
Полная версия:
Grimm Masalları
“Elbette.” diye cevap vermiş çalgıcı. “Sadece, ben ne söylersem onu yapmalısın.”
“Elbette çalgıcı.” demiş kurt. “Bir öğrencinin öğretmenini dinlediği gibi, ben de seni dinleyeceğim.”
Çalgıcı, ona kendisiyle gelmesini söylemiş. Yolun bir kısmını birlikte gittikten sonra içi oyuk, ince ve ortasından ayrılmış eski bir meşe ağacına varmışlar. “Buraya bak.” demiş çalgıcı. “Nasıl keman çalınacağını öğrenmek istiyorsan ön ayaklarını bu yarığa koymalısın.”
Kurt itaat etmiş ama çalgıcı yerden aldığı taşla, bir hamleyle kurdun her iki pençesini de öyle hızlı sıkıştırmış ki kurt orada mahkûm kalmış.
“Ben geri dönene kadar orada kal.” demiş müzisyen ve uzaklaşarak yoluna devam etmiş.
Bir süre sonra adam yine kendi kendine demiş ki: “Burada, bu ormandan usandım; başka bir yol arkadaşı bulacağım kendime!”
Ardından kemanını alıp ormanın içinde çalmaya başlamış. Çok geçmeden ağaçlarından arasından sinsi sinsi yürüyen bir tilki çıkagelmiş.
“Ooo, oradan bir tilki geliyor!” demiş çalgıcı. “Böyle bir yol arkadaşı beklemiyordum.”
Tilki ona yaklaşmış ve demiş ki: “Oh sevgili çalgıcı, ne kadar da güzel çalıyorsun! Ben de nasıl çalınacağını öğrenmeliyim.”
“Çok kolay.” demiş çalgıcı. “Sadece sana ne söylersem onu yapacaksın.”
“Evet, çalgıcı.” diye cevap vermiş tilki. “Bir öğrencinin öğretmenine itaat ettiği gibi, ne söylersen yapacağım.”
“Beni takip et.” demiş çalgıcı ve yolun bir kısmını birlikte yürüdükten sonra, her iki tarafı yüksek bir çitle çevrili olan patikaya gelmişler. Sonra çalgıcı durup, yerdeki bir fındık ağacı dalının üstüne basıp dalı diğer tarafa bükmüş ve demiş ki: “Haydi küçük tilki, bir şey öğrenmek istiyorsan sol ön ayağını bana doğru uzat.”
Tilki söz dinlemiş ve çalgıcı onun ayağını sol taraftaki ağacın gövdesine bağlamış. “Tilki hazretleri, şimdi öbür ayağını uzat bakalım.” diyen çalgıcı, sonra onu da sağ taraftaki ağaca bağlamış. Düğümlerin sağlamlığını kontrol ettikten sonra ağaçları serbest bırakmış, iki ağaç da aynı anda doğrulurken tilkiyi havaya fırlatmış. Hayvan, ayaklarından bağlı hâlde debelenip dururken çalgıcı: “Ben geri dönene kadar orada bekle.” demiş ve yoluna devam etmiş.
Çok geçmeden yine kendi kendine demiş ki: “Bu ormanlıktan bıktım, usandım; başka bir yol arkadaşı edineceğim.”
Böylece kemanını almış ve sesi ormanda yankılanmış. Sonra bir yaban tavşanı çıkıvermiş karşısına.
“Ooo, bir yaban tavşanı geliyor!” demiş. “Ama istediğim bu değil ki.”
“Ah, sevgili çalgıcı.” demiş tavşan. “Ne kadar da güzel çalıyorsun! Ben de çalmayı öğrenmek isterim.”
“Öğrenmiş bil.” demiş çalgıcı. “Sadece sana ne söylersem onu yap.”
“Evet, çalgıcı.” diye cevap vermiş tavşan. “Bir öğrencinin öğretmenini dinlediği gibi, sana itaat edeceğim.”
Böylece, ta ki titrek bir kavağın bulunduğu açıklık bir alana gelene kadar yolun bir kısmını birlikte katetmişler. Çalgıcı, tavşanın boynunun etrafına uzun bir ip bağlamış ve diğer ucunu ağaca düğümlemiş.
“Şimdi cesaret, küçük tavşan! Ağacın etrafında yirmi kere koş!” diye bağırmış çalgıcı ve tavşan da buna uymuş. Yirminci turda ip, ağaç gövdesinin etrafından yirmi kez dolanmış ve tavşan oraya hapsolmuş. “Ben geri dönene kadar orada bekle.” demiş çalgıcı ve yürümeye devam etmiş.
Bu arada kurt uğraşmış, uğraşmış ve taşın bir kısmını ısırmış; o kadar uzun süre uğraşmış ki sonunda pençelerini kurtarabilmiş ve kendisini de oyuktan çıkarmış. Sinir ve öfkeyle dolu bir şekilde, çalgıcıya hesap sormak için hızlı hızlı peşinden gitmiş.
Tilki, kurdun koştuğunu görünce inildemeye başlamış ve olanca kuvvetiyle bağırmış: “Kurt kardeş, gel ve bana yardım et! Çalgıcı beni kandırdı!”
Bunun üzerine kurt dalları aşağı çekmiş, düğümleri ısırarak ikiye bölmüş. Tilki serbest kalınca çalgıcıdan öcünü almak için kurdun peşine takılmış. İkisi birlikte, hapsolmuş tavşanı bulmuşlar ve onu da aynı şekilde kurtarmışlar. Böylece, hepsi birden düşmanlarını aramaya koyulmuşlar. Çalgıcı, kemanını bir kez daha çalmış ve bu sefer daha şanslıymış. Ses, fakir bir oduncunun kulaklarına gidince adam hemen işini bırakmış ve kolunun altında baltasıyla müziği dinlemeye gelmiş.
“Nihayet olması gereken yol arkadaşı geliyor.” demiş çalgıcı. “İstediğim, bir insandı; vahşi hayvanlar değil.”
Çalgıcı, kemanını o kadar güzel çalmış ki fakir adam büyülenmiş bir hâlde kalakalmış; içi neşeyle dolmuş. Adam orada öylece dururken kurt, tilki ve tavşan gelmişler; adam hepsinin niyetinin kötü olduğunu fark etmiş. Sonra adam, parıldayan baltasını kaldırmış ve: “Çalgıcıya kim zarar vermeye çalışırsa kendine dikkat etse iyi olur çünkü önce benimle savaşması gerekecek.” dercesine çalgıcının önünde durmuş. Hayvanlar korkup ormana geri kaçmışlar ve çalgıcı adama minnettarlığını göstermek için bir kez daha kemanını çalarak yoluna devam etmiş.
Fare, Kuş ve Sosis
Bir zamanlar bir fare, bir kuş ile bir sosis; mükemmel bir huzur ve uyum içinde aynı evde yaşıyorlarmış. Her gün ormana uçup odun getirmek kuşun işiymiş, fare suyu çekip ateşi yakıyormuş ve masayı hazırlıyormuş, sosis ise yemek pişiriyormuş.
İnsan rahata kavuştu mu hep yeni bir şey ister ya! Bir gün kuş, yolunun üstünde başka bir kuşla karşılaşmış ve ona hayatının ne kadar mükemmel olduğunu anlatmış. Fakat diğer kuş ona, evdeki en zor işleri yapmakta olduğu için zavallı bir ahmak olduğunu söylemiş.
Fare, ateş yakıp suyu çekerken örtüyü serme zamanı gelene kadar küçük odasında dinlenmeye gitmiş. Sosis, saplı tencerenin yanında durup yemeklerin iyi pişip pişmediğine bakıyormuş. Akşam yemeğinden önce et suyuna çorbayı ve yahniyi koyulaştırmak, baharatını katmak ve tatlandırmak için üç ya da dört kere karıştırmış. Sonra kuş eve gelmiş, yükünü bırakmış ve iyi bir yemekten sonra yatağa gidip ertesi sabaha kadar uyumuş.
Fakat kuş, ertesi gün bir daha asla odun getirmeyeceğine dair bir karara varmış. Bugüne kadar onlara yeterince kölelik yaptığını ve şimdi bir şeyleri değiştirip yeni bir düzenleme yapmaları gerektiğini söylemiş. Farenin ve sosisin tüm söylediklerine rağmen kuş, kendi bildiğini okumuş. Bu yüzden onu sakinleştirmek için kura çekmişler ve kuraya göre artık sosis odunu getirecek, fare yemek yapacak, kuş su çekecekmiş.
Bilin bakalım ne olmuş? Sosis odun için dışarı çıkmış, kuş ateşi yakmış ve fare kâseyi yüklenmiş ama ertesi güne kadar sosisin odun getirmesini beklemişler. Fakat sosis o kadar uzun bir süre dönmemiş ki ona bir şey olduğunu düşünmeye başlamışlar.
Kuş, ondan herhangi bir iz olup olmadığına bakmak için uçarak yolun bir kısmını gitmiş. Çok uzaklaşmadan yolda sosise, avı gibi bakan bir köpekle karşılaşmış; köpek, sosisi kapıp yutuvermiş. Kuş, köpeğe alçak bir hırsız olduğuna dair bir sürü laf söylediyse de bu hiçbir işe yaramamış. Köpek kuşa, sosisin bir sahtekâr olduğunu ve dolayısıyla hayatını kaybetmeyi hak ettiğini söylemiş.
Sonra kuş, üzgün bir şekilde odunları almış ve eve kendisi taşımış. Tüm görüp duyduklarını fareye anlatmış. İkisi de tedirgin olmuşsa da birlikte yaşamaya devam etmişler. Kuş örtüyü seriyormuş, fare de yiyecekleri hazırlayıp sonunda sosisin yaptığı gibi tencereye koyuyor ve karıştırıp çorbayı tatlandırıyormuş. Fakat odunların alevlerine kapılınca önce kürkünden ve derisinden, en sonunda da canından olmuş.
Kuş, akşam yemeğini tabağa koymaya geldiğinde etrafta kimseyi görememiş. Odun yığını üzerindeki tencereye bakmış fakat aşçı oralarda da yokmuş. Kazara bir odun tutuşmuş, kuş söndürmek için aceleyle su getirmeye gittiğinde kovayı kuyuya düşürmüş. Ardından da kendisi düşmüş ve tekrar dışarı çıkamadığından orada boğularak can vermiş.
Masadaki Ekmek Kırıntıları
Köylünün biri, bir gün küçük yavru köpeklere demiş ki: “Salona gelin ve keyfinize bakın. Masadaki ekmek kırıntılarını yiyin, hanımınız birkaç ziyarette bulunmak için dışarı çıktı.”
Küçük köpekler de: “Hayır, hayır gelmeyeceğiz. Hanımımız bunu duyarsa bize kızar.” diye cevap vermişler. Köylü adam da demiş ki: “Onun haberi olmayacak. Gelin; en fazla size güzel yemek vermez, o kadar.”
Sonra küçük köpekler tekrar: “Yo, yo! O kırıntıları öylece bırakmalıyız, gelmemeliyiz.” demişler. Fakat köylü onları masaya götürene kadar öyle çok ısrar etmiş ki sonunda dayanamayıp, bir çırpıda ekmek kırıntılarını yiyip bitirmişler. O sırada hanımları gelmiş ve hemen sopasını da eline alıp köpekleri azarlamış. Evin dışına çıktıklarında küçük köpekler köylü adama, “Yap, yap, yap! Bak işte, ne olduğunu gördün mü?” diye sorunca köylü adam gülerek şöyle demiş: “Siz de böyle olmasını beklemiyor muydunuz zaten?”
Bu yüzden de köpekler bir daha eve girememişler.
Kedi ile Farenin Ortaklığı
Kedinin biri, bir fareye öylesine âşık olmuş ki sonunda fareyi kendisi ile birlikte yaşamaya ikna etmiş. “Kışa hazırlık yapmalıyız.” demiş kedi. “Yoksa açlıktan mahvoluruz ve sen küçük fare, çok hareket etmemelisin yoksa kapana yakalanabilirsin.”
Bu öneri mantıklıymış. Önce bir çanak yağ satın almışlar ama nereye koyacaklarını bilememişler. Uzun uzun düşündükten sonra kedi: “En iyisi bunu mabette saklayalım.” demiş. “Oraya gidip bunu çalmak kimsenin aklına gelmez! Mihrabın altına yerleştiririz, zorunda kalmadıkça biz de elimizi sürmeyiz!”
Fakat çok geçmeden kedi, yağı tatmak için yanıp tutuşmaya başlamış. “Dinle beni, küçük fare.” demiş. “Kuzenim, dünyaya getirdiği küçük oğluna vaftiz babası olup olamayacağımı sordu; kahverengi benekli, beyaz bir kedi. Vaftiz törenini bugün yapmak istiyorlar. Ben mabede gideyim, sen burada kal ki evi koru.”
“Ah evet, tabii ki.” diye cevap vermiş fare. “Sen dua etmeye git ve o güzel yemekleri yerken beni düşün.”
Ne var ki bunların hiçbiri doğru değilmiş. Ne kedinin kuzeni varmış ne de vaftiz babası olması istenmiş. Kedi, doğruca mabetteki küçük kâseye gitmiş. Yağı üzerinden yalamış. Sonra kasabanın çatılarında bir yürüyüşe çıkmış, tanıdıklarını görmüş. Küçük yağ kâsesini düşündükçe bıyıklarını yalamış ve sonra akşam olunca eve gitmiş.
“Nihayet geldin.” demiş fare. “Umarım hoş zaman geçirmişsindir.”
“Ooo, oldukça hoş.” diye cevaplamış kedi.
“Eee, çocuğa ne isim verdin?” diye sormuş fare.
“Üzerinden.” diye karşılık vermiş kedi, soğuk bir şekilde.
“Üzerinden!” diye bağırmış fare. “Eşsiz ve mükemmel bir isim bu! Ailenizde yaygın mı?”

“Ne önemi var?” demiş kedi. “Senin vaftiz çocuğununkinden daha kötü değil.”
Kısa bir süre sonra kedi tekrar aynı arzuyla yanıp tutuşmuş. “Senden yine bir şey isteyeceğim.” demiş fareye. “Bana bir iyilik yapar mısın? Bir günlüğüne evi tek başına korur musun? İkinci kez vaftiz baba olmamı istediler ve küçük olanının boynunda beyaz bir halkası olduğundan reddedemedim.”
İyi niyetli fare razı olmuş. Kedi, mabede varana kadar yol boyunca aşermiş ve doğruca yağ kâsesine gidip yarısını bir çırpıda mideye indirmiş. “Hiçbir şey birinin kendi payına düşen yemeği yemesi kadar lezzetli olamaz.” demiş, o gün yaptığından memnun kalarak. Eve vardığında fare, çocuğa ne isim takıldığını sormuş. “Yarısı Bitti.” diye cevap vermiş kedi. “Yarısı Bitti!” diye bağırmış fare. “Böyle bir isim hayatım boyunca duymadım! İddiaya girerim, takvimde bile yoktur.”
Çok geçmeden kedinin ağzı yine yağ için sulanmaya başlamış. “Tüm iyi şeyler, üçlü olarak yapılmalıdır.” demiş fareye. “Yine vaftiz baba olmamı istiyorlar. Küçük olan; beyaz ayaklı, kapkara bir kediymiş ve vücudunda tek bir beyaz tüy yokmuş; böyle bir şey nadir görülür, bu yüzden gitmeme izin verirsin, değil mi?”
“Üzerinden, Yarısı Bitti…” diye mırıldanmış fare. “Ne kadar da tuhaf isimler, pek de merak ettim!”
“Sürekli evde oturduğun için öyle.” demiş kedi. “Küçük, gri elbisenin içinde; tüylü kuyruğunla dünyayı hiç görmüyor ve bu tür şeylerden zevk almıyorsun.”
Kedi gidince küçük fare evi temizlemiş ve her şeyi düzene koymuş. Bu arada açgözlü kedi gitmiş ve küçük yağ kâsesini dibine kadar sıyırmış. “Şimdi hepsi bitti, aklım da kalmadı.” demiş, akşam olduğunda tüyleri parlak ve rahat bir şekilde eve gelmiş.
Fare hemen üçüncü çocuğa ne isim konduğunu sormuş. “Diğerlerinden pek de farkı yok, seni pek sevindirmeyecek.” diye cevaplamış kedi. “Hepsi Bitti.”
“Hepsi Bitti!” diye bağırmış fare. “Ne biçim bir isim o öyle, hiç duyulmamış! Hiç böyle bir şeyle karşılaşmadım! Hepsi Bitti! Ne anlama gelebilir ki?” demiş ve kafasını sallayarak etrafında döne döne uyumaya gitmiş. Bir daha da kediden vaftiz baba olması istenmemiş.
Kış geldiğinde dışarıda yiyebilecekleri pek de bir şey yokmuş, fare, depoladıkları yağı hatırlamış. “Gel kedi.” demiş. “Gidip yağ kâsemizi getirelim, eminim ne de güzeldir tadı!”
“Tabi ki de öyledir.” demiş kedi. “Ağız sulandıracak kadar güzeldir mutlaka!”
Yola koyulmuşlar ve oraya vardıklarında kâseyi bulmuşlar fakat kâse orada, öylece, bomboş duruyormuş.
“Oh, şimdi ne demek istediğini anladım.” diye bağırmış fare. “Şimdi ne biçim bir eş olduğunu anladım! Vaftiz baba olacağına hepsini yedin bitirdin; önce üzerinden, sonra yarısı bitti ve sonra da…”
“Diline hâkim ol!” diye bağırmış kedi. “Yoksa seni de bir çırpıda yerim!”
Zavallı, küçük fare: “Hepsi bitti!” diye bağıra bağıra dışarı çıkarken kedi, farenin üzerine zıplayıp onu da yiyivermiş. İşte bu da dünya hâlidir.
Örümcek ve Pire
Bir örümcek ile bir pire, evde birlikte oturuyorlarmış ve yumurta kabuğunda çaylarını demliyorlarmış. Bir gün örümcek çayı karıştırırken içine düşmüş ve haşlanmış. Bunun üzerine pire çığlık atmaya başlamış. Daha sonra kapı: “Neden çığlık atıyorsun, pire?” diye sormuş. “Küçük örümcek kendisini çay bardağında haşladı.” diye cevap vermiş pire.
Bunun üzerine kapı acılar içinde inler gibi gıcırdamaya başlamış. Köşede duran bir süpürge: “Neden gıcırdıyorsun, kapı?” diye sormuş.
“Nasıl gıcırdamayayım?” diye cevaplamış kapı. “Küçük örümcek kendisini haşlamış ve pire de ağlıyor!”
Derken süpürge canhıraş bir hâlde etrafı süpürmeye başlamış ki bir anda küçük bir el arabası gelip nedenini sormuş: “Nasıl süpürmeyeyim ki?” diye cevap vermiş süpürge.
Küçük örümcek kendisini haşlamış,Pire ağlıyor,Küçük kapı da acı ile gıcırdıyor.Bunun üzerine küçük el arabası: “O zaman ben de koşacağım.” demiş ve tezek yığınını hızlıca geçerek koşmaya başlamış. Tezek yığını: “Neden koşuyorsun, küçük el arabası?” diye bağırmış. “Çünkü…” diye cevaplamış el arabası.
Küçük örümcek kendisini haşlamış,Pire ağlıyor,Küçük kapı acı içinde gıcırdıyorVe süpürge etrafı süpürüyor.“O zaman…” demiş tezek yığını. “Ben de cayır cayır yanacağım.”
Derken tezeklerin yanında bir ağaç yetişmiş ve: “Küçük tezek yığını, neden yanıyorsun?” diye sormuş. “Çünkü…” diye cevaplamış tezek yığını.
Küçük örümcek kendisini haşlamış,Pire ağlıyor,Küçük kapı acı içinde gıcırdıyor,Süpürge etrafı süpürüyorVe küçük el arabası koşturup duruyor.Bunun üzerine ağaç: “O hâlde ben de sallanacağım!” diye bağırmış ve tüm yaprakları düşene kadar sallanmaya devam etmiş. Bir su sürahisiyle geçen küçük bir kız, ağacı sallanırken görmüş ve: “Neden sallanıyorsun, küçük ağaç?” diye sormuş. “Nasıl sallanmayayım ki?” demiş ağaç.
Küçük örümcek kendisini haşlamış,Pire ağlıyor,Küçük kapı acı içinde gıcırdıyor,Süpürge etrafı süpürüyor,Küçük el arabası koşturup duruyorVe tezek yığını yanıyor.Sonra küçük kız: “Madem öyle, ben de sürahimi kıracağım.” demiş ve yere atıp onu kırmış.
Suyu çektiği derecik: “Neden sürahini kırıyorsun, küçük kız?” diye sormuş. “Neden kırmayayım ki?” diye cevaplamış küçük kız.
Küçük örümcek kendisini haşlamış, Pire ağlıyor, Küçük kapı acı içinde gıcırdıyor, Süpürge etrafı süpürüyor, Küçük el arabası koşturup duruyor, Tezek yığını yanıyorVe küçük ağaç sallanarak yapraklarını döküyor. “Şimdi sırabende!”“Ah, o zaman…” demiş derecik. “Ben de akmaya başlayayım.”
Akmış da akmış, aktıkça büyümüş de büyümüş ve sonunda küçük kızı, küçük ağacı, tezek yığınını, el arabasını, süpürgeyi, kapıyı, pireyi ve en sonunda da örümceği yutmuş.
Kurt ve Yedi Küçük Oğlak
Bir zamanlar yedi küçük yavrusu olan yaşlı bir keçi varmış ve bütün yavrularını büyük bir aşkla seviyormuş. Bir gün ormana gidip biraz yiyecek bulup getirmek istemiş. Dolayısıyla yedisini de çağırmış ve demiş ki: “Sevgili yavrularım, ormana gitmeliyim; kurda karşı tetikte olun eğer içeri girerse hepinizi -derinizi, saçınızı, her şeyi- bir çırpıda yer. Hain, genellikle kılık değiştirir fakat kart sesi ve siyah ayaklarından onu hemen tanırsınız.”
Çocuklar demiş ki: “Sevgili annemiz, kendimize iyi bakarız biz; endişelenmeden gidebilirsin.”
Daha sonra yaşlı keçi melemiş ve gönül rahatlığıyla yoluna gitmiş. Çok geçmeden biri evin kapısını vurmaya başlamış ve bağırmış: “Kapıyı açın, sevgili çocuklar, anneniz geldi ve her birinize bir şeyler getirdi.”
Fakat yavrular, kart sesinden bunun kurt olduğunu anlamışlar. “Kapıyı açmayacağız.” diye bağırmışlar. “Sen annemiz değilsin. Onun yumuşak ve hoş bir sesi var fakat senin sesin kart, sen kurtsun!”
Bunun üzerine kurt bir dükkâna gitmiş, büyük bir parça tebeşir almış, onu yemiş ve sesini onunla yumuşatmış. Sonra geri gelmiş, evin kapısını çalmış ve bağırmış: “Kapıyı açın, sevgili çocuklar, anneniz geldi ve her birinize bir şeyler getirdi.”
Fakat kurt, kara pençelerini pencereye uzatmış olduğundan çocuklar bunları görüp bağırmış: “Kapıyı açmayacağız, annemizin seninki gibi kara ayakları yok! Sen kurtsun!”
Sonra kurt bir fırına koşmuş ve demiş ki: “Ayaklarımı acıttım, üzerine biraz hamur sür.”
Fırın ustası ayaklarına hamur sürünce değirmenciye gitmiş ve demiş ki: “Ayaklarımın üzerine biraz beyaz un serp.”
Değirmenci: “Kurt, birini kandırmak istiyor.” diye düşünerek reddetmiş. Fakat kurt demiş ki: “Eğer bunu yapmazsan seni bir çırpıda yerim.”
Değirmenci korkmuş ve kurdun pençelerini beyazlatmış.
Alçak kurt üçüncü kez evin kapısına gitmiş ve kapıyı çalıp demiş ki: “Kapıyı açın, sevgili çocuklar, anneniz geldi ve ormandan her birinize bir şeyler getirdi.”
Küçük çocuklar: “Eğer sevgili küçük annemizsen bize ilk olarak pençelerini göster.” diye bağırmışlar. Pençelerini pencereye koymuş ve çocuklar beyaz olduklarını görünce söylediği her şeyin doğru olduğuna inanmış ve kapıyı açmışlar. Fakat gelen, kurttan başkası değilmiş!
Yavrular dehşete kapılarak saklanmak istemişler. Biri masanın altına fırlamış, ikincisi yatağın içine, üçüncüsü sobaya, dördüncüsü mutfağa, beşincisi dolaba, altıncısı bulaşık tasına ve yedincisi saatin içine. Fakat kurt hepsini bulmuş, hiç merhamet göstermeden birbiri ardına hepsini yutmuş. Tek bulamadığı yavru, saatin içindeki en küçük olanıymış. Kurt iştahını bastırınca inzivaya çekilmiş, yeşil çayırlardaki bir ağacın altına uzanıp uyumaya başlamış.
Kısa süre sonra anne keçi, ormandan eve dönmüş. Bir de ne görsün! Evin kapısı sonuna kadar açıkmış. Masa, sandalyeler ve koltuklar altüst olmuş, bulaşık tası parçalara ayrılmış, kilim ve yastıklar yataktan çekilmiş. Çocuklarını aramış fakat hiçbir yerde bulamamış. Tek tek isimlerini bağırmış fakat hiçbiri cevap vermemiş. Sonunda yumuşak bir ses bağırmış: “Sevgili anne, saat kutusunun içindeyim.”
Anne, evladını dışarı çıkartınca o da annesine kurdun geldiğini ve diğerlerinin hepsini yediğini anlatmış. Annenin zavallı çocukları için nasıl gözyaşı akıttığını tahmin edebilirsiniz. Nihayet büyük acı içinde dışarı çıkmış ve en küçük yavru da onunla koşmuş. Çayıra geldiklerinde kurdu, ağacın yanında uzanır hâlde bulmuşlar. O kadar yüksek sesle horluyormuş ki dallar sallanıyormuş. Her köşeden ona bakınca karnında bir şeylerin hareket ettiğini görünüyormuş. “Ah, Tanrı aşkına!” demiş. “Akşam yemeği niyetine midesine indirdiği zavallı çocuklarımın hâlâ hayatta olması mümkün mü?”

Sonra yavru eve koşup makas, iğne ve iplik getirmiş. Keçi, canavarın karnına güç bela bir kesik atabilmiş ki küçük bir yavru kafasını dışarı uzatmış. Daha da kestiğinde altısı birden, canlı canlı dışarı fırlamışlar. Canavar, büyük bir açgözlülükle onları bütün olarak yuttuğundan herhangi bir şekilde yaralanmamışlar da. Öyle mutlu bir anmış ki bu! Sonra yavrular sevgili annelerini kucaklamışlar.
Anneleri demiş ki: “Şimdi gidin ve birkaç büyük taş bulun, hain hayvan uyurken midesini taşlarla dolduracağız.”
Bunun üzerine yedi yavru, hızlıca çevredeki taşları toplayıp kurdun midesini alabildiğine taşla doldurmuşlar; anneleri, hiçbir şeyin farkına varmasın ve bir daha asla canlanmasın diye aceleyle onun midesini tekrar dikmiş. Kurt, sonunda uykusundan uyanınca ayaklarının üzerine basmış ama midesindeki taşlar onu o kadar susatmış ki bir kuyuya gidip su içmek istemiş. Fakat yürümeye ve hareket etmeye başlayınca midesindeki taşlar birbirine çarpmış ve şakırdamış. Sonra kurt:
Midem sanki taşla doldu,Takır tukur çarpa çarpa,Yediğim altı yavru,Nasıl da dönüştü taşa! diye bağırmış.Kuyuya varınca suya doğru eğilmiş ve tam su içmek üzereyken, ağır taşlar onun dengesini kaybederek suya düşmesine neden olmuş. Hiç yardım eden de olmayınca sefil bir şekilde boğulmuş. Yedi yavru bunu görünce koşarak oraya gelmişler ve yüksek sesle: “Kurt öldü! Kurt öldü!” diye bağırarak, anneleriyle dans ederek eğlenmişler.
Kurt ve Tilki
Bir zamanlar bir kurt ile bir tilki birlikte yaşıyorlarmış. Zayıf olan tilki tüm zor işleri yapmak zorundaymış. Bu durum da onu arkadaşından ayrılması için tetikliyormuş. Bir gün, çalılığın yanından geçerken kurt demiş ki: “Kızıl tilki, bana yiyecek bir şeyler getir yoksa seni yerim.”
Tilki: “Bir çift körpe kuzunun olduğu bir yer biliyorum, istersen gidip bir tanesini getiririz.” demiş. Bu, kurdun hoşuna gitmiş. Beraber yola koyumuşlar. Tilki, kuzulardan bir tanesini çalıp kurda getirmiş ve sonra arkadaşının yemesi için bırakıp gitmiş.
Bununla yetinmeyen kurt, diğer kuzuyu da gidip almak istemiş. Çok hantal olan yaşlı kuzu onu görmüş ve bağırmaya başlamış. Öyle acı melemiş ki çiftlik halkı koşarak ne olduğunu görmeye gelmiş. Orada kurdu bulunca onu acımasızca dövmüşler. Kurt, uluyarak ve topallayarak tilkiye dönmüş: “Aynı senin yaptığın gibi ben de diğer kuzuyu almaya gittim fakat çiftçiler beni buldu ve neredeyse öldürüyorlardı.” demiş.
“Neden bu kadar açgözlüsün ki?” demiş tilki.
Ertesi gün yine tarlaya gitmişler. “Kızıl tilki!” demiş kurt. “Çabuk bana yiyecek bir şey getir yoksa seni yerim!”
“Peki.” diye cevap vermiş tilki. “Kadınların bu akşam gözleme yapacağı bir çiftlik biliyorum, gidelim ve birazcık alalım.”
Birlikte çiftliğe gitmişler ve tilki evin etrafında fır dönmüş. O kadar uzun süre dikizleyip koklamış ki sonunda yemeğin nerede olduğunu bulmuş ve sessizce altı gözlemeyi kaparak kurda götürmüş.
“İşte sana yiyecek bir şeyler.” demiş ve sonra uzaklaşmış. Kurt, kısa zaman içinde altı gözlemeyi yutmuş ve demiş ki: “Birazcık daha olsa hayır demem.”
Kendisi gidip de tabağı raftan aşağı çektiğinde bin parçaya bölünen tabak, öyle bir gürültü çıkartmış ki çiftçinin karısı durumu fark etmiş. Kurdu gören kadının çığlığı üzerine herkes kaptığı sopa ve silahlarla oraya gelmiş. Sonunda kurt, güç bela hayatını kurtarmış ancak öyle berbat bir dayak yemiş ki tilkinin olduğu çalılığa topallaya topallaya, zorlukla gelebilmiş.
“Beni sürüklediğin kötülüğe de bak.” demiş kurt, tilkiyi görünce. “Çiftçiler beni yakaladı ve neredeyse derimi yüzüyorlardı.”
“İyi de neden bu kadar açgözlüsün ki?” diye karşılık vermiş tilki.
Bir süre sonra kurt, neredeyse güçlükle topalladığı hâlde: “Kızıl tilki, bana yiyecek bir şeyler getir yoksa seni yerim!” demiş.
“Peki.” demiş tilki. “Kasaplık yapan bir adam biliyorum. Tüm eti kilerinde, tuzlanmış bir şekilde bekletiyor. Gidip onu alalım.”
“Tamam.” demiş kurt. “Seninle geleceğim ama eğer bir şey olursa paçayı kurtarmama yardım etmelisin.”
Tilki önde kurt arkada yürümüş, sonunda bolca etin bulunduğu kilere gelmişler. Kurt, etlere hemen açgözlülükle saldırmış, kendi kendisine: “Burada acele etmenin gereği yok.” diye mırıldanırken. Tilki, o yemeğini yerken kurdun hâlâ içeri girdikleri delikten geçebilecek kadar zayıf olup olmadığını anlamak için sık sık gidiyor, deliğe bakıp geliyormuş.
“Arkadaşım tilki.” demiş kurt. “Neden bu kadar huzursuzsun ve neden böyle sebepsiz koşup duruyorsun, lütfen söyle bana.”
“Olur da biri gelirse diye, dışarıyı gözetliyorum.” cevabını vermiş kurnaz tilki. Ardından tilki, kurda: “Gel artık, yeterince yedin.” demiş. Kurt ise: “Hiçbir yere gitmiyorum. Burayı boşaltmadan gitmek aptallık olur!” diye cevap vermiş.
Bu arada tilkinin koşuşturduğunu duyan çiftçi, ne olup bittiğini görmek için kilere gelmiş. Tilki, adamı görür görmez bir hoplayışta delikten kaçarak ormana doğru gitmiş. Kurt, tilkinin peşinden gitmeye çalıştıysa da açgözlülüğünden o kadar şişmiş ki deliğe sıkışıp kalmış. Kasap da sopasıyla onu, oracıkta öldürmüş. Tilki güvenli bir şekilde ormana ilerlerken açgözlü, yaşlı kurttan kurtulmanın sevincini yaşıyormuş.