Читать книгу Seyahatü'l Kübra (Karçınzade Süleyman Şükrü) онлайн бесплатно на Bookz (7-ая страница книги)
bannerbanner
Seyahatü'l Kübra
Seyahatü'l Kübra
Оценить:

4

Полная версия:

Seyahatü'l Kübra

DERSAADET (İSTANBUL)

Varlığı sonsuz Allah’ın, cihanı yarattığı zamanda yeryüzünü süslemek için cennet bahçesinden bir miktarını kudret eliyle kaldırıp yerkürenin kalbi olan İstanbul’a yüzük taşı gibi sermiştir. Kendine has vaziyeti yeryüzünün diğer kısımlarına benzemeyen müthiş manzarası, gökyüzünü hayal ettiren hâlindeki ruha letafet cennet misali zevk ve havasının berraklığı ile firdevs bahçelerinden bir bahçe gibidir. Dünyanın diğer yerlerine göre ikinci bir misali bulunmayan sularındaki faydalar ve Kevser suyu lezzeti ile sakinlerinde bulunan fazilet ile yaratılış güzelliği melekleri andırmaktadır.

Doğuda Asya, batıda Avrupa, güneyde Marmara Denizi ve kuzeyde Karadeniz boyunlarını kısıp (tevazuyla) bir secde yeri olarak kabul ettikleri bu olağanüstü yerde baş başa vererek İslam hilafeti’nin istikbalini hürmetle başlarının üstünde tutmaktadırlar.

Kudret’in özenerek yarattığı bu seçkin yerin duruşundan şu sözün mealini açık bir şekilde bize vermektedir: “İftiharla baş tacı ettiğim azametli kâinatı teşrif etmesiyle manevi bir mana katan Cenabıhakk’ın gölgesinin adil hükümleri sayesinde beşeriyete saadet veren cihanın denizlerindeki ve karalarındaki servet kaynakları imarıma mahsus ve layıktır.”

Hakkıyla fotoğraf çekebilmede fotoğrafçıları acze düşüren bu şehri dil ile tarif, kelimeler ile tasvir mümkün değildir. Nasıl harika bir yer olduğunu anlamak için görmek gerekir. Padişah hazretlerinin kapısının eşiğine yüz sürmek arzusuyla Roma’dan İstanbul’a gelen Suriyeli Batros Efendi gördüğü gerçekleri şiir18 olarak şöyle ifade etmiştir.

İstanbul’a vardım ve güzeli soludumHer güzelliği verada (ötede) bıraktımMelikleri hayırlı ve tabi olanları daHalkı da en en haylısıdır veradan beri dünyada

Boğazdan izlemeye doyamadığım bu saltanat kapısına kuşluk vakti ulaşan vapurdan indikten sonra eşyalarımı Hamidiye Çarşısı’nda (Kapalı Çarşı) bulunan İzmir Oteli’ne bıraktım. Ardından babamın emri ve tavsiyesi üzerine öncelikle Fatih’e giderek Cennetmekân Sultan II. Mehmet Han hazretlerinin mübarek kabirlerini ziyaret ederek her zerresi fetihle dolu ruhlarından yardım dileğinde bulundum. Bütün Osmanlı halkı İstanbul’un güzelliği ve yüceliği hakkında bilgi sahibi olmaları nedeniyle burada tekrardan bir açıklama yapmaya gerek bulunmamaktadır.

Sur uzunluğu ortalama on iki milden fazla olmasına rağmen şehrin ancak beşte birini kapsamaktadır. Maarif ve Evkaf Nezareti’nin (Eğitim ve Vakıflar Bakanlığı) kayıtlarına göre sekiz yüz yirmi dört cami ve mescit, yüz altmış dört medrese, beş yüz mektep, arşivlerinde toplamda yetmiş bin kitap bulunan halka açık kırk dört kütüphane, otuz tekke, yüz yetmiş beş hamam, üç yüz kırk dört han, Ermeni, Rum, Yahudi ve yabancı çocukları için bulunan birçok okul ve sayısız miktarda hayır kurumu bulunmaktadır.

Bunlar gibi yüksek binaların bulunması, şehrin bayındırlık ve heybetinin büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Camilerinin en küçüğü diğer şehirlerdeki ulu camilerin büyüklüğündedir. Süslemeleri bol miktarda bulunan ve yukarıda sayısı verilen camilerin on altısı bunlar içinde en büyük ve meşhur olanlarıdır. Mübarek kabirlerini ziyaret ederek ruhen mutlu ve birçok açıdan da istifade etmiş bulunduğum Cennetmekân Fatih Sultan Mehmet Han hazretlerinin bir eşi daha olmayan camisinde öğlen namazını kıldım. Ardından otele dönüp yemek yedim. Sonrasında ise Sultanahmet ve Ayasofya camilerini ziyaret ettim.

Çok zarif ve yüksek altı minaresinin dördü üç şerefeli, diğer ikisi ise iki şerefeli olan Sultanahmet Camisi’nin yüksekliği ve genişliği insanda hayret duygusu uyandırmaktadır. Ayasofya Camisi’nin bahçesi içinde bulunan şadırvan ve türbelere arasında meydana açılan kapısından girdikten sonra sağ tarafta bulunan mermer sütunda Arapçası yazılı olan “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” Hadisi işlenmiş bir şekilde yazılıdır. Bu yazıyı görünce gözlerimden istemsizce yaşlar aktı. Bu Yüce Peygamberin hadisinin gerçekleşmesiyle mutlu ve bahtiyar olan Fatih cennetmekânın nurlarla kaplı türbesinden dua ve yardım talebi tek olan Allah’ın huzurlarında kabul buyrulduğuna dair şüphem kalmadı. Hatta bir hafta sürmeden bu duanın hayırlı neticesi karşıma çıktı.

Kâinatın iftihar vesilesi Peygamber Efendimizin nebevi övgülerine mazhar olması bakımından veli bir şahsiyet olduğu hatıra gelen Hazreti Fatih’in ruhani yardımıyla her türlü kolaylığa ulaşarak çok mutlu oldum. Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, ona yüce bir rahmet bahşetsin. Kış döneminin yakınlaşmasına doğru siyaset dünyası gibi sürekli değişken bir hâle bürünüp renkten renge hava, buraya gelmemin ikinci gününde birden bire değişiklik gösterdi. Bu nedenle soba ve mangal başlarından yapılan eğlence gül bahçelerinden gerçekleşen keyifli anları solda sıfır bıraktı. Fatih Meydanı Çörekçi Kapısı tarafında bulunan sıra kahvelerine “Geldi kasım, gitti yazın sefası.” tarzında hüzünlü yazılar yazılmaya ve kış mevsiminden şikâyetleri şiirleştiren süslü tablolar asılmaya başlandı. Fatih semtinin hasbelkader bu kahvehanelere toplanan şık ve bakımlı beylerin de hava ile ilgili yaptıkları konuşmalar esnasında “Yaz elden gitti…” gibi hüzünlerini açığa çıkarmaktalar ya da “Yaz eğlenceleri yorgunluktur ben kışı severim.” yolunda soğuk mevsimden memnuniyetlerini göstermektedirler. Böyle sözler ile birbirlerini bazı deliller sunarak ikna etmeye çalışmaktaydılar.

Her ikindi öncesi bu kahvehanelere gelip oturmayı kendime âdet edindiğim için kahvehanecinin kıdemli bir müşterisi olan o söz ebesi beyleri sima olarak tanıyordum. İçlerinden biri bana bakarak “Dört mevsimden hangisini seversiniz?” diye bir soru sordu.

“Her mevsimin kendisine has bir güzelliği ve verdiği mutluluk var. Allah’ın bizlere ikram ettiği nimetlerden ruhumuzun tat alması ve sağlığımızın varlığı ile düşüncemizin sağlamlığına bağlıdır.” cevabını vermek mecburiyetinde kaldım. Şahsi olarak kim olduklarını bilmediğim bu dileğince davranan hoppaların toplandıkları kahveye bir daha uğramadım. On beş gündür kışın artık hâkim olduğu hava yine birdenbire değişikliğe uğrayıp hava aniden ısındı. Ortalık hızlı bir şekilde ilkbahar havasını kuşandı. Doğanın bu güzel imkânından ruhen yararlanmak hemşehrilerimden bazı kişiler ile hem kabirlerini ziyaret etmek hem de cuma namazını kılmak maksadıyla Peygamberimizin sancaktarı Ebu Eyüp El-Ensari Hazretlerinin türbesine deniz yoluyla gittik. Dönüşte yürüyerek Edirnekapı’ya geldikten sonra tramvaya binerek semtimize ulaştık. Küçüklüğünden beri ticaret maksadıyla İstanbul’da bulunan hemşehrilerim dönüşü kara yoluyla yapmamızı arzuladılar. Bunu sebebinin ise gördüğüm kadarıyla bu şekilde uygun hava koşullarında sur dışının eğlenceli olduğunu bilmeleriydi. Halkın dindar ve seçkin sınıfı birer Fatiha okumak için çevresi servi ağaçlarıyla süslenmiş büyük kabristana yayılmış hâldeydiler. Sarhoş ve külhanbeyi takımı ise Eğirikapı ile Topkapı sarasındaki uzun şarampolün geniş yeşil çimenliklerine birbirlerine hayli aralı bir şekilde yer yer oturuyorlardı. Ceplerinden çıkardıkları paslı şişelerdeki kokmuş içkileri büyük bir iştiha ile yudumluyorlardı. Her tarafta yankılanan naralar ve heyheyler o güzel sahranın sakin hâlindeki manevi havayı bozmuştu. Ahlaklarının aksine sesleri gayet güzel olan bu iflah olmaz güruhun papağan gibi sürekli söyledikleri moda şarkıları

Sislendi heva tarf-ı çemenzarı nem aldıBülbül yuvadan uçtu gülistanı gam aldıBağlar bozulup bezm-i cefa şekline girdiGülzar-ı mahabbette yine şenlik azaldı

güftesiyle ve bunun gibi mevsime uygun düşen manası güzel manzumeler ile doluydu. Şarampolün Topkapı’ya yakın olan tarafına biriken birtakım ayyaş Ermeniler de kendilerine özgü şiveleriyle,

Bir gün seni elbette eder vasıl-ı cananBu ah-ı sehergah ile bu kalb-i perişanBak bülbüle sabreyle gönül eyleme efganHengam-ı güle nuş-i mule şunda ne kaldı

sözlerini ve polisimizin o an manasını anlayamadıkları sözleri sesli bir şekilde dillendiriyorlardı.

Millî ahlakımıza dâhil edilmesi hiçbir şekilde kabul edilemez olmakla beraber akıl ve her hâlükârda akıl ve hikmetten uzak olan bu aşırılıklar sürekli olarak yapılıyor ise vay hâlimize! Bu düşünceler içerisinde Edirnekapı’ya geldik. Surların kuzeyine kalan bu dehşetli kapı yakınındaki güzel bir kulübe içerisinde şen mizaçlı bir kır kahvecisi vardı. Bu adamın gelir gelmez getirdiği çürük iskemlelere oturduk. Burada birer nargile ve kahve içtik. Ardından tramvaya binip zahmetsiz bir şekilde Beyazıt Meydanı’na ulaştık.

POSTA VE TELGRAF NEZARETİ’NİN DURUMU

İstanbul’a memur olabilmek için geldiğimde o dönem bakanlık koltuğunda duruşunu ve zekâsını kimsenin inkâr etmediği merhum İzzet Bey bulunmakta ve yardımcısı ise züht ve takvasına itimat edilen merhum Hasan Ali Bey idi.

Görevlendirilmek amacıyla merhum Bakan İzzet Bey’e takdim ettiğim dilekçe esnasında normalde kimseye yüz vermeyen bu zat beni beş dakika kabul edip beş dakika mülakat yaptı. Ardından “Öz geçmişini ver de boş bir yere seni gönderelim.” tarzında okşayıcı ifadelerden sakınmayarak gönlümü aldı. Sınav için önce yazışmaya sonra da fen ve diğer kalemlere gönderildim. Bu işlemlerin ardından sicil kalemine yazılı evrakı yanıma alarak Yeni Cami yakınındaki büyük Postahane’ye gitti. Merdiven başında karşılaştığım odacılardan birisi sicil kalemini gösterme iyiliğinde bulundu. İçeriye girdim. Etrafa dikkatle bakınca Sultan Mustafa dönemindeki hizmetlilerin mezarlarından kalkarak bu kaleme toplandıklarını düşündüm. Devletimiz çağdaş postanelerin birliğine dâhil ve zamanın ihtiyaçları anlamında gayet ilerlemiş olması düşünüldüğünde her yıl yenilene ve daha profesyonel bir hâle gelen uygulama ve kuralların görmekten uzak ne kadar köhne memur var ise zavallı Bakanlık elinde tutmak durumunda kalmış. Neticesinde, fikir ve beden bakımından hızlı memurlara ihtiyacı olan görevlerden uzak tuttuğu yadigârları bu kalemde toplamış. Masası en başta bulunmasında anlaşıldığı üzere kalemin kâtibi olduğu izlenimi veren esmer yüzlü, uzun boylu, iri kemikli, yaklaşık olarak elli yaşlarında zayıf ve çok konuşkan olan adam önünde bulunan süslü ciltli defteri eli ile yazıp burnu ile bir taraftan da masal anlatıyordu. “Burası hikâye yeri değil, resmî bir yerdir. Yazı işleri hamallığa benzemez. Görüyorsunuz ki fikren meşgulüz. Allah aşkına laklaklığı bırak. Dırdırı kendi yoldaşlarınla başka yerde yap.” şeklinde mahiyeti babalığı susturmaya cesaret edemez. Bunu yerine bıyık altından gülerek hatırı için dinlemektedirler. Her satırda birkaç defa yaptıkları yanlışlığı yalaya yalaya defterleri benek benek karalıyorlardı.

“Tomrukcubaşı iftiraya uğrayıp açığa çıkarıldığı zaman Ağakapısı’na giderek Sekbanbaşı’ya takdim ettiği bir çift gümüşlü ferman kabı (kubur) pek makbule geçmesi üzerine memuriyetini birkaç gün içerisinde tekrar elde ederek düşmanlarını çatlatmıştır. Şimdi nerede bu gibi akıllı adamlar? Hey gidi zamanlar hey!” tarzında bu fena adam tarafından bilgiç adamlara özgü bir övünme ile yaptığı safsataların ardı arkası kesilmiyordu. Bu nedenle elimdeki evrakı alıp işlemeye koyması saatler aldı. İki şeyi birbirinden ayırt etmekten âciz, dairedeki yazıları temize çeken kâtibin gözlüklerindeki camlardan birisinin yere düşmesi imdadıma yetişti. Bu geveze şimdi de hikâye gevelemekten tamirciliğe geçiş yapmak durumunda kaldı. Bu esnada şükür mahiyetinde genişçe bir nefes aldım. Çünkü bu nedenle içlerinden biri elimdeki evrakı aldı ve işlemi tamamladı. Hatırladığım kadarıyla ismi Mustafa Efendi olan bu tımarhane kaçkını temyizcinin arkadaşları gayet sakin kişilerdi.

Ara vermeden kullanılan baş ağrıtıcı birtakım lafların her cümlesinde, “Fikrim sendedir.” manasına “Evet, evet.” tarzında tasdik kelimesi kullanılıyordu. O esnada eğer bir evet eksik söylense o geveze herif hemen “İşitebildiniz mi efendim?” sorusunu basardı. Buna karşın o zavallılar çakal gibi ağız birliği içerisinde “Evet!” diye bağırırlardı. Bu kelimeyi sürekli kullanma mecburiyetleri vardı. Sicil kaleminin o zamanki gülünç hâli hiç aklımdan çıkmıyor. İşleme konulmuş evrakı elimden alan kişi öz geçmişi düzenlemek için biri basılı diğeri müsveddelik iki parça kâğıt verdi. Ardından basılı kâğıtta bulunan cevaplar sütununa diploma ve benzeri evraklarımı yazmamı istedi. Ardından bunları, birer örneklerini çıkartmaları için adaşlarına dağıttı. Bu sırada gözlük tamirini tamamlayan temyizci efendi sertçe bir enfiya çekti. Ardından, bitmek bilmez sözlerini ve o ömür törpüsü nakaratını daha uzun bir ayrıntıyla tutturmasın mı? Saatlerce beklememe rağmen hâlen daha işimi tamamlatamayacağımı anlayınca artık insanlıktan çıkmıştım. Bu esnada “Fesuphanallah!” cümlesini açıktan söylemiş oldum.

Mecburen yapmak durumunda kaldığım bu hiddet göstergesi sonrası safsatacı temyizci hikâyesine ara verdi. Buna canı sıkıldığı için çürük gözlüğünü iki eliyle tutarak pis yüzlü bir şekilde:

“Ne söylüyorsunuz?” karşılığı verince “Arkadaşlarınızın söyleyemediğini söylüyorum. Allah aşkına insaf edin. Burası resmî bir yerdir. Lüzumsuz hikâyeleri ve gülünç masalları anlatarak beni burada saatlerdir beklettin. Sarayda tebdili kıyafet yaparak buraya bir kişi gelse durumunuz ne olur? Evrakçının evrakını saklayan biri olduğunu bilmemeleri sebebiyle buradasın. Akşamlara kadar bitmeyen kocakarı hikâyeleri de ne oluyor? Herkesin kafası ananın tuz kapağı değil. Boşa geçen saatlerin senin için bir önemi olmayabilir. İşi olanların bir dakikasının bir seneye karşılık geldiğini bilmelisiniz. Benim işimi bitir de faydasız sözlerini ve masallarını senelerce sarf et. Eğer ki susmazsan tahtasızlığını Bakan Beye ve hatta karşıma çıkan herkese eksiksiz bir şekilde anlatırım.” şeklinde çıkıştım. Bu sayede sesini kesti. Memurluğa daha yeni heveslendiğim için ayrıntılı olmayan öz geçmişi hemen düzenledim. Ortaya çıkan evrakın bir örneklerini yapıştırmak için çok sayıda damga puluna ihtiyaç oldu. Üzerimdeki paranın yetmemesi üzerine işi sonraya bırakır isem bu temyizcinin masallarını tekrar dinlemek zorunda kalacağım için evrakların çoğunu eklemekten vazgeçmek zorunda kaldım. Hatta bir bakıma İmam Zeynelabidin Efendimiz hazretlerinin temiz neslinden geldiğime dair evrakı da ne yazık ki çıkardım. Cevap kısmına “Bildiğim hiçbir nesle kaydım yoktur.” kaydını yazarak bu sıkıntıyı geçiştirdim. Yani işi sonraya bırakmadan halletmiş oldum. Dilekçenin sivil kalemi tarafından resmî işlemleri tamamlandı. Ardından seçim komisyonuna havale edildi. O zaman Bakanlıkta merhametli, şefkatli, kıymet bilir ve değerli adamların eksik olmadığını havale tarihinden kısa bir zaman sonra Pozantı Merkez Memurluğu’na görevlendirdiler. Bu esnada babamın hastalığını haber aldım. Bir saat evvel Eğirdir’e yetişip babamın yüzünü görmek arzusuyla Pozantı’nın nasıl bir yer olduğunu bile incelemeden tevekkül ederek kabul etmek zorunda kalmıştım. Yazılı emri aldığın zaman teşekkür etmek amacıyla Bakan İzzet Bey’in eteklerine kapandığım esnada bana: “Ben ilk görevlendirildiğimde iki yüz elli kuruş ile atandım. Padişahımız sayesinde şimdi Bakanım. Sen üç yüz seksen kuruş ile atandın. Sadakat ile çalış. İnşallah karşılığını alır ve yükselirsin.” şeklinde nasihatte bulunmuştu. Allah bu merhumun kabrini cennete dönüştürsün.

İstanbul’da bulunduğum zaman içerisinde Divan-ı Harp Deniz Başsavcısı Reşit Beyefendi hazretlerinin bana göstermiş olduğu ilgi, baba gibi insanlık ve şefkat unutulur cinsten bir iyilik değildir. Züht ve takvasına, ilim ve irfanına diyecek bir sözüm olmayan bu asil ve muhterem zata sonsuza kadar minnettar kalacağım.

İSTANBUL’DAN MUTLU BİR ŞEKİLDE AYRILIŞ VE GÖREV YERİNE HAREKET

Resmî olarak memuriyet iznini aldığımın ertesi günü Vapur İşletmesi’nin Aslan adlı vapuruyla İzmir’e oradan da trene binerek Aydın üzerinden Sarayköye ulaştım. Tren hattı henüz daha ileriye gitmemesi nedeniyle burada da hemen bir hayvan kiralayıp Gemişsu ve Burdur gölleri kenarından Sarıkavak yolu üzerinden iki gün içerisinde Isparta’ya ulaştım. Burada karşılaştığım hemşehrilerimden babamın sağlık duruma ilişkin bilgi almak istedim. Fakat hiçbiri gerçeği söylememesi aklımı tamamıyla karıştırdı. Zaman kaçırmaksızın hemen o saatte tuttuğum arabaya binerek aziz vatanım Eğirdir’e ikindiden sonra yetişme mutluluğuna eriştim. Ne yazık ki sevgili babam yetmiş gün önce Allah’ın rahmetine kavuşması nedeniyle özlem içerisinde olduğum yüzünü görebilmek nasip olmadı. Hüzün dolu bir matem yerine dönüşen evimizde birkaç gün kaldıktan sonra yine Isparta ve Ağlasun üzerinden Antalya’ya indim. Yunan bandıralı bir vapur ile denizden Mersin’e geçtim. Buradan da tren ile Tarsus’a geçtim. İki gün sonra kiraladığım hayvana binerek Mezaroluk, Sarışeyh, Gülek Boğazı ve Tekir Yaylası yoluyla memuriyet yerim olan Pozantı’ya ulaştım.

AYDIN

Aydın şehri, Hüdavendigar (Bursa) vilayetine bağlı Kütahya ve Sahip Karahisar sancaklarından doğan Denizli arazisini dolaşarak Çürüksu, Aksu, Çine, Pazar ve Göbel çaylarını geçtikten sonra Ege Denizi’ne dökülen Menderes Irmağı’nın kuzey kıyısına 5 kilometre mesafede yüksek bir dağın eteğinde bulunmaktadır. Konum olarak İzmir’in 115 kilometre güneydoğusundadır. Kırk bin nüfuslu zengin bir şehirdir.

Sultan Alaaddin Keykubat’ın vefatından sonra ayrılan Aydın Bey’in ismi ile anılan bu memleketten geçtiğim tarih 303 yılı mayıs ayı ortasıdır. Bu zamanlarda etrafı saran kuraklık topraklarının verimliliği ile tanınan Aydın Ovası’nı da yangın yerine çevirmişti. Her taraf yeşilliklerden ve güzelliklerden mahrumdu. Çiftçiler sevinç ve neşeden uzak çok hüzünlü bir hâldeydiler.

Tren yolunu istikametindeki yerlerde yaşayan köylüler beş santimlik kuru ekinleri orakla biçmeleri mümkün olmadığından elleri ile yolmaktaydılar. Henüz yedi yaşında olan çocukların bile anne ve babaları ile birlikte bu şekilde çalıştıklarını, güneş altında yandıklarını ve o hüzünlü hâllerini görünce gözlerimden istemsizce yaş döküldü.

Gayret, sabır, kanaat, Allah’a dayanma ve güven ve ona teslimiyet gibi çok güzel huylara sahip ve her bakımdan övgüye layık çiftçilere Cenabıhak rahmetinden bolca göndersin. Bunun gibi afetlerin tekrarını vermesin. Kuraklıklardan yalnız insanoğlu değil hayvanlar hatta cansızlar da etkilenmektedir. Nasıl ki bu dünyaya hayat veren şey yağmurlar ise hemcinslerini mutlu edenler de bu çalışkan insanlardır. Beyefendi gibi hareket eden gösteriş budalalarının yanlış inançları gereği mevcut meziyetleri şehirlerde şık bir şekilde boy göstermektir. Hâlbuki basit giyimli o faydalı köylüleri beğenmeyerek kibirli bir şekilde yaşamaktan öte bir özellikleri olmayan bazı idraksiz, değersiz, kendini beğenmiş ve işe yaramaz zevzeklerin hakir gördükleri köy halkı bütün herkesin erzakına hayat verip hazırlanmasına vesile olmaktadırlar. Bu anlamda İlahi Kudret’in eli övgüsüne sahiptirler ve manen herkesten üstündürler.

Trenden inmeyerek karşıdan seyrettiğim için Aydın halkı hakkında ayrıca bir bilgi hazırlayıp yazamadım. İzmir, Saruhan, Aydın, Menteşe ve Denizli adlarından dört sancak, otuz beş kaza, elli nahiye ve iki bin yedi yüz seksen yedi köyü kaplamaktadır. Genişliği tahminî olarak 51 bin 687 kilometredir. 1 milyon 251 bin 6 yüz küsür nüfusa ulaşmıştır. Bereketli geniş bir arazi unvanına nasıl eriştiğini anlatmak için “aydın” kelimesinin fars dilindeki karşılığının “rûşen” olduğunu söylemek yeterlidir. “Dîdelere rûşen” sözüne karşılık Türkçede “gözlerin aydın” denilmesi de bundandır.

Bu şehre daha ilk başta verilen “Güzelhisar” isminin bugünkü adıyla anılma hikâyesi için şöyle olduğu da akla gelmektedir: Aydın ismini veren zat doğduğu an babası “Gözlerin aydın bir oğlun oldu.” müjdesini almıştır. Bunun üzerine babasının onu “Aydın Bey” diye adlandırmıştır. Karanlığın zıddı olan bu güzel isim Arabistan’ın ateş gibi yanan çöllerinde söylenilen “ziya” isminin dilimizdeki karşılığı olsa da çok fazla rağbet görmemesinin sebebi nedir belli değil. Asil Arap toplumunun arınmış beyan diline ne kadar sevgi besliyor isek dilimizin de nispette sevmemiz gerekmektedir. Çünkü sevdiğimizi anlatmak ve söyletmek ancak dil ile mümkündür. Bu önemli şartı anlayıp dilimizi temizlememiz gerekirken tam aksine bu şekilde karıştırıp asıl olanı azaltmaya, unutmaya, yok etmeye çabalıyoruz. Ne büyük bir gaflet!

MERSİN

Bu şehrin kurulduğu bölge yaklaşık otuz sene önce yerleşik olarak kimsenin bulunmadığı boş bir araziydi. Hububat tüccarlarından Mersin isminde Kayserili bir Rum’un küçük bir alışveriş yeri yaptırması üzerine çiftçiler akın ederek toplanmaya ve yerler yapmaya başlamışlar.

İki yıl içerisinde büyük bir köye dönüşmüştür. Kasaba merkezi olduğu zaman denizcilik için gerekli olan karantina, gemi ve liman idaresi de kurulmuştur. Bunun üzerine vapurların sıkça uğrak yeri olmuştur. Konumunun ve ticaretinin önemi her geçen gün artmıştır. Çok kısa zaman zarfında zenginlerin ve ticaretin bir merkezi hâline gelmiştir. Devletli Abidin Paşa Adana valisi iken tren hattının Tarsus’a kadar tamamlanması üzerine bu yer kaza hâline gelmiş ve birkaç sene içerisinde de il olma sırasına girmiştir.

Konya, Ankara ve Sivas bölgelerinin birleştikleri mevkiye düşen il ve kazalar ile bolluk ve bereket içerisinde olan Adana Ovası’nın özellikle iskelesi olması nedeniyle buranın limanı işlek ve ticareti büyüktür. Konumu çok güzel olmakla birlikte sokakları düzenli, binaları ve konakları mükemmel ve imarlıdır. Fakat suyu ve havası ağırdır. Limanı ise açık ve tehlikelidir. Bütün milletleri ve toplulukları hükmü altında çalıştıran bereket ve saadet kapısı ticaretin bahşettiği şeref ve servet sayesinde şehir yarım yüzyılda meydana gelmiştir. Sınırlarına kattığı birkaç binlik Tarsus kazasıyla beraber üç nahiye ve iki yüz altmış dokuz köyü vardır. Bolluk ve bereket, akarsuyu, bağ ve bostanı boldur. Bunlar ticareti gibi her gün daha fazla gelişmekte olan şimdilik dokuz bin nüfuslu küçük ve sevimli bir kasabadır. Limon, turunç, nar, üzüm, armut, elma gibi meyveler ile en iyi cins kavun, karpuz ve her türlü sebze bolca yetişmektedir. Zerdali cinsinden olan ve burada şekerpare olarak adlandırılan güzel meyvelerin bir benzerini dünyanın başka hiçbir yerinde göremedim.

Çok kokulu ve lezzetli olan suyunun gevrek bir hâlde katılaşmasından ibaret posasız gövdesinin içerisindeki ufak çekirdeklerinin içi tatlı, kabuğu çok ince ve taneleri güvercin yumurtasından büyüktür. Meşhur şair merhum Ziya Paşa Adana valisi iken kasabanın değerlenmesi düşüncesi ile kendi adına modern anlamda otel gazinolar yaptırmıştır. Bunlar büyük bina sayılırlar. Güneşin doğuşundan evvel limana gelen vapurdan hemen indiğim için sabah trenini kaçırmayıp hemen Tarsus’a geçtim.

TARSUS

Havarilerden Pavlus’un doğum yeri olması nedeniyle Hristiyanların kutsal saydıkları Tarsus tarihî olarak çok meşhur kadim yerlerden biridir.

(Asur Kralı) Sardanapal tarafından milattan birkaç yüzyıl önce kurulduğu rivayet edilmektedir. Bu şehir Fenikelilerden Asurlulara, Keyhüsrev zamanında da İranlılara geçmiştir. Büyük İskender’in istilasından sonra kurulan Felsefe Okulu sonrası aniden yükselerek ticaret ve bilgi bakımından Atina ve İskenderiye şehirlerini geride bırakmıştı.

Makedonyalılardan sonra Romalıların eline geçmiştir. Halife Harun Reşit zamanında İslam topraklarına eklenmiştir. Bu dönemde de çağının ilerisinde olup âlimlerin önde gelenlerinden bir kaçının doğup yetiştiği bir yer olarak bilinirdi. Daha önce bahsedilen Haçlı eşkıyalarının uğursuz ayaklarıyla medeniyet eserlerini imha ettikleri bu kara bahtlı şehir daha sonra küçük bir Hristiyan devleti merkezi hâline getirilmiştir. Ardından kısa bir zaman sonra Mısır Memluk Türkmenleri tarafından ele geçilmiştir. Tarsus, Ramazanoğulları’nın yıkılması üzerine Osmanlı Devleti’nin eline geçmiştir. Hristiyan toplumunun aşırılık kılıcıyla yerle bir edilen kadim Tarsus’un harabeleri üstünden hüzünlü bir yaz tutan bu acıklı şehrin havası Çukurova’daki diğer yerleşim yerlerine göre daha güzeldir. Fakat suyu ise gayet ağırdır. Kenarında geçen Ceyhan ve kadim ismiyle Kidnos Nehri’nin (Berdan Çayı)19 havzasına kurulan ahşap dolaplar ile birlikte garip sesler eşliğinde kendi kendine dönerek dört tarafı kaplayan bahçeleri kolay zahmet vermeden sulamaktadırlar. Bu sayede şehir limon, portakal, turunç, nar ve her türlü meyve ağaçlarıyla doludur.

İranlıların Tebriz dedikleri, servi dedikleri beyaz kavaklar güzel boylarını gökyüzüne uzatarak bahçeleri ve şehri bir kale gibi çevirmektedirler. Sokakları dar ve bütünlüklüdür. Her köşede akarsu, geniş bir meydan, bülbüllerin yuvalandığı bahçe ve gül bahçeleri mevcuttur. Bu nedenle hüzünlü bir yer değildir.

Bugün hâlâ Dakyanus’un yaptırdığı surların bazı kısımları mevcuttur. İskender’in istilası sonrası Makedonyalıların ve ardından Arapları ilave ederek genişlettikleri dış kalenin yalnızca temelleri ve tarlalar içindeki tek başına dikili bir duvarı günümüze ulaşmıştır.

Şehrin güney ucuna bitişik güzel bir bölgede hoş bir şelale vardır. Bu şelalenin de kaynağı olan ve 7 kilometre aşağıda denize karışan Ceyhan Nehri üzerinden kanallar meydana getirilmiştir. Bu kanallardan alınan bu su ile Paşa Değirmenleri döndürülmektedir. Ardından, bu büyük su birçok mahallenin içinden geçerek Saray Meydanı’ndaki bahçeler arasına sokulmakta ve büyük gül bahçesine hayat vermektedir.

1...56789...15
bannerbanner