![Aşk-ı Memnu](/covers/69428818.jpg)
Полная версия:
Aşk-ı Memnu
Tül perdelerin arasından süzülerek yavaşça şehnişine dökülen sofanın ziyası altında anne kız birbirine baktılar. Bihter gülümsüyordu; sonra yavaş, hafif, saçlarının arasından kayıp firar eden rüzgâra benzer bir sesle “Anne!..” dedi. “Niçin Adnan Bey meselesine ehemmiyet vermediniz?”
Firdevs Hanım şüphesiz böyle bir suali bekliyordu, doğrulmayarak o da öyle yavaş sesle cevap verdi:
“Sebebini zannederim ki senin yanında söylemiştim.”
Bihter gülerek omuzlarını silkti. “Evet, fakat onlar, sizin itiraf ettiğiniz sebepler o kadar hafif şeylerdi ki, bu izdivaca razı olmanız için bilmem yeter mi?”
Firdevs Hanım yavaşça doğruldu, şimdi seslerinin gizli bir fırtına saklar gibi uyanmaya başlayan içten heyecanını zapt etmek isteyerek ikisinin de dudaklarında bir kısıklık vardı. Bihter başını kaldırmıştı, annesinin dizinden kolunu çekti.
“Seni bu izdivaca pek heves ediyor görüyorum Bihter!..”
Bihter muhakkak bir mücadeleyi mümkün mertebe geciktirmeye çalışan bir sesle cevap verdi:
“Evet, çünkü daha iyi bir fırsat zuhur edebileceğine artık ümit kalmadı, öteki kızınızın nihayet bir Nihat Bey’i zorla bulabildiğini pek iyi hatırlarsınız. Şimdiye kadar benim hakkımda da size bir müracaat vukusuna vâkıf değilim…”
Firdevs Hanım “Beni şaşırtıyorsun Bihter!” dedi. “Mutlaka gelin olmak için bu kadar acele ettiğini bana haber vermiş olsaydın…”
Bahsi sükûn ile bitirmek için azmetmekle beraber Bihter birden her vesile ile parlamaya hazır olan tabiatına mağlup oldu. Keskin bir sesle “Oh! Hayret edecek bir şey yok anne!” dedi. “Yirmi iki yaşında bir kız, birinci defa olarak kabul edilecek bir izdivaç talebi karşısında bulunur da nihayet rey beyan etmeye lüzum görürse acele etmiş olmaz zannederim. İtiraf ediniz ki Adnan Bey’i reddetmek için gösterdiğiniz sebepler belki başka bir kız için düşünülebilir. Fakat kabahat kendisinin olmadığı hâlde, kim bilir nasıl sebeplerle koca bulmaktan ümidini kesen bir kız…”
Bihter’in sesine gittikçe asabi bir titreme geliyordu. Boğazın sakin sularını yararak Karadeniz’e doğru yol alan büyük bir yük vapurunun velvelesi Bihter’in son sözlerini boğmuştu. Firdevs Hanım şimdi büsbütün doğrulmuştu. Anne kız, karanlıkta, birbirini boğmak isteyen iki düşman gibi, yüz yüze, nefes nefese, gözleriyle birbirini araştırarak duruyorlardı. Firdevs Hanım sordu:
“Ne vakitten beri kızlar annelerine karşı izdivaç hakkında serbest serbest lakırtı söylemeye başladılar?”
Bihter, beş dakika evvel pamuk pençeleri altında tırnaklarını saklayan bir kedi sokulganlığıyla gelen bu kız, artık silahlarını çıkarmıştı; derhâl cevap verdi:
“Anneler anlaşılamayacak sebeplerle kızlarının izdivaçlarına engel olmaya başlayalıdan beri!”
“Bihter!..
Annene karşı idare edilecek lisanı tayin edemiyorsun. Sana daha ziyade terbiye verdim zannediyordum.”
Artık mücadeleyi açık bir harp olmaktan menedecek bir kuvvet kalmamış idi. Sesleri yükseliyor, nihayet fırtına patlıyordu; sofradakiler, Nihat Bey’le Peyker belki işitebilirlerdi. Bihter daha ziyade yaklaştı ve nefesi, annesinin cildine dokunarak cevap verdi:
“Bunu terbiye noksanından ziyade kızlarınıza muhabbet, hürmet hissettirememiş olmanıza yormak doğru olur! Teessüf ederim ki, size birinci defa olarak ihtimal bir daha unutulmayacak şeyleri söylemeye mecbur oluyorum fakat kabahat sizin… Kızınızı tenkit etmeden evvel bir kere, sizi davet ederim, kendinizi düşününüz. Adnan Bey’i niçin reddettiğinizi tamamen biliyor musunuz? Yaşlarıyla çocukları için, diyeceksiniz. Nihat Bey’in de yaşı elli miydi? Onun da çocukları mı vardı? Hâlbuki bugün bana yapmak istediğiniz şeyi o zaman Peyker’e yapmış idiniz. Nihayet mağlup oldunuz, bu defa yine mağlup olacaksınız fakat bu mağlubiyet size daha acı geliyor çünkü…”
Firdevs Hanım hırsından boğularak sordu:
“Çünkü?..”
Bihter, şimdi karşısındakinin ızdırabından haz alan, yaraladıktan sonra bıçağını yaranın içinde kanırtarak çeviren bir vahşet insafsızlığıyla söylüyordu:
“Çünkü?.. İşitmek istiyorsunuz, öyle mi?.. Çünkü ben de bu evde birisini bilirim ki eğer Adnan Bey onu istemiş olsaydı…”
Firdevs Hanım’da artık zaptı mümkün olmayan bir hiddet feveran etti; elinin tersiyle Bihter’in ağzından cümlesinin aşağısını durdurmak isteyerek çarptı. Bihter, bir çılgın gibi iki ellerinin bir kasılmasıyla annesinin iki ellerini tuttu ve dişlerinin arasından ıslık çalan bir sesle “Evet, onu istemiş olsaydı…” dedi, “koşacaktı, sevincinden çıldırarak koşacaktı!”
Firdevs Hanım kendisini sandalyesine salıverdi. Beş saniye evvel hastalıklı asabında kalan bir kuvvet bakiyesiyle isyan ettikten sonra tekrar bir zaaf, onu bir müddetten beri her konuşmada artık mağlup eden çocukça bir zaaf, cevap vermekten menetti; gözlerine yaşlar hücum etti ve bütün hayatının cezası bu gece kızının ağzından dökülen bir kadın, orada, karanlık gecenin içine birer hazin katre ile ağlayarak dökülüyor zannolunan semanın sönük, dargın yıldızları altında uzun uzun ağladı.
Bihter, birden onu ağlıyor görünce istemeksizin, düşünmeksizin, belki iki buse arasında bitirebilmek ümidiyle başlanıp da gözyaşlarıyla bitirilen bir mücadelenin neticesine karşı donmuş, duruyor; karşıda kırmızı fenerin ateşin4 bir yılan gibi kıvranıp uzanan ziyasına dalarak başını çeviremiyordu.
Meselede galip çıktığından emin idi, annesinin bütün bu gözyaşları onun galibiyetine birer delil demekti, lakin şimdi bunlar ona da ağlamak hevesini veriyordu, bir kelime söyleyecek olursa kendini zapt edemeyeceğinden korktu. Dudaklarını ısırarak, sahili küçük küçük şamarlarla tokatlayan dalgaların çarpıntısı arasında annesinin iri iri nefeslerini işiterek durdu; kalplerinde valideyi çocuklarına bağlayan hürmet ve muhabbet ilgisi teessüs edememiş bu iki vücut, iki düşmana benzeyen bir anne ile kız, derin, ağır, soğuk, sanki aralarında yatan bir tabutun mateminden gelen bir sükûtla hareketsiz kaldılar.
İkisinin arasında kırılmış bir şey, lakin yapılmış bir izdivaç vardı.
***Bu gece Bihter odasına bir zafer sevinciyle girdi. Şimdi artık gerçekleşeceğinden emin olduğu hülyasıyla yalnız kalmak için acele ediyordu. Üstündeki şeyleri koparıp atmak isteyen ellerinin seri hareketleriyle soyundu, omuzlarından kayan gömleğiyle pencereye kadar gitti, panjurları çekti, camı indirdi, kandili yaktı, mumunu söndürdü, yatağının kenarına oturarak çoraplarını çekip attı; her şeyden uzak, her şeyden ayrı, yalnız hülyasıyla beraber kalmak için yatağına girdi, eliyle cibinliği çekti.
Ötede kandilin titrek ziyası odanın mahrem gölgeleriyle boğuşuyor gibiydi; masanın üzerinde şişelerin irileşen, nispet haricinde şişen gölgeleri odanın döşemesine dökülüyordu. Şimdi Bihter yatağının içinde, hakikatle hülyanın arasına cibinliğinin tül duvarını çekerek yatıyor, odanın sükûnunda bir uyku nefesi uçmaya başlıyordu. Yalnız -ufuklardan bir parça güneş istemek için yuvasının kenarında bekleyen beyaz bir güvercin yavrusu gibi- yataktan, cibinliğin arasından küçük, tombul bir ayak sarkıyor; asabi bir hırçınlıkla sallanarak şuh, çapkın bir davet manasıyla güya bu emel yatağına takım takım hülyalar çağırıyor; “Evet!” diyordu. “Buraya geliniz görkemli yalılar, beyaz kikler, maun sandallar, arabalar, kumaşlar, mücevherler, bütün o güzel şeyler, bütün o yaldızlı emeller… Siz, hepiniz buraya geliniz…”
2
Bugün Adnan Bey açık sarı boyalı yalıdan çıktıktan sonra maun sandalına kalbinde büyük bir hafiflikle atlamış idi. Kendisini aylardan beri içinden çıkılmaz tereddütler arasında yoran bu müracaat, işte nihayet yapılmış, onun kalbini ezen ağırlığı güya göğsünün üzerinden büyük bir taş gibi nihayet kalkmış idi, fakat sandalında kendisini yalnız bulduktan sonra bu hafifliğin arasında ufak bir helecan hissetti. Bugün alışkanlığına aykırı olarak işte sandalda yalnızdı, Nihal ile Bülent babalarına refakat etmiyorlardı lakin onların boş kalan yerinde iki masum, şaşkın çehrenin gölgesi titriyor; minimini iki ses, iki çekingen, mütereddit çocuk sesi, “Bey baba!” diyordu. “Nereden geliyorsunuz? Ne yaptınız?”
Evet, ne yapmış idi? Şimdi uzaktan, akşamın son ziyaları içinde, yeşillikleri gülümseyen karşı tepelere bakarak o da kendi kendisine bu suali soruyordu. O zaman, bu müracaata karar vermeden evvel aylarca devam eden tereddütler, cenkler bir dakika içinde tekrar uyandı; zihnen bu mücadelenin bir tarihini, bütün o harp tafsilatının bir özetini çizdi. Kendisini vicdanına karşı haklı göstermek için her vakitten ziyade şu dakikada bir ihtiyaç duydu. O zaman, emeline ulaşmayı temin için hazırlanan bütün sebeplerin ve delillerin yükselen, kendi sesini örten hücum velvelesini işitti.
Evet, böyle daha ne kadar devam edebilirdi? İşte dört seneden beri hayatını çocuklarına hasretmiş, evin içinde bir annenin kaybolduğundan onların minimini ruhunu mümkün mertebe gafil tutabilmek için çocuklarına valide olmuş idi. Fakat şimdi, artık bu fedakârlıkta devama makul bir sebep görmüyordu. Bülent zaten mektebe gidecekti, Nihal birkaç sene sonra gelin olacaktı. Çocuklarının bağları kendisinden yavaş yavaş çözülecek, nihayet bütün çocuklarla babaların arasında açılan uçurumlar onların arasında da -hatta şimdiki bağların samimiyetine nispetle daha büyük- bir boşluk açılacaktı. O zaman bu boşluğun yanında yalnız, ara sıra yalnızlığına teselli bahşetmek için uğraşan çocuklarının birkaç tebessüm sadakasıyla terk edilmiş kalp ısınamayarak, o yalnızlığın bütün kar parçaları hayatının neticeden mahrum kalmış fedakârlıklarını kalın bir kefenle örterek, evet, yapayalnız kalacaktı.
Zaten geçen tüm hayatı bir fedakârlıktan ibaret değil miydi? Tereddütlerine karşı fazla bir galebe silahı bulmak için izdivacının bütün şiir ve aşk hatıratını inkâr ediyor, bu ikinci sevdanın tasarlanmış beşiğini süslemek için biçare ölmüş aşkının mezarından çiçeklerini söküyor, koparıyordu.
O, otuz yaşına kadar nispeten masum bir hayat geçirmiş idi, hayatının en büyük aşk vakası, izdivacıydı. Şimdi düşünürken on altı senelik izdivaç devresi, hatıralarında bir zayıf papatyanın bile neşesinden mahrum, uzun, çıplak bir çöl parçası şeklinde uzanıyordu. Bu on altı sene yalnız zevcesinin bitmez tükenmez hastalıklarından mürekkep hatıralar bırakmış idi. O hastalıklarla cenk etmiş, çocuklarının annesini kurtarmak için senelerce uğraşmış idi; nihayet zaten beklenen netice bütün gayretlerini hiçe indirerek, işte, çocuklarını öksüz bırakmış idi. O zaman sarf olunan emekler, şimdi mükâfat bekleyen seslerle hatıralarının arasında bağırıyordu. O vakit ifa edilen bir vazife, şimdi bir hak hükmünü almış idi. Lakin kalbinde ufak bir helecanın susturulması kabil olamıyor, bu sebepleri Nihal ile Bülent’in fikirlerine nasıl kabul ettireceğine karar veremiyordu. İstiyordu ki vicdanına karşı kendisini temize çıkaran bu sebepler onu çocuklarına da affettirsin…
Birden gözlerini karşı tepelerden ayırdı. Kalender’e yaklaşıyorlardı; onlara, Bihter’e tesadüf edebileceğini düşündü. Dümene ufak bir darbe ile daha ziyade yanaştı; işte, uzaktan beyaz sandalı fark etmiş idi; dümene yine bir küçük darbe ile ufak bir eğrilik daha çizdi, iki sandal yekdiğerinden ancak birbirine çarpmayacak derecede açık kalmış idi.
Adnan Bey kendi kendisine, Şimdi, on dakika sonra haber alacaklar… diyordu. Bihter’in kabul cevabı vereceğinden emin idi, bunu genç kızın zaten gözlerinde açıkça okumuş, gözlerinin bakışında müracaatta gecikmesinden şikâyete benzer bir şey bile fark etmiş idi.
Kendi kendisine bir nakarat gibi Evet… diyordu. Şimdi, on dakika sonra… Tekrar, birden aklına Nihal’le Bülent geldi. Eve gidince onun da yapılacak bir işi vardı. Bugün çocukları hazırlamak istiyor, saadetinin tam olmasına mâni olacak olan şu helecanı da hemen susturmak için acele ediyordu.
Maun sandal artık yapılacak bir işi kalmamış gibi süratle suları yararak ilerlerken bu helecan büyüyordu. Hâlâ bir kolay yol bulamamış, aklına gelen çarelerin hiçbirine karar verememiş idi. Bir aralık Şakire Hanım’ı -zevcesinin gelin halayığı iken Nihal’in doğmasını müteakip çırak edilen ve o zamandan beri evde aile fertlerinden olmak ehemmiyetiyle kalan kadını- düşünüyor; ara sıra “Hayır, mürebbiyesini aracı kılmak daha iyi olur…” diyordu. Sandal rıhtıma yanaşıp da kapının önünde bekleyen küçük Habeş Beşir koşunca Adnan Bey hemen sordu:
“Çocuklar gelmediler mi?”
Gelmediklerini anladıktan sonra bir ferahlık duydu; şimdi onları hem görmek istiyor hem görmek zamanını tehire çalışıyordu. Bugün yalnız kalmak için çocukları mürebbiyeleriyle beraber Bebek Bahçesi’ne göndermiş idi.
Soyunup ev içinde giydiği ince şayaktan pantolonunu, beyaz keten gömleğini taktıktan sonra siyah alpaga ceketini aradı; asabi ellerle aynalı dolabın kapağını çekti, odanın köşesinde duran elbise askısına baktı, ceketini bulamıyordu. Eliyle zile bastı, Nesrin’e çıkıştı; “Her şey karmakarışık, hiçbir işime bakılmıyor, işte bir saattir siyah ceketimi arıyorum!” diyordu.
Siyah ceketin bir kolu, iskemlenin kenarından sarkıyordu. Adnan Bey arkasından çıkardığı elbiseleri onun üzerine atmış idi. Nesrin ilerleyerek ceketi elbiselerin altından çıkardı.
O, “Gördünüz mü? İskemlenin üstünde bırakmışsınız, hiçbir şeyi yerine koymak âdetiniz değil ki…” diyordu Bir müddetten beri böyle hizmetinin noksan görüldüğünden, hiçbir şeye bakılmadığından, hanımsız evde ne kadar dikkat edilse hizmetçilere meram anlatmak mümkün olmadığından bahsetmeyi âdet etmiş idi. Nesrin çıkarken sordu:
“Çocuklar gelmediler mi?”
Yatak odasından aşağı indikten sonra bir aralık sofanın penceresinden denize baktı, artık sabırsızlanıyordu. Sonra odasına, iş odasına girdi; bir şeyle meşgul olmak istiyordu. Onun başlıca merakı tahta üzerine oymacılık idi; bütün boş saatlerini kâğıt bıçakları, hokkalar, kibrit kutuları, üzerinde kabartma resimlerle kâğıt baskıları oymakla geçirirdi. Birkaç günden beri ortasında Nihal’in yandan çehresiyle bir küçük tabak çıkarmak için uğraşıyordu. Bunu eline almak, çalışmak istedi, çalışamadı. Tekrar zile bastı. Nesrin tekrar içeriye girdi.
“Nihal’le Bülent gelmediler mi?”
Nesrin bu defa gülümseyerek cevap verdi:
“Gelmediler efendim fakat şimdi nerede ise gelirler.”
Kız çıktıktan sonra Adnan Bey kalbinde vazıh bir korku hissi duydu. Evet, şimdi gelecekler; o zaman, o zaman ne yapacak?
En ziyade Nihal’i düşünüyordu. Tereddütlerine galebe çalmak için icat ettiği sebeplerin arasında hiçbir zaman susturmaya muvaffak olamadığı bir korku, bu vakanın Nihal üzerindeki tesirini düşünmekten doğan bir korku vardı. Babasıyla kendisinin arasında başka bir vücudun, başka bir muhabbetin engel olmasına bu nazik, narin, suda yetişmiş bir çiçeğe benzeyen kızın lakayt kalamayacağından emin idi. Pek iyi hissediyordu ki, henüz çocuk iken onu annesiz bırakan matemin o zaman tamamıyla duyulmayan acılarını sonradan, büyüyüp düşünmeye başladıkça birer birer duymuş, onlar çehresine gittikçe derinleşen bir yetim mazlumiyetinin hüzünlerini çekmiş idi. Babasına gülümseyerek bir bakışı vardı ki, ta gözlerinin içinde, ta o tebessümün altında, tamamıyla tanıyıp sevmeye vakit bulunamamış hatta siması bile hatırlanamayan annesi için bir matem gözyaşı saklıyor gibiydi. Şimdi bu babayı, bu ikinci anne bir parça onun elinden alacaktı. O biçare yüreği, bu ikinci ayrılıktan nasıl elim bir yara ile yırtılacaktı! Bunu düşündükçe kalbinde Nihal için ağlayan bir damar sızlardı fakat bu artık nazarında önüne geçilmek mümkün olmayan hatta vukusuna müsaade edilmek lazım gelen bir zarar hükmünü almış idi.
Adnan Bey şimdi odasının kahverengi uzun perdeler altında yarı bir karanlığa boğulan derinliklerine dalarak, iş masasının yanında meşin koltuğa yarım yaslanmış, ayaklarını uzatmış, düşünürken Nihal ile bütün refakat hayatı parça parça levhalarla koparak gözlerinin önünde yaşıyordu. İlk önce annesini kaybettikten sonra çocuğun huysuzluklarını, o bin türlü, olmayacak sebepler icat olunarak saatlerce devam eden ağlayışlarını görüyordu. O vakitler babasından başka onu kimse susturamazdı. Onda bir de asabi hastalık vardı ki düzensiz fasılalarla minimini nahif vücudunu saatlerce süren buhranlar içinde ezer, hırpalardı. Küçük yatağının yanında, o matem devresinde, o sinir buhranı saatlerinde geçirdiği ızdırap gecelerini düşündü. İşte şimdi hatırına geliyor: Bir gece uykusunun arasında, çocuğun kim bilir nasıl bir rüyadan sonra, korkulu bir sesle onu uyandırmak için “Baba! Baba!” dediğini işitmiş, yatağından kalkmış, yanına giderek sormuştu: “Ne istiyorsun, kızım?” O zaman o, babasını yanında gördükten sonra müsterih olarak, gülümseyerek annesinin vefatından sonra birinci defa olmak üzere sormuştu: “Yarın gelecek mi?” Böyle, ismini söylemeyerek, kim olduğunu belirtmeyerek annesinden bahsederdi. “Hayır kızım!” Her vakit yalnız bu cevapla kanaat ederken bu gece uykusunda galiba bir rüya ile başlayan bu bahsi takip etmişti: “Pek mi uzaklara gitti? Oradan gelmek zor mu bey baba?” O, cevap vermeyerek başını sallamış, bu iki suali tasdik etmişti. Çocuklara mahsus bir inatla o mutlaka bir cevap istiyordu: “Öyleyse biz oraya gidelim, olmaz mı? Baksanıza o gelmiyor, hiç, hiç, bir gün olsun gelmiyor…” Sonra babasının sükût ettiğini görerek birden küçük çıplak kollarını yorgandan çıkarmış, onun başını çekerek, ağzını kulaklarına yapıştırarak, kandilin titrek ve karanlığa benzeyen ziyası altında, etraftan gizli bir şey söylüyormuşçasına hafif, bir kuş nefesine benzeyen sesiyle “Yoksa öldü mü?” demişti. Bu hakikat birinci defa olarak ağzından çıkıyordu. Sonra minimini parmağını uzatarak ve babasının gözlerinden akan birer katre çekingen yaşı silerek ilave etmişti: “Lakin siz ölmeyiniz, babacığım, siz ölmezsiniz, değil mi?”
O, çocuğu teskin etmiş, yatağına zorla yatırarak örtüsünü üstüne çekmiş fakat yanından ayrılamayarak saatlerce, sessiz, uyumasını beklemişti. Çocuk o gece bütün içini çekerek nefes almıştı.
Geceleri onu bir müddet yanından ayıramaz, beraber yatardı. Şimdi bile Nihal’le Bülent aralık kapısı daima açık duran, yanında bir odada yatarlardı; daha ötede mürebbiyelerinin -ihtiyar Mlle de Courton’un- odası vardı. Yalnızlık bu baba ile kızı o kadar sıkı bağlarla bağlamıştı ki ancak birbirinin havası muhitinde yaşamaktan haz alabiliyorlardı; mürebbiye, Nihal’den ziyade Bülent’in bir arkadaşıydı. Gece Nihal, Bülent’in uykusunu bekler, kadınla beraber çıktıktan sonra babasıyla yalnız kalmakta garip bir lezzet bulur, güya hayatının bir türlü dolmayan boşluğu içinde babasıyla böyle baş başa kalış kalbinin bütün ıssız köşelerini saadetle dolduracak bir samimiyet kazanırdı.
Adnan Bey kızıyla bu refakat hayatının tafsilatını görürken etrafına, odasına; hatıralarının, kızıyla beraber geçen saatlerin sessiz şahitlerine bakıyordu. İşte, ta odanın karşı duvarını boydan boya kaplayan yüksek, geniş, oyma cevizden, tek parça camlı kapaklarıyla kütüphane, bütün vakur, iri kitaplarla dolu; ötede kapıya karşı, yan tarafta bir vakitler merak edilerek toplanmış güzel yazılardan mürekkep zengin bir levhalar mecmuası ki karmakarışık fakat perişanlığında gözleri okşayan latif bir zevk ile tertip edilerek duvarı kaplamış; sonra diğer duvarlarda, son merakının yadigârı: Oyulmuş tahtadan minimini hücreler, resim çerçeveleri, mendil kutuları, aralarından kurdeleler geçirilerek tutturulmuş yelpazeler, ta ortada büyük bir parça kök üstüne kabartma çıkarılmış bir ihtiyar başı… Bugün, bu şeyler ona tuhaf bir nazarla bakıyorlar gibiydi.
Duvardaki oymaları uzun uzun seyrediyordu. Bu ufak tefek şeyler, Nihal’in yanında, işte şurada, yeşil kalpaklı lambanın altında geçirilen muhabbet ve merhametle dolu bütün saatlerin mahsulleriydi.
Adnan Bey elini uzattı, masanın üstünden daha tamamlanamayan Nihal’in çehresini aldı. Bu henüz bitirilmemişti; henüz ne saçlarının, simasını ipekten bir çerçeve içine alan dalgaları ne de nahif çehresinin hastalıklı süzgünlüğü belliydi fakat o, yüzüne baktıkça kendisine ağlamak arzusunu veren hasta simayı şu müphem çizgilerin arasından tam bir açıklık ile görüyordu.
Ah! Nihal’in o yaşamaktan şikâyet ediyor zannolunan sarı, sarılığında uçucu bir pembeliğin aldatıcı neşeleri hemen solacak bir gül inceliğiyle titreyen hazin çehresi! O hasta iken sizi yalancı gülüşlerle aldatmaya, etrafındakileri sahte bir saadet içinde iğfal etmeye çalışan, derinliklerinde hastalıklı ruhu ağlarken gülen gözleri… Bunları bütün manalarıyla görüyordu. O vakit kızının hastalıklarını, o sinir buhranlarını, o ta ensesinden başlayarak haftalarca devam eden baş ağrılarını hatırlıyordu…
Birden karşısında, Nihal’in bu hazin simasını ağlayarak kendisine bakıyor zannetti. Bir dakika içinde, hayatında bugünün silinmiş olmasını arzu etti. Evet, bugün silinmiş olmalıydı, bugün de bütün diğer günler gibi netice vermeyen mücadelelerle geçmeliydi, mağlup olmamalıydı fakat şimdi yapılmış olan müracaat geri alınmayacak bir adım gibi görünüyordu; onu değiştirmeye, geçilmiş olan mesafeden geri dönmeye imkân bulmak hatırına gelmiyordu. O ağlayan hastalıklı çehrenin arkasında diğer bir çehre, siyah saçlarıyla, uzun kaşlarıyla, iri, mahmur gözleriyle, şiir ve gençlik dolu bir çehre ona çıldırtıcı tebessümlerle gülümsüyordu.
***Nesrin kapıdan görünerek haber verdi:
“Geldiler efendim!..”
Nesrin’in arkasında Nihal’in sesi işitildi:
“Baba!” diyordu. “Siz bizden evvel mi geldiniz?”
Kuşaksız, açık mavi elbisesinin içinde yaşına nispetle uzun duran ince vücuduyla, zarif bir keçi yavrusu çehresinin inceliğini hatırlatan süzgün simasıyla Nihal koşarak içeri girdi; iki elleriyle babasının iki ellerini tuttu ve potinlerinin ucuna basıp yükselerek alnını babasının dudaklarına uzattı.
“Siz bizi başınızdan savar, kaçarsınız, öyle mi? diyordu. “Nereye gittiniz bakayım?.. Niçin bize çıkacağınızı söylemek istemediniz?.. Şimdi Beşir’den haber aldık. Oh! Benim minimini Beşirciğim, bana hepsini haber verir…”
Babası gülerek dinliyor; o durmaz dinlenmez çocuklara mahsus bir kıpırdaklıkla kâh masanın üstünde bir şeye dokunarak kâh elleriyle eteklerine vurarak, ağzından çıkan her kelimeye bir hareket katarak söylüyordu:
“Biz de ne iyi eğlendik. Bilseniz, bugün matmazelin bütün tuhaflığı üstünde idi. Bülent’e kendi çocukluğunda tanıdığı bir dilencinin hikâyesini anlatıyordu. Ne tuhaf! Bu bir ihtiyarmış ki bir büyük parça ekmeği…”
Nihal anlatırken ince, arasından güneş geçebilecek zannolunan nahif ellerini birbirine birleştiriyor, ağzına götürerek güya koca bir parça ekmeği küçük ağzının renksiz dudaklarıyla yutuyordu.
“İşte böyle! Matmazel yaparken görmelisiniz ki… Bülent’i bilirsiniz ya? Çıngırak gibi kahkahasıyla gülerken bütün bahçe halkı bize bakıyordu. Matmazele söyleyelim de sofrada size de yapsın babacığım…”
Şimdi babasının dizlerine dayanarak halının üstüne diz çökmüş, Bebek Bahçesi’ndeki seyranlarını, en küçük tafsilata kadar, fikri oynak bir kelebek gibi oradan oraya sıçrayarak anlatıyordu. Sonra birden lakırtısının arasında ciddi bir çehre ile sordu:
“Siz nereye gittiniz, söyleyiniz bakayım, siz bizden gizli nereye gittiniz?”
Düşünmeksizin “Hiç!” dedi, sonra bu cevap, bu yalan ağzından çıkar çıkmaz zapt edilemeyen bir utanç ile kızardı, düzeltmeye lüzum gördü:
“Kalender’e!”
O, birden, sinirleri hastalıklı çocuklara mahsus garip bir sezgi ile bu yalanı keşfetti.
“Değil babacığım, işte, işte, kızarıyorsunuz, demek bizden saklamak istiyorsunuz.”
Ayağa kalktı, sahte bir küskünlük vaziyetiyle başını eğerek, dudaklarını kabartarak, gözlerinin eğri bir bakışıyla babasına bakıyordu. Şimdi, hemen şu dakikada, hiçbir şey hazırlamaksızın, hiçbir ihtiyata teşebbüs etmeksizin bu masum çocuğun karşısında, semavi bir mahluk huzurunda vicdanını temize çıkarırcasına, hepsini söylemek, göğsünün üzerinde bir taş ağırlığıyla duran hakikati bu zayıf kızcağızın önüne atmak için kaçınılmaz bir ihtiyaç duydu. Elini uzatarak Nihal’in bileğinden tuttu; bu ince, içinden bir kadın vücudu çıkabileceğine ihtimal verilmeyen nazik bir dala benzer nahif çocuğu kendisine çekti; parmaklarını küçük başının üstünde ipekten bir bulutu andıran saçlarına soktu. Bir saniye evvel neşeli öterken birden asabının hassasiyetiyle yuvasının sükûnundan bir kış nefesinin geçeceğini duyan kuş gibi şimdi çehresinde bir endişe manasıyla bekliyordu. O vakit kendisini zapt edemedi, sordu:
“Nihal! Beni seviyorsun, değil mi? Çok, pek çok seviyorsun, değil mi?”
Çocuklara mahsus bir hilekârlıkla bu sualin içyüzünü anlamadan evvel cevap vermek istemedi. Babası devam etti:
“Nihal, senin için bir şey düşünüyorum…”
Bu yalanı söylerken kalbini bir pençe sıkıyordu:
“Fakat bana vadet bakayım, yemin et ki itiraz etmeyeceksin, kabul edeceksin; beni sevdiğin için, evet, beni sevdiğin için…”
Tamamlayamıyordu, kendi sesinde öyle bir şey fark etmişti ki soğuk bir titreme ile vücudunu titretiyordu. Cinayetini itirafa kuvvet bulamayan bir suçlu korkaklığıyla bu çocuğun karşısında sustu. Nihal yavaşça elini çekmişti, babasından bir adım uzaklaştı; sessiz, sapsarı dudaklarında bir sualin çekingenlik nefesi titreyerek babasına baktı. Bu suali sormadı. Niçin? Bilinemez. Hiçbir şey fark etmeyerek, babasının sözlerinde hiçbir fikir keşfetmeye çalışmayarak birden hissetmişti ki şu dakikada dünyada her şeyden ziyade sevdiği bu adam, bu baba, birinci defa olarak, her vakitkine benzer bir hiç için ufak bir yalanla değil, hayatını hemen orada kırıverecek müthiş bir yalanla kendisini aldatmak istiyor.