Читать книгу Seyahatü'l Kübra (Karçınzade Süleyman Şükrü) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Seyahatü'l Kübra
Seyahatü'l Kübra
Оценить:

4

Полная версия:

Seyahatü'l Kübra

Eğirdir, Murat Hüdavendigar Gazi Hazretleri’nin ortaya koyduğu irade ile Osmanlı topraklarına katıldığı dönem bu bölgenin korunması için şehzade Yıldırım Bayezid Han Hazretleri görevlendirilmişti. Ardından Seydim Paşa, Mesihi Paşa ve bunlar gibi yüksek rütbeli devlet adamları bu vazifeye getirilmiştir. Bahsedilen bu durum şehrin önemini anlatmak için yeterlidir. Seydim Paşa’nın adı verilmiş olan mahallede kendi yaptırdığı cami ile Mesihi Paşa’nın Kubbeli Mahallesi’nde yaptırdığı İbtidaiye Okulu (ilkokul) adları geçen bu merhumların isimleriyle anılır ve şu an dahi hizmettedirler.

Selçuklu Devleti, İzmir Körfezi’nden Çin sınırına kadar uzanan büyük şehirlerde hükmünü icra eden bir saltanat iken köhne dünyanın tarihin her devrinde gösterdiği değişimlerin elinden kurtulamayıp, parçalanmış ve toprakları küçülerek Anadolu’nun güneyinde bir toprak parçası ile sınırlı kalmıştır. Haçlıların saldırıları neticesinde tamamıyla zayıflayan devlet nihayetinde parçalandığı dönemde toprakları, Alaiye taraflarından Karamanlılardan Yusuf Bey; Antalya çevresi Hamidoğullarından Yunus Beyzade Hızır Bey; Eğirdir, Yalvaç, Karaağaç, Isparta ve Burdur çevresi Dindar Beyzade İshak Bey; Afyonkarahisar çevresi Ebu İshak Bey’in kardeşi Mehmet Çelebi; Lâdik tarafları İnanç Bey; Milas tarafları Menteşeoğullarından Şecaattin, Larende kazası Karamanlılardan Bedreddin; Birgi tarafları Aydınoğullarından Mehmet Bey; Balıkesir sancağı Timur Han, Kastamonu bölgesi Süleyman Bey’in ellerindeydi. Fetret Dönemi’nde Eskişehir ve Bursa bölgesi de saltanatın kurucusu Gazi Sultan Osman Han Hazretleri’nin hükmü altındaydı.

Hicri 726 yılında memleketinden yola çıkarak başlatmış olduğu seyahatinde Anadolu’yu da ziyaret eden İbn Batuta’ya ait “Rıhlet-i İbn Batuta” adındaki Arapça seyahatnamesi Hindistan’dan Degân Haydarabad şehrinde iken Vezir Kütüphanesi’ni (Kütübhane-i Asefi) görmeye gittiğimde kütüphaneci tarafından verilen kitap isimleri arasında dikkatimi çekince talep edip okuma fırsatım oldu. Bu meşhur seyyah kitabında H 738 yılında Eğirdir’e geldiğini yazmaktadır. Geldiği zaman, Taşmedrese’de müderris olan Hacı Müslahiddin adındaki faziletli bir zatın yanında misafir olmuş. Bu şehri kendi hükümranlığına merkez edinen sultan ile görüşüp kendisinden memleketin o dönemki ahlak ve durumu hakkında bilgiler edinerek bunları kayda geçirdiğini yazmaktadır. Bahsettiği dönemde doğudan Cengiz, kuzeyden Hülagü, batıdan Haçlı hücumları birbirlerini takip etmektedir. Ayrıca Batı Asya’daki büyük devletler yıkılarak dünyanın dengesi tarumar olmuştur. Bu nedenle toprakların emniyet ve güvenliği sarsılmış ve vahşetler içinde fetretli dönemler senelerce devam etmiştir. Böylesi bir dönemde her kasaba kendisi sultan ilan eden zorbaların eline düşmüştü. Tarihçilerin Tavaifül Mülük olarak bahsettikleri ve özel bir fasıl olarak işaret ettikleri zulmün baş gösterdiği bu zaman diliminde Hamidâbad ve Burdur taraflarını elinde tutan Dündar Beyzade Ebu İshak Bey de kendisine sultan süsü vererek Eğirdir’i kendisine başkent yapmıştır. Diğer yandan İbn Batuta’nın yazdıklarına göre bu kişi gayet dindar ve mübarek kimsedir. Bu seyyahın Eğirdir’i ziyaretinden yirmi yıl sonra bu şehir Osmanlı Devleti’nin eline geçiyor.

IBN BATUTA’NIN EĞİRDİR HAKKINDAKİ YAZISI

Oradan Eğirdir’e yollandık. Kalabalık mı kalabalık bir şehir. Çarşıları şirin ve zengin. Şehrin çevresi ağaçlıktır. Her yanı bahçe. Orada suyu tatlı bir göl bulunuyor. Bu gölde dolaşan teknelerle iki günde Akşehir, Beyşehir gibi köy ve kasabalara gitmek mümkündür. Eğirdir’de Ulu Cami karşısındaki medreseye indik. Burada hocalık yapan Muslihiddîn, Mısır ve Suriye’de eğitim görmüş bir mollaydı. Bir süre de Irak’ta kalan Muslihiddîn gayet güzel ve akıcı Arapça konuşurdu. Zamanının önde gelen erdemli, nükteli ve bilgin insanlarındandı. Bize çok iltifat etti, mükemmel bir ev sahibiydi. Bu şehre hâkim olan Dündâr Beyin oğlu Ebû İshâk Bey, Anadolu’nun önde gelen hükümdarlarındandır. Babası hayattayken bir süre Mısır’da kalmış, hacca gitmiştir. Bu adam temiz kalpli, iyi huylu biridir. Âdeti üzere ikindi namazını her gün Ulu Cami’de kılardı. Namazdan sonra sırtını kıble yönündeki duvara dayar, önünde yüksek tahta bir peykeye kurulmuş hafızları dinlerdi. Hafızlar Mülk, Fetih ve Amme surelerini öyle güzel okurlardı ki onları dinlerken gönüller coşar, tüyler diken diken olur, gözlerden yaşlar boşalırdı. Sonra sarayına dönerdi hükümdar. Bu yılın ramazan ayını onun yanında geçirdik. Ramazan gecelerinde üzerinde minder veya döşek bulunmayan bir kilime oturur, büyücek bir yastığa yaslanırdı. Yanında fıkıh bilgini Muslihiddîn yer almaktaydı. Ben fıkıh bilgininin biraz ötesinde oturmaktaydım. Daha ötede ise beyliğin ileri gelen memur ve kumandanları oturmaktaydılar. Biz böyle otururken yemek getirilirdi; küçük tabaklara konmuş, şeker ve yağla ezilmiş, mercimekten yapılma tirit ilk servisti. Onlar “uğurlu olur” diyerek oruçlarını tiritle açarlar. Bu iftarlığın Peygamberimiz – Allah’ın selâmı ve rahmeti onu kuşatsın– tarafından diğer yemeklere tercih edildiğini ileri sürerek şöyle diyorlar: “Biz onun güzel âdetine uyarak yemeğe tiritle başlıyoruz!” Bunun arkasından öteki yemeklere geçerler. Ramazan ayının bütün geceleri böyledir. Yine ramazan günlerinden biriydi. Beyin çocuklarından biri öldü. Buralılar, Mısır ve Suriye ahalisinin yaptığı gibi ölüye feryadu figan etmezler, hele Lûr halkının hükümdar çocukları öldükten sonra yaptıkları işlerin hiçbirini yapmazlar. Bunu daha önce açıklamıştık. Cenaze gömüldükten sonra sultan ve medresedeki öğrenciler üç gün arka arkaya sabah namazını müteakiben mezarı ziyaret ettiler. İkinci gün halkla birlikte ben de merasime katılmıştım. Sultan beni yaya görünce hemen bir at gönderdi, özür diledi! Tören dönüşü medreseye varınca atı geri yolladım ama kabul etmedi. Şöyle dedi: “Onu sana emanet olarak vermedim, hediye verdim!” Bunun dışında bir kat elbise ve para verdi. Oradan Gölhisar’a yöneldik. Burası dört yanı suyla çevrili küçük bir kasabadır. Gölde bol miktarda kamış bulunuyor. Kasabanın tek bir yolu vardır; kamışlık ile suların arasında uzanır. Sadece bir atlının geçebileceği köprü gibi bir geçit! Kasaba, suyun ortasında yükselen bir tepe üzerine kurulmuş; ele geçirilmesi güç, sağlam bir kale görüntüsünde… Burada ahi yiğitlerinden birinin tekkesinde konakladık. 5

İbn Batuta’nın, tamamıyla gördüklerini kâğıda aktararak yaptığı bu açıklamalar da bize göstermektedir ki bir dönemler gayet varlıklı ve büyük bir ticari kapasitesi olması nedeniyle bu şehre Küçük Mısır denilmeye başlanmış. Fakat gafil halkımızın yabancı mallara rağbet etmeye başlamasından itibaren eski parlaklığı ve ününü hızlı bir şekilde kaybetmiştir. Mevcut hâlinde yüzün üzerinde ev ile üç bine yakın nüfusuyla dahi gayet refah içerisinde ve güzeldir.

Gölün sahilinden itibaren tatlı bir hâl içerisinde yükselen sevimli bayırların ve düzlükte bulunan yarımadanın üzerine kurulu mahallelerde büyük üç adet cami, iki minare, on iki mescit, iki medrese, kayıtlarında iki yüz on altı adet itibarlı kitap bulunan zengin bir kütüphane, altı ilkokul (İptidaiye), bir ortaokul (Rüştiye), bir hükûmet binası, bir posta ve telgrafhane, bir Mevlevi dergâhı, beş han, üç hamam, iki yüz yirmi beş dükkân, on iki çeşme ve biraz aralı olan “yazla” adında ruha ferahlık katan bir Askerî Hastane (Debboy-u Hümayun), ayrıca bir Ulu Cami, bir minare, bir şadırvan ve birçok çeşme, bir dergâh, çok güzel üç türbe, çeşit çeşit bahçeler ve göl tarafındaki aşağı yazlada eski dönemlerden kalma kâgir bir yapıda ve tasvir edilmesi çok zor değerli bir hangah, dört güzel türbe, kullanılmayan bir hamam mevcuttur. Yine birçok bağ ve bahçeler gibi zümrüt gibi yeşillikler içerisinde nezih gezinti alanları ve bu yerler ile şehri arasında bulunan Baba Sultan Veli Hazretleri’nin gönülleri süsleyen türbesiyle ile aynı bölgede bir dergâh, bir mescit ve durumu daha sonra açıklanacak ‘sakahane’ mevcuttur. Bunlarla birlikte Nis Adası’nda biri Müslüman, diğer Rum olmak üzere iki mahalle bulunmaktadır. Burada yaklaşık seksen hane, iki ulu cami, bir minare, bir mescit, bir türbe vardır. Ayrıca biri Müslümanlar diğeri gayrimüslimler için olmak üzere iki adet ilkokul vardır. Bir hamam olan bu yerde biri yeni yapılmış diğeri putperestlik döneminden kalma iki kilise bulunmaktadır. Barla ve Bavullu adlarında iki büyük nahiye ve otuz üç köyden ibarettir.

Mahsullerinden yaptıkları başlıca ihracat ürünleri şunlardır: hububat çeşitleri, tadı ve yiyimi güzel olan bal, tereyağının yüksek kalitede bir çeşidi, afyon, bal mumu, mazı, palamut, kitre, cehri, sumak, çam sakızı, çıra, her türlü kereste ve ahşap malzemeden yapılmış ziraat malzemeleri, kürek, tekne, çıkrık, şimşir kaşık ve kepçe, keçi kılı, yün, tiftik, çeşitli türde av derileri ile ham deriler, keçi, koyun, sığır, dayanıklı at, eşek ve bunlar gibi büyükbaş hayvanlar, demir ziraat aletleri, bakır ürünler, sahtiyan, kundura, çizme gibi ayakkabı ürünleri, saraç mamulleri ile her renk ve çeşitte alaca, sağlam bez ve yün (kıl) dokumalardır.

Başlıca ithalat ürünleri ise şunlardır: Demir, bakır, kalay, nişadır, çivid, topan ipliği6, pamuk, urgan, sicim, kahve, şeker, petrol gazı, sabun, kösele, parlak deri (sahtiyan), baharat ve attar ürünleri yanında inşaatlarda kullanılan her boyda çivi, Avrupa malı kırılacak cinste kap çanaklar (vayvay çanakları) ile dayanıksız ve göz kamaştırıcı süs eşyaları (kalp mamulatı).

İçerisinde barındırdığı gayet derecede gür ve geniş ormanlarındaki ağaç türleri şunlardır: Çam, ardıç, katran, kavak, meşe, karaağaç, şimşir, pınar, gürgen, çitlembik, kızılcık, mayhoş urumdutu ve akdut, ahlat, yabani armut, tepsi olarak tarif edilen güzel çiçekleri olan günlük ağacı ile çalı, tavşancıl, mersin ve dağ elması gibi birçok tür ve isimde ağaçlar mevcuttur.

Bu şehirde, doğuda bilinen otuz iki kısım küçük boyutlu sanayinin her sınıfına bağlı çok sayıda mahir usta ve eleman bulmak mümkündür. Dışarıya gönderilen kaliteli kereste ve hububat için kullanılan ana iskele Antalya iskelesiydi. Bu nedenle Afşar bölgesine kayıklarla getirilerek depolanan zahireleri bu iskeleye nakletme işinde kullanılmak için getirilen kafileler hâlindeki iri cüsseli Yörük develeri etrafı kaplar. Bu zamanlarda şehrin sokakları yürünülmesi imkânsız bir hâl alır. Bu sevkiyat işi kasım ortasından başlayarak mart sonuna kadar ciddi bir yoğunlukla devam etmektedir. Kereste sevkiyatı ise bahar aylarında Çiyil içerisinden hareketle Antalya Körfezi’ne dökülen Aksu Nehri üzerinden yapılır. Dokuma sanayinin evvelden beri ileri düzeyde olduğu bu şehirde ithal kumaşlara hiçbir zaman ihtiyaç duyulmaz. Fakat yerlilik anlayışı ve ülke menfaati ahlakından nasipsiz tüccarlarımız üç ayda bir İzmir’e giderler ve kazandıklarını oralardaki yabancı mağazalarda satılan çürük kumaşlara harcayarak bunları kumaşçı esnafın başına bela ederler. Yıllara meydan okuyarak eskimeyen ve solmayan yerli kumaşların piyasada dolaşımına engel olmaya devam etmektedirler.

Bu gafil tüccarlar, varlığı sayesinden geçimlerini sağlayıp kazanç elde ettikleri diyarın fakirliğe ve zillete uğraması gibi, yaşadığı bölgenin zararına yabancı tüccarlara hizmetkârlığı kendilerine iş zannetmektedirler. Bunlar, yabancı malları kullanma konusunda böylesi çok istekli olduklarından topladıkları paçavraları çaresiz fukaralara ulaştırmak amacıyla “Çiftçi iflah olursa âlem iflah olur.” atasözünü papağan gibi ağızlarına sakız edip sürekli söylüyorlar. Bilgiçlik tasladıkları ve kafa şişirdikleri zaman dahi “Sanat erbabı şerrinizden hele bir kurtulsun o zaman görürsünüz.” diye cevabını vererek bunları susturan kimse ortaya çıkmıyor. Fakat bunlardan yalnızca çiftçiler ürün almaz. Milletin bunca çaba ve mesai harcayarak ortaya çıkardıkları yerli servetimizi vatanda kıymetlendirecek olan diğer sınıfların ferahlığa ermesinden niçin faydalanmayı tercih etmiyorlar? Zarara uğramayı menfaat zanneden bu sersem tüccarlarımız yabancılara ait mağazalarda Avrupa mahsulü olduğunu bilseler dahi kendi çiftçimize dair iyi niyetli bir bakış açısından mahrum olduklarından sadece ellerindeki yabancı ürünleri satmaya odaklandıkları için çiftçimiz hakkında yarım ağızla söyledikleri bu teveccühün bir karşılığı olmadığından hiçbir şüphemiz olmasın. Yurduna ve milletine karşı erdem duygusunu yitirmenin bu derecesini yapmaktan utanmayan ahmaklara diğer milletler içinde bu zaman kadar şahit olunmamıştır.

Zahire, koyun, yağ, koyunyünü, bal ve bal mumu çok kârlı işler olmaması nedeniyle piyasanın durgunluğundan şikâyetçi olan köylümüzde bu durumun sebebinin yüklendikleri yabancı ürünler olduğunu, yerli malını kullanmadıkları için millette ticaret, memlekette servet ve esnafta güç kalmadığını akıl ederek gerçek değerini bilmedikleri değersiz yabancı mallara para harcamaktan kendileri alamamaktadır. Daha açık ifadeyle ticaretimizin mahvolmasına sebep olan bu o musibetleri yüksek fiyatlara almaktan asla vazgeçmezler. Esnafımız ve çiftçimizin hamiyetsizliği tüccarımızınkinden az değildir. Emeğimizi ve var olan tüm birikimlerimizi yabancıların eline veren bu iki sınıfın düşüncesizliğine memleketin önde gelenleri, varlıklı kişileri ve memurları da destek olmaktadırlar. Cenabıhak bizleri bu basiretsizlikten kurtarsın. Uyarı ve nasihatimizi merhametiyle uygulamaya konmasına imkân vererek huzur nasip etsin. Bu illetin ortadan kaldırılması için bir noktaya kadar çareler bulunabilir ve bu çareler de mevcuttur. Fakat kötü bir alışkanlığın terk edilmesi ve böylesi bir hastalığın çare bulması ancak hidayet ile mümkündür.

Her taraftan lezzetli suların fışkırdığı sık ormanlı dağlar, yeşillik ve çiçeklerle kaplı geniş meralar ve çok bereketli bölgenin ihtiyaçlarından ziyade geniş mezralar etrafında bol miktarda mevcuttur. En yakını en az bir buçuk saat sürmesi nedeniyle oralara yerleşim yapamayınca tarım yapmak, koyun beslemek ve hayvan beslemek bu kasabada mümkün değildir. Böyle olunca da burada yaşamayı talep edince burada sanatsız yaşama imkânı bulunmamaktadır. Meğerki elinde çiftliği ve kasabada ticarethanesi mevcut olsun.

Sahip olduğu harikulade güzelliğinden uzak duramadıkları için bu bölgenin doğasındaki baskınlık şehir halkını birer sanat sahibi olmaya itmiştir. Bu nedenle aralarında yeteneksiz ve sanatsız biri bulmak mümkün değildir. Sanatkârların çoğunluğu dokumacı, derici, demirci ve ayakkabıcı esnafını teşkil etmektedir. Her esnaf grubunun hususi bir yiğitbaşısı ve geneline bakan bir esnaf şeyhi vardır. Esnaflık düzeninin devamlılığı için bu reislere saygı göstermek, verdikleri emirleri yerine getirmek ve gerektiğinde verdikleri cezalara itiraz etmemek gereklidir. Nüfusunun yüzde doksanı sanatkâr olan bu şanslı memleketin tamamıyla bir fabrika görüntüsü vermektedir. Sanayi ile meşgul olan hiçbir sanatkâr gerek olmadıkça tezgâhını terk etmez. Umumi işler düzen içerisinde devam eder. Öyle ki şehrin kadınları dahi bir saat bile boş durmazlar ve tembel bir şekilde hayatlarını sürdürmeyi tercih etmezler. Dokumacılık ile uğraşan aileler icra ettikleri sanatın işlerini bir düzen içinde yürütmek için destek olurlar. Diğer işlere mensup olan kadınlar da gündelik işlerinden arta kalan zamanda çıkrık eğirmek olarak tarif ettikleri pamuktan ham iplik bükme ya da tentene, mendil ve çorap gibi işleri yaparak destek olurlar. İşlerin tatmin edici şekilde yolunda gittiği bahsettiğimiz bu rutin işler esnasında eskiden beri yılda birkaç gün ara vererek ferahlamak niyetiyle topluca gezintiye çıkmaktadırlar. Mukaddes bir görev olarak gördükleri işlerinin başından ancak önemli bir mesele olması durumunda ayrılırlar. Çalışma saatlerine sımsıkı sarılı olarak saniyelerini dahi heba etmezler. Her esnaf çırak7 olarak aldığı çocuğu derece derece sanatını öğreterek kalfa8 hâline getirdikten sonra ustalık ruhsatını vermek ve kendi ifadeleriyle peştamal kuşatmak için her yıl ilkbaharda yaptıkları yukarıda bahsedilen tatil esnasında kasabaya yarım saat mesafede çok güzel bir yer olan Sekibağ’daki gezinti yerinde (teferrücgâh) bir araya gelinir. Eskiden beri sanayisi çeşitli sınıflarına mensup kişilerin bu esnaf birliğine eksiksiz olarak üye olmaları şarttır. Birlik üyelerini ağırlamak maksadıyla gezinti yerinde kurulan büyük kazanlar içinde pişirilen yemekler et, pilav ve helvadan oluşur. Usul olarak bunların dışında bir yemek hazırlanmaz. Bu hizmet için harcanan tüm masrafları mezuniyet sonrası birer usta olarak mensup oldukları sanatı temsil edecek olan mezunlar karşılar.

İçlerinde maddi olarak durumları yeterli olamayanların paylarına düşen masrafları pir unvanıyla ruhsat vermekle onurlanan tarafından bereket olması maksadıyla karşılanarak temin edilir.

Esnaf teşkilatının mezuniyet törenlerinde kuşandıkları kıyafetleri çok ağırbaşlıdır. Bu faydalı insanlar diyanet, hamiyet, kanaat, sabır ve zindelik olarak ifade edilen seçkin huylarla kişiliklerini ve sıfatlarını süslerler. Bir araya gelerek şereflendirdikleri o ruhlara ferahlık veren sahrada ikindi namazını cemaatle kılarlar. Ardından heybetli ve gösterişli bir meclis kurarlar. Esnaf şeyhi olan ile sahip olduğu takva hasebiyle dua yapmak için özellikle davet edilen âlim zat en başta dururlar. Bunların sağ ve sollarından her sınıfın yiğitbaşları sıralanır. Ustalar da işlerinin cins ve mezhep gözetilmeksizin mezuniyet tarihleri ve sahip oldukları kıdem derecelerine göre bir tertip içerisinde sıra gibi kurdukları saflarda kendi yerlerini alırlar. Mükemmel bir düzende hepsi bir sükûnet ve saygı içerisinde diz üstü dururlar. Çoğunluğu münevver kalpli ihtiyarlar olan eli yüzü düzgün bu insanlar temiz kalpleri ve iyi niyetleri ile kurdukları bu meclisin mahiyetinin ne büyük derecede huzur verici ve kutsi olduğunu ancak tasavvuf nimetinden nasiplenmiş kişiler anlayabilir. Birbirlerine karşı besledikleri saygıyı, yücelik duygusunu, samimi derin muhabbeti, olağanüstü ve ruhani ulvi duyguyu harika bir sükûnet ve asillik ile sürdürmeyi bilen bu topluluk, başta oturan zatların tesirli cümlelerini idrak ederek ve kalplerinde hissederek dinlerler. Atalardan kalma belagatli sözleri dile getiren esnaf şeyhi ruhsat almaya hak kazananların isimlerini “Bu toplantıya vesile olanlar kimlerdir?” sorusunu yiğitbaşılarına sorarlar. Onlar da bu sual ardından sırayla ayağa kalkarak kendi sanatlarına mensup olup bu yıl mezuniyete hak kazananların isimlerini sırayla söylerler.

Bu sual ve cevabın ardından üzerine yine yiğitbaşılar tarafından yapılan işaret neticesinde ruhsat verecek ustaların ilk başta en kıdemlisi kalkıp yerinden hareket ederek meclisin konumlandığı meydanın ortasına geldikten sonra büyük bir saygı içerisinde beklemeye durur. Bu esnada elinde ipek bir peştamal bulunur. Ustanın sağ tarafında ona üç adım geride beklemekte olan esnaf çavuşu ruhsat alacak kalfayı ismi ile çağırır. Çağrılan bu kalfa çağımız medeniyetinin en mühim davranış tarzına uygun olarak makbul bir vaziyette meclisin hale gibi etrafını çevirdiği meydana girer. Burada ustasının karşısında eli göğsünde büyük bir hürmetle nezaketli bir şekilde ayakta bekler. Bu esnada ustası sesli bir şekilde söze başlayarak şöyle konuşur: “Sanatında tam olarak beceri elde edip kendi başına tezgâh açmak ve ustalık yapmak ruhsatını almaya hak kanmış olan filan kişinin bendesi bu kişidir.” Bu sözü duyan esnaf da hep bir ağızdan tek kelime olarak “Maşallah” duasını (gülbankını) tebrik olarak seslendirirler. Ardından mezun olan kişinin mensup olduğu sanatta ustalıklarıyla bilinen eski üstatlardan bir kaçı güya imtihan yapıyormuş gibi bazı sorular sorarlar. Cevaben aldıkları doğru yanıtlar sonucunda kendisine aferin, ustasına da övücü cümlelerle mukabelede bulunurlar.

Kendisine gösterilen bu teveccühten kaynaklı mutluluk ve gurur ile koltuğuna karpuz sığmayan usta, sağ tarafında üç adım ileride hürmet içerisinde bekleyen esnaf çavuşunun el üstünde tuttuğu peştamalı büyük bir hürmet ve ağırbaşlılık ile eline alır. Ardından “Esenler, evliyalar, pirler, şehitler ruhuna, peygamberler canına, salavat diyelim Muhammed’e.” cümlesini üç defa tekrarlar. Orada hazır bulunanlar da salavat ve selam nidalarını havada yankılatarak icra ederler. Bu esnada yapılan birçok manevi dua neticesinde sevincinden ağzı kulakların erişen kalfanın beline ustası besmele ile peştamal bağlar. Her taraftan “Mübarek olsun!” sedaları yükselir. Bu mezun kalfa öncelikle ustasının, sonrasında da esnaf şeyhinden başlayarak orada buluna âlim zat ile bütün ustaların ellerini öper ve karşılığında her birisinden “Berhurdar olasın!” cevabını alır. Bu fasıl nihayetinde arkasını dönmeden geriden geriye meclisten çekilerek en aşağıda diz üstüne oturur.

Bundan sonra ise duacı efendi tarafından Fatiha suresi okunur. Akabinde ise tafsilatlı bir dua yapıldıktan sonra mezuniyet töreni tamamlanmış olur. Bu şekilde bir tören ile mezun olmayanların bağımsız bir şekilde dükkân açıp tezgâh kuramaz, ancak başka bir ustanın yanında kalfalık yapabilirler. Babaları vefat etmiş olan usta çocukları ise miras kalan dükkân ve tezgâh kapanmasın diye isabetli bir düşünceye dayanarak bu konuda bir istisnaları söz konusudur. Ruhsat alma masraflarını karşılayamayan güçsüz durumdaki kalfaların izinleri bazı durumlarda bu gibi cemiyetler arasında gerçekleştirilir. Bu ağır durumu utanılacak bir şey olarak kabul etmelerinden dolayı çok az sayıda kalfa bunu kabul eder. Bu şekilde yapılan merasim tamamlandıktan sonra çimenliklere sarılan sofralar üzerinde hazırlanan yemekler yenir. Genç ve orta yaşlı olanlar ihtiyarlardan müsaade alarak bir sevinç gösterisi olarak eğlenceli faaliyetler yaparlar. Yaşları ileri olan ihtiyar kesim ise kendi aralarında ufak meclis halkaları kurup muhabbet ederler. Bu kutlama gece yarısına kadar devam ettirilir. Çünkü bu gibi merasimleri güneşin doğuşuna kadar sürdürmek bir eskiden beri devam ettirdikleri âdetlerindendir.

Mezuniyete dair yaptıkları toplantılarda esnaf dışına birilerinin bulunması kabul ettikleri kuralarla aykırı ise de şahsım memnuniyetle bir defasında tesadüfen katılıp şu güzel uygulamalarını hayranlıkla izleme fırsatı buldum. Evlerinde gece gündüz uğraş veren kadınlar da güldürümü, çıtlak ve seyir adıyla etkinlik yaparlar. İki defa Yazla adı verilen yere giderler; haziran sonunda daha önce bahsedilen Sekibeğ kırlığında toplanırlar ve eylül ayı içerisinde de Çiçeklikaya, Irmakkenarı ve Pınarpazarı adlı gezintilere çıkarlar. Böylelikle bu mevsimlerinin yalnız birer gününü çok güzel bir şekilde değerlendirirler.

Bu seyirlerin gerçekleştirildiği günlerde o yerlere hiçbir erkek uğrayamaz. Zira bu bölgenin etrafı yönetim ve ahali tarafından birlikte gönderilen yaşı ileri emin muhafızlar ile birkaç mil uzaktan gözetim altında tutulur.

Yılın bütün günlerini evinde meşgul geçirip ara sıra gerçekleşen düğünlerden başka birbirleriyle bir araya gelmeye imkân bulamayan bu zavallı kadınlar genel olarak buluştukları şenlikli günleri bu bahsedilen etkinliklerden ibarettir.

Kasabanın bağlarından 1 kilometre mesafedeki gölün güneydoğusunda Boğazova adlı güzel bölge bulunmaktadır. Kasaba halkının geneli ve hatta yönetim Rumi yılın 10 Eylül’ünde bağlara göçerler. Burada çok miktarda elde edilen üzümlerden pekmez, pestil, bandırma ve hevenk yaparlar. Ardından 7 Ekim’de de geri dönerler. Yönetim tarafından resmen ilan edilmedikçe ne bağa göçülebilir ne de şehre dönülebilir. Bu mevsimde kasabada bekçiler dışında kimse kalmaz. Nis adasından yaşayanların bağları gölün doğu sahilinde bulunan Eğerim Beli yakınındaki Karabağlar olarak adlandırılan ayrı bir bölgededir. Kasabalılar bağlarda bulundukları zaman günlük alışverişlerini Çaybaşı adı verilen yerde, haftalık alışverişlerini de haftanın ilk günü kurulan Pınarpazarı adlı ferah yerde yaparlar.

Kasaba halkı cuma namazı için de buraya gelirler. Çünkü büyük cami buradadır. Bağlarda bulundukları dönem ahali pazar günleri kurulan Pınarpazarı dışında cumartesileri kasaba içerisinde ayrıca kurulan Dernek pazarında da alışveriş yapar. Kasım mevsiminden sonra Antalya taraflarına göçen on iki kalem yani kabile Yörük aşiretinin Eğirdir’e yakın yaylalardan kışlaklarına dönüşleri ile aynı zamana denk geldiği için pazar yerine sürüler hâlinde sayılmayacak miktarda koyun gelir. En kaliteli etin okkası, yani dört yüz dirhemi, orman kasaplarında yaklaşık on paraya satın alınır. Sözün kısası bu gösterişsiz kasabada geçinebilecek kadar servet, çok güzel feyiz ve bereket ve insanların kalbinde gayet derecede güzellik bulunmaktadır. Hepsi hâlinden memnun ve şükür içerisinde, Allah yolunda vakarla mutlu bir şekilde hayat sürmektedirler. Alın teriyle kazandıkları varlıklarını boş yere sarf etmeden ağız tadıyla tüketirler. Güçleri yettiğince hayır hasenat yaparak İslami bir hayattan asla taviz vermezler. İçlerinde sanatı hor görüp beyefendi gözükmeye yeltenen hünersizlerden başka zaruret ve sefalete düşmüş hiçbir kimse mevcut değildir.

BOĞAZOVA’NIN ÖZELLİKLERİ

Cennet bahçesinin dünyadaki timsali olan bu iç açıcı alan gölün güneydoğu sahilinde konumlanmıştır. Uzunluğu 30 kilometre ve genişliği ise en dar yeri 4, en geniş yeri de 7 kilometreye kadar uzanmaktadır. Gölden taşan suların meydana getirdiği ırmak, ovanın kuzeybatısından geçerek Mücevre ve Maltaşı dolaylarından Tasmacı bölgesine ulaştıktan sonra doğu istikametine kıvrılarak Tepeli Çayırı kenarından akarak güney ucundan bulunan Kovada Gölü’ne dökülmektedir. Bunun dışında diğer bir çay da ovanın doğusundan başlayarak bu bölgenin ortasından geçer ve Cire Köprüsü yakınında bu ırmağa dâhil olur.

bannerbanner