TARİHİ OLAYLARIN SONU
Ağa Mahalesi’ndeki Dernek Çeşmesi’nin olduğu Hanardı adı verilen yerde pazarın kurulduğu dönemlerde, yani III. Mustafa devrinde, Akpınarlıoğlu Mehmet Efendi bu bölgede sözüne kıymet verilen eşrafın itibarlısı idi. Bu nedenle pazar yerinde toplanan esnaf, tüccar ve ahali bu zat pazara uğramadan alışverişe başlamazlardı. Saygı gereği onun gelmesini beklerler ve teşrif ettiği zaman da uzun bir dua yapıldıktan sonra orada bulunanlar âmin deyip alışverişe öyle başlarlardı.
Pazar kurulduğu günün sabahı henüz alışverişe başlamadan önce bereket ve uğur getirmesi için dua yapılması hâlen daha Eğirdir’de uygulanan bir âdettir. Övgüyü hak eden duruşu ve saygıdeğer kişiliği sayesinde ahaliyi kendisine derin bir saygı içinde bırakan Mehmet Efendi’nin üzerinde kûfi yazı benzeri sülüs bir hat işlenmiş mezar taşı olan kabri Yukarı Yazla’da bulunmaktadır. Şeyh Mehmet Çelebi hazretlerinin güzel türbesinin yakınında bulunan şadırvanın karşısındaki küçük mezarlığa gölge veren yaşlı çıtlık (çitlembik) ağacının altındadır.
Kabrin tam ortasında büyüyen bu köhne ağacın kütüğü merhumun mezar taşına işlenmiş kavuğu ile aynı kalınlıkta ve büyüklüktedir.
Akpınar, Eğirdir’in batısında kalan Camiliyayla yolu üzerindedir. Elma Dağlarının eteklerinden sayılan Sivriardı Dağı’nın zirvesine kuruludur. Havası temiz, suyu kaliteli, konumu yüksek ve her tarafı açıktır. Eşsiz manzarası olağanüstü zengindir. Meraları çim ve çiçeklerle dolu, vadileri ormanlarla kaplı ve sahraları gül bahçesidir. En kaliteli baldan bolca bulunmaktadır. Büyük ve küçükbaş hayvan miktarı boldur. Halkı zengin ve varlıklı bir köydür. Şehir ile arasında bir buçuk fersah mesafe bulunmaktadır.
Bu güzel köyde kendi arzusuyla ikamet eden sözünü ettiğimiz Mehmet Efendi vefat ettikten sonra halk arasında sözü dinlenen etkili bir şahıs kalmamıştı. Memleketin ahlak ve yönetimi tamamen çığırından çıkmıştı. Devletimiz ise bu esnada ortaya çıkan Kırım ve Beserabya karışıklıklarından dolayı kuzeyden Rusya, batıdan Avusturya devletleri ile olduğu gibi doğuda da Nadir Şah’ın ara bozuculuğu bastırmak için savaş hâlindeydi. Hem karada hem denizde meşguldü. İç meselelerin teferruatıyla ilgilenmeye vakti bulunmamaktaydı. Bu nedenle yaz günleri eskiden beri Camiliyayla’da geçiren Serikli Aşireti köyleri ve kasabaları yağmaya koymak gibi eşkıyalık yapma cüretleri daha fazla artmıştı. Buna rağmen hâlen cezalandırılmamıştı. Bu olaya sessiz kalarak atlayıp zalimi mazlum, masumu münafık olarak işiterek aslını araştırmadan tarihe kayıt düşen tarihçi Ahmet Vasıf Efendi17’nin meseleye dair söyledikleri gerçekle tamamıyla zıttır ve kayıtlarının düzeltilmeye ihtiyacı vardır. Bu nedenle bu zatın söylediklerini aynen vererek gerçeği izah ediyoruz:
Olayın geçtiği yıl 1179’dur. Eğirdir ahalisinden Yılanlı Musa dahi o uygunsuz hareket içerisinde olması nedeniyle ortadan kaldırılmasına Aydın tahsildarı Vezir Abdurrahman Paşa görevlendirilmişti. Çelik Paşazade’yi üzerine göndererek ihtiyaçlarını karşılamış ve hepsini silahlandırmıştı. Çelik Paşa Eğirdir yakınında Koca Musa ile çatışmaya girdi. Aralarında savaş çıkma ihtimali artınca Çelik Paşa, Musa’nın kaleye çıkıp kapanarak karşı koyma planı olduğunu anladı. Bunun üzerine kuşatmaya başladığını Abdurrahman Paşa’ya bildirdi. Harekete geçtiğini ve karargâhını Eğirdir tarafına yönlendirdiğini haber alan bu asi, Ermenek köyüne doğru firar etti. Birkaç gün plansız dolandıktan sonra Hadım kasabasına vardı. Zahirî ve bâtıni ilimlerde üstat olan rahmetli Hadım Müftüsü Şeyh Efendi’nin evlatlarına sığındı. Onlar da Vezir Abdurrahman Paşa’dan affını talep etmişlerdi. Merhum Müftü, Vezir Abdurrahman Paşa’nın şeyhi ve ona bağlı olması nedeniyle reddedememesi nedeniyle padişahtan bunun için sürekli affını isteyeceğini bundan sonra Eğirdir kazasına dönmemesi ve Hadım’da ikamet etmesi şartıyla talebi kabul etmiş. Yılanlı Musa affa kavuşmuş. Eğirdir ahalisi de bu emre uymakla mükellef kılınmış ve bu zatın kasabalarına girmesine müsaade ettikleri takdirde dikkatleri üzerlerine çekmelerinin yanında padişahın da gazabını üzerlerine çekeceklerine dair ferman çıkarılmış.
Eski tarihçilerin padişahımız ve halifemiz hazretlerine verdikleri bilgi ve tarihe bıraktıkları güncel olayları bildiren kayıtlar eğer hep bu şekilde ise geçmişte gerçekleşen olayların hakikatini derin sırlar içinde bırakmaları nedeniyle binlerce kez esef ediyorum.
Bu şekilde aslı araştırılmadan kötülenen Koca Musa, Eğirdir’in 25 kilometre doğusunda bulunan Yılanlı köyünde yaşamaktadır. Hayvancılık yapan ve arazi sahibi biridir. Misafirperverdir ve kimsesizler ile hastalara elinden geldiğince yardımda bulunur. Kendi hâlinde çobanlıkla uğraşan bir adamdır. Tabi olduğu hükümdarına isyan edebilecek alçaklık ne fıtratında vardır ne de böyle bir gücü mevcuttur. Zavallı adam haşa isyan etmiş değildir. Şevketiyle bizi onurlandıran Osmanlı Devleti’nin namusunu koruma uğrunda çok önemli hizmetleri ve çabaları mevcuttur. Şehir halkının detayları ile hafızalarında bulunan bu olayın aslı şöyle gerçekleşmiştir.
Kışı Aydın ovasında, yazı Eğirdir’in batısındaki Camiliyayla’da geçiren Serikli aşireti Saruhan Yörüklerindedir. Yaz mevsiminde dünyayı soyarlar kışın ise Aydın tahsildarına yanaşarak ayakbastı adı altında hediyeler verirler. Tilkilikte bir eşi benzerleri yoktur. İfrit yaradılışlı kötü adamlardan gelme şeytani bir kabileydiler. Eşkıyalık dışında başka bir işleri olmayan bu hain aşiret yaylaya çıktıkları zaman güzergâhlarına düşen köylerin koyun ve diğer hayvanlarına el koyup alır giderler. Fukaranın feryadına rağmen merhametsizce sürüp götürdükleri gibi “Ekinlerinizi hayvanlarımızın önünden kaldırın” diye zavallı çiftçilere zalim bir şekilde çıkışırlar. Önlerine çıkan ekinleri tamamını hayvanlarına yedirirler. Yayladan dönüşlerinde ise harmanlara saldırıp çiftçinin hasılatı olan hububatını zorla çuvallara doldurup develerine yükler cehennem olup giderler. Haksız ve ahlaksız bir kabiledir. İmhası zorunlu herkese zarar veren bir çeteydi.
Devletin savaşta olması ve üç devlet ile karada ve denizde çarpışması hasebiyle son derece meşgul bulunmasından kaynaklı olarak Babıali buna benzer şikâyetleri inceletmeye fırsatı yoktu. Ayrıca Aydın tahsildarlarının aşirete sahip çıkmaları ve kötülemeleri nedeniyle alması gereken cezası geciken bu aşiret şımardıkça şımarmıştı. En sonunda kasabaları dahi basmaya, çarşı ve pazarda her ne görürlerse tamamını ücret ödemeksizin alıp gitmeye başladılar. Şirretlik ve başıboşlukları tahammül sınırlarını üstüne çıktı. Bu rezil âdetleri üzerine Eğirdir çarşısına tekrar baskın yapıp yağma yapmak isterlerken Yılanlı Koca Musa da tesadüfen orada bulunmaktadır. Bu olay üzerine kendisine bir gayret ve Müslümanca bir erdem hissi yükselir. Sadece devletinin ve halkının namusunu ve hukukunu korumak düşüncesiyle halka şöyle seslenir: “Siz benim kumandamı kabul ederseniz bunların uzaklaştırılması ve cezalandırılması kolaydır.” Her hafta yaşamak zorunda kaldıkları talan ve hakaret ile haysiyetlerine zarar verilen ve mallarında olmanın neticesinde ümitsizlik ve mecburiyetin son noktasına gelen pazar halkı da ağız birliğiyle “Emrine tabiyiz!” cevabını verirler.
Ahalinin bu yeminini alan o gayretli ve Koca Musa, yanında bulunan Yılanlıköy delikanlılarının bir kısmını dağlara yerleştirir. Ardından beraberinde aldığı diğer kısmı ile de bu eşkıyalara saldırı düzenler.
Halkın huzur bulması ve asayişin yeniden tesis edilmesi için bu savaşa tabiatıyla halk da dâhil olur. Bu aniden ortaya çıkan durum karşısında ne yapacaklarını bilemeyen Serikli aşireti firar etmeye mecbur kalırlar. Aşağı Belen ile Kapılar adı verilen yerlere yaklaştıkları vakit dağ uçurumlarına daha önce yerleştirilen delikanlılar, hazırlamış oldukları kayaları hiç ara vermeden bunların üzerine yuvarlarlar. Bunun üzerine eşkıyaların tamamı ortadan kaldırılır. Yollar kavuk ve cenaze yığınları ile dolup taşar.
Söz konusu aşiretin bu şekilde ortadan kaldırılması, ayakbastı adı altında her yıl bu aşiretten hediyeler almaya kendini alıştırmış Aydın eşrafı ile tahsildarlarının kişisel çıkarlarına zarar verdi. Bu nedenle iltifat edilmeyi hak eden Koca Mustafa’nın, aksine öldürülmesi emrinin çıkarılması için çaba sarfetmişlerdir.
Aydın Tahsildarı Darendeli Vezir Halil Paşa, Ahmet Vasıf Efendi’nin vasfı gibi hakşinas ve ilme aşina bir vezir olsaydı Çelik Paşazade’yi Koca Mustafa’yı ortadan kaldırmaya değil, durumu incelemeye gönderirdi. Bölgede yeniden asayişin sağlanması ve devletin onurunun teslim edilmesi uğrunda yapmış olduğu hizmetlere ve faydalara dair ona hediyeler göndermesi gerekmekle beraber mecburiyetindeydi. Şahsi menfaatleri dışında hiçbir amaçları olmayan bir kısım ahmak kimselerin kendisi aleyhinde dile getirdikleri sözlere itimat edilmesi nedeniyle tam tersi felaketlere uğramıştır. Neticesinde memleketine bir daha gelemeyerek Hadım’da vefat etmiştir. Bu mazlum adamı tarihçilerin hain sıfatıyla itham etmeye kalkışmaları merhamet ve adalete uygun düşecek bir husus değildir.
HAYAT HİKÂYEM
Dedemin dedesi Veli Ağa oğlu Süleyman oğlu Abdullah oğlu Mehmet oğlu Hamza, Bursa’ya bağlı Eskişehirlidirler. En büyük dedelerim Hamza ve Mehmet ağalar sipahi ortaları emirlerindendirler. Hafız Abdullah dedem ise âlim bir kişiymiş. Çok yaşlı olan babasından gençliğinde yetim kalması nedeniyle öğrenimini tamamlayamadan dedeleri gibi askerliği tercih eden Süleyman Ağa ise Hicri 1137 yılında bütün akrabalarını Eskişehir’den alıp Eğirdir Gölü’nün doğusundaki Sarıidris köyüne yerleştirmiş. Cennetmekân Sultan I. Mahmut hazretlerinin tımar olarak yardımda bulunarak hediye ettikleri eski ismi “Gököz” olan “Mahmatlar” bölgesinin yakınında bulunmak amacıyla Sarıidris köyüne yerleşmişlerdir. Bu köydeki cami ve ilkokul, merhumun hayratıdır.
Bu gayretli asker, yirmi beş yıl Yaş ve Kalfat bölgelerinde, yedi yıl Suriye’de ve on bir yıl da padişahın emrinde hizmet vermiştir. Nihayetinde emekliye ayrılarak ömrünün sonunu padişaha hayır dua ile geçireceği memleketine refah içerisinde gönderilmiştir. Bir gereklilik üzere göç edip henüz yerleştiği Sarıidris yakınındaki Gököz tımarına, saygı içerisinde bağımlı bulunduğu padişahının mukaddes ismine atfen “Mahmudiye” adını vermiştir. Fakat bu isim zaman içerisinde Mahmutlar’a dönüşmüştür. Merhumun ikinci vatanım dediği bu köyde tarla ve hayvancılık işlerine bakan büyük oğlu Veli Ağa, daha sonra oğulları Hüseyin, Ali ve Mahmut ağaları alarak İstanbul’a gitmiştir. Burada amcası Hamza Ağa’nın kumandasında olan ve Eyüp tepesinde bulunan otuz ikinci ortaya sipahi olarak kaydettirmiştir. Bunların arasında Hüseyin Ağa, askerlikte kazandığı beceri ve yararlılıklara mükâfat olarak Belgrat yakınlarındaki Semendire bölgesinde süvari kumandanlığına kadar yükselir. Ardından babasının kabrini ziyaret etmek ve çok uzun zamandır özlediği vatanını görmek için memleketine döner. Sarıidris’te sonradan ortaya çıkan ve ailelerine düşman kesilen Delibaş oğlu İsmail Ağa’nın çıkarttığı huzursuzluklardan bütün ailesinin rahatsız olduğunu görünce arazileri ellerinde kalmak kaydıyla hepsini Eğirdir’e nakleder. Sarıidris’te bulunan büyük harabeye şu an Karçınlar Yurdu denmektedir.
Mahmut Ağa’nın ise sipahilik mesleğinde ne kadar yükseldiği konusunda çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Kendisi Özi savaşında şehit düşmüştür. Büyük kardeşi Ali Ağa ise Cennetmekân II. Mahmut Han hazretlerinin saltanatının ilk yıllarından binbaşılığa kadar yükselmiştir. O da iç karışıklılar döneminde şehit düşmüştür. Edirne yolu üzerinde Çorlu’da başka bir türbede yatan Karabinbaşı olarak bilinen zat bu kişidir. Eğirdir’de yaşayan sülalesi hâlihazırda Karaaliler olarak bilinmektedir.
Ailemize “Karçınzadeler” denmesinin sebebi ise şudur: Bizleri Eskişehir’den Sarıidris köyüne yerleşmek amacıyla nakleden ve yüz yedi yaşında bu dünyadan ayrılan merhum Süleyman Ağa daha önce de bahsettiğim gibi sipahi ocağı eskilerindendir. Sultan I. Mahmut’un döneminde kılıç erbabından olarak daha sonraları emekli edilmiş bir mücahittir. Arnavutluk’ta “karçın” diye tabir edilen tozluk, o dönemin resmî askerî kıyafeti olması nedeniyle sürekli giymesinden kaynaklanmaktadır.
Dedelerinin geçmişteki ahvalini araştırmaya çok meraklı olan babam bundan otuz bir yıl önce ben daha çocuk iken Eğirdirli Kabak Dayı adında otuz bir yaşında vefat eden bu yaşlı pirden ara sıra bilgi alamaya çalışırdı. Babamın bu merhumdan aldığı cevaplar ve el yazsı ile kayda geçirdiği açıklamalar şöyledir:
“Karçınoğlu Veli Ağazade Hüseyin Ağa sipahi ocağı emirlerinden idi. İri yapılı, gür sesli, yapısı güçlü, çok şişman ve yaşı ileriydi. Bununla birlikte çok çevik, at ve silah kullanmada onun gibisi bulunmaz, görünüşü çok korkutucu, kimseden korkmayan çok cesur biriydi. Hicri 1214 yılında tarihinde akrabalarını da yanına alarak göçmek maksadıyla Eğirdir’e gelmişlerdir. O zaman halk arasında Sarı Voyvoda olarak bilinen şehrin muhafızı onları karşılamış ve evinde misafir etmiştir. Kâtip Mahallesi’nde şu an yerleşik olduğumuz evin arsasını bu muhafız hediye etmiştir. Kendisinin Mehmet ve Süleyman adlarında iki oğlu varmış.” Süleyman Ağa benim dedemdir.
Kişisel hayatına dair elimizde hayli bilgi bulunan merhum Hüseyin Ağa, izni bitip memuriyet bölgesine doğru Eğirdir’den hareket ettikten sonra Kütahya’ya vardığından burada hastalanarak vefat etmişti. Bu nedenle on yaşında yetim kalan dedem Süleyman Ağa, büyük kardeşi Hacı Mehmet Ağa’nın sonradan başladığı dokumacılık esnafı birliğine katılır. Eğirdir’de Üstazgil namıyla bilinen babam Hafız Süleyman ise annesinin yardımıyla ilim tahsiline başlar. Genç yaşlarında hattatlıkta da şöhret kazanır ve kendini Kur’an-ı Kerim yazmaya adar. Bu sayede hem eğitimini hem de geçimini birlikte yürütme imkânı elde edip geleceğini mükemmel bir şekilde güvenceye alır.
Babamın annesi Fatma Hanım fazilet ve zenginliği ile tanınan merhum Emir Hüseyin’in torunudur. Bu muhterem zat Yazla mezarlığında Şeyh Mehmet Çelebi Hazretleri’nin türbesi yakınında yatmaktadır. Mezar taşında yazılı olan ölüm tarihi aklımda değildir. Bu nedenle Hindistan’ın Dekan-Haydarabad şehrinde bu kaydı düşmek mümkün olmadı. Mutlak affedici olan Allah, tüm Muhammet ümmetini geçmişleri ile birlikte cennetine yerleştirsin. Neslini belirttiğim pederim merhum Hafız Hüseyin Efendi halkımızın da tasdik ve hakkını teslim ettiği gibi âlimlerden ve doğruluktan ayrılmayan kimselerdendir. Halk nezdinde hürmet gören ve hatırı sayılır biriydi. Küçüklüğümü bu faziletli merhumun eğitimi ile geçirdim. Kur’an okumayı öğrendiğim sırada hafızlığa başladım. Bu görevi tamamlayıncaya kadar evimizden dışarı çıkamadığım gibi insanlar ile alakadarlığım ailem ile sınırlı olmuştur.
Hicri 1297’de on beş yaşındayken Allah’ın yardımıyla hafızlığımı tamamladım. Ardından Eğirdir Rüştiye Mektebi’ne kaydedildim. Halkın arasına ilk karışıp onlarla iletişim kurmam bu zaman başladı.
Lefkeli Hacı Ali Haydar Efendi hazretleri gibi fazilet ve takva sahibi çalışkan Müslüman âlimin halis niyetleri ve yardımlarıyla eğitimim olağanüstü derecede yolunda gitti. Bu feyiz kapısından birinci derecede diploma aldım. Ardından ilk başta Eğirdir Aşar Kalemi’nde (vergi dairesi), sonrasında da Posta ve Telgraf İdaresi’nde iki sene kadar staj yaptım. Bu zaman zarfından babamdan eğitim almaya devam ederek edebiyat alanında ilerleme katettim. Şeyh Ali Medresesi’nde kış sezonunda verilen Arapça eğitimine kendi arzumla başladım. Üç yıl boyunca uğraş vererek Molla Cami’nin Münada Bölümü’ne kadar göz nuru döksem de hayal ettiğim derecede istifade edemedim. Düzensiz olduğu için baş ağrısından başka bir şey vermeyen ve dedikodu ve boş kelamına tahammül edilmez açıklaması beni Hazreti Cami’ye artık elveda demek zorunda bıraktırdı.
Garip bir tarzda okunarak bu illeti tamamlayıp, keyfiyetini sürdürme saadetine kavuşmanın imkânsız olduğunu erkenden keşfettim. İnsanca bir şekilde meal değil de papağan gibi yalnız söz ezberletmeye çalışmak gibi bir beladan hızlı bir şekilde kurtulduğum için bugün hâlen daha şükrederim. Bu başarıdan sonra memur olabilmek için İstanbul’a (Dersaadet) giderek Posta ve Telgraf Nezareti’ne (Bakanlık) müracaat ettim. Neticesinde birkaç ay içinde görevlendirildim. İstanbul’da bulunduğum zamana babamın hastalığı haberini alınca Bakanlığın teklif ettiği Pozantı Merkez Memurluğu’nu kabul etmek durumunda kaldım. Bu merkez sadece kabloların kontrol edilmesi ve haberleşmenin kesilmemesi amacıyla kurulmuştu. Konum olarak dağ başında ve etrafında insan bulunmayan bir yerde olması nedeniyle yine topluma karışmaktan mahrum bir duruma düştüm. Bu nedenle melek sandığım insanların aslında dönek oldukları henüz bilmiyordum. Yürüyerek sonu gelmeyen ürkütücü bir çam ormanını ikiye bölen güzel bir nehrin kenarında bulunan Pozantı Merkezi’nde iki yıl görev yaptıktan sonra görev yerim değiştirilerek Adana’ya geçtim.
Daha yeni adım attığım hayattan ibret dersi almaya ve gözümü açmaya bu merkezde başladım. Aman ya Rabbi! Temiz kalplilikle sevgi beslediğim meslektaşlarımdan beklentimin aksine gördüğüm o vicdansızca karşılık, hayvancasına şeytani davranış, fitne ve ahlaksızlık da neydi? O dönemlerde bir keyif ve eğlence yerine dönüştürülen bu yere acaba ne günahım vardı da geldim. Çirkinlikte birbirlerine rahmet okutan bu adamların şeytanı dahi ürküten işlerinden o kadar huzursuzdum ki! Dünyaya geldiğime ve hatta insan olduğuma pişman olmuş bir şekilde insanlıktan nefret eder hâle geldim. Zira kıyafetlerine bakınca onlara da insan deniyordu. Soysuzlar ile kelam etmekten ve kötüye yakın olmaktan sakın!
KENDİ İSTEĞİMLE YAPTIĞIM YOLCULUK
Mali 1302 yılı Kasım ayının ilk haftasına rastlayan Salı günü (Kasım, 1886) sabahı merhum babam ve annemden canımdan ayrılır gibi vedalaşarak tarifi mümkün olmayan hazin bir duygunun kahredici pençesinde ezilerek Allah’ın izniyle Eğirdir’den yola çıktım. Sırasıyla Hamidabad, Ağlasun, İncirhanı, Sahraniç arası, Çubuk Boğazı ve Kırkgöz üzerinden Antalya’ya indim.
Birkaç gün sonra gelen İngiliz bayraklı “Antoni” adlı vapura bindim. Yolculuk esnasında Egenin sevimli adalarını, İzmir, Sultaniye Kalesi’ni seyrederek hilafetin saygıdeğer merkezine yirmi günde ulaştım. Daha önce herhangi bir seyahatim ve yolculuk deneyimim olmadığı için bir ön araştırma yapmadan bindiğim bu dilenci vapuru Ege Denizi’nde uğramadık iskele ve dolaşmadık ada bırakmadı. Antalya’dan İzmir’e on sekiz günde ulaşmıştım. İngilizlerin dünyayı utandıran açgözlülükleri yüzünden sabretmesi zor bu çile hayatta tattığım ilk zehirlerdendir.
HAMİDABAD
Kumsal bir ovanın kıyısında kurulu; batısı Burdur, güneydoğusu Ağlasun Dağları ile kaplıdır. Havası çok güzeldir. Manzarası keyifli, suyu bol, bağ ve bahçeleri geniştir. Zeki bir halkı olmakla beraber genellikle takı tutkunu, eğlenceye düşkündürler. Şehrin önde gelenleri dua peşinde aralıksız koşan ve zengin olmayanları ise çalışkandır. Çayırları ve tarlaları geniştir. Tarımsal faaliyetleri yolunda gitmektedir. Sanayisi ilerlemiştir. Hanları ve yapıları gayet düzenlidir. Sokak ve caddeleri de düzgündür. Gezinti alanları çim ve çilekler ile kaplıdır. Her tarafı Tebrizî denilen uzun boylu güzel ağaçlarla çevrilidir. Sancak merkezi olan mutlu ve refah içinde bir şehirdir.