Читать книгу Aşk-ı Memnu (Халит Зия Ушаклыгиль) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Aşk-ı Memnu
Aşk-ı Memnu
Оценить:
Aşk-ı Memnu

5

Полная версия:

Aşk-ı Memnu

Şimdi oda karanlıktı, birbirlerini bir gölge arasından görüyorlardı, aralarında bir gecenin sinirleri üşüten soğuk rüzgârı uçuyor gibiydi. Baba kız, bir kelime söylemeyerek, sinirlice bir çekingenlik hissiyle hareket etmeyerek bakışıyorlardı. Başlandıktan sonra mutlak devam etmesi lazım gelen bu konuşma birden bir sekte ile kopmuş, kesilmiş oldu fakat bu sükûttan çıkmalıydı. Adnan Bey şimdi kendisini tenkit ediyordu; evet, hemen bugün, henüz bir şey yapılmadan, henüz bir cevap bile alınmadan niçin söylemeye lüzum görmüştü?

Birden sofada Bülent’in bir çıngırağa benzeyen kahkahalarıyla koştuğunu işittiler, arkasından birisi kovalıyordu. Bülent kaçıyor, kâh kahkahalarıyla minimini ayaklarının gürültüleri bu sessiz facianın kenarına kadar gelip yuvarlanıyor kâh sofanın uzak köşelerinde kayboluyordu. Adnan Bey bir şey söylemiş olmak için “Yine Bülent’i Behlûl kovalıyor galiba…” dedi.

Nihal “Zannederim.” dedi. “Söyleyeyim de bıraksın. Çocuk yorgun, bugün bütün gün yürüdük…”

Nihal, şüphesiz kaçmak için bir sebep arıyordu. Fakat bu konuşma orada bırakılamazdı, şimdi o noktada durmayı daha fena bularak Adnan Bey mutlak söylemek ve Nihal’e söyleyemezse başka birisine söylemek için o anda karar verdi.

“Nihal!” dedi. “Mürebbiyene söyler misin kendisini görmek istiyorum…”

Nihal, karanlıkta beyaz bir gölge gibi hafifçe silinerek çıktı. Sofada gürültü devam ediyor; Bülent kendisini sanki tutamayarak kovalayan Behlûl’den kaçmak için, artık yorulmuş nefesi kahkahalarına yetemeyerek, koltukların arkasına, köşelere sokuluyor, ardından gelenin hamlesine hazır, heyecanla bekliyor; hamle vuku bulunca bir çığlıkla tekrar sofada cevelan başlıyordu.

Nihal çıkar çıkmaz ciddi bir sesle Bülent’e bağırdı:

“Bülent!.. Yeter artık, yine terleyeceksin, seni böyle azdıranlarda kabahat!..”

Bu, Behlûl’e karşı açık bir itirazdı. Nihal, Behlûl’ün yüzüne bakmıyordu. Onlar -bu iki kardeş çocukları- evin içinde iki düşman idiler. Yine üç günden beri Nihal, olmayacak bir sebepten, mürebbiyenin şapkasına dair Behlûl’ün bir itirazından doğan müthiş bir kavgadan sonra onunla lakırtı etmiyordu.

Behlûl onu görünce durdu, dişlerinin arasından çıkardığı diliyle ince sarı bıyıklarını ıslatarak alaycı gözlerle yandan bakıyordu. Nihal Bülent’i elinden yakalayarak yukarıya götürürken Behlûl burnunun ucunu kaşıyarak arkasından bağırdı:

“Mlle de Courton’a samimi saygılarımı sunarım.”

Heceleri çekerek ilave etti:

“Ve o güzel şapkasının latif çiçeklerine…”

Nihal karşılık vermedi, her zaman bu kadar bir istihza saatlerce kavga için yeterken bu defa şüphesiz içten bir karşılığa tercüman olan latif bir dudak burmasıyla kanaat etti. Hâlâ salıvermemek için bileğinden tuttuğu Bülent’le koşarak çıkıyordu. Bülent artık zapt olunamayan, tutuşmuş taze kanıyla, şimdi ablasının elinde, sıçrıyor, basamaklardan hopluyordu. Yukarıya, sofaya çıkınca bileğini kurtardı ve birden serbest kalmış bir tay sevinciyle koşmaya başladı. Nesrin avizenin iki mumunu yakıyordu, yetişebilmek için bir iskemlenin üstüne çıkmıştı, “Aman paşam, bana çarparsan düşerim…” diyordu. Bülent ona cevap vermiyordu. Arkalarından, sessiz, takip ederek yukarıya çıkan Beşir’i görmüş, ona koşarak ancak beline yetişen minimini kollarıyla, kızlığa yakışan zarafeti henüz on dört senelik tazeliğiyle daha ziyade belli olan bu zarif, ince Habeşi’nin vücuduna sarılmıştı. Ona yalvararak, Peyker’in hoşuna giden yumuk yumuk gözleriyle Beşir’in insana öpmek hevesini veren süzgün, narin çehresinden bir kabul cevabı bekleyerek “Haydi!” diyordu. “Yine arabaya binelim, hani, biliyorsun a, geçen gün nasıl koşmuştuk! Haydi, Beşirciğim, haydi!..” Ona tırmanarak, artık biraz kabule razı görünen bu çehreyi buselerle örtmek için yükselmeye çalışarak yalvarıyordu. Beşir, şimdi gözleri Nesrin’in yaktığı avizenin fanuslarına dikilmiş zihninin dağınıklığı içinde yukarıya ne yapmak için çıktığını arayan Nihal’e bakıyor; ondan bir emir, bir küçük işaret bekliyordu.

Onun böyle nefes almak için rızasını bekleyen bir teslimiyet nazarıyla, itaat etmekten, emir almaktan, hayatının idare edilmesinden bahtiyar olan gözlerle Nihal’e bakışları vardı ki bu, biçare mahlukun ruhunu genç kızın ayaklarının altına sererdi.

Birden Nihal hatırladı, kendi kendisine “Matmazel!..” dedi. Nesrin şimdi elinde mumlu fitil ile yukarı katın işini bitirmiş aşağıya inmek için gecikiyor, artık serbest kalan iskemleyi Beşir’in önüne getiren Bülent’e “Aman paşam, o iskemle bana lazım, daha aşağıki sofanın avizesini yakacağım.” diyerek fakat asıl araba oyununu seyretmek için sırıtıyordu. Nihal geçti, sofanın bir kapısından yatak odalarına giden bir koridora girilirdi. Üçüncü odanın kapısını vurdu.

Mürebbiye her seyrandan dönüşte çocukların elbiselerini değiştirdikten sonra odasına kapanır, soyunmak, yıkanmak, tekrar giyinmek için saatlerce orada kalırdı. Bu esnada ihtiyar kızın özel odası çocuklara, herkese karşı kapalı idi.

Nihal bağırdı:

“Matmazel! Babamın yanına gider misiniz? Sizi görmek istiyor…”

Sonra, cevabı işitmeden kaçtı, tekrar sofaya çıktı.

Sofada şimdi araba cevelanı başlamıştı. Seyirciler bile çoğalmıştı. Nesrin hâlâ elinde mumlu fitiliyle iskemlenin serbest kalmasına bekliyordu; Şakire Hanım’ın kızı Cemile -henüz on yaşında bir çocuk- oyuna iştirak etmek için hevesle dolu gözleriyle seyrediyordu; Nesrin’i çağırmak için yukarı çıkan Şayeste -Şakire Hanım’ın izdivacından sonra başkalfa olan- ara sıra, “Kız, ne duruyorsun? Aşağıda göz gözü görmüyor, beyefendi ne der?” sualini fırlatarak Bülent’in seyranına bakıyordu.

Nihal oturdu. Evvela biraz tereddüt ederek oyuna ufak bir fasıla veren Beşir, onun itiraz etmediğini görerek tekrar üzerinde Bülent’le iskemleyi çekmeye başlamıştı.

Ara sıra Mlle de Courton çocukları Beyoğlu’na indirir; onları, öteden beriden bin türlü şeyler almak heveslerine serbest bir cevelan vermek için mağazadan mağazaya dolaştırırdı. Bu seferler esnasında Bülent’i en ziyade çıldırtan araba seyranıydı. Yaz kış mahkûm oldukları yalı hayatından böyle nadir vesilelerle kurtularak arabada gezmek onun için bir bayramdı.

Şimdi Beşir’le beraber Beyoğlu’nda böyle bir araba seyranı yapıyorlar, koltukların önünde durarak mağazalara uğruyorlar, ufak tefek alıyorlardı: “Arabacı!” diyordu. “Şimdi Bon Marche’ye!.. Ah! Geldik mi? Evet, geldik! İşte camlığın5 içinde bir kılıç… Baksanıza, bu kılıç kaç lira?.. Beş lira mı?.. Hayır, pahalı! On beş kuruş… Amma iyi sarınız… Hazır mı?.. Ne kadar da uzun! Arabaya sığmayacak…”

Kim bilir bu, hayalhanesinde o kadar büyüyen kılıç, ne kadar uzun bir şey oluyordu ki Bülent güya elinde tuttuğu paketi koyacak bir yer bulamıyordu. Sonra nihayet arabanın bir köşesine sıkıştırarak bir itminan6 nefesiyle arabacıya o tekrar emir veriyordu:

“Şimdi şekerlemeciye, Lebon’a!.. Biliyorsun a, arabacı, Şekerlemeci Lebon’a!..”

Araba hareket ediyordu. Cemile nihayet dayanamamış, iskemleyi arkadan itmek suretiyle oyuna karışıyordu; Nesrin “İlahi paşam, beni işimden alıkoydun!” diyerek iskemlesinden vazgeçmiş, aşağıya inmişti. Şayeste öteden bağırıyordu: “Beşir, çok koşma!.. Çocuğu düşüreceksin!”

Nihal, hareketsiz, sessiz, asabına çöken bir gevşeklikle Bülent’in gevezeliklerini dinleyerek dalgın gözlerle duruyordu. Bülent şimdi şekerlemeciye diyordu ki:

“Hayır, hayır. Anlamadınız. O değil, öteki sepet, görmüyor musunuz? İşte üstünde torbası, kurdelelilerinin arasında bir kuşu var… Onu ağabeyime götüreceğim. Bildiniz ya? Behlûl Bey… Hani ya bana her vakit çikolata getirir… İçine fondan koydunuz mu? On tane de kayısı koyunuz… Tamam!.. Aman bozulmasın…”

O vakit büyük bir ihtiyatla güya şekerlemecinin elinden sepeti alıyor, “Burada dursun, dizlerimin üstünde!..” diyor, sonra arabacıya tekrar emir veriyordu: “Köprü! Köprüye! Artık alınacak bir şey kalmadı… Çabuk ol, vapura yetişemeyeceğiz, koş koş… Geç kalırsak bey babama ne deriz?..”

Öteden Şayeste, Beşir’e yine bağırıyordu:

“Şimdi konsola çarpacaksın! Sen de çocuğun dediğine bakıyorsun!”

Bülent artık Mlle de Courton’un taklidini yapıyor, iki elleriyle başını tutarak ihtiyar kızın Fransızcasıyla “Oh! Aman ya Rabbi!.. Zannolunacak ki bir kasırga içinde yuvarlanıyoruz…” diyordu.

Sonra birden Türkçeye, fakat Mlle de Courton’un Türkçesine çevirerek arabacıya bağırıyordu:

“Ağabacı, duğ! Duğ!”

Bülent ihtiyar mürebbiyenin tavrını, edasını, telaşını o kadar güzel taklit ediyordu ki Nihal’in ince dudaklarında bir tebessüm beliriyordu; birden yanı başında Mlli de Courton’un sesini işitti:

“Nihal! Kapıma siz vurdunuz, değil mi?”

Sıçrayarak, derin bir hülyasından birdenbire uyandırılmış gibi ayağa kalkarak, bir saniye cevap veremedi; sonra hatırlayarak ve birden kalbinde meçhul bir musibetin önsezen korkusu uyanarak haber verdi:

“Bey babamın yanına inmenizi söylemiştim, sizi görmek istiyor…”

Bir şey daha ilave etmek istiyormuşçasına duruyordu, sonra o ilave olunacak şeyi bulamayarak ve gözlerini Mlle de Courton’un yüzünden ayırarak oturdu.

İhtiyar kız aşağıya inerken o, gene Bülent’i seyretti. Bülent arabacıya köprü için emir verdiğini unutmuştu. Şimdi Taksim Caddesi’nden iniyorlardı. “Hah! Burada duralım.” diyordu. “Biraz bahçede gezeriz.”

Nihal, gözleri Bülent’in arabasına dikilmiş fakat artık kardeşinin ne dediğini işitmiyordu; küçücük dimağında siyah bir bulut parçalanmış, orasını gecelere boğmuş gibiydi.

***

Bu akşam sofrada Behlûl’den başka hep sükût ettiler. Bülent yorgun, vaktinden evvel uykusu gelmiş, somurtuyordu. Behlûl tuhaf bir hikâye anlatıyordu galiba… Söylerken gülüyor hatta kahkahaları ötede, Nihal’in arkasında duran Beşir’e bile ulaşıyordu.

Nihal onun yüzüne bakmıyordu. Bir aralık gözlerini bir kuvvet cezbetti; Behlûl’ü dinliyor görünmek için gülümseyen babasının garip, güya ifadesinden merhametler saçılan bir nazarla kendisine baktığını gördü. Bu nazar onu sıktı, gözlerini çevirdi fakat hep bu gözlerin bakışındaki ağırlığı hissediyordu.

“Kızım! Bu akşam yine etlerini yemiyorsun?”

Bu her sofrada tekrarlanan bir nakarattı. O, zorla et yerdi, Adnan Bey için bu bir daimî dertti. Boğularak cevap verdi: “Yiyorum babacığım!” Ağzında lokma büyüyor, mümkün değil yutmak için kuvvet bulamıyordu. Gözlerini kaldırdı, karşısındaki Mlle de Courton’a baktı. İhtiyar kız dalgın ve güya bir facianın matemini tutuyor zannolunacak kadar gamla dolu bir nazarla ona bakıyordu. Birden, tayin edilemez bir acıma, babasıyla bu ihtiyar kızın iki taraftan merhamet nazarı, o kendisine ağlıyor gibi bakan nazarları arasında bulunmaktan doğan derin bir mazlumiyet yeisi duydu. Bu iki nazar ona babasıyla mürebbiyesinin görüşmesinin neticesi göründü, daha mahiyetini keşfedemediği musibetin orada açık bir delilini okumuş oldu. Lokmasını hâlâ yutamıyordu, birden boğazına bir şey tıkandı ve oraya, sofranın üzerine kapanarak, zapt olunmaya vakit bulunamadan coşan gözyaşlarıyla, şiddetli hıçkırıklarla ağladı…

***

Ertesi gün, sabahleyin, babasının iş odasına girdi. “Baba!..” dedi. “Bugün benim resmime çalışacak mısınız?..” Sonra, oraya girmek için bir vesile olan bu sualin cevabını beklemeyerek koştu, kollarıyla babasının boynuna sarıldı, başını omuzuna koydu. “Baba!..” dedi. “Beni yine seveceksiniz, şimdi nasıl seviyorsanız öyle seveceksiniz, değil mi?”

Babası, dudaklarına sürülen bu yumuşak saçları öperek mırıldandı:

“Elbette!..”

Nihal, bir saniye, güya söyleyeceği şeye kuvvet bulmaya çalışarak durdu; sonra başını babasının omzundan, güya ziyasıdan korkup da kaçınmamak istediği bu dayanak noktasından kaldırmayarak “Öyle ise zarar yok, gelsin!..” dedi.

3

Mlle de Courton’un, Behlûl’ün o kadar istihzalarına hedef olan şapkaları ne derece süslü, şatafatlı ise hayatı bilakis o derece sade, kısaydı. Servetinin son kırpıntılarını Paris’in Longchamp koşularında kaybettikten sonra ancak bir kuş kafasını dolduracak kadar beynini kurşunla yakan bir babanın kızıydı; o vakit evlenmek için pek geç kalan Mlle de Courton ya ailesinin bütün asalet tarihini lekeleyecek bir hayat ile Paris kaldırımlarına düşmek yahut ömrünün sonuna kadar fakir fakat asilzade bir kız sıfatıyla vilayetlerden birinde, hısımlarının yanında sığınacak yer bulmak çarelerinden birini seçmeye mecburdu. İkincisini tercih etti. Hatta burada tamamıyla sığınmış bir mahluk derecesinde kalmamak, sofrada yediği ekmeği kazanmış olmak için evin çocuklarının talim ve terbiyesini üzerine almıştı. Bu, hayatının o yönünü değiştirmiş oldu. Bir gün ufak bir güceniklik, o gücenikliğin arasına giren küçük bir fırsat sebep olarak bu fakir asilzade kız, ta Fransa’nın bir köşesinden Beyoğlu’nun güzide bir Rum ailesine mürebbiliğe geldi. Burada uzun bir zaman, İstanbul’un Beyoğlu’ndan Şişli’ye, köprüden Büyükdere’ye kadar sokaklarından, denizlerinden başka bir yerini bilmeyerek senelerce kaldı; Adnan Bey’in yalısı mürebbiyelik hayatının ikinci ve galiba sonuncu sahnesiydi.

Nihal henüz dört yaşında idi: Adnan Bey bir mürebbiyeye lüzum gördü. Çocuklarına mürebbiye arayanlara ilk kabul ettirilmek istenilen mahluklardan, o henüz Fransa’dan geldiklerini iddia eden ancak bir nihayet iki yerden ziyade bulunmuş olduklarını itiraf etmeyen, rahibelerin yetimhanelerinde yahut terzi çıraklığında noksan öğrenilmiş Fransızcalarını sahte bir telaffuzun süslerine boğmaya çalışan kızlardan takım takım gelmişlerdi. Adnan Bey’in müşkülpesentliğine galebe çalabilecek bir tanesine tesadüf olunamadı. Bazen ikinci günü bir bahane ile izin verilmeye lüzum görülenlerden nihayet iki ay oturmalarına tahammül edilebilenlerine kadar bunların her çeşidinden iki sene bir geçit resmi yapıldı. Bugün Alman olduğunu iddia ederken ertesi gün Sofya Yahudilerinden olduğu anlaşılan, geldiği zaman bir İtalyan kocadan dul kalmış görünerek bir hafta sonra hiç evlenmediğini ağzından kaçıracak kadar yalancılıkta hatırası sağlam olmayan bu mürebbiyelerden o kadar korkmuştu ki Adnan Bey kızı için başka çareler düşünmeye başlamıştı.

Bir tesadüf -İstanbul’da mürebbiyeler için ancak tesadüfe itimat olunabilir- Adnan Bey’e o bulunamayan şeyi buldurdu: Mlle de Courton.

Mlle de Courton’un İstanbul’da bir merakı vardı: Bir Türk evine girmek, bu Türk memleketinde bir Türk hayatıyla yaşamak… Adnan Bey’in yalısına giderken asıl hülya yuvasına giriyormuşçasına kalbi sevincinden helecan içerisinde kalmıştı. Girdikten sonra bu helecan hayrete dönüştü. O, mermer döşenmiş büyük bir sofa; taştan sütunlar üzerine kondurulmuş bir kubbe, yer yer sedef işlenmiş, Şark halılarıyla döşenmiş sedirler; bunların üzerinde elleriyle çıplak ayakları kınalı, gözleri sürmeli, başları daima yaşmaklı, sabahtan akşama kadar zencilerin darbukalarıyla uyuyan yahut bir kenarda küçük, gümüş mangaldan amber kokuları etrafa dağılırken, elmastıraş nargilelerinin yakutlara, zümrütlere batmış marpuçlarını ellerinden bırakmayan çifte çifte kadınlar hayal etmiş; bütün Garp yazarlarının, ressamlarının Şark’a dair hurafe ve efsanelerinden hatırasında kalan uzak yadigârlarla bir Türk evinin başka bir şey olabileceğine ihtimal vermemişti. Kendisini yalının şık, küçük, misafir odasında görünce soran gözlerle kılavuzuna bakmış idi:

“Sahi! Beni bir Türk evine getirdiğinizden emin misiniz?”

İhtiyar kız hülyasında aldatılmış olduğuna bir türlü kanaat edememişti. İşte, senelerce Türk kibar hayatının içinde yaşamış iken hâlâ kalbinde bir şey o farz edilen Şark hayatının mutlaka mevcut olmasına inanmak ister.

Aradığının tersini bulanlara mahsus bir şevk kırılmasıyla daha birinci günü dönmek emelini duymuştu; dönecekti, eğer o gün soluk, süzgün, hastalıklı simasıyla iki senedir ikide birde değişen bu mürebbiye çehrelerinden bezgin, yorgun bir vaziyetle gelen, ona minimini elinin ince parmaklarını dokunaklı bir teslimiyet manasıyla uzatan Nihal için kalbinde derhâl bir derin merhametle karışık bir muhabbet hissetmemiş olsaydı…

Onun sevmek için büyük bir ihtiyacı vardı: Dünyada annesini tanıyamamış, babasını sevememiş, kimse için gönlünde bir bağlılık duyamamış olan, sevmekten mahrumiyet içinde çırpınan bu biçare kalbin yaşlanmış bekareti daima sarf olunacak bir şey arar; etrafında bulunan çocukları, bulunduğu evin hizmetçilerini, kedisini, papağanını dost eder; bunlara yüreğinin o saklanmış hazinesini dökerdi, fakat bir gün bu söylenen şeylerde, birden açılan bir boşluk keşfederek, kalbinden akan muhabbet selsebilinin nasıl çorak bir kum sahrasına döküldüğünü acı bir açıklık ile görerek beş dakika evvel dostları olan çocuklara, hizmetçilere, kedilere, papağana düşman olurdu.

O gün Nihal’in elini elinden bırakmayarak “Küçüğüm, bakayım gözlerinize!..” demiş ve Nihal uzun, uçları yukarıya kıvrık, bakışına garip bir yorgunluk hâli veren sarı kirpiklerini kaldırarak mavi gözlerinde bahar safiyetiyle parlayan bir tebessümle yüzüne bakınca Mlle de Courton kılavuzuna dönerek birden karar vermişti:

“Evet, kalıyorum!..”

Ertesi gün bütün ev halkıyla dost oluyordu. Lisanlarını anlamaksızın, yalnız ona gülerek “Matmazel!” deyişleri için Şakire Hanım’a, Şayeste’ye, Nesrin’e kalbinde derhâl muhabbet duymuş; o zaman henüz paytak paytak yürüyen Cemile’yi yerden kaparak hoplatmış; Beşir’in, ortasında küçük bir çukuru, çehresine daimî bir tebessüm dalgalarını seren çenesini okşayarak “Oh! Minimini siyah mücevher!..” demiş idi. Adnan Bey’in terbiyesinden, zarafetinden pek hoşnut idi; özellikle o, sofrada kendisine karşı takayyüt7 belirtileri göstermişti. Behlûl için o kadar açık bir eğilim duymamış olmamakla beraber belirli bir soğukluk da hissetmemişti. Fakat bütün bu ev halkının üstünde hatta Nihal’den ziyade, muhabbeti evin hanımına teveccüh etti.

Nihal’in annesi hasta ve Bülent’e gebe idi. Mlle de Courton evin içinde en son onu tanıdı. İki gün sonra onu Adnan Bey refakat ederek hastanın odasına götürmüştü. Tabipler hastanın yürümesini, gezmesini yasaklıyorlardı; genç kadın odasında geniş bir koltuk içinde penceresine mahkûm idi. Hastayı, beyaz elbisesinin, sarı saçlarının arasında daha solgun görünen ince, zayıf çehresiyle görür görmez ihtiyar kızın kalbinde derhâl bir merhamet uyanmıştı. O gün hasta şüphesiz iki senedir görülen mürebbiye çehrelerinin sezdiremedikleri itimadı, ihtiyar kızın elli senelik bir saffet hayatıyla neşeli ve dingin duran simasından duyarak hazin bir tebessümle ve kocasının aracılığıyla “Ümit ederim ki Nihal sizi çok sıkmayacak.” demiş idi. “Biraz şımarıkça büyüdü fakat tabiatında bir mazlumluk var ki şımarıklığının fazlasını affettiriyor. Ben bir hayli zamandan beri onunla meşgul olamıyorum. Hatta bilmem ne için, belki bensiz kalıverecek korkusuyla onu mümkün mertebe görmemek, düşünmemek istiyorum. Nihal size yetim kalmış bir çocuk hükmünde bırakılıyor demektir. Siz onun için bir öğretmenden ziyade bir valide olacaksınız…”

Bu sözler ölmekten ziyade çocuğunu yalnız bırakmaktan korkan bir valide tesiriyle, titrek bir sesle söylenmişti. Mlle de Courton, Adnan Bey’in tercümesini dinlerken bu sözlere hastanın ruhunu katmak isteyerek gözlerini, üzerinde rica eden bir tebessümün dalgaları uçan hastalıklı simadan ayırmıyordu. Son cümle onun kalbinde en hassas, en ziyade titremeye eğilimli bir teli canlandırdı: Valide… Nihal’in validesi olmak fikri hayatının bütün mahrumiyetleri içinde en acısıyla o kadar samimi bir irtibata sahip idi ki… Kadınlık emellerinden feragat etmiş bütün biçare kadınların kalbinde her türlü mahrumiyetlerin gözyaşları sükût edebilir fakat bunlardan biri, analıktan mahrum kalmış olmak acısı, daima zehirden birer katre ile damlayan kapanmaz bir yaradır. Zannolunur ki tabiat kadınların ruhuna boş kalmaya tahammül edemeyen bir beşik koymuştur. Bu ihtiyar kızın da ruhunda böyle boş bir beşik, o beşiğin yanında hiç olmazsa boşluğunu uyutmak isteyen bir ananın ağıt türünden ninnileri vardı. Birden, hastanın o son sözüyle bu boş beşiği dolmuş zannetti ve bugünden başlayarak merhametle karışık bir muhabbet onu hastaya meftun etti.

Mlle de Courton’un asaletin vakarına karşı feda olunamayan birtakım hisleri vardı. Bunlar, Adnan Bey’in evine kapılanması esnasında hükmünü icra ederek birkaç esas şartın kararlaştırılmasına sebebiyet vermişti: Çocuğun adi hizmetlerine karışmayacaktı, giydirilmesine nezaret edecekti fakat yıkanmasına müdahale etmeyecekti, kendisinin yalnız nefsine ait bir odası olacaktı, şöyle yapılacaktı, böyle edilecekti… Bu esas şartlar resmî bir anlaşma kadar ehemmiyetle sayılıp belirlenmişti. Hastayı gördükten sonra o gece Mlle de Courton çocuğu yatırmadan evvel ayaklarını yıkamak için Nesrin’den sıcak su istedi. Nesrin bilhassa ayaklarından pek ziyade gıcıklanan Nihal’i güldürerek yıkarken bir aralık Mlle de Courton bütün asalet vakarını unuttu. Nesrin’in yanına oturarak ve ıslanmamak için yenlerini çekerek ellerini leğenin içine soktu; bu minimini beyaz şeylerden birini alarak, okşayarak, gıcıklayarak, Nihal’i fıkır fıkır güldürerek, güya Nesrin’e ders verdi. Nihal için bir valide olmak fikri bütün o esas şartları feshedilmiş bir nüsha hükmüne getirmişti.

Her gün öğleye yakın, derslerini bitirdikten sonra, çocuğu alır, hastanın odasına gider, bir dakika bir yerde duramayan Nihal ortalığa karıştırırken o, hastanın karşısında gülümseyerek otururdu. Bu iki kadın yalnız gözlerinin sessiz ifadesiyle birbirine kalplerindekilerini dökerlerdi. Böyle ne kadar açık sükûtlarla birbirinin ruhunu duymuşlar, görüşemeksizin ne demek istediklerini anlayarak dost olmuşlardı.

Bülent doğduktan sonra hastada o kadar güçten düşme eseri görünmeye başlamıştı ki herkesle beraber Mlle de Courton da çocukların annesiz kalmaya mahkûm olduklarını anlamıştı. Hasta iki sene, bir camekân içinde yavaş yavaş kuruyan nazik bir bitki gibi güya damla damla can vererek sürüklendi; nihayet Nihal bir gün mürebbiyesiyle Büyükada’ya; Adnan Bey’in ihtiyar halasına gönderildi. Çocuk, orada geçirdikleri on beş gün zarfında hiçbir kere ne annesini sormuş ne evi aramış idi. Yalnız döndükleri gün birden, kendisini karşılayan yaşlı gözlerin karşısında hakikati anlayarak bağırdı:

“Anne!.. Annemi görmek isterim!..”

Sonra etrafında cevap vermeyerek yüzlerini çeviren bu perişan ev halkını görünce çocuk kendisini yere atmış, kollarıyla bacaklarını kıvırıp duran asabi bir çırpınma içinde, boğazını yırtan ve heyhat cevapsız kalmaya mahkûm olan “Anne!.. Anne!..” feryatlarıyla ağlamaya başlamıştı.

O zaman ihtiyar kızın gözlerinin önüne olanca heybet ve azametiyle bir mukaddes vazife dikilmiş oldu: Bu validesiz çocuğa validesizliği unutturmak…

***

Nihal’de bazı şeyler fark ederdi ki bunlar kalbinde ufak bir korku uyandırırdı. Bu çocukta garip, çözümlemeden kaçan tezatlar vardı. Babasından başlayarak bütün ev halkına kadar ona gösterilen muhabbette her vesile ile bir merhamet hâkim olur ve bu acınarak sevilmek zaten çocuğun irsi bir zaaf ile hastalıklı asabında daha ziyade bir incelik, daha ziyade bir hassasiyet uyandırırdı. Bu, onu bir mazlumiyet havası içinde sarıyordu ve sanki bu havadan şu narin çiçeği öldürmeyecek fakat daima sarartıp solduracak bir zehirleyici nefes yayılırdı. Onun için Nihal’de herkesin gözlerinden damla damla içilen merhamet manasının bir yetim elemi vardı. İhtimal bu, o kadar dikkati celbetmeyecekti, eğer yanında tezatlar teşkil eden şeyler olmasaydı. Bu tezatlar mazlumiyetini, daha ziyade anlaşılırlık ve açıklık veren bir daire ile kuşatırdı. Öyle şımarıklıkları vardı ki Nihal’i birden başka bir çocuk olmuş zannettirirdi. Hele babasına karşı ara sıra birkaç yaş küçülür, dizlerine tırmanır; sakallarının altından, ta dudaklarını kılların tırmalamayacağı yerlerden öpmek ister; güya sevildiği kadar sevilmek ruhunu tatmin etmiyormuşçasına daha ziyade sevilmek için sırnaşık bir çocuk olurdu. Bir yerde beş dakikadan fazla durmak, bir şeyden beş dakikadan ziyade eğlenmek; daimî bir sıkıntıdan, gizli, durmadan ruhunu ezen, derin bir yürek üzüntüsünden firar etmeye çalışıyor zannolunan Nihal’den beklenemezdi.

Mlle de Courton en ziyade bundan bizar idi: Nihal’e yarım saat muntazam imla yazdırmaya, piyanosunda alıştırma yaptırmaya muvaffak olamazdı; dersler daima sektelere uğrayan kırık kırık parçalardan teşekkül ederdi fakat bir gün, bilinemez nasıl, Nihal o kazazede derslerden öğrenmiş olarak çıkardı.

Uzun uzun hırçınlıkları vardı ki eğer gözyaşlarının bir taşması ile, bir asap buhranı ile sükûn bulmayacak olursa günlerce sürerdi. Gözyaşlarından, çırpınmalardan, tepinmelerden sonra fazla uyku uyumuş gibi simasına bir yorgunluk çöker, sanki bu buhran onu hırpaladıktan sonra dinlendirirdi.

Belirli olmayan fasılalarla, olmayacak vesilelerle dökülen bu yaşlar ruhunun rikkati fazlası idi ki mutlak taşmaya muhtaç idi. Ondan sonra çılgınca bir sevinç devresi başlardı; Bülent’le, Cemile’yle, Beşir’le yalının geniş sofalarını, büyük bahçesini bitmez tükenmez gezintilerin gürültülerine boğardı.

Mlle de Courton korkardı ki bu tezatların arasında Nihal’in zayıf, narin vücudu muhtelif rüzgârların çarpışma noktasına tesadüf etmiş ince, narin bir dal mukavemetsizliğine uğramasın.

bannerbanner