Полная версия:
Aşk-ı Memnu
Adnan Bey’le ne kadar uzun istişareler etmişler, bu tezatları mümkün mertebe hafifleterek çocukta bir mizaç düzeni vücuda getirebilmek için ne çareler düşünmüşlerdi fakat buldukları tedbirlere karşı bu asap muamması her defasında isyan ediyordu.
Asıl Bülent’le idaresinde zorluklar görülürdü. Annesinin karnından bir bebek çıkaracakları haberini daima sevinerek, sevincinden ellerini çırparak karşılarken o doğduktan sonra birden bu sevinçte bir değişiklik vukuya gelmiş idi. Evvelce annesinin yanına ancak günde bir iki defa giderken artık oradan ayrılmamak, başkasının bu yeni bebekle meşgul olmasına meydan bırakmamak, annesinin yatağına tırmanarak aralıksız Bülent’i öpmek için türlü huysuzluklar icat etmiş idi. Bir hafta, çocuk annesinin odasında kaldığı müddetçe, Nihal kıskançlığından çıldırmış zannolundu. Çocuğu hastanın yanından ayırıp ta yalının bir köşesine, Şakire Hanım’ın yanına atmaya mecburiyet görüldükten sonra Nihal, Bülent’i unutmuş göründü. Çocuğu annesine nadir ve gizli getirirlerdi, yalının içinde Bülent ara sıra görülürdü.
Daha sonra Şakire Hanım’ın yanından alınarak Mlle de Courton’a verebilmek için Nihal’in görüşüne müracaat olundu: “Bülent’i sana vereceğiz, onu sen terbiye edeceksin, yanında yatıracaksın, soyup giydireceksin, Bülent artık senin olacak…” denildi. Nihal bu desiseye kapılmış göründü, Bülent’in kendisine verileceğini çılgınca bir sevinçle kabul etti ve işte o günden beri Bülent, Nihal’in, yalnız Nihal’indir, başka hiç kimsenin değildir.
Nihal’in kıskançlığında, ta küçüklüğünden beri, hemen bütün çocukların kıskançlığına karışan hıyanet fikri yoktu; çocuğun ne gizlice parmağını ısırır, ne yavaşça kolunu çimdiklerdi. Onun kıskançlığında başka bir şey vardı: Herkesi Bülent’ten değil, Bülent’i herkesten esirgiyor, başkalarıyla onun arasına kendi kalbini koyarak ona herkesten ziyade yakın olmak istiyor zannolunurdu.
Evin içinde âdet olmuştu -ilk önce latife olarak başlanıp yavaş yavaş bir kaide hükmünü ve kuvvetini alan bir âdet- ne zaman Bülent’e dair bir şey olsa Nihal’e müracaat edilir, Bülent’e tembih olunacak şeyler Nihal’e söylettirilir hatta Bülent de daima Nihal’le tehdit olunurdu. Annelerini kaybettikten sonra ruhunun gizli bir ihtiyatıyla Nihal, Bülent’e daha ziyade yakınlaşmış idi. Bir tabii his sanki minimini kızı küçük kardeşine bir valide olmaya sevk ediyordu fakat öyle bir valide ki çocuğunu herkesten kıskansın, onu başka birisinin eli sürüldükçe kalbinde bir şey yırtılsın.
Bir gün Adnan Bey Bülent’i dizlerinin üstünde hoplatıyordu, Nihal onları görmemek için o tarafa bakmıyordu, bir aralık babası Bülent’in gevrek gevrek kahkahalarına dayanamayarak minimini, tombul yanaklarını öperken Nihal başını çevirdi, duramayarak ilerledi, ta yanlarına gitti, sokuldu, o kadar ki bu buselerin arasına bir perde çekmek istiyordu, sonra birden babası durarak kendisine bakınca kızardı fakat itiraf etti: “Oh! Yeter artık baba… Fena oluyorum!” dedi. Nihal’in bütün hassas ruhu bu son sözün içindeydi. Adnan Bey o günden sonra Nihal’in yanında Bülent’i sevmekten nefsini menetti lakin Nihal artık bir kural koymuş oldu: Bülent’i sevmek, okşamak için birisinde, bilinemez nasıl bir keşif hissiyle, arzu olduğuna vâkıf olur olmaz kendisinden izin almaksızın bu arzuya müsaade olunmasından korkarak “Bülent’i hiç sevmiyorsunuz!” cümlesine benzer bir şey söylerdi.
Dünyada bu endişelerden uzak, bu bin türlü kayıtlardan azade, etrafında cereyan eden bütün bu şeylerden haberi olmayan birisi varsa o da Bülent idi. Onun yalnız bir şeye merakı vardı: Gülmek… Ve dünyada en ziyade onu güldürecek, en neşeli kahkahalarına serbest bir uçuş verecek Nihal’di; özellikle iki kardeş yalnız aralarına bir üçüncü kalp girmeksizin yapayalnız bulundukları zaman…
Yatak odaları yalının en üst katında, bahçeye bakan tarafta idi. Büyük sofadan buraya genişçe bir koridordan gidilirdi. Birinci odada Adnan Bey, üçüncüde Mlle de Courton, ikisinin arasındakinde onlar yatarlardı. Burada hem yalnız idiler hem bir taraftan babalarıyla, diğer taraftan ihtiyar kızla beraberdiler. Odaların arasında birer aralık kapı8 vardı ki geceleri yalnız perdelerin kapanmasıyla kapatılırdı. Daha sonra, koridorun dördüncü ve sonuncu odasında çocuklara bir dershane teşkil olunmuştu. Dershaneye ayrılan bu oda mürebbiyenin bir daimî derdiydi. Bülent’in derslerinden ziyade kasırgalarına zemin olan bu oda kadar dünyada karışıklığa mahkûm bir yer daha olamayacağına yemin ederdi. Evin içinde bir sigara iskemlesinin yer değiştirmesine kıyametler koparacak kadar intizam merakında aşırılık gösteren Adnan Bey çocukların bu odasına girmezdi, oraya ne zaman girse sinirlerinde bir hastalık hissettiğini iddia ederdi.
Yalıda başka hiçbir şeye ilişmemek yeminine karşılık burada bütün istediklerini yapmak için Bülent’e müsaade verilmiş idi, Bülent de bu müsaadeden yalının hiçbir yerinde bir tahrip eseri bırakmamak mecburiyetinin intikamını alacak derecede istifade ediyordu.
Minimini bir yazıhaneleri vardı ki babasının bir gün birkaçını aşırdığı oymacılık aletleriyle kenarlarına kendine mahsus saçaklar hakketmiş idi. Mlle de Courton’a sırasıyla gelen “Figaro” nüshalarından gemiler, külahlar, sepetler yapılmış; duvarlara, pencerelerin mandallarına, siyah yazı tahtasının kenarına asılmış idi. Ablasının bütün eski kitaplarından, resimli nota kapaklarından resimler oyulmuş, camlara, kapıların arkasına, ta duvarda Avrupa haritasının denizlerine yapıştırılmış idi; böyle oyulmuş bir şemsiye vardı ki ta okyanusun bir tarafına atılmış, bir rüzgâra kapılarak Amerika seyahatine çıkmış idi. Daha sonra bin türlü kırılmış oyuncaklar, koparılmış kitaplar, o her gün sabah akşam toplanıp da Bülent’in yalnız bir uğramasıyla güya canlanarak haşarı kedi yavruları gibi odanın her tarafına dağılan ufak tefek, ayak basacak, oturacak yer bırakmazdı. Şimdi Bülent yeni bir merak çıkarmış idi: Elinde kurşun kalemiyle duvarlara resimler yapıyordu. Hayalinden bugün bir gemi, yarın bir deve çıkıyor, duvarın bütün etekleri yavaş yavaş doluyordu. Artık boyu yetişebilecek kadar yer kalmadığı için şimdi iki günden beri hep âdeti böyle idi: Evvela müsaade etmemek, kendisine itaat olunduğunu gördükten sonra artık engellemeye lüzum görmemek… Oh! Ne güzel olacaktı!.. Behlûl ona bir kutu boya getirmiş idi, bunların içinde her renkten vardı, bütün o resimler boyanacaktı… Deveyi kırmızı yapacaktı. “Değil mi abla, deve kırmızı olur, değil mi?” Nihal henüz yumuşamamıştı. “Deli misin?” diyordu fakat devenin rengini haber vermiyordu.
Hemen bütün hayatları odada geçerdi. Sabahleyin uyandıktan sonra yıkanırlar, giyinirler; Mlle de Courton’la beraber aşağıya, yemek odasına inerek sütlü kahvelerini içerler, güzel havalarda bir saat kadar bahçede gezerler, Bülent, Beşir’le koşar, Nihal büyük kestane ağacının altında matmazelle beraber oturur, sonra ihtiyar kız hiçbir vakit göğsünden eksik olmayan küçük saatine bakarak haber verir, “Vakit geldi!” der, tekrar içeriye girerler ve odalarına çıkarlar.
Artık ders başlardı. Nihal şimdi akşamları babasına düzeltilmek üzere küçük ahlak parçaları tercüme ediyor, kolay manzumeleri nesre çeviriyor, günlük hayata dair esaslar üzerinde mektuplar yazıyordu. Mlle de Courton Nihal’le meşgul olurken Bülent her vakit geri kalan fiil defterlerini doldurmak için yazıhanenin ta öte tarafında kalemini hokkadan çıkarmazdı. Bazen Mlle de Courton’un gözü Bülent’e ilişirdi ve sert bir sesle bağırırdı: “Bülent!..” Bülent nihayet ikinci şahıs emir çekimlerine kadar ciddiyetle yazabildiği bir fiilden usanarak oraya, emir kipi ile dilek kipi arasına ya sekiz on eğri büğrü çizgiyle bir köşk yahut ortasında hiçbir çiçeğe benzemeyen bir şeyle bir saksı kondurmak üzere bulunurdu.
Bülent’in sebebiyet verdiği bu fasılalar Nihal için ganimet sayılacak fırsatlardı; o mutlak sekiz satırlık bir iştigalden sonra bir nefes almak, derste tesadüf olunmuş bir kelimeden türetilerek uzun uzun devam eden bir konuşma açmak yahut Mlle de Courton yerinden kalkıp Bülent’in defterinden köşkleri, saksıları kaldırırken o da pencereye koşup bahçeye bakmak için vesile kollardı. Nihayet bu arızalar arasında Nihal’in dersi biter, on dakikalık bir tatilden sonra Bülent’in derslerine başlanırdı.
Mlle de Courton Bülent’le meşgul olurken Nihal’in piyanosuna, gergefine, dikişine, işlemelerine çalışması kararlaştırılmıştı fakat onun yarım saat bir şeyle iştigali mümkün olmadığı için canı ne zaman isterse piyanosundan dikiş takımına, dikiş takımından gergefine geçmesine müsaade olunurdu. İhtiyar kız bu kelebek için başka bir çare bulamamıştı.
Mlle de Courton Nihal’in hiçbir şeye dikkat etmeyerek, hiçbir şeyle meşgul olmayarak her şeyi öğrenmesine artık o kadar alışmış idi ki şaşmıyordu, fakat piyanoda ilerlemesine hayretten kendini alamazdı. Mutlak parmakların uzun işlemesiyle elde edilebilecek şeyleri Nihal bir gün yapıvermiş bulunurdu. Bütün Cerni’nin9 temrin silsileleri böyle can sıkacak bir oyun kabîlinden geçmiş idi, şimdi Clementi’nin10 Mlle de Courton’u bile titreten “Gradus ad Parnassum”una hazırlanıyordu. İtalyan musikisinin Cimarosa’larından, Donizetti’lerinden, Markadante’lerinden, Rossini’lerinden, Adnan Bey’in takım takım getirdiği operaları güya evvelden görmüş, işitmiş, hissetmiş denecek bir his ve ihsas kolaylığı ile, Mlle de Courton’un inanmak istemeyen şaşkın gözlerinin önünde, gelişigüzel okuyuverirdi. O vakit ihtiyar kız Adnan Bey’e “Bilir misiniz bu altı senede olmayacaktı.” derdi. “Fakat bunda ne benim ne kendisinin meziyeti var, bu kızın parmaklarına Rubinstein’ın ruhundan bulaşmış olacak…”
Nihal’in parmaklarına o üstadın sanat dehasından bir şey bulaşmış olması fikri öyle adi bir şey idi ki Mlle de Courton’un nazarında anlaşılmaz bir hakikati izah ederek bu musiki muammasını yorumlamış oluyordu, artık başka bir sebep aramaya da lüzum görmezdi.
Nihayet derslere bir mücadele ile son verildi. Babasının getirdiği operaların arasında Wagner’den de vardı ki Mlle de Courton kati bir yasaklama ile çalışmasına mâni oluyordu. Nihal de bilakis bu menedilen şeyi mutlak her gün eline alır, mürebbiyeyi Bülent’in pek ziyade hiddetlendirdiği bir sırayı kollayarak piyanosunda tecrübe etmek isterdi. O zaman Mlle de Courton, Bülent’i unutur, piyanoya koşardı: “Lakin çocuğum, size bin defa söyledim ki bunu çalmak için insanın Alman parmakları olmalı. Parmaklarınızı kıracaksınız, yalnız o kadar değil, fikrinizi, musiki zevkinizi berbat edeceksiniz. Düşününüz bir kere: Bir fırtına ki bacaları deviriyor, kiremitleri atıyor, ağaçları söküyor, kayaları yuvarlıyor, düşününüz o gürültüyü, bundan bir musiki yapınız, işte Mösyö Wagner!..”
Onun Wagner için sükûn bulmaz bir husumeti vardı. Mösyö Wagner derken bu asilzade Fransız kızının damarlarındaki bütün kanlar Alman dâhisini küçümseyerek ıslık çalıyor zannolunurdu.
Artık ondan sonra derse devam olunmaz, ihtiyar kız yemek vaktine kadar odasına çekilir ve çocuklar istedikleri yere gitmek için hür bırakılırdı.
Nihal babasının yanına giderdi. Aşağıda, iş odasında Adnan Bey ikide birde saate bakarak kızının bu sabah ziyaretlerini sabırsızlıkla beklerdi.
İkisinin arasında böyle sevinç ve saadetle geçen saatler ne tatlı saatlerdi! Onun babasına bir düşkünlüğü, bir tutkunluğu vardı ki hiçbir zaman tatmin edilmiş olmazdı. Daima sevilmek, her vakitten ziyade, saniyeden saniyeye kuvvetlenecek bir muhabbetle sevilmek için ruhunda asla teskin edilmeyen bir ihtiyaç vardı: Babasının yanında pek ziyade şımarır; geveze bir kuş, yaramaz bir kelebek olurdu. Sonsuz bir lakırtı sermayesi vardı: Derslerinden, gördüklerinden, işittiklerinden bir küçük esas sebep olurdu, babasına birbiri ardınca sualler sorardı. O, yorulmayarak hatta eğlenerek, ara sıra Nihal’in bir şeytanlık ve istihza fikriyle üzerine bir parça neşe serptiği bu konuşmalardan gülerek çocuklaşırdı; aralarında bir yaş seviyesi hasıl olurdu.
Yemekten sonra Adnan Bey İstanbul’a inerdi. Çocukların o gün Mlle de Courton’la uzun bir seyranları yoksa yalının içinde Adnan Bey’in dönüşüne kadar süren cevelanları olurdu. Nihal’in özellikle vakit geçirmek için hoşuna giden yer Şakire Hanım’ın mutfağıydı.
Haremde bu mutfak oyuncak kabîlinden yaptırılmıştı. Ara sıra Adnan Bey senelerden beri düzenine halel gelmeyen aşçısının yemeklerinden usanır, Şakire Hanım’dan bir midye dolması, bir Tatar böreği, bir çerkeztavuğu isterdi. Bu, Hacı Necip’ten gizli tutulurdu, haber alacak olursa Hacı Necip günlerce suratı asar, günlerce Adnan Bey’e görünmezdi.
Bir gün midye kabuklarını görmüş, kırk senelik aşçı olduktan sonra Şakire Hanım kadar midye dolması dolduramazsa ayıp olacağını söyleyerek gitmeye kalkmıştı. Şakire Hanım’la aralarında daimî bir çekişme vardı: Mutlaka Şakire Hanım dönme dolaptan harç verirken kavga olur, Hacı Necip ikide birde “Ya kiler dışarıya çıksın ya mutfağı büsbütün içeriye alın!” derdi.
Bazı defalar bu mücadeleler o kadar şiddet kazanırdı ki Şakire Hanım’ın kocası, Vekilharç Süleyman Efendi, barış için aracılığını kullanmaya lüzum görürdü. Bu mücadelelerden evin içinde iki kişi pek memnun idi. Bülent’le Beşir… Hatta onlar biraz, iki tarafı kızıştırmaya yardım ederlerdi.
Şakire Hanım’dan bir şey istenilse Nihal yalvarırdı:
“Kuzum, bacı, beni bekle, emi? Beraber yapalım…” O gün Nihal, Cemile, Nesrin hatta ara sıra Nesrin’e çıkışmak için gelerek dönüşte geciken Şayeste, Şakire Hanım’ın etrafında dönerler, küçücük mutfağı bir mahşere çevirirlerdi.
Burası yalının ikinci katında, bahçeye nazır, bol güneşli pencerelerini sarmaşıklar kaplamış, beyaz mermer döşeli, daima son derece temiz, bir naziflik havasıyla insana iştah veren bir yerdi. Bazar Alleman’dan alınmış tencereler, sahanlar, bütün o bir salon eşyası zannolunacak kadar zarif ve narin şeyler, sarmaşıkların yeşilliklerden süzülerek giren güneş ziyaları altında nazifliklerinin şaşaalarını serperlerdi. Artık burada ve sevimli mutfağın içinde, kendisine bağlılıklarını bütün ruhuyla hissettiği bu mahlukların arasında latifelerle, sahte kavgalarla, itişip kakışmalarla, kahkahalarla geçen saatleri Nihal bütün kalbini ısıtan bir saadet duyarak geçirirdi.
Akşam babasının dönüşünü sabırsızlıkla bekler, ta merdivenlerin üstünden bağırırdı:
“Baba!.. Bugün size bir şey pişirdim ki… Şakire Hanım’a, sorunuz da bakınız, onlar hiç karışmadılar.”
Güzel havalarda babalarıyla beraber akşam seyranlarına çıkarlardı. Mlle de Courton, bu saatleri yalının bahçesinde Alexandre Dumas’nın hikâyelerine ayırırdı.
Genç kızlara roman okutmamak Mlle de Courton için en ziyade uygulamalı bir terbiye kaidesiydi ki şiddetle Nihal hakkında geçerliliğini muhafaza ederdi, fakat kendisinin hikâyelere, özellikle Alexandre Dumas’ya derin bir tutkunluğu vardı. Nihal’in suallerinden azade kalabilmesine müsait fırsatları bütün hikâyelere hasrederdi. Bu itiyadın neticesiyle onun hayatına, hissiyatına Alexandre Dumas ve ona benzeyenlerden bir şeyler sirayet etmişti. Sanki hikâyeler ihtiyar kızın gözlerine renkleri değiştiren bir gözlük takmıştı; o ancak kenarından hisse aldığı hayatı hep bu gözlüğün arasından görür, önüne tesadüf eden çehreleri anlamak, hayatının ufak tefek vakalarına bir hüküm vermek için bütün zihninde yaşayan hikâye hatıralarına müracaat eder, onlarla bir benzerlik nispeti kurduktan sonra bir netice çıkarırdı. Hemen hikâyelerinden birinin bir sahifesiyle uyuşamayan vakalar ehemmiyet verilmeyecek bir yalan derekesine inerdi.
***Nihal o akşam Adnan Bey’in kendisini görmek istediğini haber verince işte altı seneden beri birinci defa olarak böyle talep olunan görüşme için ihtiyar kız derhâl bir şüphe duydu. Bunun hikâye hatıralarından hangisinde bir tatbik zemini bulabileceğini hemen düşünmüştü.
Adnan Bey hayatının bu şartlar içinde devam edemeyeceğine dair bir dolaşık nutukla ihtiyar kızı kendi düşünceleri dairesine çekmeye çalışırken o hâlâ düşünüyordu, nihayet izdivaç fikri bu nutkun bulutları içinden bir şimşek parıltısıyla nazarında tutuşunca Mlle de Courton şaşkın, mütehayyir, ağzı yarı açık durdu. Hayır, hikâyelerinden hiçbirinde bu vakaya bir tatbik zemini bulamıyordu, inanmadı ve kendisini zapt edemeyerek Adnan Bey’le bütün resmî özenişlerine rağmen “Latife ediyorsunuz…” dedi.
Bu latifenin müthiş bir hakikat olduğunu anladıktan sonra ihtiyar kız duramadı, ayağa kalktı. “Lakin Nihal, lakin Nihal!.. Bu onu öldürür, anlıyor musunuz?” diyordu. Sonra Adnan Bey’in gözlerini indirerek cevap vermediğini görünce hissetmişti ki Nihal’in başı ağrısa çıldıran bu babada o ihtimalin feryadı bir karşılık bulamıyordu. Nihayet Adnan Bey cevap verdi: “Hayır…” dedi. “Yanılıyorsunuz. Nihal’i o kadar yakından incelememişsiniz, yalnız almaya lüzum görülecek bazı tedbirler var. Hatta size de müracaattan maksat bu…”
O zaman o mühim vazife kendisine teveccüh olunmuştu. Kabul etmemek için çırpındı hatta bu vazifeyi icraya mecbur olmamak için bu evden kaçacağını söyledi; sonra birden Nihal’in asıl bu zamanda kendisine muhtaç olacağını düşündü, bu müthiş hakikat ile o narin vücudun arasında çarpışmayı hafifletecek bir kalp lazımdı ve o kalp ancak kendisinin kalbi olabilirdi.
Adnan Bey’in odasından çıkarken Mlle de Courton, sallanıyordu. Yemek zamanına kadar Nihal’den kaçtı, sofrada ona bakarken hep ağlamak istiyordu.
O gece Nihal’e mutlak haber vermek için kati talimat almış idi. Bülent uyuduktan sonra, yavaş sesle ikisinin arasında cereyan eden konuşmadan sonra Mlle de Courton, müsterih oldu. Kendi kendisine Galiba babasının hakkı var, dedi.
Nihal’e yalnız, eve bir kadın geleceğinden, bu kadının herkesle beraber sofraya oturacağından, onun da bir odası olacağından, bu kadının Nihal’i pek ziyade seveceğinden bahsetmişti. Nihal bütün bu şeyleri pek büyük bir sükûn ile dinlemiş, sanki yeni bir şey işitmiyormuşçasına küçük bir hayret eseri bile göstermemiş idi. Yalnız birtakım teferruatı merak ediyordu: Odası nerede olacaktı? Bu kadın güzel, kendisinden daha mı güzeldi? Bey babası ona ne diyecekti? Hangi odada yatacaktı? Bülent’e karışacak mıydı? Beşir yine Nihal’in olacak değil miydi? Ondan sonra… Bu suali en nihayet sormuştu: Ondan sonra babası Nihal’i gene eskisi kadar sevecek miydi?
Bu sualin cevabını aldıktan sonra Nihal, henüz kapanmamış cibinliğinin altında şüphesiz gene bir araba seyranında gülerek uyuyan Bülent’e bakarak uzun uzun düşünmüştü. Nihayet Mlle de Courton demiş idi ki:
“Şimdi bey baban senden izin bekliyor, eğer sen izin verecek olursan gelecek. Yarın sabahleyin bey babana söylersin, değil mi çocuğum?..”
Nihal yalnız başını hafifçe sallayarak sessiz bir “Evet!” demiş ve o gece yalnız kaldıktan sonra Bülent’in yataklığına eğilerek rüyasının saadetiyle gülen bu çehreyi, güya saadet tebessümünü orada tespit etmek isteyerek uzun bir buse ile öpmüş; daha sonra, bilinemez nasıl bir hisle, bu geceden başlayarak aralarına bir duvarın çekilmesi lüzumunu anlamışçasına babasının odasıyla kendi odalarının arasındaki kapıyı birinci defa olarak kapamıştı.
***“Behlûl Bey!..”
“Nihal Hanım!..”
“Niçin bana bakmadan cevap veriyorsunuz?”
Behlûl bir iskemlenin üstüne çıkmış, duvarda bir levhanın köşesine resim sokuşturmakla meşgul idi. Nihal’in son sualine yine başını çevirmeyerek cevap verdi:
“Dargın değil miyiz?”
Nihal, kin tutmaz çocuklara mahsus bir barışıklık hevesiyle “A!..” dedi. “Ben tamamıyla unutmuştum. Gerçekten, dün akşam dargındık, değil mi? İstersen çıkayım…”
Behlûl iskemleden atladı. “Çerçevenin hiç aralığı yok. Biraz daha zorlansa cam kırılacak…” Elinde resmi sallayarak duvarlara bakıyordu. “Şimdi bunu nereye koymalı?.. Nihal! Ben sana bir şey söyleyeyim mi? Sen benimle niçin dargın duramıyorsun, bilir misin? Çünkü dargın duracak olsan kavgaya imkân bulamayacaksın. Yeniden kavga etmek için mutlak barışmak lazım geliyor…”
Nihal gülerek Behlûl’ün indiği iskemleyi çekip oturdu. “Bak, bunda da yanılıyorsun. Sen bugün İstanbul’a ineceksin, değil mi? Sana ısmarlanacak birçok şeyler var. İşte barışmak için âlâ bir sebep…”
Behlûl birden reddetti: “Mümkün değil Nihal… Başkasına havale et. Bu ufak tefek beni yoruyor. Hem bugün…” Elini sallayarak işlerinin çokluğunu anlatmak istiyordu. Sonra aklına bir şey gelerek: “Çantanı göster bakayım Nihal… Ne kadar paran var?”
“İşte saygısızca bir sual…”
“Canın isterse! Ben şimdi ücret almadan hiçbir iş görmüyorum. Bana borç verecek kadar paran varsa mesele değişir.”
Nihal çantasını cebinden çıkardı, açtı ve içindekileri eteğine dökerek “Oh! Bilsen!..” dedi. “Bana bugün o kadar şeyler lazım ki… İpek alınacak bir; Bülent makası ikiye ayırarak beline hançer yapmış, makas alınacak, iki; Beşir ne kadar zamandan beri yalvarıyor, kıpkırmızı bir fesle mavi bir püskül istiyor, onlar alınacak, üç…”
Behlûl dönerek uzaklaştı. “Ben vazgeçtim. Bir de Beşir’in şeylerini havale ediniz, tamam olsun. Kırmızı fesle mavi püskül nereden bulmalı? Çarşıya kadar çıkılacak. Hem bana borç verecek kadar paran yok…” Tekrar Nihal’e döndü. “Evvela buradan çıkar, babana gidersin, paralarını gösterirsin, anlıyor musun?..”
Nihal yerden paralarını toplayarak çantasına doldurdu. “Vazgeçtim!” dedi. Bugün gidip babasından para istemek fikri Nihal’i ani bir tesir ile değiştirmiş idi. Dalgın bir nazarla karşısında bekleyen Behlûl’e baktı, sonra dedi ki:
“Büyük meseleden elbette haberin vardır. O senden bir şeyi saklamaz ki…”
Şimdi birden birbirlerine karşı yine düşman gibi söylemeye başlamışlardı. Bu iki kardeş çocuğunun arasında böyle her dakika çocukluktan beri tutuşmaya hazır bir kavga kıvılcımı vardı.
Behlûl sordu:
“Kim?”
Nihal dudaklarını kısarak cevap verdi:
“O!..”
“Baban için ‘o’ demek terbiyeye pek uygun bir şey değil. Sen gittikçe büyüyeceğine günden güne şımarık bir çocuk oluyorsun Nihal. Evin içinde bunu sana söyleyecek kimse yok da onun için ben söylüyorum. Mlle de Courton şapkasının çiçeklerine, giysilerinin dantelalarına bakmaktan vakit bulamıyor ki… Dün akşam sofrada o ağlamak ne oluyordu sanki?..”
Nihal sapsarı idi. İskemlede, hareketsiz, Behlûl’ü dinleyerek duruyordu. Boğuluyor gibi yutkundu, şüphesiz ağzından çıkmak isteyen şeyleri güç zapt etti, dedi ki:
“Görüyorsun ki bugün seninle kavga etmeye hiç arzum yok…”
Sonra ellerini iki tarafına salıvererek ilave etti:
“Kuvvetim yok…”
Sesinde öyle acı bir bitkinlik manası vardı ki Behlûl birden başlayan bu mücadelenin bir çocukluk mücadelesinden başka bir şey olacağını anladı, birbirine bakışarak durdular.
Sonra Behlûl sakin bir sesle dedi ki:
“Nihal! Ben öyle zannediyorum ki sen bu meselede fena hareket ediyorsun. Bilsen, onu görsen, birden seveceksin… Bundan sonra senin için artık bir kadın olmak zamanı gelecek. O zamanın da bir hususi terbiyesi vardır ki onu ne Mlle de Courton’dan ne de Şaki-re Hanım’dan öğrenebilirsin. Daha sonra evin intizamı… İtiraf et ki şimdi bu bir evden başka her şeye benziyor. Buraya öyle bir kadın girecek olursa…”
Nihal gittikçe sararıyordu. O bu sabah babasının yanından çıktıktan sonra buraya Behlûl’ü kendisine müttefik bulmak ümidiyle gelmiş, onun hiç olmazsa bu meselede kendisiyle beraber olacağını zannetmiş idi. Hep öyle, hareket etmeden duruyordu. Behlûl devam ediyordu:
“Evet, öyle bir kadın girecek olursa bütün ev birden değişecek; bugün istedikleri gibi yaşayan bu hizmetçiler, bak, onun elinde ne olacak, hatta Bülent hatta sen, anlıyor musun Nihal?.. Senin için öyle şık, zarif, genç, güzel bir anne…”
Behlûl tamamlayamadı, birden mekanik bir kuvvetle yerinden fırlayan Nihal ellerini uzattı ve yorgun bir sesle bağırdı:
“Oh! Yetişir, yetişir, fena oluyorum Behlûl!”
Behlûl sustu, birden hatasını anlamıştı, her vakitkine benzer bir latife ile konuşmayı bitirmek istedi, kuvvet bulamadı. Nihal bir şey söylemeye çalışarak bakıyordu, sonra vazgeçti ve yavaş yavaş çıktı.
Behlûl o gençlerden biri idi ki onlar yirmi yaşında hayatı tamamıyla öğrenmiş olurlar, mektepten hayata çıkarken sahneye ilk defa çıkan acemi bir sanatkârın heyecanını bile duymazlar, hayat onlar için mektepte bütün sırlarıyla öğrenilen bir komedi hükmündedir, onu o kadar iyi öğrenmişler, onun esas mahiyetini öyle nüfuz eden bir vukufla büyülemişlerdi ki sahneye çıkınca ufak bir başlangıç çekingenliğinden uzaktırlar. Behlûl bir seneden beri geniş bir komedi sahnesi olmaktan başka bir sıfatla telakki etmediği hayata girmişti: Burada hissettiği yegâne hayret, evvelden bilinip öğrenilmemiş, keşfedilip anlaşılmamış bir şey bulamamaktan ibaret idi.
Babası vilayetlerden birine memur olup gittikten sonra Behlûl Galatasaray’da yatılı olarak bırakılmış idi, haftada bir gece Adnan Bey’in yalısına giderdi; babası o kadar uzakta idi ki tatil zamanlarını uzun bir seyahat için israf etmektense İstanbul hayatı hakkında mektepte başlanan öğrenimi genişletmek ve tamamlamak için kullanmayı tercih etmişti.
Hayallere kapılır değildi, hayatı bütün maddiyet ve yoksulluğuyla görürdü. Mektepte geometri kitabının üstüne başını koyup da pencereden bir köşesi görünen semaya dalarak fikrinin bir hülya seçkinliği arkasından uçuşu vaki olmuş bir şey değildi. Öğrendiklerini öğrenmek için, bilmemiş olmamak için öğrenirdi, ne geleceğine ait bir emel sarayı kurmuş ne gençliğine ait bir şiir demeti bağlamış idi. Hayat onun için uzun bir eğlence idi. En ziyade eğlenebilenlere yaşamak için en ziyade hak sahibi olanlar nazarıyla bakardı.