
Полная версия:
Grimm Masalları
Tavşan: “Uyan uyan, düğün davetlileri o kadar neşeli ki!” demiş. Kız bir şey söylemeden ağladıkça ağlamış. Tavşan yine gelmiş: “Hadi kalk, misafirler acıktı.” demiş. Kız yine bir şey söylemeden ağlamaya devam etmiş. Tavşan çekip gitmiş. Sonra yine gelmiş: “Uyan uyan, misafirler seni bekliyor.” demiş. Kız yine bir şey demeyince tavşan tekrar gitmiş.
Sonra kız, samanlardan bir kukla yapmış ve ona kendi giysilerini giydirip kırmızı dudaklar çizmiş. Ardından onu kepek tenceresinin başına koyup eve, annesinin yanına gitmiş. Tavşan tekrar gelip: “Kalk! Kalk!” diyerek kuklanın kafasına vurmuş ki o anda kukla yere yığılmış. Tavşan, kızı öldürdüğünü sanarak çok üzülmüş ve oradan ayrılmış.
Tavşan ve Kirpi
Sevgili dostlarım, bu hikâye size uydurmaymış gibi gelebilir ama aslında gerçek. Büyükbabam onu anlatırken hep: “Oğlum eğer bu hikâye gerçek olmasaydı bunu sana anlatmazlardı.” derdi. Hikâye şöyleymiş:
Hasat zamanı, bir pazar sabahı; güneş gökyüzünde pırıl pırıl parıldarken, kara arpalar büyürken, doğu rüzgârı anız tarlasına doğru hafifçe eserken, arılar çiçeklerin arasında gezinirken, toygarlar gökyüzünde şarkılar söylerken, insanlar en güzel giysilerini giymiş ve mabetlerine gidiyorlarmış. Kâinattaki tüm yaratıklar mutluymuş. Kirpi de çok mutluymuş. Evinin kapısında, elleri belinde sabah esintisinin tadını çıkartırken diğer tüm kirpilerin böylesine güzel bir pazar sabahı yaptığı gibi bir yandan da bir şarkı mırıldanıyormuş.
Kendi kendine böyle şarkı söylerken, bir yandan da karısı çocuklarını yıkayıp kurularken, birden aklına tarlaya gidip turplarının ne durumda olduğuna bakmak gelmiş. Aslına bakılırsa turplar hemen evin yanında ekiliymiş. Ailece turp yemeye bayıldıkları için, onlara kendisininmiş gibi bakıyormuş. Söz ağızdan çıkar çıkmaz yapılmalıdır. Kirpi, evin kapısını kapatıp tarlaya gitmiş. Daha evden çok uzaklaşmadan turp tarlasının hemen dışındaki karaçalıyı döner dönmez, turplara bakmaya gelmiş olan bir tavşan görmüş.
Kirpi, tavşanı görünce içten bir selam vermiş. Kendisini saygıdeğer bir beyefendi sanan, son derece kendini beğenmiş tavşan, kirpinin selamına karşılık vermemiş ve ona küçümseyici bir tavırla: “Sabahın bu erken saatinde, bu tarlada ne diye dolaşıyorsun?” demiş.
Kirpi de: “Yürüyüş yapıyorum.” demiş. Tavşan gülerek: “Yürüyüş mü? Bence o bacaklarını daha faydalı işler için kullanabilirsin.” diye karşılık vermiş. En katlanamadığı şey, doğuştan çarpık olan bacaklarına birinin laf atması olan kirpi bu cevaba çok sinirlenmiş.
Bunun üzerine kirpi, tavşana: “Sen kendi bacaklarınla, benim bacaklarımla yaptığımdan daha çok şey mi yapabileceğini sanıyorsun?” demiş. Tavşan da: “Bu da benim düşüncem.” demiş.
Kirpi: “Bunu bir sınavla ölçebiliriz. Bahse girerim ki bir koşu yarışı yapsak ben seni geride bırakırım.” demiş.
Tavşan: “Bu çok komik! O kısacık bacaklarınla mı geçeceksin beni? Ama eğer gerçekten böylesine imkânsız bir hayalin varsa ben varım. Peki, neyine yarışıyoruz?” diye sormuş.
Kirpi: “Bir altın ve bir şişe büyülü içecek için yarışalım.” demiş. Bunun üzerine tavşan: “Kabul. Hemen başlayalım.” diye cevap vermiş. Kirpi de: “Hayır, olmaz; karnım çok aç, önce eve gidip kahvaltımı yapmalıyım. Yarım saat içinde yine burada buluşalım.” demiş.
Tavşan bu duruma çok memnun olmuş ve kirpi oradan ayrılmış. Yolda giderken kirpi: “Bu tavşan, uzun bacaklarına çok güveniyor ama ben ondan daha hızlı gidebilirim. Büyük olabilir ama çok aptal. Bana söylediklerini ona ödettireceğim.” diye düşünmüş.
Kirpi eve vardığında karısına: “Karıcığım, hemen giyinip benimle tarlaya gelmelisin.” demiş. Karısı, “Neler oluyor?” diye sorunca: “Tavşanla bir altın ve bir şişe büyülü içecek ödülüne bahse girdik. Onunla yarış yapacağım. Sen de yanımda olmalısın.” demiş. Karısı: “Aman Allah’ım, kocacığım. Sen aklını mı kaçırdın? Ne zorun vardı da tavşanla yarış yapmaya kalkıştın?” demiş. Kirpi: “Kapa çeneni, bu benim meselem. Sen bizim aramızdaki şeylere karışma. Git, giyin ve benimle gel.” diye çıkışmış.
Kirpinin karısı da ne yapsın, istese de istemese de kocasının dediklerini yerine getirmek zorunda kalmış. Yola çıktıklarında kirpi, karısına: “Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle. Bak şimdi, bu uzun araziyi yarış alanımız yapacağım. Tavşan bir çizgiden koşacak, ben diğerinden. Koşmaya yukarıdan başlayacağız. Bütün yapman gereken şu çizginin altında durmak ve tavşan diğer taraftaki çizginin sonuna geldiğinde ona: ‘Ben çoktan geldim!’ diye bağırmak.” demiş.
Tarlaya geldiklerinde kirpi, karısına duracağı yeri göstermiş ve yukarı doğru yürümüş. Yukarıya çıktığında tavşan zaten oradaymış. Kirpiyi görünce: “Başlayalım mı?” diye sormuş. Kirpi: “Elbette!” diye cevap vermiş.
Her biri kendi başlangıç çizgilerine geçmişler. Tavşan: “Bir, iki, üç, başla!” der demez bir anda tarladan aşağı şimşek hızıyla koşmaya başlamış. Ne var ki kirpi sadece üç adım atmış ve çizginin üzerine düşüp olduğu yerde kalakalmış. Tavşan, son hız arazinin sonuna vardığında kirpinin karısı onu: “Ben çoktan geldim!” diye bağırarak karşılamış. Tavşan hayrete düşmüş ve nasıl olduğunu da merak etmiş.
Kirpinin karısı da tıpkı eşine benzediğinden tavşan, kendisine seslenenin yarıştığı kirpi olduğunu sanmış. Ancak tavşan, “Bu işte bir haksızlık var.” diye düşünerek kirpiye: “Tekrar koşmamız gerek. Baştan yarışalım.” diye seslenmiş. Tavşan yine uçarcasına fırtına gibi fırlamış. Ama kirpinin karısı sessizce olduğu yerde kalmış. Tavşan, arazinin yukarısına vardığında bu sefer kirpinin kendisi: “Ben çoktan geldim!” diye seslenmiş. Hemen gerisinden gelen tavşan, sinirle: “Tekrar yarışmalıyız, tekrar koşmalıyız.” diye bağırmış.
Kirpi: “Tamam, istediğin kadar koşalım. Benim için fark etmez.” diye karşılık vermiş.
Bunun üzerine tavşanla kirpi yetmiş üç kez daha yarışmışlar ama her seferinde de kirpi onu yenmiş. Tavşan bir baştan diğer başa her vardığında ya kirpi ya da karısı: “Ben çoktan vardım!” diye sesleniyormuş.
Ne var ki yetmiş dördüncü seferde tavşan bitişe varamamış. Yolun ortasında yere yığılıvermiş. Ağzından burnundan kanlar gelmiş ve olduğu yere düşüp ölmüş.
Kirpi de yarışta kazandığı altını ve büyülü içeceğini alıp karısını da beklemekte olduğu yerden çağırarak mutluluk içinde evinin yolunu tutmuş. Eğer yaşıyorlarsa hâlâ oradalardır. İşte kirpinin tavşanla yarış yaparak onu Buxhetude Çalılığı’nda, ölünceye kadar koşturmasının hikâyesi böyledir. O gün bugündür hiçbir tavşan, bir Buxtehude kirpisiyle koşu yarışı yapmamıştır.
Bu hikâyeden alınacak ilk ders şudur ki: Bir kimse ne kadar büyük ve güçlü olursa olsun, kendisinden daha güçsüz bir kimseyle dalga geçmemelidir. Bu bir kirpi bile olsa. İkinci derse gelince: Bir erkek, evlenmek için kendisine tıpatıp benzeyen bir eş seçmelidir. Yani kim kirpiyse eşinin de kirpi olmasına dikkat etsin.
Köpek ve Serçe
Bir zamanlar bir çoban köpeği varmış. Sahibi, köpeğe öyle kötü davranırmış ki ona yeterli yiyecek bile vermezmiş. Köpek artık açlığa dayanamaz hâle geldiğinde üzülerek sahibini terk etmiş.
Yolda, bir serçeyle karşılaşmış. Serçe, ona: “Köpek kardeş, neyin var?” diye sormuş. Köpek de: “Çok açım ve yiyecek hiçbir şey bulamıyorum.” diye cevap vermiş. Bunun üzerine serçe, ona: “Benimle kasabaya gel. Sana bir sürü yiyecek bulacağım.” demiş.
İkisi beraber kasabaya gitmişler. Bir kasap dükkânına geldiklerinde serçe, köpeğe: “Sen burada kal, ben sana bir parça et getireceğim.” demiş. Serçe önce tabureyi gagalamış, sonra etrafına bakıp da kimsenin kendisini fark etmediğini görünce kancada asılı eti zar zor çekiştirip tezgâha düşürerek kenardan köpeğe doğru itivermiş. Köpek, eti kapıp bir köşeye götürmüş ve orada yemiş.
Sonra serçe, ona: “Şimdi benimle başka bir dükkâna gel, oradan da bir parça et alırsak belki açlığın biraz geçer.” demiş.
Köpek ikinci parça eti de yedikten sonra serçe: “Köpek kardeş, şimdi mutlu musun?” diye sormuş. Köpek: “Evet, ete yeterince doydum ama hiç ekmek yemedim.” diye cevap vermiş.
Bunun üzerine serçe: “Onu da yiyeceksin, şimdi gel benimle.” dedikten sonra onu bir fırıncı dükkânına götürüp birkaç somun ekmeği yere düşürene kadar gagalamış. Köpek daha fazla ekmek yemek istediği için, biraz daha ekmek alabilmek adına başka bir dükkâna gitmişler. Sonra serçe yine sormuş: “Köpek kardeş ya şimdi hâlinden memnun musun?”
“Evet, memnunum. Şimdi biraz kasabanın dışına yürüyelim.” diye cevap vermiş köpek.
Beraberce yürümeye başlamışlar. Hava sıcak olduğundan biraz yürüdükten sonra köpek: “Ben yoruldum ve biraz uyumak istiyorum.” demiş. Serçe de ona: “Tamam, uyu o zaman, ben de yanındaki dalda otururum.” demiş.
Köpek yolun kenarına kıvrılıp hemen uykuya dalmış. O sırada yoldan iki dolu fıçı taşıyan, üç atlı bir at arabası geçiyormuş. Arabanın, yolunu değiştirmeyip köpeğe çarpacağından korkan serçe: “Arabacı, dikkat et! Yoksa seni pişman ederim.” diye seslenmiş.
Arabacı: “Sen bana ne zarar verebilirsin ki?” diye söylenerek arabasını daha da hızlı bir şekilde köpeğin üstüne doğru sürmeye başlamış ve köpek, arabanın tekerlekleri altında kalıp ölmüş.
Bunun üzerine serçe: “Sen benim arkadaşımı öldürdün, bunun bedelini atların ve arabanla ödeyeceksin.” diye bağırmış.
Arabacı: “Atlarım ve arabam demek ha! Sen bana ne zarar verebilirsin, gerçekten merak ediyorum.” diyerek yoluna devam etmiş.
Serçe, arabanın örtüsünün içine süzülmüş ve fıçılardan birini kapağını düşürünceye kadar gagalamış. Arabacı farkına bile varmadan fıçıların içindeki pahalı içecekler yollara dökülmüş. Kısa bir süre sonra arkasına bakan arabacı, arabadan bir şeylerin damladığını görmüş ve kontrol edince fıçılardan birinin tamamen boşalmış olduğunu fark edip: “Eyvah, mahvoldum ben!” diye haykırmış.
Serçe: “Daha tam olarak mahvolmuş sayılmazsın.” diyerek uçup atlardan birinin kafasını ve gözünü gagalamış. Arabacı bunu görünce baltasını çıkartıp serçeye vurmaya çalışmış. Serçe tam o sırada havalanınca balta yanlışlıkla atın sırtına isabet etmiş. At, cansız bir hâlde yere düşünce adam: “Eyvah, işte şimdi mahvoldum!” diye haykırmış.
Serçe: “Yeterince mahvolmuş sayılmazsın daha.” dedikten sonra, geriye kalan iki atla yola devam eden arabanın örtüsünün altından süzülerek diğer fıçının kapağını çıkartmış ve kalan pahalı içecekler de yola akıp gitmiş. Arabacı bunu fark edince: “Eyvah, şimdi tam anlamıyla mahvoldum!” diye haykırmış.
Ama serçe: “Daha tam olarak mahvolmadın!” diyerek ikinci atın da kafasını ve gözlerini gagalamaya başlamış. Arabacı arkaya koşup da baltasını kaparak serçeye vurmak isterken serçe yine havalanmış ve balta yine atı öldürmüş. Arabacı, “Eyvah! Mahvoldum, bittim ben!” diye haykırdığında serçe yine: “Daha başına gelecekler bitmedi! Evde görüşürüz!” dedikten sonra uçmuş. Arabacı, arabasını öylece yolda bırakıp öfke içinde evine gitmiş. Karısına: “Ben ne kadar bahtsız bir adamım! Taşıdığım bütün pahalı içecekler yola döküldü, atlarımdan ikisi öldü.” demiş.
Kadın: “Ah kocacığım, buraya öyle korkunç bir kuş geldi ki! Yanında getirdiği binlerce kuşla beraber şimdi tarlamızdaki buğdaylarımızı talan ediyorlar.” demiş. Adam dışarı baktığında binlerce kuşun bütün buğdaylarını yemekte olduğunu görmüş. Ortalarında da serçe duruyormuş. Arabacı yine, “Ben mahvoldum, bittim!” diye haykırınca serçe tekrar: “Daha başına gelecekler bitmedi! Yaptıklarının bedelini canınla ödeyeceksin.” demiş.
Sahip olduğu her şeyi kaybeden arabacı, içeri girip sefil ve öfke dolu bir hâlde sobanın arkasına oturmuş. Serçe, pencerenin pervazında durup içeri seslenmiş: “Arabacı, yaptıklarının bedelini canınla ödeyeceksin!”
Arabacı baltasını kaptığı gibi serçeye fırlatmış. Pencere ikiye ayrılmış ama balta, serçeye değmemiş bile. Serçe içeri girmiş, sobayı gagalayarak: “Arabacı, yaptıklarının bedelini canınla ödeyeceksin!” demiş.
Öfkeden deliye dönen adam baltayı önce sobaya, sonra da karşısına çıkan her şeye savurmaya başlamış. Balta, serçeye hiç dokunamamış ama evde ne var ne yoksa her şey paramparça olmuş. En sonunda adam serçeyi yakalayıp elinde tutmuş.
Karısı, “Onu öldürmeyecek misin?” diye sorunca adam: “Hayır, bu onun için çok kolay bir ölüm olur. Onu canlı canlı yutacağım.” demiş. Serçe, adamın burnunun dibinde çırpınırken dahi: “Arabacı, yaptıklarının bedelini canınla ödeyeceksin!” diye bağırıyormuş.
Sinirlenen arabacı, karısına: “Şu kuşa baltayla vur, öldür onu!” diye seslenmiş. Kadın baltayla vurmuş ama balta, kuşu ıskalayıp adamın kafasına denk gelmiş ve ölen, adam olmuş. Serçe ise çoktan uçup uzaklara gitmiş.
Bay Korbes
Bir horozla bir tavuk, bir gün beraberce geziye çıkmak istemişler. Horoz, dört kırmızı tekerleği olan güzel bir araba yapmış ve dört küçük fareyi de arabayı çekmeleri için dizginlemiş. Tavukla beraber arabaya binmiş ve yola çıkmışlar. Kısa bir süre sonra bir kediyle karşılaşmışlar. Kedi, onlara nereye gittiklerini sormuş. Horoz da: “Bay Korbes aradı. Oraya gidiyoruz.” diye cevaplamış.
Kedi: “Beni de götürün.” demiş.
Horoz da: “Tamam ama arkada oturman şartıyla.” demiş. Ardından şöyle dua etmiş:
Dönsün kırmızı tekerlekler,Çeksin bizi fareler.Arabamız doğruca gitsin,Evine Bay Korbes’in.Sonra bir değirmen taşı, bir yumurta, bir ördek, bir raptiye ve en sonunda da bir iğne onlara katılmış; hep birlikte yola devam etmişler.
Bay Korbes’ın evine geldiklerinde onu evde bulamamışlar. Fareler de arabayı ahıra sürmüşler. Horoz ve tavuk kirişe, kedi ise şöminenin yanına yayılmış; ördek suya girmiş; yumurta kendisini havluya sarmış; raptiye kendisini sandalyenin yastığına yerleştirmiş; iğne, yastıkların arasından yatağa atlamış ve değirmen taşı da kapının ağzına yerleşivermiş.
Sonra Bay Korbes eve gelmiş ve ateş yakmak için şömineye gitmiş ama kedi, adamın gözlerine kül fırlatmış. Koşarak yüzünü yıkamak için mutfağa gittiğinde ördek, yüzüne su atmış. Yüzünü tam havluyla kurulayacakmış ki yumurta kırılıp göz kapaklarını yapıştırmış.
Biraz dinlenmek için sandalyeye oturduğunda raptiye ona batmış, acısından yerinden fırlayarak kendisini yatağa attığı sırada yüzüne batan iğnenin acısıyla deli gibi koşturmaya başlamış. Evin kapısına geldiğinde değirmen taşı zıplayıp onu sıkıştırarak öldürmüş. Şu Bay Korbes da ne fena bir adammış meğer!
Serseriler
Horoz, tavuğa demiş ki: “Ceviz zamanı geldi, sincap gelmeden gidip biraz toplayalım!”
“Tamam ama önce biraz gönül eğlendirelim.” demiş tavuk. Beraber dağa çıkmışlar ve hava günlük güneşlik olduğu için akşama kadar orada kalmışlar. Fazla yemek yedikleri için eve yaya dönmek istemeyince horoz, ceviz kabuğundan bir araba yapmış. Araba tamamlanınca tavuk, arabaya binerek horoza: “Sen de arabayı çek!” demiş.
“Yok daha neler!” demiş horoz. “Arabayı çekeceğime yaya giderim daha iyi. Arabayı çekecekmişim! Biz böyle konuşmadık ki! Arabacı olurum, dizginler de bende olur, o zaman tamam ama arabayı çekemem!”
Onlar böyle tartışırken bir ördek çıkagelmiş: “Sizi gidi hırsızlar sizi! Ceviz bahçeme girmek için kimden izin aldınız? Ben size gününüzü gösteririm!” diye gagasını açarak horozun üstüne yürümüş.

Horoz boş durmayarak ördeğin karnına bir tekme attıktan sonra öyle bir saldırmış ki ördek özür dilemek zorunda kalmış ve arabayı çekmeye razı olmuş. Horoz, arabaya geçip oturmuş ve arabacı gibi ördeğe: “Deh deh, ördek! Yaylan bakalım!” diye bağırmış. Bir süre böyle yol aldıktan sonra, bir toplu iğne ile bir dikiş iğnesine rastlamışlar. İğneler: “Durun, durun!” diye seslenerek hava karardığı ve yol çok çamurlu olduğu için onları durdurmaya çalışmış. Horoz, çok zayıf oldukları ve fazla yer kaplamayacakları gerekçesiyle, kendilerine batmamaları şartıyla onları arabaya almış. Akşama doğru bir hana varmışlar. Hem gece yol alamayacaklarından hem de ördek yürüyemeyecek kadar yorgun olduğundan orada kalmışlar. Hancı, önce soylu kişiler olmadıklarını düşünerek onları içeri almak istememiş. Ama onlar tatlı dil dökünce hancı razı olmuş. Tavuğun yolda yumurtladığı yumurta ile ördeğin kendisinin olması şartıyla handa gecelemelerine izin vermiş. Bütün grup gece yıkanıp temizlendikten sonra oynayıp eğlenmişler.
Ertesi sabah gün doğarken ve herkes uykudayken horoz, tavuğu uyandırmış. Yumurtayı alıp kırarak güzelce yemişler, kabuklarını da ocağa atmışlar. Sonra da hâlâ uyumakta olan dikiş iğnesinin yanına gitmişler; onu hancının koltuk üzerinde duran yastığına, toplu iğneyi de havlusuna iliştirmişler. Sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi oradan çıkmışlar. Açık havada uyumayı sevdiği için avluda uyuyan ördek, derede yüzen hayvanların gürültüsünü duyunca uyanmış. Hepsi birden oradan kaçmışlar. Birkaç saat sonra hancı uyanıp yatağından kalkmış. Yüzünü yıkadıktan sonra havluyla kurulamak istemiş ama toplu iğne yüzüne batmış ve kulağına kadar çizmiş. Daha sonra mutfağa geçerek ocağı açmak istemiş ama ocağa yaklaştığında yumurta kabukları çıtırdayarak gözüne kaçmış.
“Bu sabah işler ters gidiyor!” diye öfkeyle söylenerek kendisini büyükbabasının koltuğuna bırakmış ama aynı anda, “Off!” diye haykırarak yerinden fırlamış. Dikiş iğnesi, başına değil de çok daha nazik bir yerine batmış! Çok sinirlenerek gece geç saatte gelen misafirlerinden şüphelenmiş. Gidip onlara bakmış ama hepsinin gittiğini fark etmiş. O günden sonra yiyip, içip, eğlenen ve para ödemeden giden serserilere bir daha kapıyı açmayacağına yemin etmiş.
Tavuğun Ölümü
Bir zamanlar horoz ile tavuk fındık dağına çıkmışlar ve önce kim bir fındık bulursa diğeriyle paylaşacağına dair söz vermiş. Tavuk kocaman bir fındık bulmuş fakat hiçbir şey söylememiş, hepsini kendisi yiyecekmiş fakat fındık tanesi o kadar büyükmüş ki yutamamış ve boğazına takılmış. Boğulacağım diye çok korkmuş. “Horoz!” diye bağırmış. “Olabildiğince hızlı koş ve bana biraz su getir yoksa boğulacağım!”
Horoz olabildiğince hızlı şekilde dereye koşmuş: “Dere, bana biraz su ver! Tavuk orada, boğazında kocaman bir fındıkla boğuluyor.” demiş. Fakat dere şöyle cevap vermiş: “İlk önce geline koş ve kırmızı ipeğinden iste.”
Horoz, geline koşmuş ve demiş ki: “Gelin! Bana bir parça kırmızı ipek ver, dere ona bir parça kırmızı ipek götürürsem bana biraz su verecek! Tavuk orada, boğazında koca fındık parçasıyla can çekişiyor, boğulmak üzere.”
Gelin şöyle cevap vermiş: “İlk önce git, söğütte asılı duran çelengimi getir.”
Horoz söğüde koşup ağaç dalından çelengi çekmiş ve geline getirmiş. Gelin ona kırmızı ipeği vermiş, horoz da onu dereye götürmüş. Dere de ona biraz su vermiş. Sonra horoz, suyu tavuğa getirmiş fakat ne yazık ki artık çok geçmiş, tavuk bu arada boğulup ölmüş.
Horoz üzüntüsünden hıçkıra hıçkıra ağlamış. Tüm hayvanlar toplanmış ve tavuğun yasını tutmuşlar. Zavallı tavuğu, altı farenin çektiği küçük bir araba ile mezarına taşımışlar. Horoz da onları dizginlemiş.
Yol üzerinde tilki ile karşılaşmışlar. “Selam, horoz!” diye bağırmış tilki. “Nereye gidiyorsun?”
“Tavuğumu gömmeye.” diye cevap vermiş horoz.
“Ben de gelebilir miyim?” demiş tilki.
“Evet, arkamızdan gelebilirsin.” demiş horoz. Tilki arkalarından takip etmiş; daha sonra onlara kurt, ayı, geyik, aslan ve ormandaki tüm hayvanlar eşlik etmiş. Bu tören alayı, bir dereye varana kadar ilerlemiş.
“Bunun üzerinden nasıl geçeceğiz?” diye sormuş horoz. Derede saman varmış ve demiş ki: “Siz üzerimden geçin diye, ben karşıya uzanırım.”
Fakat altı fare birden bu köprüye çıkınca saman kaymış ve suya düşüp boğulmuş. Bir kömür gelip karşıya uzanabileceğini ve onların da üzerinden geçebileceklerini söylemiş fakat suya dokununca çok geçmeden tıslamış, dışarı çıkmış ve ölmüş.
Bunu gören bir taş çok üzülmüş ve horoza yardım etmek istediğinden akıntıya karşı uzanmış. Horoz da içinde ölü tavuğun olduğu arabayı güvenli bir şekilde karşı tarafa geçirmiş ve arkasından takip edenleri de çekmeye başlamış fakat bu yük ona ağır gelince hepsi birbirinin arkasından suya devrilip boğulmuşlar.
Sonunda horoz, ölü tavukla baş başa kalmış; bir mezar kazıp onu oraya yatırmış, kendisi de bir tümsek yapıp üstüne oturmuş. O kadar çok yas tutmuş ki sonunda kendisi de ölmüş. Böylece hepsi birlikte ölüp gitmişler.
Baykuş
İki ya da üç yüzyıl önce, insanların bugünkü gibi hilekâr ve sahtekâr olmaktan çok uzakta olduğu zamanlarda, küçük bir kasabada, sıra dışı bir olay yaşanmış. Talihsizlik bu ya boynuzlu baykuş denen dev baykuşlardan biri; gecenin bir vakti kasaba ahalisinden birinin ahırına gelmiş. Gün ağardığında ne zaman ortaya çıkmaya kalksa korkunç feryatlar basan diğer kuşların korkusundan, yerinden ayrılmaya cesaret edememiş.
Uşak, sabah saman getirmek için ahıra girdiğinde bir köşede oturan baykuşu görünce o kadar paniğe kapılmış ki koşarak kaçıp efendisine, hayatında daha önce hiç görmediği ve hiç zorlanmadan bir insanı yiyip yutabilecek bir canavarın gözlerini devirerek ahırda oturduğunu söylemiş.
“Ben seni bilirim.” demiş efendisi. “Tarlalarda bir karatavuğun peşinden gidecek kadar cesaretin vardır fakat ölmüş bir tavuk gördüğünde eline bir değnek almadan yanına gidemeyecek kadar da korkaksındır. Bu ne tür bir yaratıkmış, gidip kendim bakayım.” diyen efendi, korkusuzca tahıl ambarına gidip etrafına bakmış. Ancak tuhaf, korkunç yaratığı kendi gözleriyle görünce en az uşağı kadar korkmuş. İki zıplayışta komşularına koşup bilinmeyen ve tehlikeli hayvana karşı kendisine yardım etmeleri gerektiğini, aksi takdirde eğer canavar kapatıldığı ahırdan kaçarsa tüm kasabanın tehlikede olabileceğini söylemiş.
Tüm sokaklarda büyük bir gürültü ve yaygara kopmuş; kasabanın erkekleri sanki bir düşmana doğru gidiyormuş gibi mızraklar, yabalar, tırpanlar ve baltalar ile donanmış. Köyün bütün ahalisi toplanmış. Pazar yerine doluştuklarında ahıra doğru ilerlemişler ve ahırın çevresini sarmışlar. Bunun üzerine aralarından en cesur olanlardan biri öne çıkmış ve mızrağını aşağı indirerek içeri girmiş. Fakat o da çığlıklar atarak ölü gibi soluk bir benizle hemen geri dönmüş ve tek bir kelime dahi etmemiş. İki kişi daha aynı şeyi göze almış fakat başarılı olamamışlar. Sonunda biri, savaşta yaptıklarıyla ünlü, çok güçlü bir adam öne çıkmış: “Canavarı sadece ona bakarak kaçıramazsınız, burada serinkanlı olmalıyız. Fakat hepinizin korktuğunu görüyorum ve aranızdan biri bile hayvanla karşılaşmaya cesaret edemiyor.”
Adam, kendisine birkaç zırh verilmesini emretmiş; bir kılıç, bir de mızrak getirtmiş ve kendisini bunlarla donatmış. Pek çoğu adamın hayatından endişe duysa da herkes onun cesaretini övüyormuş. Ahırın iki kapısı da açıldığı anda adam, çapraz kirişin ortasına tünemiş baykuşu görmüş. Bir merdiven getirtmiş ve tırmanmaya hazırlanmış. Herkes, böyle cesurca davrandığı için bağırıp çağırarak korkmamasını ve canavarı öldüren Kutsal George’u örnek almasını önermiş. Tam tepeye vardığında baykuş, adamın gözünü üstünde fark edince kalabalıktan ve bağrış çağrıştan sersemleyerek nasıl kaçacağını bilememiş. Gözlerini devirmiş, kanatlarını çırpmış, gagasını çıtırdatmış ve sert bir sesle: “Tuwhit, tuwhoo.” diye bağırmış.
“Canevinden vur! Canevinden vur!” diye bağırmış dışarıdaki kalabalık, yürekli kahramana. Adam: “Benim durduğum yerde duran herhangi birisi…” diye cevaplamış. “ ‘Canevinden vur!’ diye bağıramazdı!”
Adam, ayağını merdivenin bir basamak yukarısına attığı anda titremeye başlamış ve yarı baygın şekilde geri çekilmiş.
Artık bu tehlikeye karşı koyabilecek kimse kalmamış. “Canavar çatırdayarak, üzerine soluyarak aramızdaki en güçlü adamı zehirledi ve yaraladı! Biz de mi hayatlarımızı riske atalım?” diye bağrışmışlar.
Tüm kasabanın harap olmasını önlemek için ne yapılması gerektiğini görüşmek üzere bir konsey toplanmış. Uzunca bir süre hiçbir şey işe yarayacak gibi görünmemiş fakat sonunda belediye başkanı bir çare bulmuş.
“Bence hepimiz birleşip bu ahırın ve içindeki mısır, saman veya balyanın parası neyse sahibine verelim; sonra tüm ahırı ve de bu berbat hayvanı yakalım. Böylece kimse hayatını tehlikeye atmak zorunda kalmaz. Masrafı düşünmenin zamanı değil ve cimrilik yapmanın gereği yok.”
Bu fikre herkes katılmış. Ahırı, dört bir yandan ateşe vermişler ve içindeki baykuş acılar içinde yanmış. Buna inanmayan varsa gitsin, kendi gözleriyle görsün.
Muhteşem Çalgıcı
Muhteşem çalgıcı, hiçbir şey düşünmeden ormanda yürüyormuş. Her şeyi düşünüp de düşünecek başka hiçbir şeyi kalmayınca kendi kendine demiş ki: “Bu ormanda tek başıma sıkılıyorum artık, iyi bir yoldaş bulmalıyım.”
Sırtında asılı olan kemanını alıp ormanda yankılanacak şekilde çalmaya başlamış. Çok geçmeden ağaçlıktan bir kurt çıkagelmiş ve ona doğru hızla yürümüş.
“Ovv, bir kurt geliyor! Böyle bir yoldaş istediğim pek söylenemez.” demiş çalgıcı. Fakat kurt yakınlaşmış ve ona demiş ki: “Hey çalgıcı, ne kadar da güzel çalıyorsun! Ben de çalmayı öğrenmeliyim.”