Полная версия:
Aşk-ı Memnu
Onlar bu izah ile kanaat etmeyerek, ciddi başladıkları suallere doğrudan doğruya istihza karıştırarak devam etmişlerdi:
“Evet fakat mademki giyilemeyecek, o hâlde bir yeldirmede bir başlığa ne lüzum var?”
“Ne için lüzum olmasın? Gece havada rutubet olursa pekâlâ giyilebilir.”
“O hâlde gece giyilebilecek bir başlığı gündüze mahsus bir yeldirmeye koymak ne için lazım gelsin? Gece zaten başlık görünmez ki…”
Bu konuşma böyle uzanıp gitmiş, nihayet anneleriyle her bahsin neticesi gibi bunun neticesi de altı saat süren bir dargınlığa ve kadının ağlamasına sebep olmuştu. Yavaş yavaş süslenmek hakkının kendisinden uzaklaşmasını yine kendisine en ziyade dost olmaları lazım gelen kızlarından işiten bu anne, böyle ara sıra tekerrür eden mücadelelerden aciz bir çocuk zaafıyla ağlayarak çıkardı. Bir vakitler onu en hırçın kadınlardan biri yapan sinirlerine şimdi bir yumuşaklık, bir gevşeklik geliyor, onu en umulmaz vesilelerle ağlatıyordu. Yanı başında gittikçe gençleşen, güzelleşen bu kızlar onun için cisimleşmiş bir itiraz, müşahhas bir istihza hükmüne giriyor, zaten hiçbir zaman aralarında valideliği çocuklarına bağlayan duygularla açılamayan bu üç kadının münasebeti bir rekabet münasebetinden harice çıkmıyordu.
Bugün o artık tazeliğini kaybettikten sonra ağır bir yağlılıkla dolgunlaşmaya başlayan vücudunu yeni yeldirmenin içinde genç tutmaya çalışarak önden ilerledikçe, iki kız kardeş, arkasından gözlerinin ucuyla başlığı göstererek gülümsüyorlardı. Peyker, kendisinin de ilave ettiği bir fazla mecalsizlikle sanki yükünü taşımaktan yorgun bir vaziyetle ince sarılmış, düz beyaz şemsiyesine bir baston gibi dayanarak ilerlerken; Bihter, beli son derece sıkılmış, vücuduna güçlükle sararak ta arkasında iki tarafa dalga vuran etekliğiyle belinin inceliğine nispetle geniş duran omuzlarından biri ipek titreyişi ile titreyerek akan harmanisi beline kadar büsbütün düşemeyerek beyaz pike gömleğini etekliğine bağlayan siyah meşin kemerinden iki parmak yukarıda kalmış, sağ elinden çıkardığı eldiveniyle beraber kavranılarak tutulan şemsiyesiyle alçak ökçeli sarı potinlerinin üstünde, yere basmıyormuşçasına bir sekişle yürüyordu. Bu iki kız kardeş aynı süratle yürüdükleri hâlde birinin dinleniyor, diğerinin koşuyor denecek bir hâli vardı.
Rıhtımın köşesini döndüler. Yukarıdan inen bir vapur, düdüğünü çalarak ileride iskeleye yanaşıyor; uzaktan Paşabahçe’nin çıplak toprakları üstünde akşamın gölgeleri, solgun bir çimenlik koyuluğuyla titriyor. Önlerinde koy, şu son geçecek vapuru bekleyerek uyumaya hazırlanıyordu. Her vakit onlar sandaldan biraz beride inerek böyle eve girmeden evvel yürürlerdi.
Birden Bihter, şemsiyesini ileriye, minimini, açık sarı boyalı yalıya uzatarak Peyker’e dedi ki:
“Baksanıza, enişte değil mi?”
Peyker durarak baktı:
“Evet, bugün galiba çıkmamış olmalı.”
Uzaktan iki kadınla şehnişinde duran genç adam arasında bir tebessüm alışverişi oldu.
Onlar yaklaşırken Nihat Bey, şehnişinin parmaklığına dayanmış, şimdi bütün çehresini kaplayan geniş bir tebessümle onları bir an evvel eve çekiyor gibiydi. Bihter, Peyker’e “Eniştemde bir şey var, bakınız nasıl gülüyor!..” diyordu.
Meraklarından, içeriye girmeden evvel şehnişinin altında durdular. Hep soran bir sükût ile ona bakıyorlardı, o bir kelime söylemek istemeyerek ve daima gülerek duruyordu, Peyker sabırsızlandı. “A, sıkıldım!” dedi. “Ne için öyle gülüyorsunuz sanki?.. Ne var? Rica ederim…”
O, vaziyetini değiştirmeyerek omuzlarını silkiyordu. “Hiç!” dedi. Sonra ilave etti:
“İçeriye giriniz de anlatayım. Büyük bir haber…”
O vakit iki kız kardeş içeri atıldılar, Firdevs Hanım biraz daha ağır davranarak girdi. Şimdi Nihat Bey başı açık, arkasında bol, beyaz ketenden bir ceketle, ayaklarında altı yumuşak beyaz keten iskarpinlerle merdivenleri inerek onları karşılıyordu. Bihter örtüsünü attı, harmanisinin kopçasını çözmeye çalışıyordu. Peyker eldivenlerini çekiyordu, Firdevs Hanım saklanmış bir “Of!..”la bir sandalyeye oturdu ve Nihat Bey şehnişinde başlayan cümlesini tekrar ederek “Büyük haber!” dedi; sonra üç kadın bu büyük haberi soran gözleriyle yüzüne bakarken, onu ortalarına, gökten düşmüş gibi attı: “Bihter gelin oluyor!”
Hep hayretten dondular. En evvel Bihter, ancak beş saniye süren bu hayret duraksamasını bozarak ve harmanisinin kopçasını çözmekte devam ederek bir kahkaha içinde eniştesine “Alay ediyorsunuz!” dedi.
Validesiyle Peyker havadisin gerisini bekliyorlardı. Nihat Bey vereceği haberin ehemmiyetinden, onların üzerinde hasıl olacak tesirinden emin olan bir natuk3 tavrıyla, sözünün ciddiyetine tavırlarının şehadetini ilave ederek elini uzattı. “Şimdi…” dedi. “Şimdi, henüz on dakika evvel burada resmen Bihter’in dest-i izdivacı talep olundu. Ben de işte hepinize, özellikle Bihter’e resmen bildiriyorum.”
Bu haber o kadar katiyet ve ciddiyetle veriliyordu ki, ötede Bihter bu sohbete ilgisiz bir kayıtsızlıkla eldivenlerini, örtüsünü harmanisinin üstüne atarken Firdevs Hanım’la Peyker, ikisi birden sordular:
“Kim?..”
“Adnan Bey!”
Bihter başını çevirdi, bu isim bir şimşek darbesiyle onu birden sarmış idi. Firdevs Hanım, ağzı yarı açık bir hayret heykeli şeklinde duruyor, bunun bir latife olup olmadığını anlamak istiyordu. Dudaklarına kadar bir sual geldi. “Bihter’i mi istiyor? Emin misiniz?” diyecekti, eğer Peyker’in gülümseyen bir nazarla yüzüne bakışı onu menetmeseydi.
Birden zihninde Adnan Bey’in aleyhine bağıran takım takım sualler ayaklandı:
Utanmıyor mu? Ellisini geçkin herif! Henüz bir çocukla izdivaca talip olsun? Hiç olmazsa yaşlarda ölçülü bir nispet gözetmek lazım değil miydi?
Bütün bu sualleri bir araya toplayan bir küçümseme edasıyla Firdevs Hanım mevcut olanlardan hiçbirinin yüzüne bakmaya cesaret etmeyerek “Adnan Bey, şu demin gördüğümüz!” dedi. Sonra birden ayağa kalkarak bu latife o kadarcıkla terk olunacak bir şeymiş hükmünü veren kati bir sesle “Ben de ciddi bir şey haber vereceksiniz zannediyordum.” dedi ve ilerleyerek artık basamakları gıcırdatmaya başlayan vücuduyla merdivenlerden çıkmaya başladı.
Peyker gülerek diyordu ki:
“Annemin hiç hoşuna gitmedi. Benden sonra Bihter! Yeni bir çekişme esası daha…”
Bihter gülümsedi, yüzünde şimdi pembe bir tabaka dalgalanıyordu; nazarında izah isteyen bir tebessümle eniştesine baktı. Bu nazar, “Sahi? Verdiğiniz haber doğru mu? Eğer öyle ise anneme bakmayınız; bilirsiniz a, bu bana ait bir mesele…” demek istiyordu. Peyker, kardeşlere mahsus anlaşma kolaylığıyla bu nazarın manasını yorumlayarak açık bir sual sordu:
“Doğru mu söylüyorsunuz bey? Bakınız Bihter merakından çatlayacak. Siz anneme ne ehemmiyet veriyorsunuz?”
Bihter atıldı:
“A, ne için merakımdan çatlayayım? Siz de tuhaf söylüyorsunuz!..”
Nihat Bey vakayı iki kız kardeşe anlattı:
İki saat evvel, tam kendisi dışarıya çıkmak için giyinmeye hazırlanırken Adnan Bey’in maun sandalı yalının önüne yanaşmış, “Sizi bugün gezmekten menedeceğim!” başlangıcıyla Adnan Bey içeriye girerek işte şurada, küçük odada ufak bir girişten, biraz çeşitli bahislerden sonra “Size bugün belki garip görünecek bir mesele için müracaat ediyorum.” sözleriyle başlamış idi. Ondan sonra biricik müracaat yeri olarak kendisini bulabildiğinden valide hanımefendinin nezdinde aracılığını rica ederek, Bihter Hanımefendi’nin dest-i izdivacı talep olunmuş idi.
Nihat Bey devam ederken Bihter’in tebessümüne bir endişe manası geliyor ve Peyker kızarıyordu. Hikâye bitince Peyker birden itiraz etti:
“Lakin çocuklar! Bihter bu yaşta üvey analık mı edecek?”
Bihter bu sahip çıkmanın altında gizlenen haset hissini bekliyormuşçasına gözlerini indirerek sükût etti. Nihat Bey cevap verdi:
“Oh, çocuklar!.. Adnan Bey onların da lakırtısını etti. Küçük, oğlan, bu seneden itibaren mektepte kalacak. Kız, şimdi on ikisini geçiyor, birkaç sene sonra o da elbette evlenmiş olacak O hâlde?..”
Nihat Bey baldızının bütün ruhunu delerek orasını görmek için güya bir pencere açmak isteyen bir nazarla Bihter’e baktı ve tamamladı:
“O hâlde o koca görkemli yalı yalnız Bihter’e kalacak.”
Bihter’in yüzünde pembe tabaka daha ziyade kuvvet kazandı, Peyker’in itiraz silahı düşerek duruyordu. Onun da kalbinde şimdi ufak bir his, mahiyeti pek belli olmayarak bu izdivaç tasavvurunu soğuk bulduruyordu. Bihter bir kelime söylemeyerek, eniştesinin son sözüne cevap vermemeyi tercih ederek eldivenlerini, örtüsünü, harmanisini toplayarak çıktı.
Bir his ona derhâl bahsin kız kardeşinin yanında devam etmesinden çekinmek lüzumunu ihtar etmiş, bu meselede Peyker’in validesiyle birleşeceğini haber vermiş idi. Ta odasına, tam bir serbesti ile düşünebilmek, itirazlara hedef olmadan evvel ya galip ya mağlup olmak için bir karar vermek azmiyle minimini odasına çıktı; kapısını kapadıktan sonra elindekileri yatağın üstüne attı, pencereye koşarak elinin tersiyle panjuru itti, Yakup -uşakları- bahçeyi sulamıştı, son kovanın bakiyesini Bihter’in penceresine kadar tırmanan hanımelinin topraklarına boşaltıyordu. Henüz sulanmış bahçeden toprak kokusuyla karışık çiçek rayihaları odanın beyaz leylak kokularıyla dolu havasını serinlendirdi. Şimdi odaya bahçenin yeşilliklerine bürünerek koyulaşan esmer bir ziya girmiş, sanki buraya sönmeye amade bir zaafla yanan yeşil bir fanusun renklerini serpmiş idi. Bihter penceresinin yanında, sedirin koluna oturarak birden muhakemesinin önünde dikilen sualin hallini bu kelimenin ahenginden bekliyormuşçasına kendi kendisine “Adnan! Adnan Bey!..” dedi.
Bu haberin Bihter üzerinde sihirli bir tesiri olmuş idi Eniştesinin son sözü hissiyatını uyuşturan bir ezgi ile kulaklarında titriyordu. O büyük yalının yegâne hâkimesi olmak!..
Ümitlerini geçen bir hülya gibi onu düşünmekte çok ısrar ederse silineceğinden korkarak düşünmemek istiyordu fakat odanın içinden ısıtan ve uyuşturan bir ses, bütün hülyalarının sesi, gizli bir terennümle gelip kulaklarına fısıldıyor ve hülyaların hepsini birden canlandıracak bir kelime şeklinde ona “Adnan! Adnan Bey!..” diyordu.
Bu isim gözlerinin önüne şık, zarif, en güzide bir âleme mensup, birçok ikbal ihtimallerine namzet, uzaktan kır mı kumral mı fark olunamayan sakalları çenesinden hafif hatla ayrılarak iki tarafına taranmış, daima güzel giyinen, daima güzel yaşayan, ince eldivenlere mahpus parmakları altın telli gözlüğünü seri bir hareketle beyaz zarif keten bir mendilin ucuyla sildikten sonra her tesadüfte kendisine bir rica nazarıyla bakan, güzel, o kadar maharetle saklanan elli yaşına rağmen hâlâ güzel bir koca koyuyordu.
O yaş ile iki çocuğun mevcudiyeti, bu isimle şu yirmi iki yaşında kızın tantana ve servet emelleri arasında fazla bir açıklık teşkil edecek derecede mesafe bırakmıyordu. Zaten Adnan Bey o adamlardan biri idi ki onlar için yaş en adi bir ehemmiyet derecesinde kalır. Çocuklar?.. Bilakis Bihter’in hoşuna gidiyordu. Hatta şu dakikada düşünürken bir tuhaflık bile buldu: Bana “Anne!” diyecekler, öyle mi? Minimini bir anne! Yirmi iki yaşında iken bir genç kızın annesi olmak!.. Şu hâlde onu on yaşında doğurmuş olacağım. Hele oğlan!.. Oh! Gerçekten ablamın hakkı var: Yumuk yumuk gözleriyle bir bakıyor ki…
Onlara giydirilecek elbiseleri bile düşünüyordu, sonra acelesine kendisi de güldü.
Bu izdivaçta onu ne çocuklar ne de Adnan Bey’in elli senesi korkutuyordu, bunlar öyle küçük şeyler kabîlinden idi ki asıl meselenin şaşkınlığı hemen örtülüveriyordu. Eğer Adnan Bey herkese benzer bir adam olsaydı, eğer çocuklar her vakit babalarının yanında görülen güzel giyinmiş o güzel bebekler olmasaydı, bu mesele çıkar çıkmaz omuzlarını silkecek, eniştesinin yüzüne bir kahkaha savurarak kaçacaktı. Lakin Adnan Bey’le izdivaç demek Boğaziçi’nin en büyük yalılarından biri, o önünden geçilirken pencerelerinden avizeleri, ağır perdeleri, oyma Louis XV ceviz sandalyeleri, iri kalpaklı lambaları, yaldızlı iskemlelerle masaları, kayıkhanesinde üzerlerine temiz örtüleri çekilmiş beyaz kikle maun sandalı fark olunan yalı demekti. Sonra Bihter’in gözlerinin önünde bu yalı bütün hayalinin tantanasıyla yükselirken üzerine kumaşlar, dantelalar, renkler, mücevherler, inciler serpiliyor, bütün o çılgıncasına sevilip de alınamayarak özlem duyulmuş şeylerden mürekkep bir yağmur yağıyor, gözlerini dolduruyordu.
Bihter pek iyi biliyordu ki, validesinin unutulamayacak derecede süren eğlence hayatı, kendisine parlak ve asıl kibar hayatını açacak bir izdivacı meneden güçlü bir sebep idi. Firdevs Hanım’ın kızlarına, Melih Bey takımının artık sönmeye yaklaşmış hatıra şaşaasının bu son çiçeklerine nihayet eniştesine, şu Nihat Bey’e benzer bir talip çıkabilirdi.
Fikrini eniştesine geri döndürürken dudaklarında bir küçümseme gülüşü şekilleniyordu. Kendi kendine Ahmak! diyordu. Selanik Rıhtımı’nın birahanelerinde öğrenilmiş Fransızcasıyla kendisine meslek yapmak için İstanbul’a gelip de… Bihter, eniştesinin Peyker’e, sade geçici bir tutkunluğun hükmüne tabi olarak değil, biraz da belki asıl ailenin münasebetlerinden istifade etmek, İstanbul’un kibar hayatına karışmak hevesiyle koca olduğunu bilirdi.
Kelimenin olanca kuvvetini veren bir telaffuzla ve bu defa açık sesle “Ahmak!” diyordu.
Evet, nihayet işte böyle bir koca!.. Birkaç yüz kuruş maaş, hısımından, akrabasından, bilinemez nereden ufak tefek yardımlar, daha sonra bir çocuk, daha sonra?.. Bihter ellerini birbirine sürterek “Daha sonra hiç!..” diyordu.
Birden aklına bir şey geldi. Peyker’in muhalefetine rağmen eniştesinin bu izdivaca taraftar olacağına hüküm verdi. Bu izdivaç ona faydalı olabilir, Adnan Bey’in nüfuzundan, haysiyetinden bir fayda bekleyebilirdi. Eniştesinin her türlü hissiyatı susturacak derecede menfaat gözettiğine kanaati vardı.
Onun bu meselede kendisine bir müttefik olabileceğine karar verdikten sonra kardeşini düşündü. Zavallı Peyker! Adnan Bey ismini işittikten sonra ne tuhaf oldu. İşte bu işe mâni olmak isteyeceklerden biri daha… Bu defa anneme âlâ bir yardımcı var fakat…
Cümlesinin aşağısını Bihter zihninde tamamlamaya lüzum görmedi, ayağa kalkarak tekrar pencereden minimini bahçeye baktı. Şimdi böyle yukarıdan, şu özenilerek muntazam tutulmaya çalışılan bahçeciğe bakarken gözlerinde hülyasının yüksekliklerinden alçaklara düşen bir hor görme nazarı vardı.
Bu köşecikte, şu fakir evceğizde, her zaman bir gidişle gelen gidene benzeyen saatleri sürükleyerek geçen günleri, yirmi iki senelik hayatını bir an içinde gördü. Bütün eğlenceler, seyranlar, hatta o zamana kadar sevile sevile yapılıp giyilmiş elbiseler, yirmi iki senelik hayatının en güzel hatıraları bile, birden nazarında adi ve hakir hiçler derecesine indi.
Sonra kendisini düşündü. Gözlerinin önünde kendi çehresini, kendi endamını, saçlarını, yolda geçerken görenlerin nazarlarından sevgiler, saygılar toplayan o zarif, güzide heyeti gördü; bu hayale gözlerini süzerek gülümsedi. Bu güzelliğe refakat eden ufak tefekleri birer birer kendi kendisine saydı.
Firdevs Hanım’ın, hiçbir zaman bir valide bağlılıklarını hissetmeyen bu kadının ihmallerine, kayıtsızlıklarına rağmen -bu aileye mahsus yaradılıştan bir bilgiçlikle- Bihter de hemen her şeyden bir parça bilirdi: Dergileri karıştıracak, hikâyeler okuyacak derecede Türkçe, Beyoğlu dükkânlarında sarf olunacak kadar Fransızca hatta her vakit Tarabya’dan tedarik olunan hizmetçi kızlardan öğrenilmiş Rumca bilir; piyanoda valsler, kadriller, romanslar çalar; icap ederse gayet vakar ile, his ile okuduğu şarkılara hemen kendi kendine öğrenilmiş uduyla pek güzel refakat ederdi.
Bunlar öyle bir meziyet yekûnu teşkil ediyordu ki onun emellerini her hâlde bir Nihat Bey derecesinin üstüne kadar sevk etmek için kâfiydi, fakat annesinin hayat tarzı, bütün ailenin şöhreti, o emelleri kapayan birer set şeklinde yükseliyordu. Böyle kendisini, emellerinin gerçekleşmesi imkânını ümit edebilmekten menettikleri için ailesine kalbinde derin bir husumet vardı. Oh! Şimdi onlardan ne güzel bir intikam alma vesilesi bulmuş olacaktı!..
Artık tamamıyla karar vermiş idi. Bu kararından döndürebilecek hiçbir kuvvete mağlup olmayacaktı.
Odasında gezindi, geçerken aynada kendisine tebessüm etti; orada artık kocasız kalmak tehlikesine maruz biçare Bihter’i değil, Adnan Bey’in zevcesini güya selamlamış, tebrik etmiş idi. Tekrar penceresine geldi; bir sarmaşık panjurun arasından girerek ona gülüyor gibiydi, bundan ince bir filiz kopardı; düşüncelerinin humması arasında inci gibi küçük ve beyaz dişlerine götürdü; onu ısırarak, artık odaya çöken karanlığın içinde, dalgın dalgın, gözleri süzüldü; bahçenin çiçeklerine, çemenlerine baktı; bahçe şimdi değişmiş, hülyalarının türlü renklerle bir sergi yeri olmuş idi.
Artık bahçeyi değil, gözlerinin önünde küme küme yığılmış kumaşları, bunların üzerine dökülen mücevherleri görüyordu. Burada bir gökkuşağı parçalanmış, ondan yeşil, mavi, sarı ve al ipek tufanları serpilmiş idi ve bu renk fevvaresinin üstüne zümrütlerden, yakutlardan, elmaslardan, firuzelerden oluşan güneş parçaları dökülüyor gibiydi.
İşte, işte bütün o çılgıncasına sevilip de alınamamış şeyler, işte onlar isteğinin kabzası önünde en küçük bir emeline boyun eğmiş ve amade bekliyor, renkli gözleriyle onu çağırıyordu.
Ah! O zarafeti sadelikte araştırmaya mecbur edip de bu alınamayan şeylerin acısını, gizli hüsranını saklamak için sahte bir tiksinme talim eden fakir hayat… Artık o hayattan, bunları görmemek için gözlerini kapamaktan usanmış idi.
Onlar çarşıya çıktıkça kıymettar bir mücevheri, ağır bir kumaşı kabalıkla itham ederek ellerinin sert bir hareketiyle iterlerdi. Evet, iterlerdi fakat Bihter’in kalbinde bir şey kopardı. İşte şimdi hayal mahşerinin güzellikler tufanı gözlerini doldururken bütün çarşılarda camekânların önünde annesiyle, kardeşiyle uzun uzun duraklamalarını hatırlıyordu. Hemen her geçişlerinde şurada burada dururlar; şaşkın bir sükût ile birbirlerine göstermeyerek, karşılıklı konuşmayarak bunlarla kendilerine bir göz ziyafeti çekerlerdi.
Bihter şu gerdanlığı boynuna takar, öteden bir pırlanta bileziği koluna geçirir, bir minimini serçenin gagasında nohut kadar incisiyle saçlarının arasında mevkisini tayin eder, beş dakikalık bir kendinden geçme içinde böyle hayalinde süslenir, sonra buradan ayrılırken kolunda şıngırdayan gümüş halkaları, ince altın zinciri koparıp atmak isterdi.
Bugün bunların hepsinin gerçekleşebileceğini düşünürken hayatının fakirliği daha netlik ve açıklık ile beliriyor, sanki bu hülya ona hayatının mahrumiyetlerini daha sıhhat ve sadakatle gösteriyordu. Bugünün hakikatini, hülyasının tantanasına alışan gözleriyle seyrediyordu.
Üstündeki elbiselerden, etrafındaki eşyadan fakir bir şikâyet yayılarak onu bunaltıcı bir hava içinde kucaklıyordu. O eskilikleri saklanmak için üzerlerine işlenmiş şeyler atılan sandalyeleri, çatlamış eski ceviz dolapla yaldızları silinmiş demir yataklığı, pencerelerden usanmış ve hastalıklı bir köhne eda ile sarkan perdeleri, artık hoş göstermek için maharetin yeterli olmadığı bu şeyleri, uzak bir fakirlik âleminin bir daha görülmemek üzere terk olunan yadigârları kabîlinden görüyordu. Sonra birden, bu âlemin yanında terütaze, yaldızlı, debdebeli bir konağın koridorları, odaları açılarak ziyalar içinde kaynıyordu.
Bunların içine kendisince beğenilip de alınamamış şeyleri atacaktı. Hep birer birer hatırladığı heykellerden, küplerden, resimlerden, saksılardan, o bin türlü şeylerden yığacak; duvarları, hücreleri, doymak bilmeyen bir heves bolluğuyla örtecekti. Demek, Adnan Bey’le izdivaç bütün bu şeyleri yapabilmekti. İşte yemin ediyordu ki onu, ne annesi ne kardeşi, dünyada hiçbir kimse bu hülyalarına kavuşmaktan menedemeyecek…
***Kapısına vuruldu. Katina’nın sesi haber verdi:
“Sofra hazır!..”
Bihter odasından çıkınca Katina’nın genç, şakrak çehresinde bir tebessümün sevinçle dolu ifadesini fark etti. “Ne gülüyorsun?” dedi.
Katina: “Oh! Ben anlamadım mı? Bilseniz küçük hanımcığım, nasıl seviniyorum!..”
Sonra ufak ufak, parlak, siyah gözleriyle Bihter’i süzerek: “Beni beraber götürürsünüz, değil mi?”
Bihter cevap vermedi, bu genç kızın ağzında şu vakanın bir sevinç sebebi olarak tekrar edilmesinden kalbine bir fazla kuvvet geldi. Bu izdivacın, hariçte hasıl olacak tesirlerine şu saf sözler metin bir delil hükmünü almış idi.
Sofrada Adnan Bey’den bahsolunmamak için Firdevs Hanım her şeyden bahsediyor ve bu bahislere gözlerini tabağının içinden ayırmayarak somurtan Bihter’i karıştırmak, güya onunla aleni bir kavganın önünü alacak bir barışıklık tesis etmek istiyordu. Kalender’de görülen kıyafetlerden, Yeniköy’e doğru geçen bir arabanın demir kırı hayvanlarından, muzika çalınırken bastonunu sallayarak ıslıkla tempo tutan, ceketinin yan cebinden kırmızı ipek mendili taşmış bir beyden bahsetti. Bihter annesinin bu gevezelikten maksadını anlıyordu. Birinci defa olarak validesiyle mühim, ciddi bir cenk yapmak lazım geleceğini hissetti.
Birden gözlerini cezbeden bir kuvvetle başını kaldırdı, eniştesiyle bakıştılar. Bu adamla aralarında büsbütün silinemeyen bir yabancılık kalmış, onları iki kardeş hükmüne getirecek olan samimi bir münasebeti meneden irade haricindeki bir korku, Bihter’i kız kardeşinin kocasından uzak tutmuş idi. Bu uzaklıkta cismani bir nefrete benzer bir şey de vardı. Ara sıra onun kendisiyle göz göze gelmesinden, mesirelerde yabancıların ısrarlı bakışlarına karşı titremeyen nazarı, ufak bir eza titreyişiyle ayrılmaya lüzum görürdü. Bu gece gözleri tesadüf edince Bihter nazarını çevirmedi; eniştesine ısrarlı ve onunla bir ittifak anlaşması akdeden derin bir mana ile baktı. Onun gözlerinde kendisine itaat eden bir nazar, bir teslimiyet gördü; böyle, yalnız gözlerinin sade bir bakışıyla aralarında bir ittifakın imzası teati edilmiş oldu.
Nihat Bey, bir aralık ufak bir sohbet arasından istifade ederek Firdevs Hanım’a sordu:
“Adnan Bey meselesine ehemmiyet vermediniz?”
Firdevs Hanım evvela işitmemiş gibi “Katina!” dedi. “Sürahiyi alıversene…” Sonra damadına baktı. “Ehemmiyet verilecek bir şey değil ki. Evvela yaşlarda bir nispet yok, ondan sonra çocuklar…”
Firdevs Hanım söylerken Peyker kocasını devamdan meneden bir gazap nazarıyla bakıyordu. Yemek ağır bir sükût ile bitti.
Firdevs Hanım’ın âdetiydi; sıcak gecelerde, yemekten sonra şehnişine çıkar ve burada uzun sandalyesine yatarak denizin bitmez tükenmez mırıltılarını dinlerdi.
Nihat Bey iki günden beri kuşakları çözülmemiş gazetelerini açıyor; Peyker bahsi arzu edilmeyen zeminlere sevk etmek çekincesiyle sükûtu tercih ederek sarı kalpaklı lambanın altında bir koltuğa gömülmüş, gözleri yarı kapalı, düşünüyordu. Bihter biraz dolaştı, bir şey bahane ederek bir aralık odasına gitmek için kayboldu, sonra yine geldi, bu gece onda bir duramamazlık vardı.
Aklına gelen şeyi tehir ve daha münasip bir zamana erteleme imkânını bırakmayan bir tez canlılıkla, yapılması icap eden şeyleri hemen yapmak onun için bir ihtiyaç idi. Şehnişinin açık kapısından taze, ferahlık veren bir hava tül perdeleri şişirerek içeriye giriyordu. Perdeler açıldıkça uzaktan annesinin beyaz bir gölge müphemliğiyle sandalyeye uzanmış heyetini görüyor, hemen oraya gitmemek için şehnişinden gözlerini çeviriyordu. Ortada, masanın üstünde eski dergileri karıştırmak, resimleri seyretmek istedi fakat bunları bir karartı içinde görüyor, zihninde art arda darbelerle vuran bir ses, ona “Ne için şimdi değil de sonra? Eğer bu gece meseleye bir karar verilemeyecek olursa sabaha kadar uyuyamayacaksın.” diyordu. Annesiyle görüşmekten gittikçe artan bir korku artık kalbine ufak çarpıntılar vermeye başlamış idi. Pek iyi biliyordu ki bu gece şimdiye kadar aralarında söylenmekten çekinilmiş ağır şeyler söylenecekti. Birden kendi kendisine bu derece korkak olduğundan kızdı ve Pey-ker gözlerini kapamış uyuklarken eniştesinin yüzüne bir duvar çeken gazetesinin önünden geçti; sofanın ta öbür ucuna, şehnişine kadar hafif adımlarla yürüdü; başını kapının tül perdelerinin arasından soktu; “Size refakate geliyorum anne!” dedi.
Hafif bir rüzgâr önlerinden denizi okşayarak koyu siyah kütleleri koyu karanlık sularında çalkalanan sandalların, gemilerin uzayan gölgelerini kırık ve bezgin hamlelerle sahile kadar uzatmaya çalışıyordu.
Bihter annesinin yanına, açılır kapanır küçük iskemleye oturdu; hâlinde bir sokulganlık, annesinin dizinden ayrılmayan çocuklara mahsus bir şey vardı, yavaşça kolunu annesinin dizine koydu, üstünde iri siyah bir yığın şeklinde duran saçlarıyla başını kolunun üzerine dayadı; gözleri, bu karanlık gecede sönük sönük, dargın dargın süzülen, bir yetim gamlılığıyla ıslak kirpiklerini titreten birkaç ziya parçasına dalarak bir müddet gökleri seyretti.
Bir gece kuşunun perişan, kırgın uçuşu gözlerini bir aralık sürükleyip götürdü. Annesi uyuyormuş gibi ona bir kelime söylememiş, sanki orada vücudundan habersiz durmuş idi. Bir aralık Bihter başını kaldırdı, karanlıkta annesinin gözlerini görmek isteyerek uzandı.