Читать книгу Seyahatü'l Kübra (Karçınzade Süleyman Şükrü) онлайн бесплатно на Bookz (6-ая страница книги)
bannerbanner
Seyahatü'l Kübra
Seyahatü'l Kübra
Оценить:

4

Полная версия:

Seyahatü'l Kübra

Başlıca sanatları dericilik ile eski tarz ayakkabı, topuğunun altı nallı geniş ayakkabı, tabanı meşin olan sağlam mest, sarı mest ve çizmedir. Daha sonra bu mesleklere dokumacılık, dayanıklı ve süslemeli kilim, nakışlı seccade, derli toplu halı dokuması ve yetiştirdikleri gül bağlarından esans üretimi de eklenmiştir. Bu yeni sanatların üzerine iştiyakla eğilip kısa zamanda ilerleme katetmişlerdir.

Hele kadınların el işlerinde gösterdikleri doğal güzellik ve maharet sayesinde tamamen tiftik ile ördükleri kadın işi güllü çoraplardaki harika süslemeler ve zarafet çok değerlidir. Bu becerikli kadınların mahir ellerinden çıkan o güldeste çoraplar ile renk renk tomurcuklar kondurulmuş altın işi çevrelemeler, çeşitli şekillerde ve renklerde ibrişim kâseler, nadide oyalar, tezyin edilmiş danteller, gayet süslü perde saçakları, sevimli masa örtüleri… Bunlar çağımızın en meşhur sergilerine konulmaya ve iftihar edilerek sunulmaya layık sanat eserleridir. Çalışmalarının sonucu elde ettikleri yükselişi gördükçe yaşama zevkine ulaşan bu insanların kıyafet şekilleri Orta Çağ’ın son modasıdır.

Yeni modaya ve icatlara çok fazla ilgili değiller. Hatta beğenmezler. Millî kıyafetlerini giyindiklerinde kavmiyetçi taraftarlık denilen seçkin karakter vücut bulmaktadır. Bu gibi özgün bir libasa ve ziynete sahip olmanın kişiye kazandırdığı ayrı bir yücelik duygusu vardır. İşte bu insanlar bu özel inceliğin ufkuna sahiptirler. Maddi ve manevi güzelliği inkâr edilemeyecek olan millî kıyafetlerin bir intizam içerisindeki güzelliğini fark edemeyip, dışarının maskaralıktan ibaret gösteriş ve hayatını bir şey zannedip bukalemun gibi renkten renge giren ufuksuz müsrife kadınlar! Eskiye takılı kalmak ancak ilim ve fennin ilerlemesi karşısından ilgisiz kalınırsa ayıplanabilineceğini anlamalılar.

Aydın olmanın ve bilimin vasıtası ve eğitim ve kemale ermenin istikameti, ilerlemenin yolu bilginin artması ve sanatın canlandırılmasıdır. Diğer yandan da servet kazandıran ve şeref ve mutluluk getiren faydalı ve itibarlı uğraşları bazı anlamsız gösterişe, millî âdetlerimize uygun düşmeyen ve tamamıyla yabancı ve gülünç hâle dönüşüp tavus kuşuna benzer mahiyette bir övünçmüş gibi serseri bir şekilde dolaşmak, bilginin ve irfanın bir göstergesi değildir. Bu ancak görgüsüzlük eseri, utanılacak ve ayıplanacak bir sefaletin göstergesidir. Evleri çok akıllı ve bahtiyar ailelere ait olması nedeniyle mutlu olan erkeklerin giyim tarzları ise beş farklı şekildedir.

İtibarlı memurlar mülkiye kıyafeti giyinirler.

Orta hâlliler elfiye biçimi şalvar ve her türlü yerli kumaştan dikilmiş atlet (zıbın), üzerine ipekli yelek ve üstüne de yakasız kollu yelek (mintan) ve zarif bir abdestlik giyinirler. Başlarındaki fese ise hafif bir sarık sararlar.

Dükkânında ufak tefek şeyler satan ve çalıştığından başka geliri olmayan esnaf kısmı ise mavi çuha kumaştan ya da kahve veya kestane renklerinde menevrek yününden yapılmış aynı şalvar, alaca ya da çitari ve basma kumaştan dikilme zıbın ve üzerine de şayak yapımı sako giyinirler. Bellerine de Acem şalı bağlarlar. Şehrin kenarından bulunan Dere Mahallesi sakini olan ve dericilik ve mutaflık ile meşgul olan olanların kıyafetleri Aydın tarafları biçimindedir.

Rumlardan olan delikanlılar ise ağ tarafı paçasından uzun siyah pantolon, konç tarafı uzun çorap ve sivri ökçeli fotin ayakkabı; başlarına Osmanlı fesi, sırtlarına süslü zıbın ile işlemeli yelek, üzerine de kısa ceket ya da palto giyinirler.

Arazilerde yoğun bir şekilde yetişen karnıkara börülce adı verilen lobya ile fasulye, kum darı, nohut, çavdar, buğday ve arpa yetişmektedir. Sebzelerden ise bamya, patlıcan, domates, patates, pırasa ve kabak mevcuttur.

Meyvelerden de sultani kiraz, küçük boyutlu ama rengi ve kokusu çok güzel kış elması, her tür erik, armut, yemesi güzel, şırası bol ve kabuğu ince üzüm çeşitleri, tatlı ve acı iki tür sert badem, biraz kestane ve kayısı yetişmektedir. Ot cinsi olarak hayvanlara özel olarak çiçekli yonca ve birsim bulunmaktadır.

Sınırları içerisinde bulunan Bor köyünde çıkan bir tür yeşil renk armudun taneleri yüz dirhemden dört yüz dirheme kadar alıcı bulmaktadır. Bu kadar iri olmasına rağmen kabuğu incedir.

İçinde bulunan üç-dört ufak çekirdekten başka eşiği ve hatta posası bile çıkmamaktadır. Tam anlamıyla lezzetli ve kokulu şekerli sudan ibarettir. Dondurma gibi insanın ağzında erimektedir.

Tenleri beyaz ve şeffaf yanakları elma gibi kırmızı ve renkli olan Ispartalılar boy boslu yakışıklı ve güzel yüzlüdürler. Barındıkları evleri basit olsa da sağlık açısından uygun ve kullanışlı yerlerdir. Sokakları temiz, çarşı ve pazarı çok güzel ve her şey bulunabilmektedir. Çok lezzetli ve kaliteli olan suyundan dişleri karartma özelliği olduğundan herkesin dişleri siyahtır.

Kömür tozunu ya da ateşte yakılıp dövülerek un hâline getirilen kemik külünü misvak ile dişlerini sürüp devam etseler cezbedici güzelliklerini gölgeleyen bu geçici duruma zaman içinde önlem almış olacaklar.

Şehrin konumu düz, fakat arazi yüksektir. Havası serin ve kışı serttir. Bu nedenle vücudu ısıtan gıda maddelerini yemekten hiç çekinmezler.

Şehrin varlıklı olanları nefis yemeklere çok meraklıdır. Her ne kadar hazmı kolay yemek çeşitlerine alışkın iseler de fukara kısmının yediği yemek çoğunlukla lobyadır.

Dağları sarı kumdan taşlaşmış köfke olması ve orman bulunmaması nedeniyle yakacak pahalıdır. Aşçı, fırıncı ve kebapçı esnafı işlerinde çok becerikli olmakla beraber temiz giyinişli güzel adamlardır. Son derece özen göstererek pişirdikleri yemekler afiyetle yenir. Kabûne tabir edilen bir tür etli pilav ile kaymaklı kadayıf bölge aşçılarının kendilerine has yemeklerindedir.

Eski Yunanlılar döneminde Herküllülerin yaptıkları Truva savaşından sonra ve MÖ 1184’te Mora Yarımadası’nın Mesine, Sparta, Ağros ve Amanos kasabalarından Anadolu’ya göçen Rumlar içerisinde; Spartalılar bu bölgeye, Argoslular terk edilmiş Ağras köyünün bulunduğu mahalleye, Mesineliler Eğirdir yakınlarındaki Sevinçbey ovasındaki Mislinler beline ve Amanoslar da yine Eğirdir sınırlarında ve şu an Anamas Ortası olarak bilinen araziye yerleşmişlerdir. Toplulukların her biri yerleşip inşa ettikleri köylere eski topraklarından isimler koymuşlardır.

Roma tarihçilerinden Strabon’un “Afriçya toplulukları tamamıyla Avrupa kökenlidir.” diye yaptığı cahilce iddiası delil olarak sunduğu şey bu bir avuç Rum’dur. Söz konusu göçmenlerin bu bölgeye verdikleri ilk isim olan “Sprat” zaman içerisinde Anadolu insanının her kelimesi elif ile anması nedeniyle “Ispart” kelimesine dönüşmüştür. Selçuklu sancak beylerinden Hamid Bey’in hayatı boyunca bir kere ziyaret ettiği ve kasaba şeklinde olduğu için Hamid Şehri adını almıştır. Güçlü Osmanlı Devleti’ne geçmesinden sonra ve yakın döneme kadar bu isim kullanılmıştır. Şehrin sonradan elde ettiği gelişme ve bayındırlık üzerine isimi bu zatın ismine “Hamid Âbâd” adı verilmiştir. Sınırları: doğusunda 30 kilometre mesafede bulunan ve yüzyıllarca bağlı bulunduğu kadim Eğirdir ile birlikte Yalvaç, Karaağaç kasabaları ve Gönen ve Geçiborlu köyleridir.

Doğrudan kendisine bağlı on iki köy bulunmaktadır. Buna bağlı olarak 4,274 hane ve 13.152 nüfusludur. Konya’nın yaklaşık olarak 184 kilometre batısındadır. Bu ferah şehir, güneyden kuzeye doğru akan çok güzel bir akarsuyun sahiline kuruludur. Şehirde üç katlı yüksek ve süslü bir hükûmet konağı vardır. Bu yapının önünde ise Zümrüt yeşilliğinde ve genişçe bir talim yeri bulunan çok büyük bir kışla ve askerî depo bulunmaktadır. Civarında ise Posta ve Telgraf Müdürlüğü, birer Ziraat Bankası ve Osmanlı Bankası şubesi, eğitimi çok iyi derecede olan bir Rüştiye Mektebi, birkaç ilkokul, yedi medrese, altı yüz cilt Arapça kitabı bulunan bir kütüphane, mahir doktorların toplandığı bir uygulama merkezi, on cami ve mescit, sekiz Rum kilisesi, bir Ermeni kilisesi, yedi han, yedi hamam, sekiz yüz yetmiş altı dükkân ve mağaza bulunmaktadır. Şehrin kıyısından geçen akarsudan birkaç su kanalı ile alınan berrak sular sokaklara iki taraflı yapılan düzenli suyollarında çok güzel bir ahenk katarak akarlar. Ovanın en verimli köyü İslamköy, Ağras, Göndürle, her biri aşağı ve yukarı olarak ikiye ayrılan Findos ve Ali köyleri civarıdır.

AĞROS KÖYÜ (TERK EDİLMİŞ)

Ağras köyü, Toros Dağları’nın Akşehir’den ayrılarak Afyonkarahisar üzerinden Aydın topraklarına kadar uzayan Gelinci Dağı kısmı eteğinde bulunmaktadır. Kendisinden 10 kilometre uzaklıktaki il merkezine göre tarihî eser çeşitliği ve konumun güzelliği anlamında daha üstün ve muntazam bir yerdir.

Ağraslılar Samsun’dan daha kaliteli ve yılda yüz yirmi 5 bin kilo civarında içimi güzel ve kokusu hoş türün yetiştirirler. Buna rağmen kendi aralarında bir şirket kurup Mısır, Sudan, Hindistan, Siyam, Cava, Çin ve Japonya taraflarına bu ürünleri göndererek bu mütemadi işlerinin karşılığını hakkıyla almayı düşünmezler.

AĞLASUN KÖYÜ

Ağlasun kazası İncirli ile birlikte bağlı oldukları Burdur sancağının dört saat güneyi batısındadır. Isparta’nın güneyinde olup kendi adıyla anılan boğazdan geçerek üç fersah mesafedeki yeşil bir dere içerisindedir. Ağlasun yüz doksan haneli ve yedi yüz yetmiş beş nüfusludur. İncirli ile birlikte yirmi beş köy ve dokuz yüz yirmi üç hane ve üç bin beş yüz nüfusa sahiptir. “Sağlassun” (Sagalassos) adı verilen antik bir şehrin enkazı üzerine kuruludur. Bu nedenle etrafı tarihî eserlerle doludur. Bu kazanın merkezinde sağlam bir ulu cami, birkaç mescit ve iki ilkokul ve büyükçe bir hükûmet konağı mevcuttur. Eğirdir Gölü’ne akan eflatun kaynak suyunu teşkil eden Aksu Nehri’nin bir kolu bu kasabanın içinden geçmektedir. Bu nedenle her tarafı bağ ve bostanla kaplıdır. Ziraat ve ticarete çok meraklıdırlar. Çalışkan ve misafirperverdirler. Ağlasunlular Isparta, Burdur ve Antalya pazarlarına düzenli bir şekilde gidip kiralama yoluyla yer katılırlar. Son derece verimli topraklarında her çeşit hububat ile birlikte ceviz, badem, üzüm, incir gibi meyveler bolca bulunur. Halkı huzur ve refah içerisinde yaşamaktadır.

İNCİR VE SUSUZ HANLARI

Bu çifte hanlar Ağlasun kasabası sınırlarını yarısını içine alan uzun derenin Acıbadem ovasına bakan ağzındadırlar. Aralarında beş dakika mesafe bulunmaktadır. İncirli köyüne yakındır ve manzaraları çok güzeldir. Selçuklulardan bugüne kalan değerli eserlerdendirler.

1 metreye 70 santimetre ebadında kesme taşlardan yapılmıştır. Bu insanda hayret uyandıran yapıların yapımına Melikşah döneminde başlanmış ve Kılıçaslan döneminin ortasına kadar devam etmiştir. Burası bölgenin emniyet ve huzurunu sağlayan atlı bölüğüne özel yaptırılmıştır. Zaman içerisinde sularının kuruması nedeniyle adı Susuz Han olarak adlandırılan yapı tamamlanmıştır. Fakat büyük bir kısmı tamamlanan İncir Han’ın doğu tarafı Haçlıların eşkıyalıkları döneminde akim bırakılmıştır. Bu nedenle yontulmuş büyük taşlar ve kapanmak üzere olan yüksek kemerlerin çevresinde serpilmiş durumdadır. İncir Han’ın mevkisi şehir ve kasabalardan ana yolarla uzak sapa köylerin arasındadır. Bu nedenle haftada bir kere açık pazar kurulur. Çok eski dönemden beri devam eden bu pazara kimse üzerinde para ile gelemez. Değiş tokuş ile alışveriş yapılan bu açık pazara köylüler yağ, bal, yumurta, zahire, keçi, koyun, karasığır ile manda ve av derileri gibi önemli şeyler getirirler; Isparta ve Burdur’un pazarcı kumaşçıları da yerli ve yabancı ürünler ile “komşu çatlatan” olarak tabir edilen solgun renkli basmalar getiriler. Buradan bir saat uzaklıkta doğuya doğru gidilince kadim üzüm bağları ve eski ağaçlar ile kaplı toprağı güçlü bir doğa içerisinde olan akarsuyu olmasa da yağmuru bol verimli yeşil bir düzlüğe girilir. Buraya Selçuklu sultanları tarafından birkaç büyük sarnıç yaptırılmıştır. Bu nedenle buraya “Sahrinç bağ arası” denilmektedir. Bu geniş arazi geniş Çubuk Boğazı’na kadar devam etmektedir. Her tarafı sımsıkı ormanlarla kaplı bu korku veren boğazın uzunluğu Kırkgöz’e doğru yukarıdan aşağı doğru iki saatten fazla sürmektedir. Bağların bulunduğu yerdeki verimli arazinin pınarlarını toprağı altına çeken ve var olan bütün suyunu kutun bu dehşet verici boğazda da sarnıçlar mevcuttur. Bahar yağmurlarıyla birlikte bu su depolarına biriken doğru yol alarak biriken suların ağır tadı bu bölgede çok zengin kükürt madeni bulunduğunun göstergesidir. Padişahımızın destekleri ile Antalya ve Burdur arasında sonradan uzatılan şose yol (çakıllı yol) bu boğazdan geçirilmiştir. Bu sayede geliş ve gidişlerin gerçek manada kolaylaştığını yapmış olduğum ikinci yolculukta bizzat kendim tespit ettim. Cenabı Allah güçlü Padişahımız hazretlerinin ömür ve saygınlığını artırsın. Âmin.

KIRKGÖZ

Kırkgöz Köprüsü, cehennemin vebal deresine benzeyen korkunç Çubuk Boğazı’nı geçtikten sonra Antalya’ya bir saat mesafeye kadar uzayan yol boyunca etraf yabani zeytin, keçiboynuzu ve sinameki gibi faydalı bitki çeşitleri sımsıkı kaplı olan ve dereleri ve tatlı su gibi pınarları fazlasıyla bol olan bu büyük ovanın girişinde bulunmaktadır. Yaklaşık 600 metre uzunluğundadır.

Boğazın ağzından başlayıp bataklığın sonuna kadar devam eden bu kâgir köprü üzerinde yüzden fazla göz bulunmaktadır. Kemerlerinin genişliği en ve boydan 4’er metredir. Kemerler arasındaki dubaların genişliği 1 ila 3 metre arasındadır değişmektedir. Bu kadar uzun olmasına rağmen genişliği 5 metreyi geçmez. Bu uzun köprünün yaklaşık ortasında bulunan yerde çok güzel bir kontrol karakolu bulunmaktadır. Eğirdir, Isparta ve Burdur yönlerinde bulunan derin kuyular durmak bilmez iştahları ile içlerine çektikleri suları çok yüksek sesler çıkararak bu araziye pompalarlar. Bu nedenle ovayı göle dönüştürmüşler. Buraya Kırkgöz denilmesinin sebebi ya kaynakların bol olmasından ya da bu köprünün ilk hâlinin kısa ve kırk göz hâlinde yapılmış olmasından olsa gerekir.

Burada, boğazın ağzı ile köprünün başlangıcı arasında kalan yakın mesafeye beş dakika uzaklıkta düz ve bataklık bir alanda eskilerden kalma kâgir ve muntazam bir bina mevcuttur. Fakat şu an terk edilmiş bir hâldedir. Kapısının üstündeki kulelere ve gözetleme siperlerine bakılacak olursa dönemin köprü muhafızlarına özel olduğu anlaşılmaktadır. Genişliği Kırkgöz’den Antalya’ya altı saat mesafede ve uzunluğu ise Milas’tan İçel Dağları’na kadar haftalarca süren bu cennet gibi ovada kimse yaşamamaktadır. Her tarafı tamamıyla yabani zeytin ve keçiboynuzu gibi bitkilerle kaplıdır. Keçi, sığır ve deve otlatmak için dağlarda gezinen Antalya Yörüklerinin her köşesi zeytin ağaçlarıyla dolu bu eşsiz toprağın kıymetini bilmemektedirler. Bu, Gözmenleri Yerleştirme İdaresi’ne bir duyurudur.

ANTALYA

Bergaman (Pergamon) Kralı II. Attalos tarafından Antik Pamfilya limanı üzerine kurulu olan üç bin iki yüz altmış sekiz haneli ve sekiz bin nüfuslu çok güzel bir sancak merkezidir. Elmalı, Alanya, Akseki ve Kaş kazaları ile birlikte beş yüz kırk dokuz adet köy, sınırları içinde bulunmaktadır. Deniz seviyesine yetmiş beş adım yükseklikteki güçlü kalesinin surları içerisinde ve etrafında altmış üç cami ve mescit, bir Mevlevi dergâhı, elli yedi ilkokul ve medrese, bir rüştiye mektebi bir idadi mektebi, yedi Rum ve bir Ermeni kilisesi, bir de Yahudi havrası, üç hamam, yüz otuz bir ambar ve han ve altı yüz dükkân bulunmaktadır. Osmanlı’nın Mısır, Beyrut, Adana ve Akdeniz Adaları vilayetleri ile birlikte Girit ve Kıbrıs adaları ile ticari ilişkileri vardır.

İhracat ürünleri başlıca zahire, yün, afyon, ahşap, tuz, yük ve süt hayvanları ile birlikte katran, bal mumu, keçiboynuzu ve kaliteli yağ ve sahtiyan, kösele, gön ve ham derilerdir.

İthalat olarak ise sabun, şeker, kahve, halat, demir, çuha ve çit gibi malzemelerdir. İthalatı diğer iskelelere göre hamdolsun çok azdır. Bu üstünlüğün sebebi gözü açık halkının yerli kumaşlara ilgi duymasıdır. Cenabı Allah büyük Osmanlı topraklarının diğer bölgelerinde oturan vatandaşlarımızı da gafletten uyandırsın.

Antalya, Abbasi halifesi Harun Reşit dönemine denk gelen Miladi 792 ve Hicri 170 yılında Müslümanların eline geçmiştir. Haçlıların lanetine uğradığı MS 1147 yılında kendini savunacak yeterli gücü olmadığı için Fransa Kralı VII. Lui tarafından kuşatılarak ele geçirilmiştir. Rim Papa’nın kovalaması sonucu yollarda sürünen bu kral en sonunda Mısır’da esir olacağını düşünememiş ve düzensiz ordusu ile buradan gemiler üzerinde denizden Antakya’ya ulaşmıştır. Antalya kalesinin Fransızlar tarafından kuşatılacağı haberi Konya’ya ulaşır ulaşmaz derhâl buraya yeterli güç gönderilir. Aslanlar gibi mücadele neticesinde birkaç gün içinde kale geri alınan bu kalenin Osmanlı Devleti’ne dâhil edilmesi Selçuklu sonrası sancak beylerinden Hızır Bey eliyle Hicri 7. yüzyılda gerçekleşmiştir.

Başlıca ürünleri buğday, susam yağı, zeytinyağı, keçiboynuzu, şeker kamışı, çeşitli limonlar, büyük ebatlı kaliteli nar ve portakaldır. Sıcak ve ılıman iklimli topraklarda yetişen bütün meyve çeşitleri mevcuttur. Bununla birlikte kaliteli tereyağı, yün, ipek ve keten gibi dokuma ürünleri ve sahtiyan, gön ve kösele deri çeşitleri bulunmaktadır.

Şehrin doğusunda sur dışında bulunan Yenikapı tarafı şehrin en varlıklı ve güzel mahallelerinden biridir. Kalenin batıya bakan uçurumu kenarında bulunan çarşının dağ gibi yüksek duvarından Sultan Mahmud-u Adlî’nin tuğrası vardır. Buna göre yakın zamanda yenilendiği anlaşılmaktadır. Antalya’ya Cumartesi sabahı ulaştım. Ardından pazartesi ikindi vaktinden sonra gelen “Antoni” adı verilen İngiliz vapuruna binerek İstanbul’a doğru harekete geçtim. Antalya’dan geçtiğim esnada telgraf müdürü Nişli merhum Süleyman Efendi, Müfettiş Zeki Bey, Mutasarrıf Turhan Bey ve şehrin muteber şahsiyetlerinden Vapur İşletme İdaresi acentesi Abdi Bey ile yine önde gelen kişilerden Cemal Bey henüz hayattaydılar.

Bölgenin varlıklı insanları mayıs ayı ortasında yaylalarındaki çiftliklerine göçerler. Eylül ayı sonunda da geri dönerler. Cüsseli develeri ziller ile donatıp, ön devesinin üzerinde kös ve nakkareler çaldırarak yazlık evlere gidiş ve dönüş anları çok güzel seyirlik bir olaydır.

Bu memlekette ilk defa kasımın onuncu gününden son gününe kadar deve güreştirme merakına tanık oldum.

RODOS

Güneşin batışına bir saat kala Antalya limanında hareket eden gemi Adrasan Burnu’nu dört buçuk saatte geçti. Ardından Salı günü kuşluk vakti Rodos’a ulaştı.

Rodos Adası,Akdeniz Adaları vilayeti içerisinde konumun güzelliği, havasının tatlılığı ve bayındırlığı bakımından diğer yirmi dört adaya nispeten üstündür. Uzunluğu 40 mil, genişliği 15 mil ve çevresi 120 mildir. Adanın merkezi 5 bin nüfuslu olup tamamı ise 20 bin nüfusludur. Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye’nin Şam valiliği ele geçirilmiştir. Birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkan Haçlıların eşkıyaların kalıntısı şövalyeler tarafından istila edilmiştir. Daha sonra ise Osmanlı Saltanatının iftihar edilen sultanı Kanuni Sultan Süleyman hazretlerinin fethetme arzusu üzerine tekrar İslam topraklarına katılmıştır.

Bu güzel ada ile Anadolu sahili arasındaki uzaklık 8 mildir. Limon, turunç, portakal ve muz gibi faydalı ağaçların varlığı ile ormanlaşan hoş toprakları üzerine devasa saraylar ve güzel manzaralı köşkler ile çevrili eğlence sahilinin adı Kumburnu’dur. Burası şehrin en özel gezinti ve dinlenme alanıdır.

Liman, Padişahımızın emri üzere büyük toplarla güçlendirilmiştir. Adalar Denizi’ni seyir için gönderilen Osmanlı savaş gemileri güçlü merkezidir. Vapur çok fazla beklemediği için bu güzel yerde bir saatten fazla kalamadım.

ŞİRA

Şira Eski Rumların Hermapolis dedikleri yerdir. Yunan devletine bağlı Siklat Adaları’nın en büyüğüdür. Arazisi kurak ve tamamen taşlıktır.

Bir miktar üzüm, incir ve zeytin hasılatı elde edilen adada az miktarda buğday ve benzeri hububat yetişmektedir. Öyle ki bunlar adanın ihtiyaç duyduğu miktarın sekizde biri bile değildir. Halkının bir kısmı deniz süngerciliği, balıkçılık ve gemicilik yaparak kıt kanaat geçimini sağlamaktadır. Çoğunluğu ise ülkenin çeşitli bölgelerine giderek bakkallık, kahvecilik, meyhanecilik gibi işlerden geçinmektedirler.

Adada, Mısır’dan ithal edilen şeker ile lokumun en meşhuru yapılmaktadır. Gezinmek maksadıyla çıktığım yolda çocukların “Turkus, Turkus!” diye şamata çıkararak arkama düştüler. Bunu gören polis bu terbiyesizleri çil yavrusu gibi dağıttı. Şehrin limanı, konumu, yapıları ve sokakları çok güzeldir. Fakat vardığım zamandan bir sene önce gerçekleşen deprem nedeniyle çoğu yıkılmıştır. Bu yıkıntılardan kaynaklı enkaz yığınları insana kasvet vermektedir.

Osmanlı tebaası içerisinde ne kadar kanlı, ipsiz, uğursuz ve hırsız var ise bu adada toplanıp ömürlerini sefalet ve miskinlik içinde geçirmektedirler. Adanın yerlisinin bile iş ve yiyecek bulamadığı bu bereketsiz adada bunlar gibi sefillerin ne derece aç ve üst başsız yaşadıklarını açıklamaya gerek yoktur. Sevimli bir bayırın göğsüne kurulan bu memlekette akarsu ve göze bulunmamaktadır. Bu nedenle ev yapmak isteyenler evlerinin ihtiyacı için en az sekiz ay yetişecek kadar suyu içine alabilecek bir su kuyusu yapmadıkları sürece hükûmetten izin alamamaktalar.

SİSAM

İzmir’in elli mil güneyinde bulunan ve altmış bin nüfuslu taşlık bir adadır. Osmanlı Devleti’ne bağlı sancakların en küçüğüdür. Anadolu sahilindeki Kuşadası adı verilen liman ile arasında yaklaşık dört mil mesafe bulunmaktadır. Antik Yunan filozoflarından meşhur Pisagor’un doğum yeridir. Bu güzel adanın havası sağlam ve etrafı üzüm, incir zeytin ve benzeri ağaçlarla doludur. Yer altında altın ve gümüş madenleri bolca mevcuttur. Arazisi taşlık olması nedeniyle ziraat neredeyse yok gibidir. Bindiğim vapurun adanın meşhur iskelesi ve sancak merkezi olan Vati’ye vardığında bir gün bir gece konaklaması nedeniyle dışarı çıkarak birkaç saat etrafı dolaştım.

İZMİR

İstanbul’un 430 kilometre güneybatısında ve Pagos Dağı’nın (Kadife Dağı) kuzeyindedir. MÖ 900 senesinde dünyaya gelen Yunanlı meşhur şair “Homeros”un doğum yeri olarak da bilinir. Bu büyük liman depremler ile yangın ve savaş gibi çeştili musibetler nedeniyle on defa harap hâle gelmiştir. Buna rağmen tekrar parlayarak günümüzün iki yüz yirmi bin nüfuslu en varlıklı şehirlerindendir. Bu durum hazreti ticaretin kerametini göstermeye yeterlidir.

Küçük Firicya kralı “Tantal oğlu Bilibus” tarafından MÖ 1010 tarihinde kurulmuştur. Bu zengin şehrin körfez uzunluğu 50 kilometre ve genişliği ise 20 kilometrededir. Güneyinde Mimas Dağı, doğusunda Pagos Dağı ve kuzeyinde Spil Dağı ile çevrilidir.

Kuzeye bakan limanının batısında “Hamidiye” istihkâmı vardır. Şehrin sırtına düşen Pagos Dağı üzerinde yani güneydoğu tarafındaki yüksek tepede bulunan eski Kadifekale yakınında bunun gibi kapsamlı müdafaa istihkâmı bulunmaktadır. Bunlar da zengin bir ticareti merkezindeki göz alıcılığa ayrı bir heybet katmaktadır. Kadim ismi “Simir” iken eski yunanlar tarafından “Zimirni” ye çevrilmiştir. Sonraları “İzmir” denilmeye başlanmıştır. Bu ticaret merkezinde on altı matbaa mevcuttur. Çeşitli dillerde günlük ya da haftalık olarak çıkarılan yirmiye yakın sayıda gazete bulunmaktadır. Bu durumu eğitim seviyesinin ne derece yüksek olduğunu göstermektedir. Gümrük idaresinin kayıt defterinde sevinçle gördüğüm üzere senede 500 bin tonluk yabancı gemisi yanaşmakta ve bu sayede iki yüz elli milyon franklık bir alım satım gerçekleşmektedir.

İzmir için, yalnızca tarımsal geliri yedi yüz seksen iki milyon kuruşu aşan verimli Aydın topraklarının ana iskelesidir demekten daha ziyade bir övgü ve açık ifade olamaz.

ÇANAKKALE VE GELİBOLU

Osmanlı topçuları ve deniz kuvvetlerine heybetli birer ordugâh olmaları sebebiyle durumları herkesi mutlu eden bu iki önemli askerî şehrin limanında vapurumuz çok fazla durmadı. Bu nedenle dışarı çıkamadan gemi üzerinden güzel manzaralarını severek seyrettim. İslam’ın ezici gücünden çok çekindikleri için var olan tüm şeytani siyasetlerini yok edilmemiz uğurunda sarf eden din düşmanları, Kale-i Sultani’ye için “Dünyanın en büyük istihkâmı.” ifadesini kullanırlar. Bu limanda bir saat durduktan sonra çapasını alıp yola koyuldu ve aslan önünden koyun sürüsü geçer gibi mütevazı bir şekilde boğaza sokuldu. Ege Denizi’ne açılan ağzından Marmaris’in başlangıç noktasına kadarki uzunluğu beş saat ve genişliği ise 2 ila 5 kilometre arasındadır. Cihanın kıskançlık duyduğu bu boğazın Asya ve Avrupa taraflarındaki sahillerini çevreleyen dağlara, bayırlara ve tepelere baştan başa inşa edilen istihkâmlar Marmaris’in başlangıcındaki Gelibolu Limanı’na kadar uzamaktadır. Vapurumuz Ege Denizi’nin kuzeyinde bulunan Bozcaada istihkâmları önünden geçtikten sonra boğaza sokulmasıyla birlikte Avrupa tarafında sırasıyla Seddülbahir, Kumkale ve Şahinkale; Asya tarafında ise Kilidbahir ve Kale-i Sultaniye kaleleri ve büyük istihkâm yerleri vardır. Bunların arasında demir atmış olan haşmetli Osmanlı gemileri de geçilmez ayrı bir set meydana getirmiştir. Bu kahredici ezici kuvvet düşmana korku müminlere sevinç yaşatır. Düşmanı titreten, Müslüman’ı ferahlatan bu müthiş kale ve istihkâmlar ile aralarında bulunan dağ gibi zırhlıda mevzilenmiş heybetli ve seçkin topları aslanlar gibi nara atan binlerce her bakımdan iftiharla seyrettik. Böylece İzmir’den hareketimin ikinci günü kuşluk vaktinde hilafetin büyük merkezine ulaşma mutluluğuna eriştim.

1...45678...15
bannerbanner